en iyi benim sıdıka / Sıdıka Bal (@sidikabal_) • Instagram photos and videos

En Iyi Benim Sıdıka

en iyi benim sıdıka

Van’dan İstanbul’a Bir Ezgili Yürek: Ruhi Su, Sıdıka Su ve Dostları Anlatıyor

“Anamı, babamı hiç tanıyamadım.1. Dünya Savaşı’ nın ortada bıraktığı çocuklardanım… Öksüz olduğumu çok kimseye söyleyemedim. Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘Kimlerdensiniz?’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı…”

  “…Ermeni ana babadan doğmuş, Ermeniliği de, zavallı anası babası da 1915’te Van’da kırılmış, toprak altına girmiş, bir nüfus memurunun deftere işlediği Abdullah ve Huri adlarını ana baba bilmiş, yetimhanelerde büyümüş, garip, güzel sesli Mehmet Ruhi Su’nun hayatının itirafı – artık bir gözünün mezara baktığı zamanlarda nihayet söyleyip rahatladığı…” Zeynep Oral / Milliyet Sanat / 1984

ÇOCUKLUK YILLARI, TOROSLAR’ DA KAÇKAÇ VE ADANA ÖKSÜZLER YURDU…

…anamı, babamı hiç bilmedim. Çok küçüktüm Adana’ da çocuksuz, fakir bir ailenin yanına vermişler beni. Onları amcam, yengem bildim. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan sorumluydum. Onları gütmek, yemlemek benim işimdi. Getir götür işlerine de bakıyordum. Karanlık basıncaya kadar tarlalarda, kırlarda onları güdüyordum. Ağaçlardan meyveler topluyor, günlük yiyeceğimi çıkarıyordum. Türküler öğrenmeye, söylemeye başlamıştım…

…Altı yaşına geldiğimde Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Bütün Adana halkı gibi Toroslar’ a kaçtık. Kaç- kaç yılları boyunca, hep çalışıp, verilen işleri yaptım halde, ama yengemin hoşnutsuzluğu hiç bitmiyordu. Bir gün elime bir testi verip, bize su getir dediler. Suyu arayıp buldum. Ne kadar zaman içinde su bulduğumu hatırlamıyorum. Suyu getirdiğimde, birde baktım ki amca ve yenge de dâhil, kafile yok olmuş. Bir testi suyla dağ başında kaldım. Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyve yiyerek, kaç gün kaç gece kaldığımı hatırlamıyorum. Bir yandan da amcamın ve yengemin içinde bulunduğu kafileyi arıyorum. Sonunda onları buldum. Amcam, beni görür görmez sarılıp ağlamaya başladı. Belli ki çok üzgün. Yengemde tıs yok. İşte n genç inso zaman, kasıtlı olarak terk edildiğimi anladım, belli etmemeye çalıştım. Beni gören konu komşu ise çok sevindi. O zaman anladım ki, onlar gerçek amca ve yengem değiller.

Doğanın bütün olanaklarını kullanmasını, doğayı sevmesini bildim, yaşamım boyunca zorlukları yendim. Çocuk denecek yaşta savaş denen şeyin, ne demek olduğunu içinde yaşayarak, seferberlik türküleri, marşlar söyleyerek öğrendim. Kaç -kaç’ da Adana’da çok güzel türküler öğrendim, söyledim, komşular, özellikle kadınlar, dinleyicilerimin başında geliyorlardı. Bu türküler, müzik duygularımı pekiştirmede ve değiştirmede önemli rol oynadılar. İlk türkü repertuarımı böyle oluşturdum.

Adana’ ya döndükten sonra, aile ile bin bir güçlükle, yaşamını sürdürüyordu.  Yengem hala çok rahatsızdı; benimle uğraşmaya devam ediyor, sudan bahanelerle beni hırpalayıp, dövüyordu. Bir gün yine,sıradan bir kusurumu bahane ederek beni dövmeye başladı. Bir türlü hırsını alamıyordu, beni ağaca bağlamış ve kamçı ile dövüyordu. Bu dayak, yaşamımın dönüm noktası oldu. Bu kötü yaşamımı komşular da biliyorlardı. Mahalleden arkadaşım olan Hüseyin’ in annesi, beni çok severdi. Bana bir gün  “Seni Hüseyin’in okuluna götürmemi ister misin ?” diye sordu. Korkudan sadece başımı sallayarak, evet diyebildim.

Hüseyin’in Okulu öksüzler yurduydu. O zamanki adı ile Dar-ül Eytam. Hüseyin’in annesi beni Adana’nın tanınmış ailelerinden Suphi Paşa’ya götürdü ve tavsiye mektubu aldı. Sonra da öksüzler yurduna götürüp, bu mektubu verdi. Müdür, görevlilere, “ bu çocuğu hamama götürün, ona temiz elbise ve çamaşır getirin” dediğinde, okula alındığımı anladım. Tüm bunlar, amcamın ve yengemin haberi olmadan yapıldı. Yeni elbiselerimle beni okulun bahçesine salıverdiler. Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu şaşkındım.

On yaşından itibaren, okullardaki yatılı yaşamım başladı, önce çocukluğumu yaşamaya başladım öksüzler yurdunda. Aynı zamanda müzik yaşamım da başlamış oluyordu. Mahallede olduğu gibi burada da sesimin farkına vardılar. Türküler, marşlar söylettiler bana. Sonra da taburun önünde yürüyen gruba aldılar. Yaşım büyük olduğu için sınıf atlatıp, 3. sınıfa kabul ettiler.  Bir yıl sonra öksüzler yurdunun müzik öğretmeni Mehmet Tahir, yurda bir keman aldırtıp, beni kemana başlattı. Dördüncü sınıfta kemana başlayarak, klasik müziğe de ilk adımını atmış oldum.

ANKARA MÜZİK ÖĞRETMEN OKULU VE ASKERİ LİSE YILLARI

Yıl 1925. Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kuruldu. Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına, müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların, sınav sonucu müzik öğretmen okullarına yollanması için bir bildiri yolladılar. Adana Öksüzler Yurdundan dördüncü Sınıf öğrencisiyim, beşinci sınıftan Şaban’ la sınava girdik. Sınavı kazandım,  Şaban kazanamadı. Okul Müdürü beni çağırarak, “sen bir sene daha bu okulda okuyabilirsin ama Şaban açıkta kalır, bu yıl onu kazanmış gibi gösterelim, sen nasılsa seneye yine sınava girersin.” der.  Kabul ettim. Gerçekten de ben gitsem arkadaşım açıkta kalacaktı. Bir yıl sonra, sınavı kazanacağımdan emindim. Bir yıl sonra beşinci ben ve Suphi girdi sınava ve ikimiz de kazandık. Kayıt işlemleri için dosyalar Ankara’ya gönderdik. Bu sırada, dönemin Savunma Bakanı Recep Peker’den öksüz yurtlarına bir başka bildiri geldi. Bu bildiride:  “ okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek.” denmekteydi. Bize bunu duyurdular. Çok üzüldüm ama yerimi Şaban’a verdiğime hiç pişman olmadım. Suphi, ben ve diğer arkadaşlarımla birlikte, İstanbul Halıcıoğlu askeri Lisesi ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken,  askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak “kibar” isimlerimizle İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim.  (…)

İstanbul Öksüzler Yurdu öğrencileri bize yol gösterdiler. Beni kendi yurtlarındaki Ahmet Muhtar Bey ile tanıştırdılar. Akşam oldu mu kantinde toplanırdık. Ağabeyler “hadi Ruhi çal” derlerdi. Keman çaldırırlardı. Bir akşam yine kantinde ağabeylere keman çalarken, okul komutanı içeri girdi “ Ne yapıyorsunuz? Bu ne rezalet?” dedi. Kemanı kaptığı gibi ayaklarının altına alıp, kırması bir oldu.

Birkaç gün sonra, okul komutanı beni çağırdı. Kemanın parasını vermek isteyince, kabul etmedim. Çok üzülmüştüm. Aklım fikrim Müzik öğretmen Okulu’na nasıl gidebileceğimdeydi. Buradan ayrılmanın yollarını arıyordum. Bir gün, Ahmet Muhtar bey Ankara’ya gelebilir misin diye sordu.  Hiç bir şey düşünmeden gelirim dedim. Askeri Lise’ den kaçmaya karar verdim. Kimliğim Müdüriyette idi. Arkadaşlarım aralarında para topladılar. İki kimliği olan bir arkadaşım da kimliğinin birini bana verdi. Yanımda sahte bir kimlikle bavulumu hazırlayıp, trene bindim. O zamanlar trenlerde çok sıkı kontrol yapılırdı. Tam Polatlı’ya yaklaşırken, polisler geldi, sorular sormaya başladılar. Nereye gidiyorsun, nerede kalacaksın?  Kimliğimi aldılar ve ‘yarın, merkezden gel al’ dediler. İstasyonda indim. Sırtımda koskocaman bir bavul, önce Ulus, sonra Cebeci’ ye yürüdüm. Nihayet Müzik Öğretmen Okulunun önüne geldim. Ahmet Muhtar beyi buldum. Beni görünce şaşırdı. Nasıl geldiğimizi sordu.  Kaçtığımı söyleyince derinden bir “eyvah” çekip, beni, Askeri Liseler   Müdürlüğü’ ne yolladı.  Sırtımdan bavulu indiremeden oraya gittim. Karşıma çıkan ilk yetkiliye durumumu anlatmaya başladım. Konuşmaya başlamamla birlikte gözümden yaşlar boşandı. Masada bir albay oturuyordu. Bir taraftan anlatıyor, bir taraftan da ağlamaya devam ediyordum. Albayın da gözlerinin dolduğunun farkına vardım. Ama cevabı şu oldu: “Seni kabul edersem herkes askeri okuldan kaçar.” Sen okuluna dön, oradan dilekçe ile başvur.”

Büyük umutlarla gittiğim o yolu iki inzibatla o akşam geri dönmek zorunda kaldım. Kaçtığım için hemen hapse attılar. İki gün orada kaldım, ama kaçtığıma pişman değildim. Müzik Öğretmen Okulu’na gitmenin yollarını daha kapsamlı düşünmeye başladım. O yıllarda, askeri okullara girme isteği çok fazlaydı. Öksüzler Yurdundan gelen çocuklar da isteğe bağlı olarak Gülhane Askeri Hastanesi’nde sağlık kontrolü yaptırıyorlardı. Çürük çıkan olursa, başka okullara gönderiliyordu. Okul komutanına çıkıp, beni hastaneye sevk etmesini istedim. Herkes askeri okullarda okumayı isterken, benim müzik okuluna gitmek isteyişime şaşırıyorlardı.  Muayenelerim başladı.  Göz muayenesinde, bütün harfleri yanlış okudum ama doktorlar öksüzüm diye acıyıp sağlam raporu verdiler. Oradan kulak muayenesine gittim. Kulak doktoruna durumumu anlattım. İsteğimi tekrar tekrar söyledim. Beni çürük çıkarması için yalvardım. Hiç unutmuyorum “iltihap üzenesinden dolayı mektebe devam edemez” diye rapor verdi. Çok sevindim. Arkadaşlarım ve ağabeyler Müzik Öğretmen Okulu’na dilekçe yazdılar. Hazırlanmaya başladım. Okuldan dilekçeye yerimiz yok alamayız diye cevap geldi. Adana Öksüzler yurduna geri dönmek zorunda kaldım…

ADANA ÖĞRETMEN OKULU VE İLK EVLİLİĞİ…

Çürüğe çıktığım için, Askeri Okul ile ilişkim kesildi ve Adana Öksüzler Yurduna geri gönderildim. Adana Lisesi parasız bir okuldu. Önce oraya girdim, sonra da Öğretmen Okuluna geçtim. Okulda teneffüslerde keman çalmaya devam ettim. O sıralarda Adana’da, bir sinemada sessiz filmler oynatılmaktaydı. Bu sinemada, küçük birde orkestra vardı. Filmdeki sahnelere göre, bu orkestra müzik yapıyordu. Orkestradaki Avusturyalı Ervix Adana Öğretmen Okulunun da keman hocasıydı. İlk klasik batı müziği parçalarını ondan öğrendim.

Askeri Liseden Adana Öksüzler Yurdu’na dönüp, oradan da Öğretmen Okuluna geçtikten sonra, âşık olduğum bir ebe–hemşire hanımla evlendim. Bir de oğlumuz oldu. Adını Güngör koyduk. Müzik Öğretmen Okulu’na geçtikten sonra eşim de Ankara’ya tayin oldu, Numune Hastanesi’nde çalışmaya başladı.                                                

ANKARA MÜZİK OKULU, RİYASET-İ CUMHUR ORKSTRASI VE HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ

Eylül ayında, Ankara Müzik Öğretmen Okulunun giriş sınavı yapılacaktı. Yine arkadaşlarım aralarında para topladılar. Ankara’ya gittim ve sınava girdim. Sınavda ‘ne çalarsın’ diye sordular, ben de “morsolar”(parçalar) dedim. ‘Bir konçerto çal’ dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum. Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör keman konçertosunu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile verdim. Ulvi Cemal Erkin’in ‘son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli’ teklifine, tüm öğretmenler katıldılar.”                    

Böylece, Müzik Öğretmen Okulu’na girdim. Gündüzlü olarak başarılı olursam, bir sene sonra yatılı olabilmek koşuluyla… O ilk yılı başarı ile bitirerek yatılı okumayı hak ettim.  O sene, tek hece olduğu ve kolay söylendiği için Su soyadını aldım ve adım Mehmet Ruhi Su oldu.

Müzik Öğretmen Okulundan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrasına seçilerek orada çalışmaya başladım.

Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak da, İkinci Ortaokul ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ nde çalışıyordum.

 Konservatuarın opera bölümü öğrenciliğini sürdürürken, bir hocam keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek, bir tercih yapmamı istedi. Bunun üzerine, kemanı bırakmak zorunda kaldım.

OPERA VE RADYO YILLARI

Devlet Konservatuarı’nda  (1936–1942) opera sanatçısı olarak çalışmaya başladım.

1945 yılında Opera Kanunu çıkınca öğretmenliği bırakmak zorunda kaldım.

Operayı ilk başladığım yıllarda ilk evliliğim de sona erdi. İlk eşimle ayrıldık.

1952 yılına kadar Devlet Operası’nda çeşitli operalarda oynadım: “Bastien Bastienne”, “Madam Butterfly”, “La Boheme”, “Satılmış Nişanlı”, “Fidelio”, “Maskeli Balo”, “Yarasa”, “Figaro’nun Düğünü”, “Rigoletto”, “Aşk İksiri”. En son “Konsolos” operasında rol aldım.

Çocukluğumda başladığım türkü söyleme işine Öksüzler Yurdu’nda, Öğretmen Okulu’nda, Müzik Öğretmen Okulu’nda, Askeri Lise’ de, Konservatuvarda ve Operadayken de hep devam ettim. Operayı çok seviyordum ama türkü söylemekten de hiçbir zaman vazgeçmedim.

Opera çalışmalarından sonra, zamanını türkü söylemekle ve derlemekle geçiriyordum. Konservatuarda türkülerimi, dinleyen hocalarımdan Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum” demişti. Markovich zamanın Radyo Müdürüne benden övgüyle söz etmiş. On beş günde bir Pazar günleri saat 10’da “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” anonsuyla sunulan radyo programım da böyle başlamış oldu,1943–45 yılları arasında çok ilgi görerek devam etti.

Söylediğim türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi nefesleriydi.  Ali İzzet’ ten ; ‘Bir Allah’ı Tanıyalım Ayrı Gayrı Bu Din Nedir’, Pir Sultan Abdal’dan; ‘Gelin Canlar Bir Olalım’, Muhyi’den ‘ Zahit Bizi Tan Eyleme’ gibi nefesler söylerken, alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor diye susturdular beni. O dönem, egemen güçler, alevi nefesleri söylemekle, komünist olmayı eş anlamda algılıyorlardı. 

Bir gün, Mesut Cemil, bana aleyhimdeki söylentilerden söz edip, ‘ Ruhi’ciğim seni harcamayalım, bu programa bir müddet ara verelim’ dedi. “Ben bu yolda harcanmaya razıyım” dediysem de, Mesut Cemil, radyodaki işime son verdi. O sırada Ankara’da yedek subaylığımı yaparken aynı zamanda operada da oynamaya devam ettim.

SIDIKA SU İLE TANIŞMALARI

Sıdıka Su, Ruhi Su’ yu önce sesiyle, TRT Ankara Radyosu’nda yaptığı programlarda tanır.”… Ruhi Su’ yu ben bu programlarda sesi ile tanımış oldum. Onu da şöyle dinledim. Benim ağabeyim Ankara’da Ziraat Fakültesi’nde okuyordu o sıralar ve Ruhi Su ile arkadaştılar. Radyoda söylediği zaman bizi uyaran kişi ağabeyim olmuştu. Ruhi Su’nun kendisinden önce sesi ile tanıştım. O yıllarda henüz ortaokul lise öğrencisiydim. Ruhi 1943-45 yılları arasında radyoda türküler söylüyordu, 15 günde bir Pazar günleri “bas bariton Ruhi Su” anonsu ile açılan bir programdı bu. O zaman Türkiye’de tek radyo vardı, O da TRT Ankara Radyosu… Ruhi Su o zaman Pir Sultan Abdal, Ali İzzet, Muhyi, Dertli ve daha birçok Alevi ozanlarından deyişler seslendiriyor. Pir Sultan’dan “Gelin canlar bir olalım” ı, Ali İzzet’ ten “Bir Allah’ı tanıyalım ayrı gayrı bu din nedir?” i ve Muhyi ‘den “Zahit bizi tan eyleme” isimli deyişleri söylüyor. (Ben o sıralar ortaokul öğrencisiydim ailece, annem ve ağabeylerimle beraber evde radyonun başına geçer Ruhi Su’nun radyo programında söylediği türküleri dinlerdik. Annem Ruhi Su’nun sesini ve söylediği türküleri çok severdi. O dönem, Ruhi Su hem Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak çalışıyor hem de radyo programları yapıyordu. Operada çalışırken ziraat mühendisi olan en büyük ağabeyim Necmi Umut’la tanışmışlar, arkadaş olmuşlar. Ruhi Su’yu ağabeyimin anlattıklarından biliyordum”…

Sıdıka Su Ankara DTCF’ nde okurken Halk Evlerine ‘de devam eder.”… O yıllarda halk evlerinde şiir ve türkü matinelerine devam ediyordum. Ben Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne başladığım zamanlarda Ruhi Su’nun da bu fakültede bir korosu vardı. Ben de hemen o koroya korist olarak katıldım. İlk tanışmamız da şöyle oldu; Nezihe Aras, Ruhi Su ve ben bir gün okul çıkışı birlikte Ulus’a kadar yürüdük. Yürüyüş sırasında konuşmaya çalışmama, ona bir şeyler anlatmama rağmen Ruhi benimle hiç konuşmadı ve sürekli dinledi. Ancak gideceğimiz yere gelip ayrılırken bana “kusura bakma bu akşam operaya çıkacağım, havanın soğuk oluşundan dolayı seninle konuşamadım, nasıl olsa sonra görüşürüz” dedi. Böylece o gün ilk kez tanışmış olduk. Ondan sonra Ruhi Su’nun korosuna devam ettim. Ancak bu fazla sürmedi. Çünkü bu koroyu yasakladılar. Sonra bir ara tekrar bir koro kuruldu ve yine yasaklandı. Ancak arkadaşlığımız bu korolarda başlamış oldu. Bu arkadaşlık karşılıklı saygı çerçevesinde bir dostluktan ibaretti. 1949 senesinin sonlarına doğru ağabeyim Ankara’ya tayin oldu ve annemle birlikte Ankara’ya taşındılar. Ben de öğrenci yurdundan ayrılıp ailemle birlikte oturmaya başladım. Yine bu günlerde Ruhi Su hem ağabeyimin hem de benim arkadaşım olarak bize gelip gidiyordu. Annem de türküleri sevdiği için Ruhi’yi beğenerek dinliyordu. 1950 yılında benim rahatsız olduğum bir gün Ruhi bize geldi. O akşam ki sohbette ilk kez birbirimizi karşılıklı olarak tanıma imkânı bulduk. Türkülerden bahsettik, bizim ailece türkülere ne kadar bağlı olduğumuzu öğrendi. Âşık Veysel’den bahsettik, geç saatlere kadar beraber türküler söyledik. Hatta benim bu kadar çok türkü bilmeme şaşırdı. Böyle güzel bir geceden sonra Ruhi ayrıldı ve sabahleyin beni telefonla arayarak buluşmak istediğini söyledi. Zannediyorum aramızdaki ilk duygusal yakınlık o akşam başladı…”

Sıdıka Su, Ruhi Su ile ertesi gün buluşur. “ Böylece Ruhi Su’yla ertesi gün buluştuk. Arkadaşlığımızın artık bir sevgiye dönüştüğünü ve bunu kabul etmemiz gerektiğini söyledi. Bende buna hiç itiraz etmedim ve aramızdaki sevgi bu şekilde başladı. Yani arkadaşlığımız sevgiye dönüştü. Bu zaman zarfında ikimiz de ilerici insanlar olarak o zamanki siyasi mücadele içerisinde aynı paralelde olduğumuzu anladık.

Bu şekilde aramızdaki ilişki gittikçe gelişti, çok yönlü olmaya başladı. Daha önce aynı siyasal yapılanma içerisinde bulunduğumuzu bilmiyorduk. Yani demek istiyorum ki, Ruhi ile birbirimizi çok yönlü olarak anlamamız söz konusuydu. Tabi aramızda çok fırtınalar kopmuş olabilir, çok şeyler olmuş olabilir ama biz bir kere türkülerde anlaşmıştık.

Temel olgu türkülerdi. İkincisi ise, ideolojimiz, yanı siyasi düşünce bakımından birlikteliğimizdi. Bu dönem içerisinde birbirimize tam manasıyla âşık olmamız 1950 senesi baharı diyebiliriz. Ruhi Su ileri görüşlü bir insandı. Her ikimiz de verici insanlarız. Ruhi Su insancıl, sosyalist bir adamdı. Türküyü çok seviyordu. Ben de öyle. Ben hala türkü söylüyorum. (Burada yüzü aydınlanıyor ve gülüyor..) Ailelerimiz de çok uyumluydu. Ailem annem, ağabeylerim ilerici insanlardı. Dolayısıyla çok iyi anlaştık. Bundan sonra Ruhi, bize sık sık geliyor, beraber konserlere, tiyatrolara, operaya gidiyorduk. İlk aşamada evlenmeyi düşünmedik.

RUHİ-SIDIKA SU VE TKP TUTUKLAMALARI

İkimiz de belli bir siyasi örgütlenmenin içindeyiz ve 51 tevkifatı başlamıştı. İkimiz de TKP (Türkiye Komünist Partisi) üyesiydik. Bunu gizlediğimiz için ilk başlarda birbirimize bile söylememiştik. Sonra, partiye gittiğimizde birbirimizin TKP üyesi olduğunu orada karşılaşınca anladık. O zamanlar, TKP üyesi olmak yasaktı. Biz de bunu kimseye söylemiyor, herkesten saklıyorduk. Bu nedenle, hapse gireceğimizi de biliyorduk. Düşündüğümüz gibi oldu Tutuklanacağımızı biliyorduk. Bu tutuklanma aşamasında evlenelim mi yoksa biraz daha bekleyelim mi tam olarak karar veremedik ve böylece 1951 in sonunda biz tutuklandık, ilk olarak Ankara’da gözaltına alındık. .. 11 Kasım 1952 günü Ankara’da çok sayıda TKP üyesi birbirinden habersiz tutuklandı. Ben de ilk tutuklananlardan biriydim. Aynı akşam polisler, Ruhi’yi de tutuklamak üzere evine geliyorlar ama Ruhi ne yapıp edip polisleri atlatıyor. Benim de tutuklandığımı öğrenince, aynı akşam uçakla İstanbul’a gidiyor. Amacı film şirketinden parasını almak. Neyse, filmi yarıda bırakıyor. Alacağı miktarı film şirketinden aldıktan sonra ertesi gün 12 Kasım’da Ankara’ya geri dönüyor. Operaya gidip masasını topluyor. O sırada tiyatrodan ünlü bir kişi (Sıdıka Su bugün çok ünlü bir tiyatro sanatçısı olan bu şahsın adını vermemekte ısrarlı) telefonla Ruhi Su’nun operaya geldiğini polise haber veriyor. Operadan çıkıp evine doğru giden Ruhi’nin yolunu motosikletli polisler kesiyorlar ve onu orada tutukluyorlar. Sonra evine polislerle beraber evine gidiyorlar. Almak istediği birkaç parça eşyayı ve benim kendisine hediye ettiğim yün eldivenleri de yanına alarak cezaevine giriyor.

Sansaryan Hanı’nda bulunan 1. Şubeye getirildik. Orada dört buçuk ay gibi bir süre kaldık. Ruhi benden biraz daha fazla kaldı. Çok kötü koşullarda sorgulanırken ve işkence görürken beni düşünerek ve türkü yazarak hayatta kalmayı başardı.

“Bu nasıl İstanbul zindan içinde,
Sansaryan Hanında tabutluklarda,
Kayboldu gündüzüm gecem”

türküsü işkence gördüğü o karanlık dönemde yazılmıştı. Sonra Harbiye Merkez Kumandanlığı Cezaevi’ne geldik. Cezaevine gelince hemen müracaat ettik nişanlı olduğumuzu söyledik ve orada hemen birer yüzük taktık acele. Çünkü belki bizi bir daha görüştürmeyeceklerdi. Böylece haftada bir görüşmemize izin verilecekti. Gerçi bu görüşmeler o zamanki cezaevi müdürlerinin keyfi kararlarına bağlıydı. Ama tutuklanmamızdan mahkûmiyet kararının verilmesine kadar birçok kez görüşme imkânı bulduk ve mahkememiz üç buçuk sene sürdü. Çok kez gizlice mektuplaştık. Sonunda 5 er seneye mahkûm olduk.

ADANA CEZAEVİ VE HASAN DAĞI

Mahkûmiyet kararı kesinleşince erkekleri Adana ceza evine götürdüler. Ruhi Adana’ya nakledildi. Vedat Türkali’nin anlattığına göre, yolda Adana Cezaevine nakledilirken, erkeklerin hepsini ikişer ikişer ellerinden birbirlerine zincirliyorlar. Adana’ya giderken Gülek Boğazı’ndan Hasan Dağı’ndan geçerken bu meşhur Hasan Dağı türküsünü ilk defa orada tasarlıyor.

‘Hasan Dağı Hasan Dağı, eğil eğil de bir bak,
Hasan Dağı Hasan Dağı bunu yapan insan olmaz
Hasan Dağı Hasan Dağı suçumuz insan olmak’

diye başlayan türküyü, dolunay ışığı altında pırıl pırıl parlayarak yükselen Hasan Dağın’ a bakarak mırıldanmaya ve söylemeye başlıyor. Ne zaman Hasan Dağı türküsünü duysam Vedat Türkali’nin naklettiği bu hikâyeyi anımsarım. Toplam on yedi kişi olan hanımlardan Mihri Belli ‘nin eşi Sevim Belli ve ben kaldık. Sevim Belli’ yi Ankara’ya beni de Sultanahmet Cezaevi’ne gönderdiler. Ondan sonraki cezamızı ben Sultanahmet’te, Ruhi ise Adana’da çekti.

RUHİ VE SIDIKA SU EVLENİYORLAR.

Mahkûmiyet kararımız kesinleşince evlenmeye karar verdik. O zaman benim Dil ve Tarih’ den hocam ve aynı davada yargılandığımız Behice Boran benim, eşi Nevzat bey de Ruhi’nin şahidi olarak Harbiye Cezaevi’nden iki jandarma ve bir astsubayın nezaretinde Nişantaşı’nda Rumeli caddesindeki Hükümet Tabipliği ‘ne gittik. 29 Eylül 1954 Cumartesi günü nikâhlandık. Nikâhtan sonra cezaevine yürüyerek döndük. Bu bizim için çok önemliydi. Çünkü Nişantaşı’ndan Harbiye’ye kadar Ruhi’yle beraber yürüyorduk. Gerçi iki jandarma bir de astsubay vardı yanımızda ama yine de o yolu beraber yürümek bizim için çok önemliydi. Yolda Ruhi askerlerden müsaade alarak dört yoldaki bir kitapçıdan Goya’nın bir albümünü satın aldı ve imzalayarak bana hediye etti. Sonra ikimiz de kendi koğuşlarımıza döndük.

Bir müddet sonra da Ruhi Adana’ya ben de Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildim. Bundan sonraki görüşmelerimiz ancak mektuplar aracılığıyla sürdü. Cezaevindeyken sürekli mektuplaştık. Mektup göndermemize de izin yoktu ama biz bunu gizli yollardan aşmayı başardık. Çok büyük bir tesadüf eseri yıllar sonra emekli olduğumda maaşımı Hükümet Tabipliği ‘nde nikâhımızın kıyıldığı o binada ve aynı odada almaya başladım. İlk maaşımı almaya gittiğimde o odada daha önce yaşadıklarımı hatırlayarak duygulandım.

SÜRGÜN GÜNLERİ

Beş yıl süren cezaevi döneminden sonra sürgün günleri başlar.” 5 sene bittikten sonra sürgün günlerimiz başladı. O zaman hanımları tutuklandıkları yere gönderiyorlardı sürgüne. Onun için beni Ankara’ya, Ruhi Su’yu ise Konya’nın kazası Çumra’ya gönderdiler. Bu sürgün hayatı 20 ay sürdü. O zaman böyle “5 sene cezanız bitti, hadi buyurun çıkın, serbestsiniz” demiyorlardı. Yani artık ceza evindeki işiniz bitmesine rağmen kolay kolay kurtulamıyordunuz. Eski arkadaşlarımızla yine görüşüyorduk. Ama bir siyasi oluşuma katılmamız zaten mümkün değildi. Çünkü beş sene siyasi yasağımız vardı. Buna rağmen Türkiye İşçi Partisini destekledik ve bu fikirler ışığında yapılanan pek çok derneğin ve oluşumun gecelerinde Ruhi Su hiçbir ücret almadan türkülerini söylemeye devam etti. Onlara desteğini türkülerini söyleyerek verdi.

Benim cezamın bitimi Cumartesi gününe rastlamıştı. Ancak o gün tatil olduğu için daha “Pazartesi gününe kadar bekleyeceksiniz” dediler. Yani beş sene hapis yatmıştım ve beni iki gün daha orada tutacaklardı. Beni karşılamaya Behice Boran ve eşi gelmişti. Bu duruma itiraz ettiler ve bu itirazın neticesinde beni Behice hanımın oturduğu yere yakın bir karakola (sonradan öğrendiğime göre Kalamış Polis Karakolu’na) mevcutlu olarak getirdiler. Yine akşama kadar süren uzun bir uğraşı ve Behice hanımın kefil olması üzerine beni Pazartesi sabaha kadar Behice Boran’a teslim ettiler. Cumartesi akşamdan Pazartesi sabaha kadarnBehice hanımlarda misafir oldum ve beni Pazartesi sabah erkenden karakola teslimnettiler. Karakol da daha sonra 1. Şubeye teslim etti.

Tabii bunun benim için güzel bir yanı oldu, o gün aksama kadar 1. şubede kaldım. Ankara’ya götürülmem için akşamki treni beklemek zorundaydık ve beni 1.Şube binasının içinde serbest bıraktılar. Ben de akşama kadar şube içindeki hücreleri, tabutlukları gezme imkânı buldum. Boş olan hücrelerin kapılarını açtım ve duvarlarında yazan yazıları okudum. O yazılarda Ruhi’nin söylediği türkülerden cümleler vardı. “Hangi günü gördük akşam olmamış…” bu ve bunun gibi birçok sözü toplu iğneyle duvarlara kazımışlardı. O günün akşamı yine bir polisin nezaretinde Ankara 1. Şubeye doğru trenle yola çıktık. Ertesi gün 1. Şubede imzayı attım ve artık serbestsiniz dediler. Yani o imzayı atana kadar iki gün daha eziyet çektirdiler.

RUHİ SU’ NUN ÇUMRA SÜRGÜNÜ

Ruhi Su Çumra’da sürgüne gider. Sıdıka Su Ankara’da kalır. “Ruhi’nin nakli için hemen harekete geçtim ve dilekçe verdim. Zaten karı koca olarak bir arada olmamız kanuni hakkımızdı. Fakat o zaman Kemal Aygün diye birisi vardı emniyet genel müdürü ve Ruhi’nin resmen nakledilmemesi için Çumra hâkimliğine ve savcılığına yazı yazdı. Ben gittim konuşmalar yaptım, hiçbir şeyi kabul etmedi. Ama Çumra’da çok iyi niyetli bir savcı vardı o sıralar -şu anda ismini hatırlayamıyorum- onlar “Ruhi bey üzülme biz senin naklini yaptıracağız. Hiç kimse bize mani olamaz, isterlerse sürsünler ama yine de bu işle uğraşacağız” diyerek Ruhi’ye moral verdiler. Havayı yumuşatmaya çalıştılar.

O sıralar Ruhi de Çumra’da böyle salaş denilebilecek ucuz bir otel odasında kalmaya başlamış. Çumra halkı da Ruhi’ye devamlı destek oluyor, moral veriyorlar, otelde radyo olmadığı için Ruhi parkta haberleri ve Yurttan Sesleri dinliyormuş. Bu arada Ruhi üzüldükçe, daldıkça “üzülme, bu günler de geçer” diye ona moral verenler oluyormuş.

Tabi bunun yanı sıra Ruhi’ye olumsuz yaklaşanlarla beraber Çumra halkı sanki ikiye ayrılmış. Fakat savcı Çumra’daki bu durumu yumuşatmak için Ruhi’den cura dersi almaya başlamış. Bir cura alarak Ruhi’ye gelmiş. Bir müddet sonra savcı Ruhi’den Çumra cezaevinde bir konser vermesini istemiş ve orada Ruhi’ye türkü söylettirmiş. Biz çıktığımızda 1958 Haziran’ıydı, Eylül sonunda Ruhi’nin naklini yaptırdı o savcı ve Ruhi oradan ayrılmadan tren istasyonun salonunda Çumra halkıyla vedalaşıyor, insanlara türküler söylüyor, beraber kadeh tokuşturuyorlar ve sohbet ediyorlar. Çıktıktan bu zamana kadar ben de Ruhi’yle hiç görüşmedim tabi…

Ankara’ya Ruhi’yle beraber dönmek için 1. Şube müdüründen bir hafta izin istedim ve Çumra’ya gittim, bir hafta Ruhi’yle beraber kaldım. Çumra halkı bana da çok ilgi gösterdiler. Bizi bahçelerine üzüm yemeye çağırdılar, savcı evinde misafir ettive biz Çumra’da yaşadığımız o günleri hiç unutmadık. O savcıyı saygıyla anıyorum hala. Daha sonra Ruhi ile o savcının adını çok hatırlamaya çalıştık, hatta oğlunu bulduk ama kendisi rahmetli olmuş. Bir daha da görüşemedik.

RUHİ VE SIDIKA SU ANKARA’ DA.

Ruhi Su ile beraber Ankara’ya dönerler.”… Neticede bir daha görüşemedik. Daha sonra beraber Ankara’ya geldik. Ruhi’nin çok yakından tanıdığı Celal Cündoğlu isimli bir iş adamı vardı. Celal Cündoğlu bize Etimesgut’a 12 kilometre uzaklıkta, tarla ortasında, suyu, elektriği olmayan iki göz bir ev verdi. Etimesgut’ta tarlanın ortasında işçilerin oturduğu, zemini toprak olan, iki göz odadan ibaret bir işçi lojmanında 20 ay kaldık. Su yok, elektrik yok, son derece iptidai koşullarda yaşadık. Taban toprak olduğu için yerlere hasır serdik. Annemin eski bir lambası vardı. Aydınlanmak için onu kullandık. Sonra belki de o günleri aydınlatan tek ışık olduğu için lamba toplama alışkanlığı edindik. Nerede renkli lambalar görse dayanamayıp alıyorduk. O zamanlar, porselen renkli Bohemya lambaları vardı. Çok ucuza bulabiliyorduk 50-100 lira gibi sembolik rakamlara alıyorduk Orada 20 ayımızı geçirdik ve her gün sabah akşam 12 kilometre yürüyerek Etimesgut’a imza vermeye gidiyorduk. Ruhi ile orayı yaşanabilir bir yer haline getirmeye çalıştık. Ruhi mukavvalardan, tahtalardan elbise dolapları yaptı. Kullandığımız suyu Ruhi kendisi taşıyarak getirirdi.

Akşamları gaz lambasıyla aydınlanırdık. O günlerden sonra o lambalara merak saldık. Gaz lambası ışığında oturmak hoşumuza giderdi. Bunu bilen arkadaşlarımız da bize hediye olarak lamba getirirlerdi. Renkli porselen lambaları Ruhi de ben de çok severdik…”

Yirmi ay Ankara, Etimesgut’ta yaşarlar.”… Biz yirmi ay Etimesgut’ta kaldık. Orada misafirler ağırladık. Mesela Ali İzzet Özkan başmisafirimizdi. Ali İzzet’i hem Ruhi hem de ben çok severdik. Bize yatılı misafirliğe gelirdi. Sabahın 5 inde 6 sında kalkar türkü söylerdi. O küçücük evi Ruhi ile çok güzel bir yere dönüştürmüştük. İki tane odamız vardı zaten. Birisinde sobamız vardı, kilimler sermiştik.

Ruhi’nin kendine ait eşyaları, benim eşyalarım çok şirin bir evimiz olmuştu tarlaların ortasında. Orada işçiler vardı. Onlarla komşuluk ediyorduk ara sıra otostop yaparak Ankara’ya gidiyorduk. Mesela ilk defa bir konsere gittik. Cüneyt Gökçer’in oynadığı zannediyorum Arthur Müller’ in Satıcının Ölümü adlı oyuna gitmiştik.

6 sene sonra gittiğimiz o ilk tiyatro bizi çok heyecanlandırmıştı ve Ruhi sanatçıları tebrik etmek istedi. Ben nasıl davranacaklarını bilmediğim için gitmedim. Ama Ruhi “Ben gideceğim” dedi ve gitti. Zannederim gittiğine de pişman oldu. Çünkü Cüneyt Gökçer onu görünce çok şaşırmış ne yapacağını bilememiş ve Ruhi onun ancak elini sıkmış. Çünkü hapse girmeden önce aralarındaki ilişki çok iyiydi ve onun aklına fikrine çok güvenirdi. Onun bu soğuk tavrından çok etkilenmişti Ruhi.

Bu arada işsizlik devam ediyordu- Kemal Aygün yakamızı bırakmıyordu ve Ruhi’ye iş verilmemesi için elinden geleni yapıyordu. Mesela Mehmet Bey bir basın balosu tertipleyip Ruhi’ye türkü söyletmek istemişti. Kemal Aygün burada da karşılarına çıkıp “Ruhi Su’nun itibarını iade mi etmek istiyorsunuz” diyerek bütün çıkış yollarını kapatıyordu. Yani hiçbir yerde iş bulma ihtimalimiz kalmıyordu. Celal Cündoğlu bize ayda 100 lira veriyordu, biz de o para ile geçinmeye çalışıyorduk o zaman.

Her gün sabah akşam 12 kilometre o karların içinde yürüyüp imza vermeye gidiyorduk bir yandan. Ama oradaki insanlar jandarması, astsubayı çok iyi niyetli insanlardı. Bazen bizi arabalarına alan insanlar olurdu. O şekilde giderdik. Derken hapiste tanıdığımız arkadaşlar kendi aralarında bir nakliye şirketi kurmuşlar. Birkaç tane eski arabaları vardı. Sonra Ruhi’ye “Sen de bir şeyler katarsan bu işi beraber yaparız, gelir yazıhanede oturursun” dediler. Ruhi de bu konuyu Celal beye açtı. Oradan aldığı 20,000 lira kadar bir parayla o işe ortak oldu.

Ancak arkadaşları daha sonra verdikleri sözü tutmadılar ve Ruhi emniyet nezaretimiz bitene kadar evden eve eşya taşıdı. Ruhi bu nakliye işine başladıktan sonra Aydınlıkevler’de bodrum katında bir ev tuttuk. Burada oğlumuz Ilgın dünyaya geldi. ( 29 Nisan 1959) Ruhi Su’nun eşya taşıdığı aydınlar arasında da biliniyordu ve ona başka işler araştırılıyordu.

RUHİ SU VE KARACAOĞLAN’ IN KARA SEVDASI FİLMİ

Ruhi’nin eşya taşıdığı günlerde Atıf Yılmaz’ın “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” adlı bir filmi çekilecekti ve Ruhi’den orada Karacaoğlan türkülerini  söylemesini istediler. Tabii Ruhi bu teklife çok sevindi ve onlarla Adana’ya gitti. Yaylalarda kaldı ve Karacaoğlan plaklarında söylediği türküleri o zaman derledi. Bu çalışmaları kırk gün kadar sürdü…”

Ruhi Su o kış İstanbul’a gider. “…Derlediği Karacaoğlan türkülerini o filmde seslendirdikten sonra o kış Ruhi Su İstanbul’a gider.”(Aralık 1959)  İstanbul’da Taksim Belediye Gazinosu’nda türkü söylemeye başladı. Bu “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filmi bitti ve Sinema Tek’te ki gösterimine biz de giderek filmi seyrettik. Ancak daha sonra Ruhi’nin seslendirdiği türküler filmden çıkarıldı. Güya halk türkülerin opera gibi seslendirilişine tepki göstermişti. Bu sebepten dolayı Ruhi’nin seslendirdiği türküler filmden çıkartıldı ve aynı türküler onun yerine yine bir opera sanatçısı olan Aydın Gün tarafından okutturuldu. Yani böyle komik bir şey.

Gerçi Atıf Yılmaz buna çok üzüldü ama filmin yapımcısı Hürrem Erman’ın baskısı sonucu Ruhi’nin sesini filmden çıkarmak zorunda kaldı. İşin kötü tarafı o zaman filmin ilk kopyası ortadan kayboldu ve o kopyalara ne olduğunu hala kimse bilmiyor. Bu konuyu uzun süre araştırmama, Ankara’daki film arşivlerine defalarca gidip gelmeme rağmen filmin ilk kopyalarından birine dahi ulaşamadım.

Filmin o ilk hali ortadan kaldırılmıştı. Tabii Aydın Gür’ün Ruhi Su tarafından yetiştirildiğini ve opera sınavlarına yine onun tarafından hazırlandığını göz önüne alırsak burada yaptığı işi ben saygısızlık olarak nitelendiriyorum. Yani Ruhi’nin yerine söylemekle büyük bir saygısızlık yaptı diye düşünüyorum…”

RUHİ VE SIDIKA SU İSTANBUL’ DA

Sıdıka Su 1960 senesinin Mart’ında İstanbul’a taşınır.”… Ruhi’nin Aralık 1959 da İstanbul’a gidip iş bulmasının ardından 1960 senesinin Mart ayında da biz de gittik İstanbul’a. Ruhi Nişantaşı’nda çatı katında bir ev tutmuştu -iki oda bir mutfak- ve orada oturmaya başladık. Fakat o günlerde sıkıyönetim ilan edildi. Bütün kulüpler, müzikli eğlence yerl erinin kapanmasıyla yine işsiz kaldık. 27 Mayıs ihtilalinden sonra Ruhi başta kulüpler olmak üzere birçok yerde çalıştı ve bazı film müzikleri yaptı.

NOTALARIYLA TÜRK HALK OYUNLARI

O yıllarda Yapı Kredi Bankası’nda bir halk oyunları yaşatma tesisi vardı, oranın yetkililerinden Kazım Taşkent Ruhi’yi çok beğeniyordu ve Ruhi’yi orada işe aldı. Bu kurumun bünyesinde yapılan gösterilerde çalınan halk oyunlarına ait müzikleri Ruhi teyplere kaydediyor ve daha sonra onların notalarını

çıkarıyordu. Bir süre sonra iktidar değişti Süleyman Demirel başbakan oldu. Yönetimdeki bu değişiklik sırasında Ruhi Su da bu işten ayrılmak zorunda kaldı. Ancak yazdığı notalar bir kitap halini almaya hazırdı artık.

O yıllarda Türkiye’de nota basılmadığı için Ruhi Su’nun notaya aldığı halk oyunları Almanya’ya gönderilmiş ve çıkacak olan kitap bekleniyordu. İşte o haldeyken Ruhi bütün bu çalışmaları bıraktı. Aslında Kazım Taşkent Ruhi’ye işine evinde devam etmesini söyledi ama Ruhi bunu kabul etmedi.

Birkaç sene sonra Eskişehir’de bir Yunus Emre seminerinde Sadi Yaver Ataman oradakilere bir kitap dağıtıyor. Kitap Ruhi’nin eline de geçiyor. Ruhi bir bakıyor ki kitabın içindekiler kendi notaları. Yani beş sene uğraşıp notalarını yazdığı halk oyunlarını bir araya getirip bir kitap yapmışlar altına da Sadi Yaver Ataman imzasını atmış. Ruhi hemen gidiyor ve Sadi Yaver Ataman’a yüksek sesle “Sen bunu nasıl yaptın, bu kitabın altına nasıl imzanı atarsın” diye çıkışıyor. Neticede mahkemelik oluyorlar.

Sadi Yaver geliyor “Bu kitap Ruhi Su’ya aittir” diye ifade veriyor. “Ancak yöneticiler böyle istediği için buraya imza atmaya mecbur kaldım” diyor.

Tabi bu dava sırasında Aziz Nesin başta olmak üzere pek çok dostu Ruhi’ye tazminat davası açmasını söylediler Ancak Ruhi “istemem” dedi. Sadece çıkacak olan ikinci baskının altına adının yazılmasını istedi. Tazminat istemediği için herkes çok kızdı fakat Ruhi “en güç zamanımda onlar bana iş verdiler bunu yapamam” dedi.

Ruhi’nin bu iyi niyetine rağmen Yapı Kredi Bankası “Türk Halk Oyunları” adlı o kitabın ikinci baskısını yapmadı…”

İMECE PLAKLARI

Ruhi Su’nun kulüplerde türkü söyleyerek yaşamlarını sürdürdükleri dönemde yakın dostları bir İMECE kurarlar”… Yine kulüplerde türküler söylemeye devam etti bir süre. Daha sonra aydınlar bunun böyle gitmeyeceğini Ruhi Su’nun bu işlerle uğraşmasını istemediler. Halit Çambel, Atilla Özkırımlı daha birçok arkadaşlar aralarında karar verip ve bir dergi gibi para topladılar. Bu şekilde Ruhi’nin dört adet kırk beşlik plaktan oluşan albümü çıkmış oldu. Tabii o zaman bu plakları da bütün plakçılar satmak istemiyorlardı. Ancak belirli kitapçılara, daha aydın kitapçılara gönderiyorduk bu plakları. İşte İstanbul’da iki tane, Ankara’da bir kitapçı, İzmir’de bir kitapçı dağıtımımız bu kadardı ve böylece bu plaklar çıkmış oldu. Bundan başka da arkadaşlar aboneler kaydediyorlardı. Çıkan plakları abonelere göndererek aldığımız para ile yeni plaklar çıkarıyorduk. Bu şekilde on altı tane plak yayınlandı. Ondan sonra ilk uzunçalar “Kuvayı Milliye Destanı’nı çıkardık. Yani bir çeşit imece usulüyle bu plakları çıkarmış olduk. Zaten bu plakların adı da İMECE idi…”

RUHİ SU’ NUN YURT DIŞI KONSERLERİ

Ruhi Su ilk kez 1977 yılında Ahmet İsvan ve Necdet Uğur’un yoğun uğraşıları sonucu pasaport alabilmişti. Yurtdışına da ilk defa yine o yıl çıkarak, ülkemizden bir grupnsanatçı ile birlikte, Berlin’de yapılan Nazım Hikmet haftasına katıldı. Büyük bir coşku ile karşılanan sanatçı, bu haftayı izleyen günlerde sık sık siyasal ve sosyal kuruluşların çağrılısı olarak Almanya’nın diğer şehirlerine, Hollanda, Belçika, İngiltere ve Fransa’ya giderek çok sayıda konserler verdi. Bu pasaportu ile son olarak Avustralya’ya gitti ve orada, çok ses getiren bir konser verdi.

DOSTLAR KOROSU KURULUYOR.

Ruhi Su’ nun en önemli miraslarından birisi de Dostlar Korosu’ dur. 

Musiki Muallim Mektebinde bir yandan da türküler üzerine çalışmalarını sürdüren Ruhi Su, okuldaki arkadaşlarıyla birlikte 1956 yılında bir “Müzik Öğretmenliler Korosu” kurmuştu. Bu koronun başına da, hocaları Ahmet Adnan Saygun’u getirmişlerdi. Koronun adı, döneme ait belgelerde “Ses ve Tel Birliği Korosu” olarak geçer. Bu, onun ilk koro çalışmasıdır. İkinci koro çalışmasını, 1944-47 yılları arasında, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde oluşturduğu koro ile birlikte yürütmüştür. Bu koro, zaman zaman kapatılıp yeniden açılarak, aralıklarla çalışmalarını sürdürmüştür. Ruhi Su’nun sonradan hayat arkadaşı olarak seçeceği Sıdıka Umut da bu koronun koristlerindendi. Koro bir süre sonra engellenir, sonra bir kez daha dener ve o da uzun sürmez. 1951 tevkifatı ile tutuklanır ve koro da sona erer. Ruhi Su, hapishane yaşamı boyunca da kısa dönemli koro çalışmaları yapmıştır. 1952’ de bu kez Harbiye Cezaevi’ nde mahkûmlardan oluşan bir koro kurar. Mahkûmlardan türküler derler ve bunları bu koro ile seslendirir. Ceza evinden çıktıktan sonra, 1958’ de Atıf Yılmaz’ ın “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filmi için Adana’ ya gider ve film için bir de koro kurar. Yapımcı Ruhi Su’ nun politik görüşlerini gerekçe gösterir ve film başka bir sanatçının sesiyle gösterime girer.

1970’ lerin ortalarında bir koro kurulması gündeme gelir. Dostlar Tiyatrosu 1975’ te Şişli’ de bu gün otoparka dönüştürülen Ümit Tiyatrosu’ nda faaliyet gösteriyordu. Tiyatro dışında da birçok sanatsal faaliyetin yapıldığı mekân “Dostlar Hasad- Çağdaş Halk Dansları Topluluğu” nun da yaşam bulduğu yerdi.

Genco Erkal, Ruhi Su ile tanışmasını ve “Dostlar Korosu” nun kurulmasına karar vermelerini şöyle anlatıyor: “ 1961 yılıydı. Ruhi Su, Kent Oyuncularıyla birlikte Site Tiyatrosu’ nda bir şiir-türkü gecesi düzenleyecekti. Şiirleri oyuncular okuyacak, kendisi de türküleri seslendirecekti. Ben de o dönemde Kent Oyuncularında çalışıyordum. Ruhi Su ile ilk tanışmamız bu gösteri nedeniyle oldu. Şiirleri bize o çalıştırdı. İşine olan saygısı, tutkusu, inanılmaz titizliği, halk şiirinin yorumu konusundaki düşünceleriyle hepimizi büyüledi. Olağanüstü sesine de ilk kez o gösteride tanık oldum… Daha sonraları, 70’ li yıllarda ortak bir “Pir Sultan Abdal Konseri “ düzenledik. Bir tiyatro oyunu gibi gösteriyi bir ay boyunca prova ettik. Biz oyuncular şiirleri okuyor, Ruhi Su’ nun türkülerine koro olarak katılıyorduk. Sanırım Sümeyra Çakır’ ın seyirci karşısına çıkışı bu konserde oldu, aynı programı birçok kez yinelemek zorunda kaldık…”

Dostlar Tiyatrosu bünyesinde bağımsız bir koro oluşturma düşüncesi de bu konserin başarısından doğar.

Dostlar Korosu 1 Aralık 1975’ te çalışmalarına başladı.

Sıdıka Su o günleri “…Koro, Genco Erkal’ın, Ruhi Su ile beraber çalışmak istemesinden sonra oluşturulmuş. Genco Erkal ve beraber çalıştığı tiyatro grubuyla (Dostlar Tiyatrosu),Ruhi Su ve Sümeyra Çakır, Pir Sultan Abdal’ı sahneye koydular. Genco Erkal oynuyor, Ruhi Su ile Sümeyra da Pir Sultan türkülerini,10-15 tiyatrocudan oluşan koroyla beraber söylüyordu. Daha sonra aynı ekiple, Köroğlu’nu sahneye koydular. Bir koroya ihtiyaç olduğu kararını aldıktan sonra da, açtıkları bir sınavla 50-60 kişiden oluşan “Dostlar Korosu “nu oluşturdular. Artık öyle bir hale gelmişti ki, Ruhi ne zaman plak çıkartsa, Dostlar Korosu’yla bir açılış yapıyordu. ‘Ruhi Su Dostlar Korosu’ adını ise, Ruhi’nin ölümünden sonra ben koydum.” diye anlatıyor. Sıdıka Su’nun söylediğine göre, Ruhi Su’ya ve koroya gelen baskı ve yasaklamalar, gelen iktidarlara göre değişiyordu. “Mesela Demirel hükümeti, hep kısıtlama getirmiştir. En rahat dönemse Ecevit zamanı olmuştur…”

Sümeyra da o günleri şöyle anlatıyor:

”…Bu sırada bir koro oluşturulmasının, çok ihtiyaç duyulan bir şey olduğu anlaşıldı. Gençlik arasında böyle bir istek vardı. Cumhuriyet Gazetesi aracılığıyla “Dostlar Tiyatrosu” bir çağrı yaptı. Gençler geldiler. Sesleri ve söyleyişleri belli bir düzeyin üzerinde olanlar seçildi ve “Dostlar Korosu” 1975 Aralık ayında kuruldu… Çeşitli politik görüşlerden genç insanlar, bir arada son derece politik bir atmosfer içerisinde birlikte çalıştık. Uzun yıllar ben de bu çalışmanın büyük bir kısmında birlikte oldum. Koroyla beraber konserler yaptık…”

Koro önceleri tek sesli türküler çalışır. Ruhi Su’ ya göre toplum olarak tek sesli bir türküyü hep beraber söyleme konusunda pek de başarılı değildik ve öncelikle bu yeteneğin geliştirilmesi gerekiyordu. Yola böyle çıkılır. Sonraları iki sesli küçük denemelerle çok sesliliğe ilk adımlar atılır. Koro bu gün de olduğu gibi, çeşitli meslek gruplarından ve üniversitelerden gelen, asıl mesleği müzik olmayan amatörlerden oluşur.

Ruhi Su, tek sesli halk müziğimizin batı müziği içinde yer edinmesinin bir yolu olarak “çok sesliliği” işaret ediyordu. Türk halkının çoğunluğuna yabancı, anlaşılmaz gelen bu güçlü müzik dilini benimsetmenin yolu olarak, esasında zaten polifonik karakterde olan halk müziğimizden yola çıkarak izlenecek bir yolla halkın da zaman içinde eğitilebileceğini ön görüyordu ve “halkını seven bir insanın, halkın yetişmesi diye de bir şeyin var olduğunu bilmesi gerektiğini” vurguluyordu. Çok sesliliğe kendi türkülerinin eşliğinde girmenin halka hem ilginç geleceğini ve hem de sanatçıya bu kurallar içinde kendi diliyle düşünmeyi öğreteceğini söylüyordu. Bir yazısında ” Batı tekniği ile işlenmiş müziğimizi dinlerken de kendi dilimizi ve kendi yaşantılarımızı bula bula çoksesliliğin tadını anlamaya alışacağız ve böylece batı müziği içindeki yerimizi alabileceğiz…” diyordu.

Dostlar Korosu ilk defa 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu’ nda “Pir Sultan Konseri” yle sahne alır. Bu konser ve “Köroğlu ve Türküler” konserleri o dönem için birer sanat olayı haline gelir. Bu konserlerle ilgili dönemin gazetelerinde:“…Şarkıcılıkta ve türkücülükte bayağılığın geçer akçe olduğu şu günlerde, Ruhi Su ile Sümeyra Çakır’ı ve Dostlar Korosu’nu dinlemek ne büyük bir mutluluk. Bu atılım yalnız İstanbul seyircisi için değil, bütün yurt için kaçırılmaması gereken bir müzik olayı. Ruhi Su’nun, Sümeyra Çakır ve Dostlar Korosu ile gerçekleştirdiği bu çok olumlu başlangıcın uzun ömürlü olması ülkemizin halk müziği geleceği bakımından çok önemli…” gibi destek yorumları yer alır.

Ruhi Su, Dostlar Korosu ve Sümeyra ile 1976 yılında “El Kapıları” ve 1977’ de de “Sabahın Sahibi Var” albümlerini kaydeder. Plaklar ve İstanbul’ da ve Türkiye’ nin diğer şehirlerinde verilen konserler büyük ilgi görür.

Bu yıllarda Sümeyra Dostlar Korosu’ ndan ayrılır ve solo çalışmalarına başlar. Ruhi Su ile aralarındaki usta – çırak ilişkisi sürer. Yurt içinde ve dışında bir kaç kez birlikte sahne alırlar.

Dostlar Korosu 1978 yılında “Semahlar” albümünde bir kez daha Ruhi Su’ ya eşlik eder.

Ruhi Su ve Dostlar Korosu Türkiye’ nin 1980 darbesine doğru gidilen kargaşa ortamında çalışmalarını sürdürmeye çalışırken, 12 Eylül darbesi ile birlikte çalışmalara ara vermek zorunda kalır.

Sonraki yıllarda Ruhi Su’ nun amansız hastalığa yakalanması da koro çalışmalarının sürdürülebilmesini imkânsız kılar.

En  son Avusturalya konseri için yurtdışına çıkan Ruhi Su’ nun hayatı boyunca bir kez 1977’ da aldığı pasaportunun süresi 1981’ de biter. Hastalığına prostat kanseri teşhisi konulduktan sonra, 73 yaşındaki sanatçının yurtdışında tedavisi için girişimlerde bulunuldu. Ne var ki yetkililer, hiçbir gerekçe göstermeksizin, sanatçıya pasaport vermemekte direndiler.

Ülkemizin ve tüm uygar ülkelerin aydınları, sanatçıları, bu insanlık dışı, anlamsız ve utanç verici direnişi kırmak için seferber oldular. Nihayet kapılar açıldı, Ruhi Su’nun tedavi amaçlı olarak ve “yalnız bir defaya mahsus olmak üzere” yurtdışına çıkmasına izin verildi. Ama artık çok geçti. Ruhi Su artık ölüm yolculuğuna hazırlanmaktaydı. Ruhi Su bu gecikmeyle verilmiş pasaporttan yararlanamadı.

20 Eylül 1985’ te hayata veda eden Ruhi su’ nun cenaze törenine onbinler katıldı.

Sıdıka Su’ nun 1940’ lı yıllarda politik olarak da biçimlenen mücadelelerle dolu anlamlı yaşamı, eşi, yoldaşı Ruhi Su’yu kaybettiği 20 Eylül 1985 yılından sonra da devam etti. Son nefesine kadar oğlu Ilgın Ruhi Su ve Ruhi Su’ nun 1975 yılında kurduğu “Ruhi Su Dostlar Korosu” ndan öğrencileri ve Ruhi Su’ nun yol arkadaşlarıyla, dostlarıyla birlikte, Ruhi Su’ yu yaşatmaya, sesini duyurmaya çalıştı.

Ruhi Su 1964 yılından ölümüne kadar on altı adet 45’lik plak ve on bir adet uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra ise, eşi Sıdıka Su ile oğlu Ilgın Su, özel arşivlerindeki ses kayıt belgelerinden yararlanarak, plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Böylece, bir anlamda Ruhi Su müziği ile ilgili tarihsel arşivlemeyi tamamlamaya çalıştılar. Ruhi Su’nun birinci ölüm yıldönümünde “Ekin idim Oldum Harman” plağı, kaseti ile birlikte Paris ve Türkiye’de aynı zamanda çıkarıldı. Bu plak, o yıl yayınlanan aynı türdeki uzunçalarlar arasında, dünyanın önemli ödülleri arasında yer alan Charles Cros Akademisi’nin “Büyük Plak Ödülü”ne (Grand Prix du Disque) değer görüldü. Ödül, 9 Şubat 1988 tarihinde Paris’te düzenlenen bir törende, dönemin Kültür Bakanı François Leatanol tarafından -sağlık koşulları nedeniyle törene katılamayan Sıdıka Su’ya iletilmek üzere- Pertev Naili Boratav’a sunulmuştur.

“Seferberlik Türküleri ve Kuvayi Milliye Destanı”, “El Kapıları”, ve “Şiirler-Türküler” uzunçalarları Almanya’da da basılmıştır. “El Kapıları” Köln’de, o yılın “Eleştirmenler Ödülü”nü almıştır. 1991’de, o yılın Yunus Emre yılı olması nedeniyle, ABD’de bir plak şirketi “Yunus Emre” ve “Pir Sultan Abdal” plaklarını tek CD olarak çıkarmıştır.

1986 yılından itibaren, Ruhi Su’ nun yaşarken muhtelif zamanlarda arkadaş toplantılarında ve konserlerde kaydedilen türkü arşivini 16 albüm olarak yayınladı.

“…Ruhi Su ‘nun YKB için hazırladığı ve yaşarken kendi adına yayınlatılamayan “Türk Halk Oyunları” kitabını 1988 yılında Kültür Bakanlığı’ ndan yayınlattı. “Ancak Ruhi’nin ölümünden sonra ben üç sene uğraştım ve Fikri Sağlar’ ın bakan olduğu sırada kitabı Kültür Bakanlığı Yayınları’nda çıkardım.

Yani Ruhi bu eserini çok istemesine rağmen göremedi. Ruhi’nin ölümünden sonra ben Yapı Kredi Bankası’na gittim ve bu eserin ikinci baskısının Ruhi Su adı altında basılmasını istedim. Hatta bütün telif haklarını da onlara vermek koşuluyla… Ama kitabı basmadılar. O zaman “Ya siz çıkarın ya da müsaade edin ben yayınlanmasını sağlayım” dedim ancak onlar kitabı yayınlamak bir yana bankanın arşivlerinde bana verecek bir kopyayı bile bulamadılar. Yani ellerindeki her şeyi yok etmişlerdi.

Biz de onun üzerine elimizdeki kitapla önsözü de değiştirerek Kültür Bakanlığı aracılığı ile bu eseri yayınlamayı başardık. İşte görüyorsunuz, içinde halk oyunları bulunan bu kitaba Ruhi’nin nasıl emek verdiğini ben biliyorum. Sizde biliyorsunuz halk oyunları davulla zurnayla çalınır. Ruhi bunları notaya aldı…”

Ruhi Su’ yu anlatan “Ezgili Yürek” belgeselini hazırladı.”…Ruhi Su’yu tanıyan dostları, o döneme tanıklık eden insanlar hayattayken böyle bir belgeseli hazırlamayı çok istiyorduk ve belgeselin çekimlerine 1989 yılında Ören’de başladık. Çekimlere İstanbul’da devam ettik. Belgesel 16 yılda çok zor şartlar altında ve imkânsızlıklara karşın hazırlandı. Bu uzun soluklu belgeselde yer alan bazı dostlarımızı bu süre içinde maalesef yitirdik. Bugün onları sevgi ve saygıyla anıyoruz…”

Ruhi Su’ nun ölümünden sonra 1987 yılından başlayarak “Ruhi Su Dostlar Korosu” ile yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda konserler-etkinlikler düzenledi.

1996 Mayıs’ ında “Ruhi Su’nun anısını canlı tutmak, yaşatmak ve sanat anlayışını geliştirip yaygınlaştırmak; yaşamı boyunca, sanatsal ve düşünsel anlamda oluşturduğu ilke ve değerleri doğrultusunda sanatsal, kültürel ve bilimsel çalışmalar yapmak; bu ilke ve değerleri geliştirici içeriğe sahip her türlü etkinliği teşvik etmek, desteklemek ve katkıda bulunmak amacıyla “ çalışmalarına başladığı “Ruhi Su Kültür Sanat Vakfı” nı 22 Mart 1997’ de Ilgın Ruhi Su ile beraber kurdu ve son anına kadar vakfın sorumluluğunu üstlendi. Vakıf bünyesinde çok sayıda söyleşiler, sergiler düzenledi. Hemen her yıl düzenlenen “Ruhi Su Anma Konserleri” ile birçok genç insana bu kültürü ve geleneği aktarmaya çaba gösterdi.

Ruhi Su ile ilgili kitapların yayımlanmasına öncülük etti. 1985 Eylül ayında, Ruhi Su’ nun şiirlerinin, yazılarının ve konuşmalarının yer aldığı “Ezgili Yürek” kitabının yayınlanmasını sağladı.1986 yılında Mekin Dinçer’ in editörlüğünde “Ruhi Su’ya Saygı” kitabı yayınlandı. Aynı yıl Battal Pehlivan’ın derlediği yazılardan oluşan “ruhi su…ruhi su” kitabı, 2000 yılında Karabey Aydoğan ve İrfan Ertel’in hazırladığı “Ruhi Su Türküleri” ve 2001 yılında Kültür Bakanlığı’ nın katkılarıyla Füsun Akatlı’ nın editörlüğü ile “…bir de Ruhi Su geçti…” kitabını yayınladı.

Sıdıka Su da 18 Ekim 2006 ‘da hayata gözlerini kapattı. 20 Ekim 2006 Cuma günü Ruhi Su Dostlar Korosu’ ndan öğrencileri, dostları ve sevenleri tarafından, Zincirlikuyu’ daki anıt mezarlarında son yolculuğuna uğurlandı.

Ruhi Su’ nun 1912’ de Van’ da başlayan yolculuğu bugün de oğlu Ilgın Su ve Ruhi Su’ nun dostları tarafından kurulan Ruhi Su Kültür Sanat Derneği ve Ruhi Su Dostlar Korosu’ nun çabalarıyla sürdürülüyor. Bu gelenekten yetişen öğrencileri birçok alanda solo ve koro çalışmalarıyla da Ruhi Su geleneğini sürdürmeye çalışıyorlar.

2015 yılı hem Ruhi Su’ nun 30. Ölüm yıldönümü ve hem de kurucusu olduğu Ruhi Su Dostlar Korosu’ nun 40. Kuruluş yıldönümü olması nedeniyle önem kazanıyor.

Bu yıl yapılacak olan RSDK 40. Yıl kutlamaları ve Ruhi Su’ nun 30. Ölüm yıldönümü anmalarına tüm dostlarımızın katkı ve desteklerini bekliyoruz.

Ruhi Su Dostlar Korosu (1975-2015)

***

RUHİ SU VİDEOLARI:

1-  RUHİ SU BELGESELİ (2004) http://www.dailymotion.com/video/x25mqdk_ruhi-su-belgeseli-2004_music

2-  SÖYLEŞİ/ BBC (1975) http://www.dailymotion.com/video/x256v7y_bbc-turkce-ruhi-su-ile-soylesi-1975_music

RUHİ SU DİSKOGRAFİSİ

45’LİK PLAKLAR / İMECE PLAK (15 Adet)           

*İskan Türküsü & Ha Bu Diyar /İMECE PLAK

*Masalların Masalı & Rubai ve Kurtuluş Savaşı Destanından Mevlana /İMECE PLAK

*Gökte Yıldız & Bir Oyun Havası /İMECE PLAK

*Lavık & Pireli Şiir/İMECE PLAK

*Elif & Mantıvar /İMECE PLAK

*Sarı Tamburam & Nefes/İMECE PLAK

*Dadaloğlu & Niksar’ın Fidanlar/     İMECE PLAK

*Evlerinin Önü Mersin & Mor Koyun/İMECE PLAK

*Bebek & Urfani/İMECE PLAK

*Akkuğular & O Yar Gelir/İMECE PLAK

*Çamdan Sakız Akıyor & Bu Gün Ayın Işığı/İMECE PLAK

*Heyamol & Drama Köprüsü/İMECE PLAK

*Almanya’da Çöpçülerimiz & Tekerleme/   İMECE PLAK

*Uyur İken Uyardılar & Yine Bir Gariplik Çöktü Serime/İMECE PLAK

*Köroğlu Yiğitlemesi & Kocabey/     İMECE PLAK

33 DEVİRLİK PLAKLAR(LP) / İMECE PLAK (11 LP ) ADA MÜZİK (11 CD)

*SEFERBERLİK TÜRKÜLERİ VE KUVAYİ MİLLİYE  DESTANI (1971)  

*KARACAOĞLAN(1973)       

*PİR SULTAN ABDAL (1974)         

*ŞİİRLER TÜRKÜLER (1974)         

*KÖROĞLU (1975) 

*EL KAPILARI (1977)          

*SABAHIN SAHİBİ VAR (1978)   

*SEMAHLAR (1979)

*ÇOCUKLAR, GÖÇLER, BALIKLAR (1980) 

*ZEYBEKLER (1981) 

CD KAYITLARI /Ada Müzik

*EZGİLİ YÜREK (1986)       

*PİR SULTAN’DAN LEVNİ’YE (1986)      

*EKİN İDİM OLDUM HARMAN (1987)Kayıtlar:Üner Eyüboğlu Arşivi  

*KADIKÖY TİYATROSU KONSERİ (2 CD) 1987 

*BEYDAĞI’NIN BAŞI (1988) Bertan Onaran 1971 Kayıtları       

*DADALOĞLU VE ÇEVRESİ (1988) Bertan Onaran, Ziya Şal, Halet Çambel Kayıtları  

*HUMA KUŞU VE TAŞLAMALAR (1989)Müfit Aripek,Bertan Onaran,Özdemir Duru Kayıtları        

*SULTAN SUYU-Pir Sultan Abdal’dan Deyişler (1990)Bertan Onaran, Vedat Günyol Kayıtları        

*DOSTLAR TİYATROSU KONSERİ(1991)  1976 Konseri kaydı…           

*ANKARA’NIN TAŞINA BAK (1992)Üner Eyüboğlu, Bertan Onaran Kayıtları 

*UYUR İKEN UYARDILAR (1993) Ziya Şav Arşivi

*BARABAR (1994)Bertan Onaran Kayıtları

*AMAN OF (1995) 1968-71 Yıllar Kayıtları…        

*SEÇMELER VE HAPİSHANE TÜRKÜLERİ           

*BENİ AĞLATIRSAN YOLUNA AĞLAT    

*GÜLÜM DERMİŞLER (2001) T.C.KÜLTÜR BAKANLIĞI

Ben Sıdıka Avar

Ben Sıdıka Avar

Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün yaktığı eğitim ışığında Cumhuriyetin ilk kadın öğretmenlerinden biri olarak tarihe geçtim. Benim hikayemi öğrenmek ister misin?

Bu Kitapta Öne Çıkan Değerler

  • Bilim-Bilgi
  • Sevgi
  • Özgüven
  • Çalışkanlık
  • Kararlılık

Dünyada silinmez izler bırakmış, çocuğun rol model olarak alacağı gerçek kahramanların yaşam öyküleri… Kız çocuklarına özgüveni ve kadına saygıyı pekiştiren, onlarca kadın kahramanın da yer aldığı 60 adetten fazla, çocukların ellerinden bırakmadığı, okuma sevgisi aşılayan, değerler kazandıran, istek uyandıran uzman psikolog ve eğitimcilerin önerdiği eserler.
Bu kahramanların başarılarının sırları, hayal ve hedefleri çocuğunuzun dünyasında kısa sürede büyük değişim sağlayacak…

Ürün Bilgileri :

24 Sayfa

 Renkli Kuşe Kağıt

Kapak Kuşe Selefonlu

0.064gr

20×20

Ölümsüzlüğü Bulan TV Efsanesi: Sıdıka

Kenar mahallenin cam kenarında
Dünyayı taktım ben deli aklıma 
Camda duran çiçeklerin arasında
Dünya düştü benim yarım aklıma 
Gir içeri, kır dizini
Dön önüne kız Sıdıka
Annen görür, baban duyar
Dayak yersin kız Sıdıka

Bu sözleri okurken melodisi de beraberinde geliyorsa siz de bizdensiniz demektir...

 

 

Hayaller Jetgiller, Gerçekler Hala Sıdıka

Sıdıka, sosyal medyada yeniden gündem olunca, sizin de yüzünüzde gayrı ihtiyari bir gülümseme oluştu değil mi? Atilla Atalay’ın meşhur kahramanı Sıdıka, 90’ların sonunda dizi olarak ekrana gelmiş, zamanının çoookkk ilerisindeki vizyonuyla geleceğe çapa atmıştı. Bu yüzden ölümsüzlüğü de kazanmıştı tabii… Yıl 2020, güya Jetgiller gibi uçacaktık ama biz hala parkta taciz edilen Sıdıka üzerinden politik mesaj veriyoruz. Dizi de yeniden sosyal medyada bu nedenle patladı zaten. İşte o sahne: 

Aradan geçen neredeyse çeyrek asırda aldığımız yolun büyüklüğü dizinin güncelliği konusunda fikir verebilir. Sıdıka dizisinin zamanının çok ilerisinde olduğu kesin ama yine de izlerken yer yer şiddet konusunda biraz can sıkıyor. Ahvalimiz can sıkıcı gerçi, diyeceğim o ki dizi de neticede feminist manifesto değil, beklentiyi atmosfere çıkarmayalım. Geçenlerde sosyal medyada gündem olan Feminist Dayı’yı izlemişsinizdir. 


Sıdıka’yı izlerken de aynı hisleri paylaşacağınıza eminim, yani bir anda çok haklı geliyor, sonra bazı yerlerde pek de içinize sinmeyen bir cümle duyuyorsunuz ama sonra “buna da şükür” diyorsunuz. 

Ne Kerameti Var Bu Sıdıka’nın?

Ufff, yaşlıların nostalji merakı demeyin, valla bu dizi bildiğiniz Türk dizilerinden değil. Misal, Sıdıka aile kurumunu kendince şöyle tanımlıyor “Çifte standartlar enstitüsü”. Dizinin de ana çatışması bu zaten. Evde yer bulunamayan ne varsa bir odaya tıkıştırılmış Saka malikanesinde. Ütü masası ve evin kızı, evde aynı muameleyi görüyor yani. İşe yaramaz bir oğlan ama penisi olduğu için kendini kral zannediyor, zeki bir kız çocuğu zekasıyla aynı oranda ezilmesi sebebiyle çırpınıyor. Sıdıka insanların birbirine önyargısız davranacağı günlerin hayalini kurarken annesi, karısını balkondan sarkıtan adam hakkında “bu da evliliğin tadı tuzu” diyor. Varın siz düşünün aile içindeki karakter farklarını. 

 

This is the Man’s World: Phil Dunphy VS Zekeriya Saka 

Geçenlerde Twitter’da bir doktor 20 yaşında bir hastasının arkadaşlarıyla girdiği iddia sonucu kaşık yuttuğunu ve 2 yıl sonra ameliyatla kaşığın çıkarıldığını yazmıştı. “Erkeklerin neden daha kısa yaşadığının delili” diyerek bunu duyurmuştu. Vallahi Sıdıka dizisi de bunun delili.

“Karılar bunu yapabilir mi” iddiasıyla dilinde sigara söndüren, avuçla pul biber yiyen baba Zekeriya Saka, türlü savunma sporlarıyla uğraşırken her seferinde kızlara hava atma peşinde sakatlığın kıyısından dönen abi Samim Saka, günümüzün iddia üzerine kaşık yutan erkek neslinin ataları. Biraz daha zorlasak maymuna kadar gidebiliriz diye düşünüyorum hatta... Neyse o kadar gitmeyelim, bu sahneleri izlerken aklıma Modern Family’nin Phil’i geliyor ne yalan söyleyeyim. Onun da erkekliği ispat için yaptığı rezillikleri senelerce az izlemedik. Siz de Saka ailesinin erkeklerini yakından tanımak isterseniz buyurunuz:

 

 

“Politik Sürtük” Sıdıka

Sıdıka’nın ekranda gördüğümüz dizilerden kayda değer farkları vardı ki bu tezimizi gün yüzü görmemiş küfürleriyle destekleyebiliriz bence. “Ruhsuz kaltak” en sıradanı ve en politikadan uzak olanı. "Politik sürtük, cumartesi kızkardeşi” gibi, altında siyasi göndermeler bulunan onlarca yeni seslenişi görebilirdiniz dizide. Zaten Sıdıka kanlı canlı insan olup bugünün Türkiye'sinde yaşasa, muhtemelen Silivri ilçe nüfusuna kayıtlı olurdu. Ayrıca dizi de muhtemelen sigara içilmeyen, rakısız, göndermesiz, apolitik haliyle pek de tatsız gelirdi. Güdümlü anne terliği atılırdı ama onda sorun yok yanlış olmasın. Kafa yarmak, parmak kırmak hiç sorun değil ekranda. Siz yine de Cimer’e falan şikayet etmeyin ama tüm bölümler sansürsüz Youtube’da ve Dailymotion’da var.

 

İnternet Kuşağı Sıdıka’yı Keşfetti!

Günümüz ergenleri, Youtube’ta sivilcelerini patlatma yarışı yaparken nasıl olduysa Sıdıka’yı da keşfetti. Ben de oturdum yeniden izledim diziyi… Cinsiyet ayrımcılığı, toplumsal roller, aile kurumu, cinsel özgürlük, Susurluk kazası, cumartesi anneleri, belediyecilik gündemde ne varsa Sıdıka’nın ironisine mazhar olmuş zamanında. İzlerken farkında olmadan sol yumruğunuzu havaya kaldırabilirsiniz, aman diyeyim fazla kaptırmayın. Gülüyoruz ediyoruz ama biz de bugün dizideki aileden pek farklı değiliz. Safiye nasıl komşu üniversitelilerin evini fuhuş yuvası, terörist cephaneliği zannediyorsa, bugün de ülkemizde tanış olmadığın evrenlerle iç içe olmanın endişesini taşıyor herkes.

 

 

1997’den 2020’ye Bakış

Büyükşehirde yaşamanın cilvesi olan bu durum, dizide de günümüzde de vahim tablolar oluşturuyor. Ailenin büyükleri tanımadıkları kültürlere, insanlara karşı korku hissini körüklerken ailenin çocukları internet üzerinden kapalı her kapıyı açabildikleri için öcü mantığını bir türlü oturtamıyor. Yani toplumda gündem oluşturan o meşhur Z kuşağı var ya, onlar ve ebeveynleri, Sıdıka ile annesi gibi farklı dünyalardan birbirlerine el sallıyorlar.

Şehre göç edip aidiyetsizliğini köklerine sarılarak atmaya çalışan, kestirmeden köşeyi dönmenin yollarını arayan “mahcup vatandaş”, metropolde doğan büyükşehirli evladının hızına yetişemiyor. İnstagramı sallayan ördek dudaklar, babanın elini öpmekten çekiniyor tabii… Büyüklerden hayatı kaçırdığını fark edenler kendini çağa uydurmaya çalışırken sonuç Esra Erol dramları oluyor… Gençlere ulaşma çabası da “1 megabayt internetle netfilişe girecekler” vaadine dönüyor. Sıdıka da bu yüzden hala güncelliğini koruyor zaten. Sıdıka’daki uçurum şimdi daha da büyük, çatlaklar daha da derin. Ağır ağır, sancısını çeke çeke doğurmaya çalıştığımız o değişimden mütevellit, Elf’ler gibi bir de Sıdıka ölümsüz işte kültür hafızamızda.


“Maalesef” hala ölümsüz Sıdıka… Gönül isterdi ki güzel diziymiş ama ne demek istemişler ki diyerek yeni nesil izlesin, esprileri anlamasın. Gönül dilerdi ki, düşünelim, hayret edelim, bugüne dair bulmayalım. Röptaşambırımızla evimizde oturup, “ne kadar banal bir durum kuzum” diye tepeden bakalım… Olmadı… Ne jetgiller gibi uçabildik ne robot hizmetçilerimiz oldu. Olsun, şimdi de tesellimiz oluyor dizi, gülüyoruz “buna da şükür.” Güldürürken düşündüren, düşündürürken ağlanacak hale gülümseten kaç karakter tanıdınız sevgili seyirci? Sıdıka o işte. Olur da eve falan kapanırsak yine, oturun izleyin işte, tanıştığınıza, hatırladığınıza çok memnun olacağınızdan eminim ayrıca. 


Sıdıka’dan Seçme Sahneler 

Kardeşim ne çok yazdın, üzerimize biraz sahne at da diziyle hasret giderelim dersiniz diye size birkaç videoluk liste de yaptım. Buyurun doyun Sıdıka’mıza: 

Dizi 2000’lerde yeniden ekrana dönmüştü, ilkinin tadını vermese de yine de izlenmeye değerdi:

 

Sıdıka’nın telefon sapığını konuşturma taktiği nice polis sorgusuna taş çıkartır:

 

Oynatalım Uğurcum, dikkat şiddet içerir:

 

 




 

(gizemkaboglu Brüksel'den bildirdi)


facebook'ta Paylaştwitter'a yollaAllah'a havale et

Sıradaki Haberler:

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır