sanki sevecekmiş gibisin notaları / Sevecekmiş Gibisin Notaları (Orhan Gencebay) | seafoodplus.info

Sanki Sevecekmiş Gibisin Notaları

sanki sevecekmiş gibisin notaları

rek mağlûp bir teslimiyetle rıza gösterdi. İlk önce evde
kendisine resmiyet dâiresinde bir eda ile «Valide hanım efendi» diyen bir damat görünce birinci defa
olarak ihtiyarlamış olmak acısını duymuş idi, sonra yavaş yavaş zaman bu acının üzerine ince bir kül
tabakası çekmiş idi; fakat şimdi büyük valide olmak tehlikesi o külleri savuruyordu.

Çevik bir hareketle Bihter rıhtıma atladıktan sonra elini Pey-kere uzatdı.

Gebeliğinden beri kendisinin böyle küçük dikkatlere mazhar edilmesinden Peyker haz alıyor ve henüz
hamli mahsûs bir yük olacak derecede ilerilememiş olmakla beraber yürüyüşünde, gezinişinde
yardıma muhtaç görünen bir mecalden mahrum vaz'ı süs ittihaz ediniyordu, iki kız kardeş rıhtımda
annelerine intizar ederek durdular. O, bilâkis kimsenin muavenetine ihtiyaç göstermek istemezdi.

Kendisinden beklenemiyecek bir hiffetle sandalda ayağa kalkdı, rıhtıma atladı.

O zaman bu üç kadın giyiniş tarzlarının nadir zarafetile meydana çıktılar.

Giyinmek Eğlenmekden sonra Melih bey takımının başlıca hassası giyinmekde bütün zevk erbabına
her vakit mukalled olan fakat hiç bir zaman tamamile taklidine — anlaşılamaz bir sebeble
muvaffakiyet hasıl olamıyan zarafetleriydi.
Eğlenmekde bu aile efradının, hele bugün en ziyade tanılan Firdevs hanımla kızlarının ne dereceye
kadar ilerilediklerini herkes tamamile tâyin edemezdi.

Onları İstanbulun zevk hayatında tefavvuk mertebesine çıkaran hususî bir şöhret vardı ki sebebleri
pek araştırıl-maksızın herkesçe kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kâğıdhane*, Kalender, Bendler**
müdavimleri onları tamrlar; Boğaziçinin mehtap âlemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur;
en ziyade onların yalısının önünde tevakkuf olunarak pencerelerin saklı şeyler ifşa etmesine intizar
edilir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur;
Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler, nerede

görülse onlar hemen farkedilir. «Melih bey takımı» fısıltısı mesirenin havasında uçar, herkesde bir
tecessüs hareketi uyanır, ve güya bu fısıltının ihtizazlarından bir sırlarla dolu mâna serpilir. Bu nedir?
Hiç kimse sarih tafsilât ile bunu tâyin edebilecek emarelere malik değildir. Bir takım rivayetler
vardır ki başkalarının aleyhine hizmet edecek şeylere halkın kolaylıkla itimadı neticesile tedkik
olunmak zahmeti Jhtiyar edilmeksizin revaç bulur, hattâ ihtimal tedkik olunursa hakikati sabit
olamayacağı ve o halde bunlara inanmak lezzetinden mahrum kalmak icap edeceği için bu rivayetlerin
neşr edildikleri suretle kabul olunması mukarrerdir.

Onlar bu rivayetlere ne kadar ehemmiyet vermezlerse rivayetler o kadar kuvvet almış bulunurdu.
Bütün gezişleri, bakışları birer mânaya mahmul olurdu; fakat onlarda bu rivayetlerden pek de memnun
olmuyor değil gibiydiler, hattâ Pirdevs hanımın bir omuz silkintisile: «Oh! Halka bakarsanız hiç bir
şey yapmamak lâzım gelir; bence insan halk için değil, nefsi için yaşamalıdır!» deyişi vardı ki
bütün ailenin felsefesini icmal ederdi.

Fakat, ne denilirse denilsin, işte onlar yarım asırdan beri bütün mesirelerin zarafet ruhu idiler. Bu,
aile efradına mira.s olarak intikal etmiş bir hassa idi ki onları daima İstanbulun en iyi giyinen
kadınları mertebesinde tutmuş idi.

Hayatları tarzının tabiî icablarile yavaş yavaş bütün aile efradında tevessü ve teessüs eden bir zarafet
ihtiyacile giyinmek sanatının ruhundaki sırları keşf etmişler, o bir hussuî kaideye itba olunamıyarak
yalnız zevkin müşkül pesend miyarile tevzin olunabilen giyinmek sanatında bir icad hârikası
bulmuşlardı. En harim giyecek şeylerden yüzlerinin peçesine, eldivenlerinin rengine, mendillerinin
işlemesine varıncaya kadar öyle bir nefis ve müstesna zevk hükm ederdi ki sadeliklerile beraber en
özenilmiş, en ihtimam görmüş ziynetleri bayağılığa indirirdi. Onlar görülünce bu igtizellik fark
edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin husul esbabı dikkatden kaçardı. İşte Pygmalyon*dan
alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi eldivenler, işte «Au lion d'or**dan»

çıkma keçi derisinden potinler, işte siyah satin de Lyon***dan her-kesinkine benzer çarşaflar Fakat
herkesinkine benzeyen bu ufak tefek şeylerde zarafetlerinin ruhundan tayaran eden bir nefast ha-, vasi
bu mânâsız şeyleri öyle nıümtaziyet aguşu içinde sarardı ki bunları adilikten çıkarır ve başka bir
dünyanın müstesna metaı hükmüne getirirdi. Onlarda taklid edilemiyen şey giydikleri değil
giyinişleriydi, peçelerini bir ilişdirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı.
Meselâ onlardan biri bir gün eldivenlerinden birini iliklemeği unutmuş olurdu: Eldivenin tersine
devrilen kapağının arasından türlü türlü ince gümüş tellerle, yahut altın zincirler arasında sıra ile inci
ve minimini yakut parçaları sıralanmış zarif bileziklerle dolu beyaz bir bilek öyle lâtif bir ihmal ile
açık kalırdı ki bir saniye görülebilen bu bilek artık unutulamazdı. Çarşaflarının kıvrımları, omuzları,
kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi.

Gördüklerinden fikirler çkarırlar; ötede beride tesadüf olunmuş numuneleri birbirine karıştırarak
birinden alınmış bir şeyi diğerine ilâve ederek bir başka şey vücude getirirler, ve bu, başkali-ğile,
hepsine tefevvuk ederdi. Onlar, iki kızla anne, saatlerce müzakereler, mücadeleler yaparlar, nihayet
yeni bir âlet icad eden bir müşteri zaferile bu celselere yeni bir keşfin sevinçlerile hitam verirlerdi.

Bazan, dururken, onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanmalarına sahralanan ilhamından taze bir şevk
bekliyen bir ressam ihtiyariyle Beyoğlu*na inerek yeni gelmiş kumaşları, Tünelden Taksim**e kadar
giyilen yeni elbiseleri .görmeğe çıkarlardı. O zaman alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek
mağazalara girilir, saatlerle yığın yığın kumaşların karşısında müzakereler edilirdi.

Beğenilmeyen kumaşları ellerinin tersile iterek yahut gözlerinin bir ucuyla red ederek, asla
aldatmıyan âni br zevk ile mahkûm ederler, sonra dikkat ve muayeneye lâyık olmak üzere ayrılan
parçaları ellerinin bir iki. üstad darbesiyle peykenin üstünde kabartırlar, bunların tesirini uzun uzun
keşfe çalışırlardı. Onların itiraz kabul etmiyen bir isabetle kat'î hükümleri vardı ki, dükkânlarda her
vakit bir şakird hürmetle dinlenirdi. Bu ufak şeyleri telebbüs zevki için bir hüküm ehemmiyetile
telâkki olunur ve ekseriyet üzere asıl dükkân sahibleri satmak hevesinden ziyade onların fikirlerini
almak lezzeti için saatlerce üşen-miyerek önlerine kumaş yığarlardı. Onlar bir müşteri sıfatıyla değil
alınacak şeyi binlerce şeylerin arasından seçip ayıran birer sanat üstadı ehemmiyetiyle telâkki olunur,
aldıkları, beğendikleri şeylere hususî bir imtiyaz verilirdi. Müşterilere karşı «Bunu beğenmediniz mi?
Geçen gün Melih beyinkiler bunu pek beğenmişlerdi!» demek kumaşın kıymetini derhal tezyid
edecek kavî bir tavsiye idi.

En ziyade sanatlarının sihri, bu zarafeti inanılmıyacak bir ucuzlukla vücude getirmekde idi. "Zaten
ailenin malî kudreti bunu tebdil edilemiyecek bir esas kaide hükmüne getirmiş idi. En ziyade tekellü-
fe, lüzum gördükleri, mesirelere mahsus kıyafetleriydi. Zarafet zevkinin bu basit ve dar zemini onlar
için gayet geniş bir cevelân sahası olurdu. Hattâ bugün Kalenderde yeni bir kıyafetin resmi teşhiri
icra olunmuş, birinci defa olarak ancak bir sandalda giyilebile-cek bir şey icat edilmiş idi. Bu,
omuzlarından düşerek dirseklerinden bir kaç parmak aşağısına kadar ancak inebilen beyazla eflâtun
tüllandı: — A, sıkıldım, dedi; ne için öyle gülüyorsunuz sanki? Ne var? Rica ederim

O, vaziyetini tebdil etmiyerek omuzlarını silkiyordu: «Hiç!» dedi, sonra ilâve etti: — İçeriye giriniz
de anlatayım. Büyük bir haber.

O vakit iki hemşire içeri atıldılar. Firdevs hanım biraz daha ağır davranarak girdi. Şimdi Nihad bey
başı açık, arkasında bol be. yaz ketenden bir ceketle, ayaklarında altı yumuşak beyaz keten
iskarpinlerle merdivenleri inerek onları istikbal ediyordu. Bihter örtüsünü atdı, harmanisinin
kopçasını çözmiye çalışıyordu. Peyker eldivenlerini çekiyordu, Firdevs hanımın saklanmış bir

«of!» la bir sandalyeye oturdu ve Nihad bey şehnişinde başlayan cümlesini tekrar ederek: «Büyük
haber!» dedi, sonra üç kadın bu büyük haberi istifsar eden gozlerile yüzüne bakarken onu ortalarına,
gökden düşmüş gibi, aldı: — Bihter gelin oluyor!

Hep hayretden dondular. En evvel Bihter ancak beş saniye .süren bu hayret vakfesini bozarak ve
harmanisinin kopçasını çöz-mekde devam ederek bir kahkaha içinde eniştesine: — Alay ediyorsunuz!
dedi.

Validesile Peyker havadisin bakiyesini bekliyorlardı. Nihad bey vereceği haberin ehemmiyetinden,
onların üzerinde hasıl olacak tesirinden emin olan bir natuk tavrile sözünün ciddiyetine evzaınm
şehadetini ilâve ederek elini uzattı: —

Şimdi, dedi; şimdi henüz on dakika evvel burada resmen Bihterin desti izdivacı talep olundu. Ben de
işte hepinize, hususile Bihtere resmen tebliğ ediyorum.

Bu haber o kadar katiyet ve ciddiyetle veriliyordu ki, ötede Bihter bu musahabeye bigâne bir
kayıtsızlıkla eldivenlerini, örtüsünü harmanisinin üstüne atarken Firdevs hanımla Peyker, ikisi birden,
sordular:

— Kim?..

— Adnan bey!

Bihter başını çevirdi, bu isim bir şimşek darbesile onu birden sarmış idi.

Firdevs hanım, ağzı yarı açık bir hayret heykeli şeklinde duruyor, bunun bir lâtife olup olmadığını
anlamak istiyordu. Du-daklraına kadar bir sual geldi: —

Bihteri mi istiyor? Emin misiniz? diyecekdi, eğer Peykerin gülümseyen bir nazarla yüzüne bakışı onu
menetmeseydi.

Birden zihninde Adnan beyin aleyhine bağıran takım takım sualler ayaklandı: Utanmıyor mu? ellisini
geçkin herif! Henüz bir çocukla izdivaca talip olsun? Hiç olmazsa yaşlarda mutedil bir nis-bet
gözetmek lâzım değil miydi?

Bütün bu sualleri icmal eedn bir istihfaf edasile Firdevs hanım mevcut olanlardan hiç birinin yüzüne
bakmağa cesaret etmiyerek:

.— Adnan bey, şu demin gördüğümüz! dedi. Sonra birden ayağa kalkarak bu lâtife o kadarcıkla terk
olunacak bir şeymiş hükmünü veren kat'î bir sesle: — Ben de ciddî bir şey haber vereceksiniz
zannediyordum, dedi; ve ilerleyerek artık basamakları gıcırdatmağa başlayan vücudile
merdivenlerden çıkmağa başladı.

Peyker gülerek diyordu ki: , Annemin hiç hoşuna gitmedi. Benden sonra Bihter!

Yeni bir münazaa esası daha

Bihter gülümsedi, yüzünde şimdi penbe bir tabaka dalgalanıyordu; nazarında bir istifsar tebessümile
eniştesine bakdı. Bu n zar: «Sahih! Verdiğiniz haber doğru mu? Eğer öyle ise anneme bakmayınız,
bilirsiniz a, bu bana ait bir mesele»

demek istiyordu. Peyker kardeşlere mahsus anlaşma kolaylığüe bu nazarın mânasını tefsir ederek
sarih bir sual irad etti: — Doğru mu söylüyorsunuz, bey? Bakınız Bihter merakından çatlayacak. Siz
anneme ne ehemmiyc veriyorsunuz?

Bihter atıldı:'— A, ne için merakımdan çatlıyayım? Siz de tuhaf söylüyorsunuz!

Nihad bey vakayı iki hemşireye anlattı:

îki saat evvel, tam kendisi dışarıya çıkmak için giyinmeğe hazırlanırken Adnan beyin maun sandalı
yalının önüne yanaşmış, «Sizi bugün gezmekten menedeceğim!»

mukaddemesile Adnan bey içeriye girerek işte şurada, küçük odada ufak bir mukaddemeden, biraz
müteferrik bahislerden sonra «Size bugün belki garip görünecek bir mesele için müracaat ediyorum.»
sözlerile başlamış idi. Ondan sonra biricik müracaat yeri olarak kendisini bulabildiğinden, valide
hanım efendinin nezdinde tavassutunu rica ederek, Bihter hanım efendinin desti izdivacı talep olunmuş
idi.

Nihad bey devam ederken Bihterin tebessümüne bir endişe mânası ka'im oluyor ve Peyker1
kızarıyordu. Hikâye bitince Peyker birden itiraz etdi: — Lâkin çocuklar!

Bihter bu yaşda üvey analık mı

edecek?

Bihter bu tesahubun altında gizlenen haset hissini bekliyor, muşçasına gözlerini indirerek sükût etti.
Nihat bey cevap verdi: — Oh, çocuklar! Adnan bey onların da lâkırdısını etti. Küçük, oğlan, bu
seneden itibaren mektebde kalacak.

Kız, şimdi on ikisini geçiyor, bir kaç sene sonra o da elbette evlenmiş olacak.

O halde?

Nihad bey baldızının bütün ruhunu delerek orasını görmek için güya bir pencere açmak istiyen bir
nazarla Bihter'e bakdı ve ikmal etti: — O halde o koca mutantan yalı yalnız Bihtere kalacak.

Bihterin yüzünde penbe tabaka daha ziyade kuvvet kesp etti. Peyker'in itiraz silâhı düşerek duruyordu.
Onun da kalbinde şimdi ufak bir his, mahiyeti pek belli olmıyarak bu izdivaç tasavvurunu

soğuk bulduruyordu. Bihter' bir kelime söylemiyerek, eniştesinin son sözüne cevap vermemeği tercih
ederek eldivenlerini, örtüsünü, harmanisini toplayarak çıkdı.

Bir his ona derhal bahsin hemşiresinin yanında devam etmesinden çekinmek lüzumunu ihtar etmiş, bu
meselede Peykerin vali-desile birleşeceğini haber vermiş idi. Ta odasına, tam bir serbesti ile
düşünebilmek, itirazlara hedef olmadan evvel ya galip ya mağlûp olmak için bir karar vermek azmile
mini mini odasına çıktı; kapısını kapadıktan sonra elindekileri yatağın üstüne atdı, pencereye koşarak
elinin tersile pancuru itdi, Yakup — uşakları •— bahçeyi sulamıştı, son kovanın bakiyesini Bihterin
penceresine kadar tırmanan hanımelinin topraklarına boşaltıyordu. Henüz sulanmış bahçeden toprak
kokusile karışık çiçek rayihaları odanın beyaz leylâk ko-kularile meşbu havasım serinlendirdi. Şimdi
odaya bahçenin yeşil-, liklerine bürünerek koyulaşan esmer bir ziya girmiş, sanki buraya sönmeğe
âmâde bir zaafla yanan yeşil bir fanusun renklerini serpmiş idi. Bihter penceresinin yanında, sedirin
koluna oturarak, birden muhakemesinin önünde dikilen sualin hallini bu kelimenin âhenginden
bekliyormuşçasına kendi kendisine:

— Adnan! Adnan bey! dedi.

Bu haberin Bihter üzerinde sihirli bir tesiri olmuş idi. Eniştesinin son sözü hissiyatını uyuşturan bir
zemzeme ile kulaklarında ihtizaz ediyordu. O büyük yalının yegâne hâkimesi olmak!

Ümidlerini geçen bir hülya gibi onu düşünmekde çok ısrar ederse silineceğinden korkarak
düşünmemek istiyordu, fakat odanın içinden ısıtan ve uyuşturan bir

.ses, bütün hülyalarının sesi, gizli bir terennümle gelip kulaklarına fısıldıyor ve hülyaların kâffesini
birden ihya edecek bir kelime şeklinde ona: — Adnan!

Adnan bey! diyordu.

Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, bir çok ikbal ihtimallerine namzed,
uzaktan kır mı, kumral mı fark olunamıyan sakalları çenesinden hafif hatla ayrılarak iki tarafına
taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahbus parmakları altın telli
gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucile sildikden sonra her tesa-dûfde
kendisine bir rica nazarile bakan, güzel, o kadar meharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir
koca koyuyordu.

O yaş ile iki çocuğun mevcudiyeti bu isimle şu yirmi iki yaşında kızın tantana ve servet emelleri
arasında bir fazla açıklık teşkil edecek derecede mesafe bırakmıyordu. Zaten Adnan bey o
adamlardan biri idi ki, onlar için yaş en âdi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar? Bilâkis
Bihterin hoşuna gidiyordu.

Hattâ şu dakikada düşünürken bir tuhaflık bile buldu: «Bana anne! diyecekler, öyle mi?

Minimini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak! Şu halde onu on yaşında
doğurmuş olacağım. Hele oğlan! Oh! Sahih ablamın hakkı var; Yumuk yumuk gözlerile bir bakıyor
ki»

Onlara giydirilecek elbiseleri bile düşünüyordu, sonra acelesine kendisi de güldü.

Bu izdivacda onu ne çocuklar, ne de Adnan beyin elli senesi korkutuyordu, bunlar öyle küçük şeyler
kabilinden, idi ki asıl meselenin şaşkınlığı hemen örtülüveriyordu. Eğer Adnan bey herkese benzer
bir adam olsaydı, eğer çocuklar her vakit babalarının yanında görülen güzel g.'yinmiş o güzel
bebekler olmasaydı, bu mesele çıkar çıkmaz omuzlarım silkecek, eniştesinin yüzüne bir kahkaha
savurarak kaçacaktı. Lâkin Adnan beyle izdivaç demek Boğaziçinin en büyük yalılarından biri, o
önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV* ceviz sandalyeleri, iri
kalpaklı lâmbaları, yaldızlı iskemlelerile masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş
beyaz kikle* maun sandalı fark olunan yalı demekdi. Sonra Bihterin gözlerinin önünde bu yalı bütün
hayalinin tantanasile yükselirken üzerine kumaşlar, dahtelâlar, renkler, mücevherler, inciler
serpiliyor, bütün o çılgıncasına sevilip de almamı-yarak mütehassir kalınmış şeylerden mürekkep bir
yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.

Bihter pek iyi biliyordu ki validesinin unutulmayacak derecede süren eğlence hayatı kendisine parlak,
ve asıl kibar hayatını açacak bir izdivacı men eden kavi bir sebep idi. Firdevs hanımın kızlarına,
Melih bey takımının artık sönmeğe yaklaşmış hâtıra şaşaasının bu son çiçeklerine nihayet eniştesine,
şu Nihad beye benzer bir talip çıkabilirdi.

Eniştesine fikrini irca ederken dudaklarında bir istihfaf handesi teressüm ediyordu. Kendi kendine:
«Ahmak! diyordu; Selanik rıhtımı***nın birahanelerinde öğrenilmiş fransızcasile kendisine, meslek
yapmak için îstanbula gelip de»

Bihter eniştesinin Peyke-re, sade geçici bir meftuniyetin hükmüne tebaiyet ederek değil, biraz da
belki asıl ailenin münasebetlerinden istifade etmek, İstanbulun kibar hayatına karışmak hevesile koca
olduğunu bilirdi.

Kelimenin olanca kuvvetini veren bir telâffuzla ve bu defa açık sesle «Ahmak!»

diyordu.

Evet, nihayet işte böyle bir koca! Bir kaç yüz kuruş maaş**** hısımından, akrabasından, bilinemez
nereden ufak tefek yardımlar, daha sonra bir çocuk, daha sonra? Bihter ellerini biribirine sürterek:
«Daha sonra hiç!» diyordu.

Birden aklına bir şey geldi, Peykerin muhalefetine rağmen eniştesinin bu izdivaca taraftar olacağına
hüküm verdi. Bu izdivaç ona müfid olabilir. Adnan beyin nüfuzundan, haysiyetinden bir fayl da
bekliyebilirdi. Eniştesinin her türlü hissiyatı iskât edecek derecede menfaat gözettiğine kanaati vardı.

Onun bu meselede kendisine bir müttefik olabileceğine karar verdikten sonra kardeşini düşündü.
«Zavallı Peyker! Adnan bey ismini işitdikten sonra ne tuhaf oldu. İşte bu işe mani olmak
isteyeceklerden biri daha Bu defa anneme âlâ bir muavin var, fakat»

Cümlesinin aşağısını Bihter zihninde ikmale lüzum görmedi, ayağa kalkarak tekrar pencereden mini
mini bahçeye bakdı. Şimdi böyle yukarıdan şu özenilerek muntazam tutulmağa çalışılan bahçeciğe
bakarken gözlerinde hülyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen bir istihkar nazarı vardı.

Bu köşecikde, şu fakir evceğizde, her zaman bir gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükliyerek
geçen günleri, yirmi iki senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hattâ o
zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik hayatının en güzel hâtıraları
bile birden nazarında âdi ve hakir hiçler derecesine indi.

Sonra kendisini düşündü. Gözlerinin önünde kendi çehresini, kendi endamını, saçlarını, yolda
geçerken görenlerin nazarlarından sevgiler, ihtiramlar toplayan o zarif, güzide heyeti gördü; bu hayale
gözlerini süzerek gülümsedi. Bu güzelliğe refakat eden ufak tefekleri birer birer kendi kendisine
saydı.

Firdevs hanımın, hiç bir zaman bir valide tekayyüdlerini his etmiyen bu kadının ihmallerine,
tesamühlerine rağmen — bu aileye mahsus fıtrî bir bilgiçlikle —

Bihter de, hemen her şeyden bir parça bilirdi: Mecmuaları karıştırarak, hikâyeler okuyacak derecede
türk: çe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar fransızca, hattâ her vakit Tarabya*dan tedarik
olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icab
ederse gayet vekar ile, his ile okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş

udile pek güzel refakat ederdi.

Bunlar öyle bir meziyet yekûnu teşkil ediyordu ki onun emellerini her halde bir Nihad bey derecesinin
fevkine kadar sevk etmek için kâfiydi; fakat annesinin hayat tarzı, bütün ailenin şöhreti o emelleri
kapayan birer sed şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini emellerinin husulü imkânını ümid
edebilmekden menetdikleri için ailesine kalbinde derin bir husumet vardı! Oh! Şimdi onlardan ne
güzel bir intikam alma vesilesi bulmuş olacakdı!

Artık tamamile karar vermiş idi. Bu kararından döndürebile-cek hiç bir kuvvete mağlûp olmıyacaktı.

Odasında gezindi, geçerken aynada kendisine tebessüm etdi, orada artık kocasız kalmak tehlikesine
mâruz biçare Bihteri değil, Adnan beyin zevcesini güya selâmlamış, tebrik etmiş idi. Tekrar
penceresine geldi, bir sarmaşık pancurun arasından girerek ona gülüyor gibiydi, bundan inoe bir filiz
kopardı, düşüncelerinin humması arasında inci gibi küçük ve beyaz dişlerine götürdü; onu ısırarak,
artık odaya çöken karanlığın içinde, dalgın dalgın, gözleri süzüldü; bahçenin çiçeklerine, çimenlerine
bakdı, bahçe şimdi değişmiş, hülyalarının türlü renklerle bir meşheri olmuş idi.

Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış kumaşları, bunların üzerine dökülen
mücevherleri görüyordu. Burada bir kavsi kuzah parçalanmış, ondan yeşil, mai, sarı ve al ipek
tufanları serpilmiş idi ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan, elmaslardan,
firuzelerden mürekkep güneş parçaları dökülüyor gibiydi.

İşte, işte, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar ihtiyarının kabzası önünde en
küçük bir emeline münkad ve amade bekliyor, mülevven gözlerile onu çağırıyordu.

Ah! O zarafeti sadelikle araştırmağa mecbur edip de bu alına-mıyan şeylerin acısını, gizli hüsranını
saklamak için sahte bir tenef-für talim eden fakir hayat Artık o hayatdan, bunları görmemek için
gözlerini kapamakdan usanmış

idi. Onlar çarşıya çıktıkça kıymetdar bir mücevheri, ağır bir kumaşı kabalıkla itham ederek ellerinin
anif bir hareketile iterlerdi: Evet, iterlerdi, fakat Bihterin kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal
mahşerinin nefais tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesile
kardeşile uzun uzun tevakkuflarını tahattur ediyordu. Hemen her "geçişlerinde şurada burada dururlar;
mebhut bir sükût ile, biribirlerine göstermiyerek, bir mütalea teati etmiyerek bunlarla kendilerine bir
göz ziyafeti keşide ederlerdi.

Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir mini mini serçenin
gagasında nohut kadar inci-sile saçlarının arasında mevkiini tâyin eder, beş dakikalık bir istiğrak
içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince
altın zinciri koparıp atmak isterdi.

Bugün bunların hepsinin tahakkuk edebileceğini düşünürken hayatının meskeneti daha vuzuh ve
sarahat ile taayyün ediyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve şadakatle
gösteriyordu. Bugünün hakikatini hülyasının tantanasına alışan gözlerile seyr ediyordu.

Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet intişar ederek onu müziç bir hava içinde
kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler, atılan sandalyeleri, çatlamış
eski ceviz dolapla yaldızlan silinmiş demir yataklığı, pencerelerden melûl ve mariz bir köhne eda ile
sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için meharetin kifayet edemediği bu şeyleri uzak bir meskenet
âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabilinden görüyordu. Sonra, birden, bu
âlemin yanında ter ve taze, müzehhep, muşâşa bir konağın* dehlizleri, odaları açılarak ziyalar içinde
kaynıyordu.

Bunların içine kendisince geğelenip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer tahattur ettiği
heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak, duvarları, hücreleri,
doymak bilmiyen bir heves mebzuliyetile örtecekti. Demek, Adnan beyle izdivaç bütün bu şeyleri
yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi, ne kardeşi dünyada hiç bir kimse bu hülyalarına
kavuşmaktan menedemeyecek

Kapısına vuruldu. Katinanın sesi haber verdi:

— Sofra hazır!

Bihter odasından çıkınca Katinanın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini
fark etti:

— Ne gülüyorsun? dedi.

Katina: — Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!

Sonra ufak ufak parlak siyah gözlerile Bihter'i süzerek:

— Beni beraber götürürsünüz, değil mi?

Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vak'anın bir sevinç medarı olarak tekrar edilmesinden
kalbine bir fazla kuvve':, geldi. Bu izdivacın, haricde hasıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir
burhan hükmünü almış idi.

Sofradc Adnan beyden bans olunmamak için Firdevs hanım her şeyden bahs ediyor ve bu bahislere
gözlerini tabağının içinden ayırmıyarak somurtan Bihteri karıştırmak, güya onunla alenî bir kavganın
önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalenderde görülen kıyafetlerden, Yeniköy*e doğru
geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, muzıka çalınırken bastonunu sallıyar-ıslıkla dem
tutan** ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahs etti. Bihter annesinin bu
gevezelikten maksr

dini anlıyordu. Birinci defa olarak validesile mühim, ciddî bir cenk yapmak lâzım geleceğini hissetti.
Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesile bakıştılar.

Bu adamla beyinlerinde büsbütün silinemiyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne
getirecek olan samimî bir münasebeti meneden irade haricindeki bir tevahhuş Eihteri hemşiresinin
kocasından uzak tutmuş idi. Bu uzaklıkta cismanî bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun
kendisile göz tesadümünden, mesirelerde yabancıların musir bakışlarına karşı titremeyen nazarı ufak
bir eza lerzişile ayrılmağa lüzum görürdü. Bu gece gözleri to sadüf edince Bihter nazarını çevirmedi;
eniştesine musir ve onunla bir ittifak muahedesi akd eden derin mâna ile baktı. Onun gözlerinde
kendisine muti bir nazar, bir teslimiyet gördü: böyle, yalnız gözlerinin sade bir bakışile aralarında bir
ittifakın imzası teati edilmiş oldu.

Nihad Bey iki gündenberi kuşakları çözülmemiş gezetelerini açi-ederek Firdevs hanıma sordu: —
Adnan bey meselesine ehemmiyet vermediniz?

Firdevs hanım evvelâ işitmemiş gibi: — Katina! dedi, sürahiyi aiıversene

Sonra damadına baktı: — Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki Evvelâ yaşlarda bir nisbet yok,
ondan sonra çocuklar

Firdevs hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gaazp nigâhile bakıyordu. Yemek
ağır bir sükût ile bitti.

Firdevs hanımın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şeh-nişine çıkar ve burada uzun
sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi.

Nihad Bey iki gündenberi kuşakları çözülmemiş gazetelerin açıyor: Peyker bahsi arzu edilmiyen
zeminlere sevk etmekten ihtiraz ile sükûtu tercih ederek, san kalpaklı lâmbanın altında bir koltuğa
gömülmüş, gözleri yarı kapaü, düşünüyordu.

Bihter biraz dolaştı Dir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi,
bu gece onda bir duramamazlık vardı.

Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana talik imkânım bırakmıyan bir tez canlılıkla
yapılması icab eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaç idi. Şehnişinin açık kapısından taze,
müferrih bir b<ava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin
beyaz bir gölge mübhemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek içi"

sermişinden gözlerini çeviriyordu. Ortada, masanın üstünde eski risaleleri karıştırmak, resimleri
seyretmek istedi; fak,at bunları bir Tcarartı içinde görüyor, zihninde mütevali darbelerle vuran bir ses
ona: «Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemiyecek olursa sabaha
kadar uyuyamiyaqaksin»

diyordu. Annesile görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeğe
başlamış idi. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar abalarında söylenmekten çekinilmiş ağır
şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisini bu derece cebin olduğundan muaheze etti, ve Peyker
gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti, sofanın ta
öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü; başını kapının tül perdelerinin arasından soktu,
«Size refakate geliyorum, anne!» dedi.

Hafif bir rüzgâr önlerinden denizi okşayarak, koyu siyah kütleleri koyu karanlık sularında çalkalanan
sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini şikeste ve meftur hamlelerle sahile kadar uzatmağa
çalışıyordu.

Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; halinde bir sokulganlık, annesinin
dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yayaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde
iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarile başını kolunun üzerine dayadı; gözleri bu karanlık gecede
sönük sönük, dargın dargın süzülen, bir yetim mağmumiyetile ıslak kirpiklerini titreten bir kaç ziya
parçasına dalarak bir müddet gökleri seyretti.

Bir gece kuşunun perişan, münkesir pervazı gözlerini bir aralık sürükleyip götürdü. Annesi
uyuyormuş gibi ona bir kelime söylememiş, sanki orada vücudundan habersiz durmuş idi. Bir aralık
Bihter başını kaldırdı, karanlıkta annesinin (gözlerini görmek istiyerek uzandı.

Tül perdelerin arasından süzülerek yavaşça şehnişine dökülen sofanın ziyası altında anne kız
biribirine baktılar. Bihter gülümsü-yordu; sonra yavaş, hafif, saçlarının arasından kayıp firar eden
rüzgâra benzer bir sesle: — Anne! dedi, niçin Adnan bey meselesine ehemmiyet vermediniz?

Firdevs hanım şüphesiz böyle bir suale intizar ediyordu, doğ-rulrnıyarak o da öyle yavaş sesle cevap
verdi: — Sebebim zannederim ki senin yanında söylemiştim.

Bihter gülerek omuzlarını sükti: — Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif
şeylerdi ki, bu izdivaca muvafakat etmemeniz için bilmem, kifayet eder mi?

Firdevs hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmağa başlayan
derunî heyecanını zabt etmek istiyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başıaı
kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti.

— Seni bu izdivaca pek heves ediyor görmüyorum, Bihter!

Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe gecikdirme-ğe çalışan bir sesle cevap verdi: —
Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı. Öteki kızınızın nihayet bir
Nihat beyi zorla bulabildiğini pek iyi tahattur edersiniz. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir
müracaat vukuuna vâkıf değilim.. Firdevs hanım: — Beni mütehayyir ediyorsun, Bihter! dedi; mutlaka
gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın

Bahsi sükûn ile bitirmek için azm etmekle beraber Bihter birden, her vesile ile parlamağa müheyya
olan tabiatına mağlûp oldu. Keskin bir sesle:

— Oh! Taaccüp edecek bir şey yok anne! dedi, yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak, kabul
edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeğe lüzum görürse acele etmiş
olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan beyi red etmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir
kız için düşünülebilir. Fakat, kabahat kendisinin olmadığı halde kimbilir nasıl sebeplerle koca
bulmaktan ümidini kesen bir kız..

Bihter'in sesine gittikçe asabı bir ihtizaz geliyordu. Boğazın sakin sularını yararak Karadenize doğru
yol alan cesim bir yük vapurunun velvelesi Bihter'in son sözlerini boğmuştu. Firdevs hanım şimdi
büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta yekdiğerini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze,
nefes nefese, gözlerile birbirini araştırarak duruyorlardı. Firdevs hanım sordu: — Ne vakitten-beri
kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lâkırdı söylemeğe başladılar?

Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığiyle gelen
bu kız, artık silâhlarım çıkarmıştı; derhal cevap verdi:

— Anneler anlaşılamıyacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına mümanaat etmeğe başlıyalıdanberi

— Bihter! Annene karşı idare edilecek lisanı tâyin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim,
zannediyordum.

Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamış idi.

Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofra-dakiler, Nihat Beyle Peyker, belki işidebilirlerdi.
Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi annesinin cildine dokunarak cevap verdi:

— Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet ihsas edememiş

olmanıza hami etmek doğru olur. Teessüf ederim ki, size birinci defa olarak ihtimal bir daha
unutulmayacak şeyleri söylemeğe mecbur oluyorum; fakat kabahat sizin Kızınızı muahezeden 'evvel
bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz.

Adnan beyi niçin red ettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yasla-riyle çocukları için, diyeceksiniz.
Nihat beyin de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı?

Halbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker'e yapmış idiniz.

Nihayet mağlûp oldunuz, bu defa yine mağlûp olacaksınız, fakat bu mağlûbiyet size daha ac: geliyor,
çünkü

Firdevs hanım hırsından boğularak sordu: — Çünkü?

Bihter, şimdi karşısındakinin ıztırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde
kanırtarak çeviren bir vahşet insaf sızlığiyle söylüyordu: —

Çünkü? İşitmek istiyorsunuz öyle mi? Çünkü, ben de bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu
istemiş olsaydı

Firdevs hanımda artık zaptı mümkün olmıyan bir hiddet feveran etti; elinin tersile, Bihter'in ağzından
cümlesinin aşağısını tevkif etmek istiyerek, çarptı.

Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir te-kallüsile annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından
ıshlı çalan bir seafoodplus.info: — Evet, onu istemiş

olsaydı, dedi; koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı

Firdevs hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel mariz asabından kalan bir kuvvet
bakıyesile isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddettenberi her mubahasede artık mağlûp
eden çocukça bir zaaf, cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti; ve bütün hayatının
cezası bu gece kışının ağzından dökülen bir kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katre ile
ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargır yıldızları altında uzun uzun ağladı.

Bihter, birden, onu ağlıyor görünce, istemeksizin, düşünmeks zin, belki iki buse arasında bitirebilmek
ümidile başlanıp da göz yaş-larile bitirilen bir mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda
kırmızı fenerin ateşin bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu.

Meselede galip çıktığından emin idi, bütün annesinin bu göz yaşları onun galibiyetine birer burhan
demekti; lâkin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyliyecek olursa kendini
zapt edemeyeceğinden korktu.

Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlıyan dalgaların çarpıntısı arasında
annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu: kalblerinde valideyi çocuk larına rapt eder. hürmet ve
muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benziyen bir anne ile kız, derin, ağır,
soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar.

İkisinin arasında kırılmış bir şey, lâkin yapılmış bir izdivaç vardı.

***

Bu gece Bihter odasına bir zafer rüşatile girdi. Şimdi artık tahakkuk edeceğinden emin olduğu
hülyasile yalnız kalmak için acelj ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri ha-
reketlerile soyundu, omuzlarından kayan gömleğile pencereye kadar gitti, pancurları çekti, camı
indirdi, kandiil yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çoraplarını çekip attı; her şeyden
uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasile beraber kalmak için yatağına girdi, elile cibinliği çekti.

Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgelerile boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin
irileşen, nisbet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının
içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku
nefesi uçmağa başlıyordu. Yalnız — ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında
bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi— yataktan, cibinliğin arasından küçük, tombul bir ayak
sarkıyor, asabı bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet mânasile güya bu emel yatağına takım
takım hülyalar çağırıyor; «Evet! diyordu. Buraya geliniz mutantan yalılar, beyaz kikler, maun
sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o müzehhep emeller Siz,
hepiniz, buraya geliniz»

Bugün Adnan bey açık sarı boyalı yalıdan çıktıktan sonra maun sandalına kalbinde büyük bir hiffetle
atlamış idi. Kendisini aylar-danberi içinden çıkılmaz tereddütler arasında yoran bu müracaat işte
nihayet yapılmış, onun kalbini ezen sıkleti güya göğsünün üzerinden büyük bir taş gibi nihayet kalkmış
idi; fakat sandalında kendisini yalnız bulduktan sonra bu hiffetin arasında ufak, bir helecan hissetti.
Bugün mûtadın hilâfına olarak işte sandalda yâlnızda, Nihal ile Bülent babalarına refakat
etmiyorlardı; lâkin onların boş kalan yerinde iki masum, mütehayyir çehrenin gölgesi titriyor; mini
mini iki ses, iki muhteriz, mütereddit çocuk sesi:

— Bey baba! diyordu; nereden geliyorsunuz? Ne yaptınız?

Evet, ne yapmış idi? Şimdi uzaktan, akşamın son ziyaları içinde yeşillikleri gülümseyen karşı tepelere
bakarak o da kendi kendisine bu suali irad ediyordu. O

»zaman, bu müracaata karar vermeden evvel aylarca devam eden tereddütler, cenkler bir dakika için-
de tekrar uyandı, zihnen bu mücadelenin bir tarihini, bütün o harp tafsilâtının bir fezlekesini çizdi.
Kendisini vicdanına karşı muhik göstermek için her vakitden ziyade şu dakikada bir ihtiyaç duydu. O
zaman, emeline vusulü temin için tehiye olunan bütün sebeplerin ve burhanların yükselen, kendi sesini
örten savlet velvelesini işitti.

Evet, böyle daha ne kadar devam edebilirdi? îşte dört sene-denberi hayatını çocuklarına hasr etmiş,
evin içinde bir annenin kaybolduğundan onların mini mini ruhunu mümkün mertebe gafil tutabilmek
için çocuklarına valide olmuş idi, fakat şimdi artık bu fedakârlıkta devama mâkul bir sebep
görmüyordu. Bülent zaten mektebe gidecekti, Nihal bir kaç sene sonra gelin olacaktı. Çocuklarının
rabıtaları kendisinden yavaş ""yavaş çözülecek, nihayet bütün çocuklarla babaların arasında açılan
uçurumlar onların arasında da — hattâ şimdiki rabıtaların samimiyetine nisbetle daha büyük bir
boşluk — açılacaktı. O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına tesliyet bahşetmek
için uğraşan çocuklarının birkaç tebessüm sadakasile metruk kalb ısınamıyarak, o yalnızlığın bütün
kar parçaları hayatının semereden mahrum kalmış fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet,
yapyalnız kalacaktı.

Zaten bütün geçen hayatı bir fedakârlıktan ibaret değil miydi? Tereddütlerine karşı fazla bir galebe
silâhı bulmak için izdivacının, bütün .şiir ve aşk hatıratını inkâr ediyor, bu ikinci sevdanın
mutasavver beşiğini süslemek için biçare ölmüş aşkının mezarından çiçeklerini söküyor, koparıyordu.

O, otuz yaşına kadar nisbeten masum bir hayat geçirmiş idi, hayatının en büyük aşk vakası
izdivacıydı. Şimdi düşünürken on altı senelik izdivaç devresi hâtıralarında bir zaif papatyanın bile
neşvesinden mahrum uzun, çıplak bir çöl parçası şeklinde uzanıyordu. Bu on altı sene yalnız
zevcesinin bitmez tükenmez hastalıklarından mürekkep hâtıralar bırakmış idi. O hastalıklarla cenk
etmiş, çocuklarının annesini kurtarmak için senelerce uğraşmış idi; nihayet, zaten beklenen netice
bütün gayretlerini hiçe indirerek işte çocuklarını öksüz bırakmış idi. O zaman sarfolunan emekler
şimdi mükâfat bekliyen seslerle hâtıralarının arasında bağırıyordu. O vakit ifa edilen bir vazife şimdi
bir hak hükmünü almış idi. Lâkin kal. binde ufak bir helecanın iskâtı kabil olamıyor, bu sebepleri
Nihal ile Bülendin fikirlerine nasıl kabul ettireceğine karar veremiyordu, istiyordu ki vicdanına karşı
kendisini tebri'e eden bu esbap onu çocuklarına da affettirsin

Birden gözlerini karşı tepelerden ayırdı. Kalendere tekarrüp ediyorlardı; onlara, Bihtere, tesadüf
edebileceğini düşündü. Dümene ufak bir darbe ile daha ziyade yanaştı; işte uzaktan beyaz sandalı

fark etmiş idi; dümene yine bir küçük darbe ile ufak bir inhina daha tersim etti, iki sandal
yekdiğerinden ancak birbirine çarpmayacak derecede açık kalmış

idi. Adnan bey kendi kendisine: «Şimdi, on dakika sonra haber alacaklar» diyordu.

Bihterin muvafakat cevabı vereceğinden emin idi, bunu genç kızın zaten gözlerinde sarahaten okumuş,
gözlerinin bakışında müracaatta teahhüründen şikâyete benzer bir şey bile fark

etmiş idi. Kendi kendisine bir nakarat gibi: «Evet, diyordu; şimdi on dakika sonra»

Tekrar birden aklına Nihalle Bülend geldi. Eve gidince onun da yapılacak bir işi vardı. Bugün
çocukları hazırlamak istiyor, saadetinin tam olmasına mâni olacak olan şu helecanı da hemen iskât
için acele ediyordu.

Maun sandal artık yapılacak bir işi kalmamış gibi sür'atle suları yararak ilerlerken bu helecan
büyüyordu. Hâlâ bir kolay tarik bulamamış, aklına gelen çarelerin hiç birine karar verememiş idi. Bir
aralık Şakire hanımı - zevcesinin gelin halayığı iken Nihalin doğmasını müteakip çırak* edilen ve o
zamandanberi evde aile efradından olmak ehemmiyetile kalan kadını - düşünüyor; ara sıra:

«Hayır, mürebbiyesini tavsit etmek daha iyi olur» diyordu. Sandal rıhtıma yanaşıp da kapının
önünde muntazır olan küçük habeş Be_ şir koşunca Adnan bey hemen sordu: — Çocuklar gelmediler
mi?

Gelmediklerini anladıktan sonra bir inşirah duydu; şimdi onları hem görmek istiyor, hem görmek
zamanını tehire çalışıyordu. Bugün yalnız kalmak için çocukları mürebbiyelerile beraber Bebek
bahçesine göndermiş idi.

Soyunup ev içinde .giydiği ince şayaktan pantalonunu, beyaz keten gömleğini taktıktan sonra siyah
alpaga** ceketini aradı; asabi ellerle aynalı dolabın kapağını*** çekti, odanın köşesinde duran elbise
askısına baktı, ceketini bulamıyordu. Eliyle zile bastı, Nesrine çıkıştı: «Her şey karma karışık, hiç bir
işime bakılmıyor, işte bir saattir siyah ceketimi arıyorum» diyordu.

Siyah ceketin bir kolu iskemlenin kenarından sarkıyordu. Adnan bey arkasından çıkardığı elbiseleri
onun üzerine atmış İdi. Nesrin ilerliyerek ceketi elbiselerin altından çıkardı.

O, «Gördünüz mü? İskemlenin üstünde bırakmışsınız, hiç bir şeyi yerine koymak âdetiniz değil ki»
diyordu. Bir müddettenberı böyle hizmetinin noksan görüldüğünden, hiç bir şeye bakılmadığından,
hanımsız evde ne kadar dikkat edilse hizmetçilere meram anlatmak mümkün olmadığından bahsetmeği
âdet etmiş

idi. Nesrin çıkarken sordu: — Çocuklar gelmediler mi?

Yatak odasından aşağı indikten sonra bir aralık sofanın peri-eeresinden denize baktı, artık
sabırsızlanıyordu. Sonra odasına, i. odası****na girdi; bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Onun
başlıca merakı tahta üzerine oymacılık idi; bütün boş saatlerini kâğıt bı. çakları, hokkalar, kibrit
kutuları, üzerinde kabartma resimlerle kâğıt baskıları oymakla geçirirdi. Birkaç gündenberi ortasında
Nihain-yandan çehresile bir küçük tabak çıkarmak için uğraşıyordu. Bunu eline almak, çalışmak
istedi, çalışamadı. Tekrar zile bastı.
Nesrin tekrar içeriye girdi: — Nihalle Bülend gelmediler mi? Nesrin bu defa gülümsiyerek cevap
verdi: — Gelmediler efendim, fakat Rimeli nerede ise gelirler. Kız çıktıktan sonra Adnan bey
kalbinde vazıh bir korku hissi duydu.

Evet, şimdi gelecekler; o zaman, o zaman ne yapacak?

En ziyade Nihali düşünüyordu. Tereddütlerine galebe çalma;; için icad ettiği sebeplerin arasında hiç
bir zaman susturmağa muvaffak olamadığı bir korku, bu vakanın Nihal üzerindeki tesirini
düşünmekten mütevellit bir korku vardı. Babasile kendisinin arasında başka bir vücudun, başka bir
muhabbetin hail olmasına bu nazik, rakik, suda yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızın lâkayd kalû-
mıyacağından emin idi. Pek iyi his ediyordu ki henüz pek çocuk iken onu -

annesiz bırakan matemin o zaman tamamile duyulmıyan acılarını sonradan, büyüyüp düşünmeğe
başladıkça birer birer duy muş, onlar çehresine gittikçe derinleşen bir yetim mazlûmiyetinin
hüzünlerini çekmiş idi. Babasına gülümsiyerek bir bakışı vardı ki tu, gözlerinin içinde, tâ o
tebessümün altında tamamile tanıyıp sevme ğe vakit bulunamamış, hattâ siması bile tahattur
olunamıyan anne si için bir matem giryesi saklıyor gibiydi. Şimdi bu babayı, bu ikinci anneyi bir
parça onun elinden alacaklardı. O biçare yüreği bu ikinci iftiraktan nasıl elim bir ceriha ile
yırtılacaktı! Bunu düşündükç' kalbinde Nihal için ağlayan bir damar sızlardı; fakat bu artık na zarında
önüne geçilmek mümkün olmayan, hattâ vukuuna müsaade edilmek lâzım gelen bir zarar hükmünü
almış idi.

Adnan bey şimdi odasının kahve renginde uzun perdeler altında yarı bir zulmete boğulan
derinliklerine dalarak iş masasının ya. nında meşin yarım koltuğa yaslanmış, ayaklarını uzatmış,
düşünürken Nihal ile bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak gözlerinin önünde
yaşıyordu. İlk önce annesini kaybettikten sonra çocuğun huysuzluklarını, o bin türlü olmıyacak
sebepler icat olunarak saatlerce devam eden ağlayışlarını görüyordu. O vakitler babasından başka
onu kimse susturamazdı. Onda bir de asabı maluliyet vardı ki, ıttıratsız fasılalarla mini mini nahif
vücudunu saatlerce süren buhranlar içinde ezer, hırpalardı. Küçük yatağının yanında, o matem
devresinde, o sinir buhranı saatlerinde, geçirdiği ıztırap gecelerini düşündü. İşte şimdi hatırına
geliyor: Bir gece uykusunun

arasında, çocuğun kim bilir nasıl bir rüyadan sonra, korkulu bir sesle onu uyandırmak için «Baba!
Baba» dediğini işitmiş, yatağından kalkmış, yanına giderek sormuştu : «Ne istiyorsun, kızım?» O
zaman o, babasını yanında gördükten sonra müsterih olarak, gülümsiyerek, annesinin vefatından sonra
birinci defa olmak üzere istintak etmişti : «Yarın gelecek mi?» Böyle, ismini söylemiyerek, kim
olduğunu tasrih etmiyerek annesinden bahsederdi. «Hayır, kızım!» Her vakit yalnız bu cevapla
kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüya ile başlayan bu bahsi takip etmişti : «Pek mi
uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu, bey baba?» O cevap vermiyerek başını sallamış, bu iki suali
tasdik etmişti.

Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: «Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı?
Baksanıza p gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor»

Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarım yorgandan çıkarmış, onun başını
çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve zulmete benzeyen ziyası altında etraftan
gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benziyen sesile «Yoksa öldü mü?» demişti. Bu
hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra mini mini parmağını uzatarak ve babasının
gözlerinden akan birer katre muhteriz yaşı silerek ilâve etmişti:

«Lâkin siz ölmeyiniz, babacığım, siz ölmezsiniz değil mi?»

O, çocuğu teskin etmiş, yatağına zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş, fakat yanından ayçılamıyarak
saatlerle, sakit, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.

Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihalle Bülend aralık kapısı
daima açık duran yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin — ihtiyar Mile. de
Courton'un — odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı rabıtalarla bağlamıştı ki, ancak
biribirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye Nihaiden ziyade Bülendin bir
refikasıydı. Gece Nihal Bülendin uykusunu bekler, kadınla beraber çıkdıktan sonra babasiyle yalnız
kalmakta garip bir lezzet bulur güya hayatının bir türlü dolmıyan boşluğu içinde babasiyle böyle baş.
başa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kesbederdi.

Adnan bey kızile bu refafet hayatının tafsilâtını görürken etrafına, odasına; hâtıralarının, kızile
beraber geçen saatlerin sakit şahitlerine bakıyordu. İşte tâ odanın karşı duvarını boydan boya kaphyan
yüksek, geniş, oyma cevizden, yekpare camlı kapaklarile kütüphane, bütün vakur, iri kitab*larla
memlu; ötede, kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan
mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karma karışık, fakat perişanlığında gözleri okşıyan lâtif bir
zevk ile tertip edilerek duvarı 30 AŞK-IMEMNU

kaplamış; sonra diğer duvarlarda, son merakının yadigârı: Oyulmuş tahtadan mini mini hücreler,
resim çerçeveleri, mendil kutuları), aralarından kordelâlar geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta
ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı Bugün, bu şeyler ona tuhaf
bir nazarla bakıyorlar gibiydi.

Duvarda oymaları uzun uzun temaşa ediyordu. Bu ufak tefek şeyler bütün Nihalin yanında, işte şurada
yeşil kalpaklı lâmbanın altında geçirilen muhabbet ve rikkatle dolu saatlerin mahsulleriydi.

Adnan bey elini uzattı, masanın üstünden daha ikmal edilemi-jen Nihalin çehresini aldı. Bu henüz
bitirilmemişti; henüz ne saçlarının simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları, ne de nahif
çehresinin mariz süzgünlüğü belliydi, fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren
hasta simayı şu müphem çizgileri;! arasından tam bir vuzuh ile görüyordu.

Ah! Nihalin o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir penbeliğin aldatıcı
neşveleri hemen solacak bir gül rikkatile titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı han-delerile
aldatmıya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal et-miye çalışan, derinliklerinde mariz ruhu
ağlarken, gülen gözleri. Bunları bütün mânalariyle görüyordu. O vakit kızının hastalıklarını, sinir
buhranlarını, o ta ensesinden başlıyarak haftalarca devam eden baş ağrılarını tahattur ediyordu..

Birden, karşısında Nihalin bu hazin simasını ağrıyarak kendisine bakıyor zannetti. Bir dakika içinde
hayatında bu günün silinmiş olmasını arzu etti.
Evet, bugün silinmiş olmalıydı, bugün de diğer bütün günler gibi netice vermiyen mücadelelerle
geçmeliydi, mağlûp olmamalıydı, fakat şimdi yapılmış olan müracaat geri alınmayacak bir adım gibi
görünüyordu; onu tebdile, geçilmiş olan mesafeden ricate imkân bulmak hatırına gelmiyordu. O
ağlıyan mariz çehrenin arkasında diğer bir çehre, siyah saçlariyle, uzun kaşlariy-le; iri mahmur
gözlerile, şiir ve şebab dolu bir çehre ona çıldırtıcı tebessümlerle gülümsüyordu.

***

Nesrin kapıdan görünerek haber verdi: — Geldiler efendim!

Nesrinin arkasında Nihalin sesi işitildi: — Baba! diyordu, siz hizden evvel mi geldiniz?

Kuşaksız açık mai elbisesinin içinde yaşma nisbetle uzun duran ince vücudile, zarif bir keçi yavrusu*
çehresinin rikkatini ihtar eden süzgün simasile, Nihal koşarak içeri girdi, iki ellerile babasının iki
ellerini tuttu ve potinlerinin ucuna basıp yükselerek alnını babasının dudaklarına uzattı.

— Siz bizi başınızdan savar, kaçarsınız öyle mi? diyordu. Nereye gittiniz, bakayım Niçin bize
çıkacağınızı söylemek istemediniz? Şimdi Beşirden haber aldık. Oh! benim mini mini Beşirciğim,
¦bana hepsini haber verir

Babası gülerek dinliyor; o durmaz dinlenmez çocuklara mahsus bir kıpırdaklıkla*

kâh masanın üstünde bir şeye dokunarak, kâh elleriyle eteklerine vurarak, ağzından çıkan her
kelimeye bir hareket terfik ederek söylüyordu: — Biz de ne iyi eğlendik. Bilseniz, bugün madmazelin
bütün tuhaflığı üstünde idi. Bülende kendi çocukluğunda tanıdığı bir dilencinin hikâyesini
naklediyordu. Ne tuhaf? Bu bir ihtiyarmış ki bir büyük parça ekmeği

Nihal naklederken ince, arasından güneş geçebilecek zannolunan nahif ellerini birbirine birleştiriyor,
ağzına götürerek güya koca bir parça ekmeği küçük ağzının renksiz dudaklariyle yutuyordu: — İşte
böyle! Madmazel yaparken görmelisiniz ki Bülendi bilirsiniz ya? Çıngırak gibi kahkahasile
gülerken bütün bahçe halkı bize bakıyordu. Madmazele söyliyelim de sofrada size de yapsın
babacığım

Şimdi babasının dizlerine dayanarak halının üstüne diz çökmüş, Bebek Bahçesindeki seyranlarını, en
küçük tafsilâta kadar, fikri oynak bir kelebek gibi oradan oraya sıçrayarak naklediyordu. Sonra birden
lâkırdısının arasında ciddî bir çehre ile sordu: — Siz nereye gittiniz? söyleyiniz bakayım, siz bizden
gizli nereye gittiniz? Düşünmeksizin: — Hiç! dedi; sonra bu cevap, bu yalan ağzından çıkar çıkmaz
zaptedilemiyen bir hicap ile kızardı, tashihe lüzum gördü:

— Kalendere!

O, birden, sinirleri mariz çocuklara mahsus garip bir hads ile bu yalanı keşfetti: — Değil babacığım,
işte, işte, kızarıyorsunuz, demek bizden saklamak istiyorsunuz.

Ayağa kalktı, sahte bir küskünlük vaziyetile, başını eğerek, du daklarını kabartarak, gözlerinin eğri
bir" nigâhile babasına bakıyordu. Şimdi, hemen şu dakikada, hiçbir şey hazırlamaksızın, hiçbir
ihtiyata teşebbüs etmeksizin bu masum çocuğun karşısında, semavî bir mahlûk huzurunda tenzihi
vicdan**

edercesine, hepsini söylemek, göğsünün üzerinde bir taş ağırlığile duran hakikati bu zaif kızcağızın
önüne atmak için mübrem bir ihtiyaç duydu. Elini uzatarak Nihalin bileğinden tuttu; bu ince, içinden
bir kadın vücudu çıkabileceğine ihtimal verilmiyen nazik bir dala benzer nahif çocuğu ker dişine
çekti; parmaklarını küçük başının üstünde ipekten bir bulutu andıran saçlarına soktu. Bir saniye evvel
neşeli öterken, birden asabının hassasiyetiyle, âşiyanının sükûnundan bir kış nefesinin

geçeceğini duyan kuş gibi şimdi çehresinde bir endişe mânasile bekliyordu. O

vakit kendisini zaptedemedi, sordu:

— Nihal! Beni seviyorsun, değil mi? Çok pek çok seviyorsun değil mi?

Çocuklara mahsus bir hilekârlıkla bu sualin künhünü anlamadan evvel cevap vermek istemedi. Babası
devam etti: — Nihal, senin için bir şey düşünüyorum

Bu yalanı söylerken kalbini bir pençe sıkıyordu: — Fakat bana vâd et, bakayım, yemin et ki itiraz
etmiyeceksin, kabul edeceksin, beni sevdiğin için, evet, beni sevdiğin için

İkmal edemiyordu, kendi sesinde öyle bir şey fark etmişti ki soğuk bir râşe ile vücudunu titretiyordu.
Cinayetini itirafa kuvvet bulamıyan bir müttehün cebanetile bu çocuğun karşısında susdu Nihal
yavaşça elini çekmişti, babasından bir hatve uzaklaştı; sukit, sapsarı, dudaklarında bir sualin ihtiraz
nefesi titreyerek babasına bakdı. Bu suali irad etmedi. Niçin? Bilinemez. Hiç bir şey fark er~
miyerek, babasının sözlerinde hiç bir fikir keşf etmeğe çahşmıyarak birden his etmişti ki şu dakikada
dünyada her şeyden ziyade sevdiği bu adam, bu baba, birinci defa olarak, her vakitkine benzer 'bir hiç
için ufak bir yalanla değil, hayatını hemen orada kırıvereoek müthiş bir yalanla kendisini aldatmak
istiyor.

Şimdi oda karanlıktı, yekdiğerini bir gölge arasından görüyorlardı, beynilerinde bir gecenin sinirleri
üşüten soğuk rüzgârı uçuyor gibiydi. Baba kız, bir kelime söylemiyerek, sinirlice bir ihtiraz hissiyle
hareket etmiyerek, bakışıyorlardı.

Başlandıktan sonra mutlak devam etmesi lâzım gelen bu muhavere birden bir sekte ile kopmuş,
kesilmiş oldu; fakat bu sükûtten çıkmalıydı. Adnan bey şimdi kendisini muaheze ediyordu; evet,
hemen bugün, henüz bir şey yapılmadan, henüz bir cevap bile alınmadan, niçin söylemeğe lüzum
görmüştü?

Birden sofada Bülendin bir çıngırağa benziyen kahkahalarile koştuğunu işittiler, arkasından birisi
kovalıyordu. Bülend kaçıyor, kâh kahkahalarile mini mini ayaklarının gürültüleri bu sakit facianın
kenarına kadar gelip yuvarlanıyor, kâh sofanın uzak köşelerinde kayboluyordu. Adnan bey bir şey
söylemiş olmak için: —

Yine Bülendi Behlûl kovalıyor, galiba dedi. Nihal: — Zannederim, dedi: söyliyeyim de bıraksın.
Çocuk yorgun, bugün bütün gün yürüdük
Nihal, şüphesiz, kaçmak için bir sebep arıyordu. Fakat bu muhavere orada bırakılamazdı, şimdi o
noktada tevakkufu daha fena bularak Adnan bey mutlak söylemek ve Nihale söyliyemezse başka
birisine söylemek için o anda karar verdi:

— Nihal! dedi, mürebbi-yene söyler misin? Kendisini görmek istiyorum.

AŞK-IMEMNU 3J

Nihal, karanlıkda beyaz bir gölge gibi hafifçe silinerek çıkdı. Sofada gürültü devam ediyor; Bülend
kendisini sanki tutamıyarak kovalıyan Behlûlden kaçmak için, artık yorulmuş nefesi kahkahalarına
kifayet edemiyerek, koltukların arkasına, köşelere sokuluyor muakkibin hamlesine muntazır, heyecanla
bekliyor; hamle vuku bulunca bir çığlıkla tekrar sofada cevelân başlıyordu.

Nihal çıkar çıkmaz ciddî bir sesle Bülende bağırdı: — Bülend! yeter artık, yine terliyeceksin, seni
böyle azdıranlarda kabahat!

Bu, Behlûle karşı sarih bir itirazdı. Nihal Behlûlün yüzüne bakmıyordu. Onlar —

bu iki kardeş çocukları , evin içinde iki düşman idiler. Yine üç gündenberi Nihal olmayacak bir
sebepten, mürebbiye-nin şapkasına dair Behlûlün bir itirazından doğan müthiş bir kavgadan sonra
onunla lâkırdı etmiyordu.

Behlûl onu görünce durdu, dişlerinin arasından çıkardığı diliyle ince sarı bıyıklarını ıslatarak
müstehzi gözlerle yandan bakıyordu. Nihal Bülendi elinden yakalıyarak yukarıya götürürken Behlûl
burnunun ucunu kaşıyarak arkasından bağırdı: — Mile de Cour-ton'a arzı hulûs ederim. Heceleri
çekerek ilâve etti: —

Ve o güzel şapkasının lâtif çiçeklerine

Nihal mukabele etmedi, her zaman bu kadar bir istihza saatlerle kavga için kifayet ederken bu defa
şüphesiz derunî bir mukabeleye terceman olan lâtif bir dudak burmasiyle* kanaat etti. Hâlâ
salıvermemek için bileğinden tuttuğu Bülendle koşarak çıkıyordu. Bülend artık zaptolunamıyan
tutuşmuş taze kaniyle, şimdi ablasının elinde, sıçrıyor, basamaklardan hopluyordu. Yukarıya sofaya
çıkınca bileğini kurtardı ve birden serbest kalmış bir tay sevinciyle koşmıya başladı. Nesrin avizenin
iki mumunu yakıyordu, yetişebilmek için bir iskemlenin üstüne çıkmıştı, «Aman paşam, bana
çarparsan düşerim» diyordu. Bülend ona cevap vermiyordu. Arkalarından, takip ederek yukarıya
çıkan Beşiri görmüş, ona koşarak ancak beline yetişen mini mini kollariyle, kızlığa yakışan zarafeti
henüz on dört senelik tazeliğiyle daha ziyade teeyyüt eden bu zarif, ince habeşinin** vücuduna
sarılmıştı. Ona yalvararak Peykerin hoşuna giden yumuk yumuk gözleriyle Beşirin insana öpmek
hevesini veren süzgün rakik çehresinden bir muvafakat cevabı bekliyerek: «Haydi! diyordu, yine
arabaya binelim, hani, biliyorsun a, geçen gün nasıl koşmuştuk! Haydi, Beşirciğim, haydi!» Ona
tırmanarak, artık biraz muvafakata razı görünen bu çehreyi buselerle örtmek için yükselmiye çalışarak
yalvarıyordu. Beşir, şimdi gözleri Nesrinin yaktığı avizenin fanuslarına merkûz zihninin dağınıklığı
içinde yukarıya ne yapmak için çıktığını ariyan Nihale bakıyor, ondan bir emir, bir küçük işaret
bekliyordu.
Onun böyle, nefes almak için muvafakatini bekliyen bir tesli- ' 'miyet nazariyle, itaat etmekten, emir
almaktan, hayatına tasarruf edilmekten bahtiyar olan gözlerle Nihale bakışları vardı ki bu biçare
mahlûkun ruhunu genç kızın ayaklarının altına sererdi.

Birden Nihal tahattur etti, kendi kendisine: «Madmazel!» dedi. Nesrin şimdi elinde şema ile yukarı
katın işini bitirmiş aşağıya inmek için gecikiyor, artık serbest kalan iskemleyi Beşirin önüne getiren
Bülende: «Aman, paşam, o iskemle bana lâzım, daha aşağıki sofanın avizesini yakacağım.» diyerek,
fakat asıl araba oyununu seyretmek için sırıtıyordu. Nihal geçti, sofanın bir kapısından yatak
odalarına giden bir dehlize* girilirdi. Üçüncü odanın kapısını vurdu.

Mürebbiye her seyrandan avdette çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra odasına kapanır,
soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerle orada kalırdı. Bu esnada ihtiyar kızın mahrem
hücresi çocuklara, herkese karşı mesdud idi.

Nihal bağırdı: «Madmazel! Babamın yanına gider misiniz? Sizi görmek istiyor»

Sonra, cevabı işitmeden kaçtı, tekrar sofaya çıktı. Sofada şimdi araba cevelânı başlamıştı. Seyirciler
bile çoğalmıştı: Nesrin hâlâ elinde şemasile iskemlenin serbest kalmasına muntazırdı; Şakire hanımın
kızı Cemile — henüz on yaşında bir çocuk — oyuna iştirak etmek için yukarı çıkan Şayeste — Şakire
hanımın izdivacından sonra baş kalfa** olan — ara sıra: «Kız, ne duruyorsun?» sualini fırlatarak
Bülendin seyranına bakıyordu.

Nihal oturdu. Evvelâ biraz tereddüt ederek oyuna ufak bir fasıla veren Beşir, onun itiraz etmediğini
görerek tekrar üzerinde Bü-lendle iskemleyi çekmiye başlamıştı.

Ara sıra Mile de Courton çocukları Beyoğluna indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak
heveslerine serbest bir cevelân vermek için, mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında
Bülendi en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir
vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.

Şimdi Beşirle beraber Beyoğlunda böyle bir araba seyram yapıyorlar, koltukların önünde tevakkuf
ederek mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı: — Arabacı!

diyordu; şimdi Bon marche'ye! Ah! geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın**

içinde bir kılıç Baksanıza, bu kılıç kaç lira. Beş lira mı? Hayır, pahalı!

Onbeş kuruş Amma iyi sarınız. Hazır mı? Ne kadar da uzun! Arabaya sığmıyacak

Kim bilir bu, hayalhanesinde o kadar büyüyen kılıç, ne kadar uzun bir şey oluyordu ki, Bülend güya
elinde tuttuğu paketi koyacak bir yer bulamıyordu. Sonra nihayet arabanın bir köşesine sıkış-tu*arak
bir itminan nefesile, arabacıya o tekrar emir veriyordu:

— Şimdi şekerlemeciye, Lebon***a! Biliyorsun a, arabacı, şekerlemeci Lebona!

Araba hareket ediyordu. Cemile nihayet dayanamamış, iskemleyi arkadan itmek suretiyle oyuna
karışıyordu. Nesrin «ilâhi! Paşam, beni işimden alıkoydun!»
diyerek iskemlesinden vazgeçmiş, aşağıya inmişti. Şayeste öteden, bağırıyordu, —

Beşir, çek koşma! Çocuğu düşüreceksin.

Nihal, hareketsiz, sakit, asabına çöken bir gevşeklikle Bülendin gevezeliklerini dinliyerek, dalgın
gözlerle duruyordu. Bülend şimdi şekerlemeciye diyordu ki: —

Hayır, yayır! Anlamadınız. O değil, öteki sepet, görmüyor musunuz? İşte üstünde torbası,
kordelâlarının arasında bir kuşu var Onu ağabeyime götüreceğim.

Bildiniz ya? Behlûl bey Haniya bana her vakit çukulata getirir içine fondan koydunuz mu? On tane
de kayısı koyunuz tamam! Aman bozulmasın

O vakit büyük bir ihtiyatla güya şekerlemecinin elinden sepeti alıyor. «Burada dursun, dizlerimin
üstünde!» diyor. Sonra arabacıya tekrar emir veriyordu: —

Köprü***! Köprüye! Artık alınacak bir şey kalmadı Çabuk ol, vapura yetişemiyeceğiz, koş koş
Geç kalırsak bey babama ne deriz?

Öteden Şayeste Beşire yine bağırıyordu: — Şimdi konsola çarpacaksın. Sen de!

Çocuğun dediğine bakıyorsun.

Bülend artık Mile de Courton'un taklidini yapıyor, iki elleriyle başını tutarak ihtiyar kızın
fransızcasiyle: — Oh! Aman yarabbü Zannolunacak ki bir kasırga içinde yuvarlanıyoruz diyordu.

Sonra birden türkçeye, fakat Mile de Courton'un türkçesine çevirerek arabacıya bağırıyordu: —
Ağabacı, duğ! duğ!

Bülend ihtiyar mürebbiyenin tavrını, edasını, telâşını o kadar güzel taklit ediyordu ki, Nihalin ince
dudaklarında bir tebessüm beliriyordu; birden yanı başında Mile de Courton'un sesini işitti:

— Nihal! Kapıma siz vurdunuz, değil mi?

Sıçrıyarak, derin bir hülyasından birdenbire uyandırılmış gibi ayağa kalkarak, bir saniye cevap
veremedi, sonra tahattur ederek ve birden kalbinde meçhul bir musibetin önsezen korkusu uyanarak
haber verdi: — Beybabamın yanına inmenizi söylemiştim, sizi görmek istiyor Bir şey daha ilâve
etmek istiyormuşçasına duruyordu, sonra o ilâve olunacak şeyi bulamıyarak ve gözlerini Mile de
Courton'un yüzünden ayırarak oturdu.

İhtiyar kız aşağıya inerken o, gene Bülendi seyretti. Bülend arabacıya Köprü için emir verdiğini
unutmuştu. Şimdi Taksim caddesinden* iniyorlardı. «Hah! burada duralım, diyordu; biraz bahçemde
gezeriz.»

Nihal, gözleri Bülend'in arabasına dikilmiş, fakat artık kardeşinin ne dediğini işitmiyordu; küçücük
dimağında siyah bir bulut parçalanmış, orasını gecelere boğmuş gibiydi.
***

Bu akşam sofrada Behlûl'den başka hep sükût ettiler. Bülend yorgun, vaktinden evvel uykusu gelmiş,
somurtuyordu. Behlûl tuhaf bir hikâye anlatıyordu galiba

Söylerken gülüyor, hattâ kahkahaları ötede Nihal'in arkasında duran Beşir'e.

bile sirayet ediyordu.

Nihal onun yüzüne bakmıyordu. Bir aralık gözlerini bir kuvvet cezbetti; Behlûl'ü dinliyor görünmek
için gülümsiyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını
gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi, fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.

«Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?»

Bu her sofrada tekerrür eden bir nakarattı. O, zorla et yerdi. Adnan bey için bu bir daimî dertti.
Boğularak cevap verdi: «Yiyorum, babacığım!» Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için
kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki Mile de Courton'a baktı. İhtiyar kız dalgın ve
güya bir facianın matemini tutuyor, zanrolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu.

Birden, tâyin edilemez bir rikkat, babasile bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine
ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan mütevellit derin bir mazlûmiyet yesi duydu. Bu iki
nazar ona babasiyle mürebbiyesinin mülakatı neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği
musibetin orada beliğ bir senedini okumuş oldu, lokmasını hâlâ yutamiyordu, birden boğazına bir şey
tıkandı, ve, oraya, sofranın üzerine kapanarak, zaptolunmıya vakit bulunamadan coşan gözyaşlariyle
şedit hıçkırıklarla ağladı

***

Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi: «Baba!» dedi. «bugün benim resmime çalışacak
mısınız?» sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemiyerek koştu, kol-
lariyle babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu: «Baba! dedi; beni yine seveceksiniz,
şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?»

Babası, dudaklarına sürülen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı: — Elbette!

Nihal, bir saniye, güya söyliyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının
omuzundan, güya ziyamdan kor-Icup ta kaçırmamak istediği bu istinat noktasından kaldırmıyarak:
«Öyle ise, zarar yok, gelsin!» dedi.

Mile de Courton'un, Behlûl'ün o kadar istihzalarına hedef olan serpuşları ne derece müzeyyen,
mutantan ise sergüzeşti bilâkis o derece sâde, muhtasardı.

Servetinin son kırpıntılarını Parisin Long-champs koşuları*nda kaybettikten sonra ancak bir kuş
kafasını dolduracak kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı, o vakit evlenmek için pek geç
kalan Mile de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeliyecek bir hayat ile Paris kaldırımlarına
düşmek, yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfa-tiyle vilâyetlerden**
birinde, hısımlarının yargında sığınacak yer bulmak çârelerinden birini ihtiyara mecburdu. İkincisini
tercih etti. Hattâ burada tamamiyle sığınmış bir mahlûk menziletinde kalmamak, sofrada yediği
ekmeği kazanmış olmak için evi-n çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu hayatının o
veçhesini tebdil etmiş oldu. Bir gün ufak bir iğbirar, o iğbirarın arasına giren küçük bir fırsat sebep
olarak bu fakir asilzade kız, tâ Fransa'nın bir köşesinden Beyoğlu'nun güzide bir rum ailesine
mürebbiliğe geldi. Burada uzun bir zaman İstanbulun Beyoğlu'ndan Şişli*ye, Köprü'-den
Büyükdere'ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmiyerek senelerce kaldı; Adnan
beyin yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.

Nihal henüz dört yaşında idi: Adnan bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye
arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahlûklardan, o henüz Fransa'dan geldiklerini iddia eden,
ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş

olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında nakıs öğrenilmiş
fransızcalarmı sahte bir telâffuzun süslerine boğmağa çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi.
Adnan beyin müşkülpesendliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazan ikinci
günü bir bahane ile izin verilmeğe lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül
edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman
olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan
kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç teehhül etmediğini ağzından kaçıracak kadar
yalancılıkta hafızası sağlam olmıyan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki, Adnan bey kızı için
başka çâreler düşünmeğe başlamıştı.

Bir tesadüf — İstanbulda mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir — Adnan beye o
bulunamıyan şeyi buldururdu: Mile de Courton.

Mile de Courton'un İstanbul'da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir
Türk hayatiyle yaşamak Adnan beyin yansına giderken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi
sevincinden helecan içerisinde kalmıştı.

Girdikten sonra bu helecan hayrete münkalib oldu. O, mermer mefruş azîm bir sofa; taştan sütunlar
üzerine kondurulmuş bir kubbe cabeca, sedef işlenmiş, şark halılarile döşenmiş sedirler; bunların
üzerinde ellerile çıplak ayakları kınalı gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama
kadar zenciyelerin darbukalarile uyuyan, yahut bir kenarda küçük gümüş mangaldan anber kokuları
etrafa dağılırken el-mastraş nargilelerinin yakutlara zümrütlere müstağrak marpuçla-rım ellerinden
bırakmıyan çifte çifte kadınlar tahayyül etmiş; bütün garp muharrirlerinin, ressamlarının şarka dair
hurafe ve efsanelerinden hâtırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey
olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yahnin şık, küçük misafir odasında görünce istifsar eden
gözlerle delilesine bakmış idi: «Salih! Beni bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?»

İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti. İşte senelerce Türk kibar
hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o mefruz şark hayatının mutlaka mevcut olmasına
inanmak ister.

Aradığının hilafını bulanlara mahsus bir şevk inkisarile daha birinci günü avdet etmek emelini
duymuştu, avdet edecekti, eğer o gün soluk, süzgün mariz simasile, iki senedir ikide birde tebeddül
eden bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona mini mini elinin ince
parmaklarını müessir bir teslimiyet mâ-nasile uzatan Nihal için kalbinde derhal bir derin merhametle
karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı

Onu sevmek için azim bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse
için gönlünde bir merbutiyet duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin
yaşlanmış bekâreti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin
hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış

hazinesini dökerdi; fakat bir gün bu söylenen şeylerde, birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden
akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü, acı bir vuzuh ile görerek beş
dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.

O gün Nihal'in elini elinden bırakmıyarak: «Küçüğüm, bakayım, gözlerinize!»

demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, ni-gâhına garip bir yorgunluk hâli veren sarı kirpiklerini
kaldırarak mai gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan, bir tebessümle yüzüne bakınca Mile de Courton
delilesine dönerek birden karar vermişti: «Evet, kalıyorum!»

Ertesi gün bütün ev halkile dost oluyordu. Lisanlarını anlamak-sızın, yalnız ona gülerek
«Madmazel» deyişleri için Şakire hanıma, Şayeste'ye, Nesrin'e kalbinde derhal muhabbet duymuş; o
zaman henüz paytak paytak yürüyen Cemileyi yerden kaparak hoplatmış; Beşir'in, ortasında küçük bir
çukuru, çehresine daimî bir tebessüm dalgalarını seren çenesini okşayarak: «Oh! Mini mini siyah
mücevher!» demiş idi. Adnan Bey'in terbiyesinden, zerafetinden pek hoşnut idi; hususile, o, sofrada
kendisine karşı takayyüd eserleri göstermişti. Behlûl için o kadar sarih bir meyelân duymamış
olmamakla beraber muayyen bir soğukluk da hissetmemişti. Fakat bütün bu ev halkının üstünde, hattâ
Nihal'den ziyade, muhabbeti evin hanımına teveccüh etti.

Nihal'in annesi hasta ve Bülend'e gebe idi. Mile de Courton evin içinde en son onu tanıdı. İki gün
sonra onu, Adnan bey refakat ederek, hastanın odasına götürmüştü. Tabipler, hastanın yürümesine,
gezmesine mümanaat ediyorlardı; genç kadın odasında geniş bir koltuk içinde penceresine mahkûm
idi. Hastayı, beyaz elbisesinin, sarı saçlarının arasında daha solgun görünen ince zayıf çehresile
görür görmez ihtiyar kızın kalbinde derhal bir merhamet uyanmıştı. O gün hasta, şüphesiz iki senedir
görülen mürebbiye çehrelerinin ihsas edemedikleri itimadı ihtiyar kızın elli senelik bir saffet
hayatiyle ferik ve asude duran simasından duyarak hazin bir tebessümle ve kocasının vasıtasile:
«Ümid ederim ki, Nihal sizi çok sıkmıyaeak, demiş idi, biraz şımarıkça büyüdü, fakat tabiatında bir
mazlumluk var ki, şımarıklığının fazlasını affettiriyor. Ben bir hayli zamandanberi onunla meşgul
olamıyorum. Hattâ bilmem ne için, belki bensiz kalıverecek korkusile onu mümkün mertebe
görmemek, düşünmemek istiyorum. Nihal size yetim kalmış bir çocuk hükmünde bırakılıyor demektir.
Siz onun için bir muallimden ziyade bir valide olacaksınız»

Bu sözler ölmekten ziyade çocuğunu yalnız bırakmaktan korkan bir valide tesirile, titrek bir sesle
söylenmişti. Mile de Courton Adnan Bey'in tercümesini dinlerken bu sözlere hastanın ruhunu ter fik
etmek istiyerek gözlerini, üzerinde rica eden bir tebessümün mevceleri uçan mariz simadan
ayırmıyordu. Son cümle onun kalbinde en hassas, en ziyade titremeğe meyyal bir teli canlandırdı:
Valide Nihal'in validesi olmak fikri hayatının bütün mahrumiyetleri içinde en acısile o kadar
samimî bir irtibatı haiz idi ki Nese-viyet* emellerinden feragat etmiş bütün biçare kadınların
kalbinde her türlü mahrumiyetlerin gözyaşları sükût edebilir; fakat bunlardan biri, analıktan mahrum
kalmış olmak acısı, daima zehirden birer katre ile damlayan iltiyam bulmaz bir cerihadır. Zannolunur
ki, tabiat kadınların ruhuna boş

kalmağa tahammül edemeyen bir beşik koymuştur. Bu İhtiyar kızın da ruhunda böyle bir boş beşik, o
beşiğin yanında hiç olmazsa boşluğunu uyutmak istiyen bir ananın mersiye kabilinden ninnileri vardı.
Birden, hastanın o son sö-zile, bu boş beşiği dolmuş zannetti, ve bugünden başlayarak rikkatle karışık
bir muhabbet onu hastaya meftun etti.

Mile de Courton'un asaletin vekarına karşı feda olunamıyan bir takım hisleri vardı. Bunlar, Adnan
beyin evine intisabı esnasında hükmünü icra ederek birkaç esas şartın takarruruna sebebiyet vermişti:
Çocuğun adı hizmetlerine karışmayacaktı, giydirilmesine nezaret edecekti, fakat yıkanmasına
müdahale etmiyecekti, kendisinin yalnız nefsine ait bir odası olacaktı, şöyle yapılacaktı, böyle
edilecekti Bu esas şartlar resmî bir muahede kadar ehemmiyetli taadat ve tâyin olunmuştu. Hastayı
gördükten sonra o gece Mile de Courton çocuğu yatırmadan evvel ayaklarım yıkamak için Nes-rin'den
sıcak su istedi. Nesrin bilhassa ayaklarından pek ziyade gıcıklanan Nihal'i güldürerek yıkarken bir
aralık Mile de Courton bütün asalet vekarını unuttu, Nesrin'in yanına oturarak ve ıslanmamak için
yenlerini çekerek ellerini leğenin içine soktu; bu mini mini beyaz şeylerden birini alarak, okşayarak,
gıcıklıyarak, Nihal'i fıkır fıkır güldürerek, güya Nesrin'e ders verdi. Nihal için bir valide olmak fikri
bütün o esas şartları mefsuh bir nüsha hükmüne getirmişti.

Her gün öğleye yakın, derslerini bitirdikten sonra, çocuğu alır, hastanın odasına gider, bir dakika bir
yerde duramıyan Nihal ortalığı karıştırırken, o Iiactrmn karşısında gülümsiyerek otururdu. Bu iki
kadın yalnız gözlerinin sakit ifadesile birbirine kalblerindekile-rini dökerlerdi. Böyle ne kadar beliğ

sükûtlarla biribirinin ruhunu duymuşlar, görüşmeksizin ne demek istediklerini anlayarak dost >i-
muşlardı.

Bülend doğduktan sonra hastada o kadar inhitat eseri görünmeğe başlamıştı ki, herkesle beraber Mile
de Courton da çocukların annesiz kalmağa mahkûm olduklarını anlamıştı. Hasta iki sene, bir camekân
içinde yavaş yavaş kuruyan nazik bir nebat gibi güya katre katre can vererek, sürüklendi; nihayet
Nihal bir gün mürebbiyesile Büyükada*ya; Adnan bey'in ihtiyar halasına gönderildi. Çocuk, orada
geçirdikleri on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş, ne evi aramış idi. Yalnız avdet
ettikleri gün birden, kendisini istikbal eden yaşlı gözlerin karşısında hakikati anlayarak bağırdı : —
«Anne! Annemi görmek isterim!» Sonra etrafında cevap vermeyerek yüzlerini çeviren bu perişan
ev halkını görünce çocuk kendisini yere atmış., kollarile bacaklarını kıvırıp duran asabi bir ihtilâj
içinde, boğazını yırtan, ve, heyhat! cevapsız kalmağa mahkûm olan «Anne! Anne!»

feryadlarile ağlamağa başlamıştı.

O zaman ihtiyar kızın gözlerinin önüne olanca muhabbet ve azametile bir mukaddes vazife dikilmiş
oldu: Bu validesiz çocuğa validesizliği unutturmak

Nihal'de bazı şeyler farkederdi ki, bunlar kalbinde ufak bir korku uyandırırdı.
Bu çocukta garip, tahlilden firar eden tezatlar vardı. Babasından başlıyarak ölüm ev halkına kadar
ona gösterilen muhabbette her vesile ile bir merhamet hâkim olur, ve bu acınarak sevilmek zaten
çocuğun mevrus bir zaaf ile mariz asabında daha ziyade bir hassasiyet uyandırırdı. Bu, onu bir
mazlûmiyet havası içinde sarıyordu ve sanki bu havadan şu narin çiçeği öldürmiyecek fakat daima
sarartıp solduracak bir müsemmim nefes intişar ederdi. Onun için Nihal'de herkesin gözlerinden katre
katre içilen merhamet mânasının bir yetim elemi vardı. İhtimal bu, o kadar dikkati celbetmiyecekti,
eğer yanında tezatlar teşkil eden şeyler olmasaydı Bu tezatlar mazlûmiyetini, daha ziyade vuzuh ve
sarahat veren, bir daire ile kuşatırdı. Öyle şımarıklıkları vardı ki, Nihal'i birden başka bir çocuk
olmuş zannettirirdi. Hele babasına karşı ara sıra bir kaç yaş

küçülür, dizlerine tırmanır; sakallarının altından, tâ dudaklarını kılların tırmalamıyacağı yerlerden,


öpmek ister; güya sevildiği kadar sevilmek ruhunu tatmin etmiyormuşçasma daha ziyade sevilmek için
muacciz bir çocuk olurdu. Bir yerde beş dakikadan fazla durmak, bir şeyden beş dakikadan ziyade
eğlenmek; daimî bir sıkıntıdan, gizli, durmadan ruhunu ezen, derin bir yürek üzüntüsünden firar
etmeğe çalışıyor zannolunan Nihal'den beklenemezdi.

Mile de Courton en ziyade bundan bizar idi: Nihal'e yarım saat muntazam imlâ yazdırmağa,
piyanosunda temrin yaptırmağa muvaffak olamazdı; dersler daima sektelere uğrayan kırık kırık
parçalardan teşekkül ederdi; fakat bir gün, bilinemez nasıl, Nihal o kazazede derslerden öğrenmiş
olarak çıkardı.

Uzun uzun hırçınlıkları vardı ki, eğer bir gözyaşlarının tuğyanı ile, bir asap buhranı ile sükûn
bulmayacak olursa günlerle sürerdi. Gözyaşlarından, çırpınmalardan, tepinmelerden sonra fazla uyku
uyumuş gibi simasına bir yorgunluk çöker, sanki bir buhran onu hırpaladıktan sonra dinlendirirdi.
Muayyen olmayan fasılalarla, olmayacak vesilelerle dökülen bu yaşlar ruhunun rikkati fazlası idi ki,
mutlak taşmağa muhtaç idi. Ondan sonra çılgınca bir şetaret devresi başlardı; Bülend'le, Cemile ile,
Beşir'le yalının geniş sofalarını, büyük bahçesini bitmez tükenmez cevelânların gürültülerine boğardı.

Mile de Courton korkardı ki, bu tezatların arasında Nihal'in zayıf, rakik, vücudu muhtelif rüzgârların
tesadüm noktasına tesadüf etmiş ince, narin bir dal mukavemetsizliğine uğramasın.

Adnan beyle ne kadar uzun istişareler etmişler, bu tezatları mümkün mertebe tahfif ederek çocukta bir
mizaç ittıradı vücude getirebilmek için ne çâreler düşünmüşlerdi; fakat buldukları tedbirlere karşı bu
asap muamması her defasında isyan ediyordu.

Asıl Bülend'le idaresinde zorluklar görülürdü. Annesinin karnından bir bebek çıkaracakları haberini
daima sevinerek, sevincinden ellerini çırparak telâkki ederken o doğduktan sonra birden bu
meserrette bir tebeddül vukua gelmiş idi.

Evvelce annesinin yanma ancak günde bir iki defa giderken artık oradan ayrılmamak, başkasının bu
yeni bebekle meşgul olmasına meydan bırakmamak, annesinin yatağına tırmanarak muttasıl Bülend'i
öpmek için türlü huysuzluklar icad etmiş idi. Bir hafta, çocuk annesinin odasında kaldığı müddetçe
Nihal kıskançlığından çıldırmış zannolundu. Çocuğu hastanın yanından ayırıp ta yahnin bir köşesine,
Şakire hanımın yanına almağa mecburiyet görüldükten sonra Nihal Bülend'i unutmuş göründü. Çocuğu
annesine nadir ve gizli getirirlerdi, yalının içinde Bülend arızî görülürdü.
Daha sonra Şakire hanımın yanından alınarak Mile de Cour-ton'a verebilmek için Nihal'in reyine
müracaat olundu: «Bülendi sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup
giydireceksin, Bülend artık senin olacak.» denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülend'in
kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti, ve, işte o gündenberi Bülend Nihal'in, yalnız
Nihal'indir, başka hiç kimsenin değildir.

Nihal'in kıskançlığında, tâ küçüklüğündenberi, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet


fikri yoktu, çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında
başka bir şey vardı: Herkesi Bülend'ten değil, Bülend'i herkesten esirgiyor, ba.şkalarile onun arasına
kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.

Evin içinde âdet olmuştu — ilk önce lâtife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve
kuvvetini alan bir âdet — ne zaman Bülend'e dair bir şey olsa Nihal'e müracaat edilir, Bülend'e
tenbilı olunacak şeyler Nihal'e söylettirilir, hattâ Bülend de daima Nihal'le tehdit olunurdu.
Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyariyle Nihal Bülende daha ziyade tekarrüp etmiş
idi.

Bir tabiî his sanki mini mini kızı küçük kardeşine bir valide olmağa, sevkediyordu; fakat öyle bir
valide ki, çocuğunu herkesten kıskansın onu başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.

Bir gün Adnan bey Bülend'i dizlerinin üstünde hoplatıyordu. Nihal onları germemek için o tarafa
bakmıyordu, bir aralık babası Bülend'in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamıyarak mini mini
tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramıyarak ilerledi, tâ yanlarına gitti, sokuldu, o
kadar ki, bu buselerin arasına bir hail çekmek istiyordu, sonra birden babası tevakkuf ederek
kendisine bakınca kızardı, fakat itiraf etti: «Oh! Yeter artık, baba fena oluyorum!» dedi. Nihal'in
bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan bey o günden sonra Nihal'in yanında Bülend'i
sevmekten nefsini menetti; lâkin Nihal artık bir kaide ittihaz etmiş oldu : Bülend'i sevmek, okşamak,
için birisinde, bilinemez nasıl bir' keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin
almaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak : «Bülend'i hiç sevmiyorsunuz!» cümlesine
benzer bir şey söylerdi.

Dünyada bu endişelerden mütecerrit, bu bin türlü kayıtlardan-azade, etrafında cereyan eden bütün bu
şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülend idi.

Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşveli
kahkahalarına serbest bir tay ar an verecek Nihal'di; hususiyle iki kardeş yalnız, aralarına bir üçüncü
kalb girmeksizin, yapyalnız bulundukları zaman. .

Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye nazır olan cenahta idi. Büyük sofadan buraya genişçe
bir dehlizden gidilirdi. Birinci odada Adnan bey, üçüncüde Mile de Courton, ikisinin arasın-dakinde
onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler, hem bir taraftan babalariyle, diğer taraftan ihtiyar kızla
beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı* vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapan-masiyle
sedolunurdu. Daha sonra dehlizin dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil
olunmuştu. Dershaneye tahsis olunan du oda mürebbiyenin bir derdi daimisi*ydi. Bülend'in
derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha
olamıyacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler
koparacak kadar intizam merakında ifrat gösteren Adnan bey çocukların bu odasına girmezdi, oraya
ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.

Yalıda başka hiç bir şeye ilişmemek andına mukabil burada bütün istediklerini yapmak için Bülend'e
müsaade verilmiş idi. Bülend de bu müsaadeden yalının hiç bir yerinde bir tahrip eseri bı-

rakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade edi. yordu.

Mini mini bir yazıhaneleri vardı ki, babasının bir gün bir kaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle
kenarlarına kendine mahsus rişeler hak etmiş idi. Mile de Courton'a sırasile gelen Figaro**
nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış, duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı
tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, musavver nota kapaklarından
resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, tâ duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmış
idi; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki, tâ Bahrimuhit***in bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak
Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış

kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülend'in yalnız bir uğseafoodplus.info güya canlanarak haşarı
kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefek ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı.
Şimdi Bülend yeni bir merak çıkarmış idi: Elinde kurşun kalemile duvarlara resimler yapıyordu.
Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş

yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri hep âdeti
böyle idi: Evvelâ müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık mümaneata
lüzum görmemek Oh! ne güzel olacaktı! Behlûl ina bir kutu boya getirmiş idi, bunların içinde her
renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı Deveyi kırmızı yapacaktı, «Değil mi, abla, deve kırmızı
olur, değil mi?». Nihal henüz yumuşamamıştı. «Deli misin?»

diyordu, fakat devenin rengini haber vermiyordu.

Hemen bütün hayatları odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler; Mile de
Courton'la beraber aşağıya yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler, güzel havalarda bir saat
kadar bahçede gezerler, Bülend Beşir'le koşar, Nihal büyük kestane ağacının altında Madmazelle
beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiç bir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak haber
verir, «vakit geldi!» der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar.

Artık ders başlardı. Nihal şimdi akşamları babasına tashih ettirilmek üzere küçük ahlâk parçaları
tercüme ediyor, kolay manzumeleri nesre tahvil ediyor, carî hayata dair esaslar üzerinde mektuplar
yazıyordu. Mile de Courton Nihalle meşgul olurken Bülend her vakit geri kalan fiil defterlerini
doldurmak için yazıhanenin tâ öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazan Mile de Courton'un
gözü Bülend'e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: «Bülend!» Bülend nihayet emri hazır sigalarına
kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, sureti emriye ile sureti inşaiye* arasına, ya
sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk, yahut ortasında hiç "bir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı
kondurmak üzere bulunurdu.

Bülend'in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz
satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden inşi'ab ettirilerek
uzun uzun devam eden bir muhavere açmak, yahut Mile de Courton yerinden kalkıp Bülend'in
defterinden köşkleri, saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı.
Nihayet bu arızalar arasında Nihal'in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülend'in derslerine
başlanırdı.

Mile de Courton Bülend'le meşgul olurken Nihal'in piyanosuna, gergefi**ne, dikişine, işlemelerine
çalışması mukarrerdi; fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman
isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar
kız bu kelebek için başka bir çâre bulamamıştı.

Mile de Courton Nihal'in hiç bir şeye dikkat etmiyerek, hiç bir şeyle meşgul olmıyarak her şeyi
öğrenmesine artık o kadar alışmış idi ki, şaşmıyordu; fakat piyanoda terakkisine hayretten nefsini me.
nedemezdi. Mutlak parmakların uzun işlemesile istihsal olunabilecek şeyleri Nihal bir gün,
yapıvermiş bulunurdu.

Bütün Gerni***nin temrin silsileleri böyle can sıkacak bir oyun kabilinden geçmiş idi, şimdi
elementi*** *nin Mile de Courton'u bile titreten Gradus ad Parnassum'una hazırlanıyordu. İtalyan
musikisinin Cimarosa'larm-dan, Donizetti'lerinden, Markadante'lerinden, Rossini*lerinden Adnan
Beyin takım takım getirdiği operaları güya evvelden görmüş, işitmiş, hissetmiş denecek bir his ve
ihsas kolaylığı ile, Mile de Cour-ton'un inanmak istemeyen mütehayyir gözlerinin önünde, gelişi gü-
zel okuyuverirdi. O vakit ihtiyar kız Adnan beye:

«Bilir misiniz, bu altı senede olmayacaktı, derdi; fakat bunda ne benim, ne kendisinin meziyeti var, bu
kızın parmaklarına Rubinstein**in ruhundan bulaşmış

olacak»

Nihalin parmaklarına o üstadın sanat dehasından bir şey bulaşmış olması fikri öyle âdi bir şey idi ki,
Mile de Courton'un nazarında anlaşılmaz bir hakikati izah ederek bu musiki muammasını tefsir etmiş
oluyordu, artık başka bir sebep aramaya da lüzum görmezdi.

Nihayet derslere bir mücadele ile hitam verildi. Babasının getirdiği operaların arasında
Wagner***den de vardı ki Mile de Courton kat'î bir ehemmiyet ile çalışmasına mâni oluyordu. Nihal
de bilâkis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülend'in pek ziyade
hiddetlendirdiği bir sırayı kollıyarak piyanosunda tecrübe etmek isterdi. O zaman Mile de Courton
Bülend'i unutur, piyanoya koşardı : «Lâkin çocuğum, size bin defa söyledim ¦ki, bunu çalmak için
insanın Alman parmakları olmalı. Parmakla, rınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki
zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor,
ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte mösyö
Wagner!»

Onun Wagner için sükûn bulmaz bir husumeti vardı. Mösyö Wagner derken bütün bu asilzade Fransız
kızının damarlarındaki kanlar Alman dahisini tezyif ederek ıslık çalıyor zannolunurdu.

Artık ondan sonra derse devam olunmaz, ihtiyar kız yemek vaktine kadar odasına çekilir ve çocuklar
istedikleri yere gitmek için hür bırakılırdı.
Nihal babasının yanına giderdi. Aşağıda, iş odasında Adnan bey ikide birde saate bakarak kızının bu
sabah ziyaretlerini sabırsızlıkla beklerdi.

İkisinin arasında böyle sürür ve saadetle geçen saatler ne tatlı saatlerdi! Onun babasına bir iptilâsı,
bir meftuniyeti vardı ki, hiç bir zaman tatmin edilmiş

olmazdı. Daima sevilmek, her vakitten ziyade, saniyeden saniyeye teşeddüt edecek bir muhabbetle
sevilmek için ruhunda asla teskin edilmiyen bir ihtiyaç vardı: Babasının yanında pek ziyade şımarır,
geveze bir kuş, yaramaz bir kelebek olurdu. Sonsuz bir lâkırdı sermayesi vardı: Derslerinden,
gördüklerinden, işittiklerinden bir küçük esas sebep olurdu, babasına birbiri ardınca .sualler irad
ederdi. O, yorulmıyarak, hattâ eğlenerek, ara sıra Nihalin bir şeytanet ve istihza fikrile üzerine bir
parça neşve serptiği bu muhaverelerden gülerek, çocuklaşırdı; aralarında bir yaş seviyesi hasıl
olurdu.

Yemekten sonra Adnan bey İstanbula inerdi. Çocukların o gün Mile de Courton'la uzun bir seyranları
yoksa yalının içinde Adnan beyin avdetine kadar süren cevalânları olurdu. Nihal'in hususile vakit
geçirmek için hoşuna giden yer Şakire hanımın mutfağıydı.

Harem'de bu mutfak oyuncak kabilinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan bey senelerdenberi ittıradına
halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire hanımdan bir midye dolması, bir tatar böreği,
bir çerkes tavuğu isterdi. Bu, Hacı Necib'ten gizli tutulurdu, haber alacak olursa Hacı Necib günlerce
suratı asar, günlerce Adnan beye görünmezdi.

Bir gün midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire hanım kadar midye
dolması dolduramazsa ayıp olacağını söyliyerek gitmeye kalkmıştı.

Şakire hanımla aralarında daimî

bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire hanım dönme dolaptan harç** verirken kavga olur, Hacı Necib
ikide birde: «Ya kiler dışarıya çıksın, ya mutfağı büsbütün içeriye alın,» derdi.

Bazı defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kesbederdi ki, Şakire hanımın kocası vekilharç Süleyman
efendi, barış için vesatatını istimale lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde iki kişi pek
memnun idi. Bülend'le Beşir Hattâ onlar biraz iki tarafı kızıştırmaya yardım ederlerdi.

Şakire hanımdan bir şey istenilse Nihal yalvarırdı: — Kuzum, bacı beni bekle, emi? Beraber
yapalım O gün Nihal, Cemile, Nesrin, hattâ ara sıra Nesrin'e çıkışmak için gelerek avdette teahhur
eden Şayeste, Şakire hanımın etrafında dönerler, küçücük mutfağı bir mahşere çevirirlerdi.

Burası yalının ikinci katında, bahçeye nazır, müşemrnes**, pencerelerini sarmaşıklar kaplamış, beyaz
mermer mefruş, daima son derece temiz, bir nezafet havasile insana iştah veren bir yerdi. Bazar
Alleman***dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası zannolunacak kadar zarif ve
narin şeyler, sarmaşıkların, yeşilliklerden süzülerek giren güneş ziyaları altında nezafetlerinin
şaşaalarını serperlerdi. Artık burada, ve sevimli mutfağın içinde, kendisine merbutiyetlerini bütün
ruhile hissettiği bu mahlûkların arasında latifelerle, sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla,
kahkahalarla geçen saatleri Nihal bütün kalbini ısıtan bir saadet duyarak geçirirdi.
Akşam babasının avdetine sabırsızlıkla intizar eder, tâ merdivenlerin üstünden bağırırdı: — Baba!
Bugün size bir şey pişirdim ki Şakire hanıma sorunuz da bakınız, onlar hiç karışmadılar.

Güzel havalarda babalarile beraber akşam seyranlarına çıkarlardı. Mile de Courton, bu saatleri
yalının bahçesinde Alexandre Dumas*nm hikâyelerine hasrederdi.

Genç kızlara roman okutmamak Mile de Courton için en ziyade tatbiki lâzım bir terbiye kaidesiydi ki,
şiddetle Nihal hakkında mer'iyetini muhafaza ederdi; fakat kendisinin hikâyelere, hususile Alexandre
Dumas'ya derin bir meftuniyeti vardı. Nihal'in suallerinden azade kalabilmesine müsait fırsatları
bütün hikâyelere hasrederdi. Bu itiyadın neticesile onun hayatına, hissiyatına Alexandre Dumas ve
ona benzeyenlerden bir şeyler sirayet etmişti. Sanki hikâyeler ihtiyar kızın gözlerine renkleri
değiştiren bir gözlük takmıştı, o, ancak kenarından hisse aldığı hayatı hep bu gözlüğün arasından
görür, önüne tesadüf eden çehreleri anlamak, hayatınm ufak tefek vakalarına bir hüküm vermek için
bütün zihninde yaşıyan hikâye hâtıralarına müracaat eder, onlarla bir müşabehet nisbeti kurduk-tan
sonra bir netice çıkarırdı. Hemen hikâyelerinden birinin bir sahifesile tetabuk edemeyen vakalar
ehemmiyet verilmeyecek bir yalan derecesine inerdi.

***

Nihal o akşam Adnan beyin kendisini görmek istediğini haber verince, işte altı senedenberi birinci
defa olarak böyle talep olunan mülakat için ihtiyar kız derhal bir şübhe duydu. Bunun hikâye
hatıralarından hangisinde bir tatbik zemini bulabileceğini hemen düşünmüştü.

Adnan bey hayatının bu şartlar içinde devam edemeyeceğine dair bir dolaşık nutukla ihtiyar kızı kendi
efkârı dairesine celb etmeğe çalışırken o hâlâ düşünüyordu, nihayet izdivaç fikri bu nutkun bulutları
içinden bir şimşek parıltısile nazarında tutuşunca Mile de Courton mebhut, mütehayyir, ağzı yarı açık
durdu. Hayır, hikâyelerinden hiç birinde bu vakaya bir tatbik zemini bulamıyordu, inanmadı ve
kendisini zabt edemiyerek Adnan beyle bütün resmî tekel-lüflerine rağmen: «Lâtife ediyorsunuz»
dedi.

Bu latifenin müthiş bir hakikat olduğunu anladıktan sonra ihtiyar kız duramadı, ayağa kalktı, «Lâkin
Nihal, lâkin Nihal! Bu onu öldürür, anlıyor musunuz?»

diyordu. Sonra Adnan beyin gözlerini indirerek cevap vermediğini görünce hissetmişti ki, Nihal'ın
başı ağrısa, çıldıran bu babada o ihtimalin feryadı bir maakes bulamıyordu. Nihayet Adnan bey cevap
verdi: — Hayır, dedi; yanılıyorsunuz. Nihali o kadar yakından tetkik etmemişsiniz, yalnız ittihazına
lüzum görülecek bazı tedbirler var. Hattâ size de müracaattan maksat bu

O zaman o mühim vazife kendisine tevcih olunmuştu. Kabul etmemek için çırpındı, hattâ bu vazifeyi
icraya mecbur olmamak için bu evden kaçacağını söyledi; sonra birden Nihal'in asıl bu zamanda
kendisine muhtaç olacağını düşündü, bu müthiş

hakikat ila o narin vücudun arasında müsademeyi tahfif edecek bir kalb lâzımdı, ve o kalb ancak
kendisinin kalbi olabilirdi.

Adnan beyin odasından çıkarken Mile de Courton, sallanıyordu. Yemek zamanına kadar Nihal'den
kaçtı, sofrada ona bakarken hep ağlamak istiyordu.

O gece Nihal'e mutlak haber vermek için kat'î talimat almış idi. Bülend uyuduktan sonra, yavaş sesle,
ikisinin arasında cereyan eden muhavereden sonra Mile de Courton, müsterih oldu. Kendi kendisine:
«Galiba babasının hakkı var»

dedi.

Nihale yalnız eve bir kadın geleceğinden, bu kadının herke beraber sofraya oturacağından, onun da
bir odası olacağından, bu kadının Nihali pek ziyade seveceğinden bahsetmişti. Nihal, bütün

bu şeyleri pek büyük bir sükûn ile dinlemiş, sanki yeni bir şey işitmiyormuşçasma küçük bir hayret
eseri bile göstermemiş idi. Yalnız bir takım teferruatı merak ediyordu. Odası nerede olacaktı? Bu
kadın güzel, kendisinden daha mı güzeldi? Bey babası ona ne diyecekti? Hangi odada yatacaktı?
Bülend'e karışacak mıydı? Beşir yine Nihal'in olacak değil miydi? Ondan sonra — Bu suali en
nihayet Vad etmiş idi — ondan sonra babası Nihal'i gene eskisi kadar sevecek miydi?

Bu sualin cevabını aldıktan sonra Nihal, henüz kapanmamış cibinliğinin altında şüphesiz gene bir
araba seyranında gülerek uyuyan Bülend'e bakarak uzun uzun düşünmüştü. Nihayet Mile de Courton
demiş idi ki: — Şimdi bey baban senden izin bekliyor, eğer en izin verecek olursan gelecek. Yarın
sabahleyin bey babana söy-Jersin, değil mi çocuğum?

Nihal yalnız başını hafifçe sallayarak sakit bir «Evet!» demiş ve o gece yalnız kaldıktan sonra
Bülend'in yataklığına eğilerek rü--v asının saadetile gülen bu çehreyi, güya saadet tebessümünü orada
tesbit etmek istiyerek, uzun bir buse ile öpmüş; daha sonra, bilinemez nasıl bir hisle, bu geceden
başlayarak aralarına bir duvarın, çekilmesi lüzumunu anlamışçasma, babasının odasile kendi
odalarının arasındaki kapıyı birinci defa olarak kapamıştı.

***

— Behlûl bey!

— Nihal hanım!

— Niçin bana bakmadan cevap veriyorsunuz?

Behlûl bir iskemlenin üstüne çıkmış, duvarda bir levhanın köşesine resim sokuşturmakla meşgul idi.
Nihalin son sualine yine başını çevirmiyerek cevap verdi:

— Dargın değil miyiz?

Nihal, kin tutmaz çocuklara mahsus bir barışıklık hevesile: — A! dedi, ben tamamile unutmuştum,
sahih, dün akşam dargındık, değil mi? İstersen çıkayım

Behlûl iskemleden atladı: — Çerçevenin hiç aralığı yok. Biraz daha zorlansa cam kırılacak —
Elinde resmi sallıyarak duvarlara bakıyordu — Şimdi bunu nereye koymalı? Nihal! Ben sana bir
şey söyliyeyim mi? Sen benimle niçin dargın duramıyorsun, bilir misin? çünkü dargın duracak olsan
kavgaya imkân bulamıyacaksın. Yeniden kavga etmek için mutlak barışmak lâzım geliyor

Nihal gülerek Behlûl'ün indiği iskemleyi çekip oturdu: — Bak, bunda da yanılıyorsun. Sen bugün
İstanbula ineceksin, değil mi? Sana ısmarlanacak bir cok şeyler var. İşte barışmak için âlâ bir sebep

Behlül birden reddetti: — Mümkün değil, Nihal Başkasın havale et. Bu ufak tefek beni yoruyor.
Hem bugün

Elini sallıyarak işlerinin çokluğunu anlatmak istiyordu. Sonr aklına bir şey gelerek: — Çantanı göster
bakayım, Nihal Ne kada paran var?

— İşte saygısızca bir sual..

— Canın isterse! Ben şimdi ücret almadan hiç bir iş görmüyo rum. Bana ikraz edecek kadar paran
varsa mesele değişir.

Nihal çantasını cebinden çıkardı, açtı ve içindekileri eteğin dökerek: — Oh!

bilsen! dedi; bana bugün o kadar şeyler lâzm ki İpek alınacak bir; Bülend makası ikiye ayırarak
beline hançe yapmış, makas alınacak, iki; Beşir ne kadar zamandanberi yal varı yor, kıpkırmızı bir
fesle mâi bir püskül istiyor, onlar alınacak, üç..

Behlül dönerek uzaklaştı: — Ben vazgeçtim. Bir de Beşiriı şeylerini havale ediniz, tamam olsun.
Kırmızı fesle mavi püskül n« reden bulmalı? Çarşıya kadar çıkılacak. Hem bana ikraz edecek ka dar
paran yok — Tekrar Nihale döndü: —

Evvelâ buradan çıkaı babana gidersin, paralarını gösterirsin, anlıyor musun?..

Nihal yerden paralarını toplayarak çantasına doldurdu, — Va geçtim! dedi. Bugün gidip babasından
para istemek fikri Nihali ân bir tesir ile değiştirmiş idi.

Dalgın bir nazarla karşısında bekleyeı Behiûl'e baktı, sonra dedi ki: — Büyük meseleden elbette
haberiı vardır. O senden bir şeyi saklamaz ki

Şimdi birden yekdiğerine karşı yine düşman gibi söylemeyi başlamışlardı. Bu iki kardeş çocuğunun
arasında böyle her dakikı çocukluktanberi tutuşmağa müheyya bir cidal şeraresi vardı.

Behlül sordu: — Kim?

Nihal dudaklarını kısarak cevap verdi: — O!

— Baban için o demek terbiyeye pek muvafık bir şey değil Sen gittikçe büyüyeceğine günden güne
şımarık bir çocuk oluyor sun, Nihal. Evin içinde bunu sana söyleyecek kimse yok da onuı için ben
söylüyorum. Mile de Courton şapkasının çiçeklerine, esva binin dantelâlarına bakmaktan vakit
bulamıyor ki

Dün aksan sofrada o ağlamak ne oluyordu, sanki?


Nihal sapsarı idi. İskemlede, hareketsiz, Behlûl'ü dinleyerd duruyordu.

Boğuluyor gibi yutkundu, şüphesiz ağzından çıkmak is-tiyen şeyleri güç zaptetti, dedi ki: —
Görüyorsun ki bugün senini* kavga etmeğe hiç arzum yok — Sonra ellerini iki tarafına salıvererek
ilâve etti: — Kuvvetim yok

Sesinde öyle acı bir makhuriyet mânası vardı ki, Behlül birde» başlayan bu mücadelenin bir çocukluk
mücadelesinden başka bir şej olacağını anladı, birbirine bakışarak durdular. Sonra Behlül saki*

bir sesle dedi ki: — Nihal! Ben öyle zannediyorum ki, sen bu meselede fena hareket ediyorsun.
Bilsen, onu görsen, birden seveceksin Bundan sonra senin için artık bir kadın olmak zamanı
gelecek. 6 zamanın da bir hususî terbiyesi vardır ki, onu ne Mile de Courton'-rian ne de Şakire
hanımdan öğrenebilirsin.

Daha sonra evin intizamı İtiraf et ki, şimdi bu bir evden başka her şeye benziyor. Buraya öyle bir
kadın girecek olursa

Nihal gittikçe sararıyordu. O bu sabah babasının yanından çıktıktan sonra buraya Behlûl'ü kendisine
müttefik bulmak ümidile gelmiş, onun hiç olmazsa bu meselede kendisile beraber olacağım zannetmiş
idi. Hep öyle hareket etmeden duruyordu.

Behlül devam ediyordu: — Evet öyle bir kadın girecek olursa bütün ev birden değişecek; bugün
istedikleri gibi yaşayan bu hizmetçiler bak, onun elinde ne olacak; hattâ Bülend, hattâ sen, anlıyor
musun, Nihal? Senin için öyle şık, zarif, genç, güzel bir anne

Behlül ikmal edemedi, birden mihaniki bir kuvvetle yerinden fırlayan Nihal ellerini uzattı ve yorgun
bir sesle bağırdı:

— Oh! yetişir, yetişir, fena oluyorum, Behlül

Behlül sustu, birden hatasını anlamıştı, her vakitkine benzer bir lâtife ile muhavereyi kapamak istedi,
kuvvet bulamadı. Nihal bir şey söylemeğe çalışarak bakıyordu, sonra vazgeçti ve yavaş yavaş çıktı.

Behlül o gençlerden biri idi ki, onlar yirmi yaşında hayatı ta-mamile öğrenmiş

olurlar, mektepten hayata çıkarken, sahneye îlk defa çıkan mübtedi bir sanatkârın heyecanını bile
duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarile öğrenilen bir mudhike* hükmündedir, onu o kadar
iyi öğrenmişler, onun esas mahiyetini öyle nafiz bir vukufla teshir etmişlerdi ki, sahneye çıkınca ufak
bir iptida te-haşisinden azadedirler. Behlül bir senedenberi geniş bir mudhike sahnesi olmaktan başka
bir sıfatla telâkki etmediği hayata girmişti: Burada hissettiği yegâne hayret evvelden bilinip
öğrenilmemiş, keşfedilip anlaşılmamış

bir şey bulamamaktan ibaret idi.

Babası vilâyetlerden birine memur olup gittikten sonra Behlül Galata Sarayı**nda leylî olarak
bırakılmış idi, haftada bir gece Adnan beyin yalısına giderdi; babası o kadar uzakta idi ki, tatil
zamanlarını uzun bir seyahat için israf etmektense İstanbul hayatı hakkında mektepte başlanan
taallümü tevsi ve ikmal için istimali tercih etmiş idi.

Hayallere kapılır değildi, hayatı bütün maddiyet ve hasasetile görürdü. Mektepte hendese kitabının
üstüne başını koyup da pencereden bir köşesi görünen semaya dalarak fikrinin bir hülya nuh-"besi
arkasından tayaranı vaki olmuş bir şey değildi. Öğrendiklerini

52 AŞK-IMEMNU

öğrenmek için, bilmemiş olmamak için öğrenirdi, ne istikbaline ait bir emel kâşanesi kurmuş, ne
şebabına ait bir şiir demeti bağlamış idi. Hayat onun için uzun bir eğlence idi. En ziyade
eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade istihkak sahibi olanlar nazarile bakardı.

Eğlenmek Bu kelimenin mânası da Behlûl'de tebeddüle uğ-' ramış idi. O

hakikatte hiç bir şeyden eğlenmezdi. Bütün eğlence yerlerine koşardı, bütün

»gülünecek şeyleri arardı, ihtimal herkesten ziyade gülerdi; fakat eğlenir miydi? Eğleniyor
görünürdü, onun için eğlenmek, eğleniyor görünmek demekti.

Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı olan bir can sıkıntısı vardı ki, onu daima bir zevkten
diğerine sevk ederdi. Geceyi Tepebaşmda bir opereti*

dinli-yerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköyü** bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken
görülürdü, bir pazar günü Konkordiya muganniyelerin***den birini araba ile Maslak'a kadar götürür,
bir cuma günü Çırçır suyu****da saz dinlerdi. İstanbulun hiç bir eğlence yeri yoktu ki, Behlûl oradan
bir zevk hissesi almasın. Ramazanda akşamları Direklerarasiı*****

seyranına devam eder, kışın Odeon******ıın balolarında ortalığı neşvesinin velvelesine boğardı.
Henüz mektepte iken kendisine muhtelif ülfetler peyda etmiş

idi. Mektebin her unsurla karışık hayatı içinde başlıyan bu ülfetler mektepten çıktıktan sonra inşiab
etmiş, ona memleketin bütün muhitlerinde selâmlanacak çehreler, sıkılacak eller vücuda getirmiş idi.

O kadar çok adam tanır, muhabbetini o kadar muhtelif çehrelere taksim ederdi ki, bunlardan bir
tanesine biraz fazla bir merbu-tiyet hissesi ayırmıya vakit bulamamıştı. Onun için lâzım olan şey
Beyoğlundan yalnız geçmemek Lüksemburg******a giderse kendisini dinleyecek bir muhatap bulmak,
Kâğıthaneye gidecek olursa arabada bir kişi kalmamaktı. İnsanlara bu yolda hizmetler, bu tarzda
lüzumlar için yaratılmış nazariyle bakardı, hiç bir zaman refakat edebilecek birisine tesadüf
edememek vuku bulmamıştı.

Onu herkes sever, herkes arardı. Öyle kahkahaları vardı ki, en derin melallere galebe çalarak
yanındakine naşve irae ederdi; öyle nükteler, mazmunlar yağdırır ki, bunlar geçtiği yerlere fikrinin
israf olunacak çiçekleri kabilinden serpilir, toplanır; memleket içinde gezerdi. Bir vaka olsa, bir yeni
şey işitilse arkasından Behlûl'ün zarif bir sözü, hoş bir latifesi naklolunurdu.

Her vesile ile naklolunacak hikâyeleri vardı; bir kitapta okunmuş bir sahife, bir ceridede tesadüfen
görülmüş bir fıkra Behlûl'e bir bakış zemini olurdu. Onu dinlerler ve mutlaka gülerlerdi .Nazarında
bütün kendisini dinliyenler, dinlediklerine gülenler bir alay ahmaklardan başka birşey değildi; asıl
eğlenen kendisiydi. Etrafındakilere kendisinin zevki için ancak böyle lüzum görüldükçe istimal
olunacak âletler kadar ehemmiyet verirdi.

Başlıca merakı herkes tarafından taklit edilmekti. Bir sınıf gençlerin giyiniş

ibresi hükmünde idi, ufak tefekler hakkında onun reyine bir nefis zevk düsturu hükmünde müracaat
olunurdu. Kokular, kravatlar, bastonlar, eldivenler, bütün o lüzumsuz fakat o nisbette mühim şeyler
niçin Behlûl'de taklit olunacak mutlak bir yenilik vardı.

Bu adamın ahlâk hüviyeti nasıldı?

Bu öyle bir sualdi ki, Behlûl şimdiye kadar nefsine karşı bile iradına lüzum görmemiş, vakit
bulmamıştı. Bazı şeylere itikadı vardı: Parayı büyük bir kuvvet olmak üzere telâkki ederdi, iyi bir
adam olmak için güzel giyinmek başlıca bir şart olduğuna zahipti; insanlara karşı vazifesinin onlarla
mümkün mertebe beraber eğlenmek, memlekete karşı vazifesinin mümkün mertebe mesirelerden
istifade etmek, nefsine karşı vazifesinin bir haşarı çocuğu mümkün mertebe sıkmamak noktalarından
ibaret olacağında tereddüt etmemişti.

Hayatta hiçbir şeye şaşmazdı, yalnız bu ahlâk felsefesine iştirak etmeyenlerin saffetine şaşardı,
lehçesi*nde hayret kelimesini yalnız bunun için muhafaza etmişti. Edison**un yeni bir ihtiramı meselâ
canbazhanede görüle görüle bıkılan bir sanat eseri kabilinden ötedenberi muntazar bir şey hükmünde
telâkki ederdi.

Hayatta bütün yeni şeyler için onda bir alışıktık, bir aşinalık vardı; sanki onlar eski imiş de herkes
vâkıf olmak için kendisinden sonraya kalmışça-sına garip addolunanlar Behlûl için eski zaman tarihi
mârufiyetine inerdi.

Refiklerini hayretlere düşüren bir vaka naklolunurken o «Bundan âdi bir şey olamaz» hükmünü
vererek başını çevirirdi. Hattâ Adnan bey ona: «Haberin var mı Behlûl? Firdevs hanımın kızım
alıyorum, sana bir şık yenge» dediği zaman Behlûl'de küçük bir hayret eseri bile uyanmamış, «Ben
zaten bekliyordum»

demişti.

Nihal çıktıktan sonra Behlûl hatasının fena tesirini nefsine unutturmak istiyerek resmi tekrar eline
aldı, etrafına baktı, nihayet bir Japon yelpazesi*nin arasına koymak için karar verdi. Oraya iliştirirken
kendi kendisine «Bu izdivaç fena değil, fakat Nihal için hiç iyi bir şeye benzemiyor.

Zavallı çocuk!» dedi. İkisi tâ çocukluktan-beri daima birbirine karşı cidalci, hattâ kinci olmakla
beraber, türlü küskünlüklere, kavgalara rağmen aralarında, şüphesiz kan bağla-riyle, büsbütün
kaybolamıyan bir dostluk vardı.

Onların münasebeti hiç bitmiyen bir cenkti. Behlûl, aralarındaki sekiz senelik yaş farkının verdiği
selâhiyetle bir büyük birader sıfatını alır, Nihal'in bütün çocukluklarını muaheze eder, ona verilen

terbiye tarzının aleyhinde bulunur, bu kızın şımarık bir çocuktan başka bir şey olmıyacağım söyler,
onu tâzip etmekten garip bir hsz alırdı. Bunlar Nihal'i çıldırtırdı: Keskin bir kelime ile, anif bir va,
ziyetle Behlûl'ün hiç bir itirazını mukabelesiz bırakmazdı; nihayet kavga -başlardı. Bu kavgada
Behlûl Nihal'in hırçınlıklarını istihza. lara, mukabele olunamıyacak kahkahalara boğarak galip
çıkmıya çalışırdı. Aralarında her vakit halledilecek bir mesele, hatime veri. lecek bir kavga vardı.

Bu münasebet tarzı onları neticesiz kalmış bir müsademede galebe fırsatı bulmak için dakikaların
tesadüf lûtfuna muntazır iki muharip sıfatında tutardı.

Birbirlerini ararlar; her kavgadan ;onra birbirine sokulurlar; önceden gülerek, bütün cidal hâtıralarını
unutarak başlarlar; sonra, birdenbire, bir kelime, bir nazar, bir hiç sebep olur; Behlûl güya bir çocuğu
kızdırarak eğleren bir adam sıfatından düşmiyerek, Nihal bu sahte taarruz vazından daha ziyade ku-
durarak kavga ederlerdi.

Hâlâ resme bakıyor; fakat onu görmiyerek, zihninde hep o meseleyi takip ederek duruyordu. Bir aralık
amcasının sözü aklına geldi, kendi kendisine: — Evet, dedi; şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir
valide ile şık bir hemşire! Bütün şık! Biz de Melih bey takımından oluyoruz.» Odasının bütün
duvarlarını dolduran resimlere bir fikir anlatmak istiyerek elini savurdu ve içinden gelen bir raks
havasiyle tuğyan ederek iki vaîs devresinden sonra kendisini tâ ötedeki koltuğa attı, bağırdı: Hurra!

Sıcak bir Ağustos günüydü. On beş günden beri Mile de Cour-ton dersleri tatil etmiş idi. Sabahları
bahçede uzun mücaleseler yapılıyor, bunlara ara sıra Adnan beyle Behlûl bile iştirak ediyorlardı. Bu
sabah kameriyede büyük meşguliyet vardı. Behlûl nihayet Be-şir'in kırmızı fesile mai püskülünü
getirmişti; fakat Beşire biraz büyükçe kafasının mûtaddan ziyade uzayan kıvırcık saçlarile, fes küçük
geliyordu. Saçlarını makinenin sıfır derecesile kırkmıya karar vermişlerdi. Beşir iki gündenberi
makineyi saklıyarak bu vazifeyi başka kimseye bırakmak istemiyen Bülend'den bucak bucak
kaçıyordu. Bülend'de o kadar arzu vardı ki, nihayet Nihal tavassuta lüzum görmüştü: — Neden
korkuyorsun, Beşir?

Bir tarafını kesmez ki demiş idi.

Nihal'in bu sözü Beşir'in bütün korkularını birden söndürmüş. tü; şimdi orada, yere diz çökmüş,
başını Bülend'e teslim etmiş idi. Bülend kahkahadan işHyemiyordu ki Beşir gıcıklanarak
kıvrandıkça, «Aman küçük bey!»

ricalari5rle ensesini kıstıkça Bülend'in

gülmekten parmakları gevşiyor, diğer eliyle karnına basarak katılıyordu. Ötede dalgın gözlerle,
dudaklarında müphem bir tebessümün gölgesi uçarak Mile de Courton Beşir'e bakıyor, kendisine:
«Oh! Fransızlar fena bir asır geçiriyor, madmazel! Sizi temin ederim ki, Fransa'yı terketmekle isabet
ettiniz.

Damarlarında biraz asalet kanı cevelân edenlerin bu pisliklere kayıtsız kalabilmesine imkân yok.»
kabilinden sanki ismet hislerinin isyanına tercüman olan nakaratlar terdif ederek Parisin son
ceridelerinden bütün mülevves tafsilâtile hikâye olunan bir rezalet vak'asını nakleden Behlûl'ü galiba
idinlememek için Beşire bakıyordu. Behlûl'ün başlıca zevklerinden biriydi: bütün okuduğu açık
hikâyeleri, gördüğü çapkın mudhikeleri türlü ahlâk mütalealariyle terdif ederek ihtiyar asilzade kıza
nakleder, onun azabından, sarı çehresini tabaka tabaka istilâ eden iffet humretinden eğlenirdi.
Kameriyenin kenarında, sedirin üstünde Nihal Cemileye yeni öğrenilmiş bir el işi göstermiye
çalışıyordu. Nihalin tabiatı idi : Doğrudan doğruya öğrenmeye sabrının kifayet ede-miyeceği şeyleri
Cemile'ye öğretmiye çalışarak öğrenmiş olurdu. Bu, gayet ince, muhtelif renkte kordelâların nohut
kadar boncuklarla tutturulmasından müteşekkil bir örgü idi ki, Mile de Courton son gelen kadın işi
risalelerinden birinde bulmuş idi.

Bu örgüden hir sigara iskemlesi için örtü yapılacaktı; Nihal bir yandan yapmaya çalışıyor, bir yandan
Cemile'ye ders veriyordu: — Şimdi, diyordu, sarı ile kırmızıyı ekledik, boncuğu geçirmeli, sonra
bunun yanma mai ile yeşil koruz Sonra karşıdan Mile de Courton'a hitap ediyordu: — Değil mi,
madmazel?

Sarı ile kırmızıdan sonra mai ile yeşil? Oh! Hiç te iyi olmuyor, ben usanmağa başladım bile; şu
sırayı bitirdikten sonra Cemile'ye vereceğim.

Mile de Courton renklerin imtizacına bakmak için, fakat asıl Behlûl'den kaçarak onların yanına
gelmiş, Behlûl nihayet Beşirin saçlarını eğri büğrü kestikten sonra şimdi bitirmiye üşenen Bülend'e
koşarak elinden makineyi almış idi. Cemile kendisine verilecek olan bu yeni işe heveslenerek
tostoparlak çehresini uzatmış, ihtiyar mü-rebbiyenin Nihal'e tariflerini dinliyordu.

Bahçenin üstünde Ağustosun sıcak gecesinden sonra henüz da-ğılmıya vakit bulamıyan bir sis uçuyor;
kameriyenin hanımellerin-den, şebboylardan ağır bir koku üstüne çöken bu sis arasında nefes
alamayarak güya bunalmış, yüzüyordu. Bu sabah Nihal'e beraber bahçe seyranına çıkan Fındık — sarı
kedi — ötede muhteriz pençesini uzatarak ibu kıvırcık siyah şeylerin mahiyetini anlamak isti-yen
temaslarla Beşirin yere dökülmüş saçlarına dokunuyor, kameriyenin çardağında, çiçek kokularından
mest olmuş bir arı mütemadi bir vızıltiyle dönüyor, tâ bahçenin bir köşesinde kelebeklerden ko« kan
bir çift serçe oradan oraya sıçrıyordu. 1

Bahçenin üzerinde derin bir saadet sükûnu kanatlarını germi bu hayat köşesini bir arâmiş havası
içinde uyutuyor gibiydi.

O gündenberi yalıda büyük vak'a unutulmuş denebilirdi. H( men kimse bundan bahsetmiyordu. Şakire
hanım o günden sonr başlayan baş ağrısına bile fasıla gelmiş, alnını sıkan yemeni çıkmj idi. Yalnız
bir gün yukarıda yatak odalarında bir tebeddül olaca ğından bahsedilmiş, Nihal'den yatak odalarile
dershanelerinin biı leştirilerek dördüncü odanın serbest kalmasına muvafakati istihsi edilmişti.

Nihal yalnız başını eğerek rıza göstermişti; sonra bu d unutuldu, ne o ve ne etrafındakiler buna dair
artık bir şey söyleme mislerdi. Nihal tatlı bir rüya içinde gibiydi. Artık hiç bir şey olmı yacak
vehmile hiç bir şey düşünmüyordu.

Babasına her vakitteı ziyade sokuluyor, onu her vakitten ziyade kendisine hasretmek is ti yordu.

Nihayet bir gün yalının içinde büyük bir telâş olmuş, rıhtım bir mavna yanaşmış

idi. Gürültüler vardı, mavnadan bir şeyler çıkı yordu. Nihal pencereden koşmuş, bakmış: Bir yatak
odası takımı!..
Bu, isfendan ağacından* güzel bir takımdı. Nihal birden anla di. Odalarda yapılacak tebeddülün
sebebi asıl bu yatak takımımı karşısında vuzuh kesbetti.

Daha ziyade görmek istemiyerek "bahçeyi kaçtı.

İki gündenberi takım yukarda sofada duruyordu. Adnan bej Nihal'in bir şey sormasına muntazırdı, ilci
gündenberi Nihal sofray dolduran bu kalabalığın önünden sanki görmiyerek geçiyordu.

Bugün Mile de Courton: — Hayır, hayır, mai ile yeşil hiç imti zaç etmiyor, başka bir şey bulmalı
derken Nihal birdenbire sor du:

— Matmazel! Ne için odaları boşaltmadılar?

İhtiyar kız başını kaldırarak baktı. Bu sual o kadar beklenmiyordu ki, hemen cevap vermedi.

— Bugün boşaltsak nasıl olur?

Mile de Courton biraz tereddütle cevap verdi:

— Evet, fakat sonra işçiler gelecek, perde değişecek, oda İkmal etmedi: «Oda boyanacak»
diyecekti.

— Bir çok iş var, bu gürültünün arasında kalacağımıza Bu sene de Ada**ya hiç gitmemiştik,
değil mi Nihal? Halana gitsek, bir iki hafta misafir kalsak

Mile de Courton bu fikri icad etmişti, ikide birde onu öne sürüyor, Nihal'i annesinin vefatından
kaçırdığı gibi bu yeni annenin gelmesinden de kaçırmak istiyordu. Nihal hep dudaklarını burarak

muhalefet gösterirdi, buradan uzaklaşacak olursa bir şey olacağından korkuyordu.

Bir gün, tereddüt etmeden muvafakat cevabı verdi: __Bülendle Beşir de beraber değil mi? Öyle ise,
bugün, hemen simdi gideriz. Yalnız ders odasını boşaltırken bekleriz, ondan sonra Ondan sonra ne
yaparlarsa yapsınlar

Odaların boşalacağına, Adaya gidileceğine vâkıf olur olmaz son ameliyatta muvaffakiyetini görerek
berberliğe hevesi tazelenmeğe başlayan Bülend birden Beşiri unuttu. Elinde Beşirin kırmızı yeni
fesini mâi püskülünden tutup savurarak bağırıyordu: Göç var! Göç var! Adaya gidiyoruz,
merkeplere bineceğiz! Sonra ablasına seafoodplus.info, ona sarılarak yalvarıyordu: — Merkeplere
bineceğiz değil mi, abla? Ben artık düşmem. O vakit küçüktüm, şimdi büyüdüm

Bacaklarının üstünde dimdik durarak büyük görünmeğe çalışıyordu. Hep beraber koştular, Bülend
neşesinin kasırgasile onların hepsini yalıya sürüklemişti.

Adnan Beye haber verdiler : «Oda boşalıyor, çocuklar Adaya, büyük halalarına gidiyorlar» denildi.
Mile de Courton btmıı söylerken Adnan beyle gözleri, başka bir lisanla fikirlerini takrir ediyor
gibiydi. Adnan bey yavaşça, sakit, yüzüne bakan Nihali çekti; galiba onu, teşekkür etmek için,
öpecekti. Öpmedi, Nihaide öyle bir şey vardı ki, şu dakikada, odanın boşalacağı, Adaya gidilerek
burasının serbest bırakılacağı için öpülmekten firar ediyordu.

Bülend bu göç etmek fikrinden çıldırıyordu: Şayeste, Nesrin, Beşir, evvelâ soğuk ve mahkûm bir itaat
ile başlayan bu hizmetçiler, çocuğun şatareti sirayetinden kurtulamıyorlardı. Piyanoyu dışarıda sofaya
sürüklerlerken Bülend muşamba perdenin gaytanını piyanonun halkasına takarak, akıntıda yedek
çekenlere mahsus bir vaziyetle asılıyor, olanca sesile «Varda, kimse olmasın, matmazelin eski
potinlerini çekiniz, hepinizi çiğneriz» diye bağırıyor, kahkahadan sinirleri gevşeyerek artık
çekemiyen Nesrin: «Aman, paşam, güldürme de işimizi bitirelim»

diyor, fırsattan istifade ederek soluyan Şayeste, Nesrine çıkışarak: «Çılgın kız! Gülecek ne var?
Gülünecek zamanı buldun ya» itabile bir mâna kasd ediyordu.

Bülend ter içinde idi. 'Şayeste bir iskemleyi, Nesrin yazıhanenin gözlerini yüklenerek yürürlerken, o
Beşirin sürükliye sürükliye götürdüğü perdenin bir ucundan yapışarak «yol verin, hamallar geçecek,
bir tarafınıza çarpmasın»

nidalarile koşuyordu.

Bülendin bu ıgürültüleri arasında Nihal birden sıkıldı, Mile de Courton'a —

Gidelim gidelim artık buradan! dedi.

Buradan, bu evden kendisine hiyanet eden birisinden firar edercesine uzaklaşmak istiyordu.

On beş gündenberi Adada idiler. Burada her şey unutulmuş gibiydi; fakat Mile de Courton Nihaide
gizli bir hissin yavaş yavaş tır--naklarile içini kazıdığını, çocuğun bahsetmek istemeksizin bir .şeye
muntazır olduğunu her vakitten ziyade.

artan duramamazlığından anlıyordu. Bugün yine Bülendin ibramına dayanarmyarak sabahle-yin bir
mektep seyranı yapıyorlardı. Adayı büyük bir halka* içinde sıkan yolu dolaşacaklardı. Merkebe
binmekten teneffür eden Mile de Gourton ile Nihal, hala hanımın tek atlı, iki tekerlekli arabasında
idiler; Bülendle Beşir onlara yetişebilmek için çığlıklarla merkeplere biraz daha sürat vermeğe
çalışı_____yorlardı. Beşirin kırmızı fesile çehresinin üstünde şimdi tozdan beyaz bir bulut vardı.
Bülendin fesinden taşan ince kumral saçları terden alnına, şakaklarına yapışıyordu, tombul yanakları
al al oluyordu.

Merkep süvarilerini pek geride bırakmamak için arabayı yavaş yavaş idare ediyorlar, arkalarında
Bülendle Beşirin seslerini, merkeplerinin mini mini ayak gürültülerini işitiyorlardı. Arasıra Beşir
arkada kalıyor, recüliyetini kaybetmiş habe.şlere mahsus ince ve ra-kik sesile: — Beyim, çok
koşuyorsun; düşeceksin, beni bekle! diye bağırıyor, o zaman Bülend ablasına sesleniyordu

— Durunuz, bir parça dursanıza, işte benimkini zaptedemiyorum.

Mile de Courton Nihalin elinden terbiyeleri** kaparak, tek tük geçenlere yol bırakmak için kenara
çekerek arabayı durduruyordu. Yine böyle durmuşlar, tâ arkada, uzakta küçük bir arızaya uğrayan
merkep süvarilerini bekliyorlardı.
Galiba Bülend'in kamçısı düşmüş idi, Beşir inerek onu arıyordu.

Adanın üstünde sıcak bir gün hazırlanıyor; etrafta, ufkun müphem mailiklerinde batı bir ses uçuyordu.
Uzakta istanbul, minarele-rile, camilerinin kubbelerile, tepelerinin yeşil ağaç kümelerile köpükten bir
deniz içinde titriyor gibiydi.

Sabahtanberi aralarında nadir kelimeler teati olunmuş idi. Niha! başını çevirmiş, Beşirin şimdi boş
kalarak yavaş yavaş ilerliyen merkebine bakıyordu.

Birden, onbeş gündenberi birinci defa olarak Mile de Courton'a sordu: — Ne vakit gideceğiz?

— Ne vakit isterseniz, çocuğum!

Nihal ihtiyar kızın yüzüne baktı, ilk önce hayretini zaptedemezi: — Ah! —

Sonra biraz durarak ilâve etti: — Demek artık bitti Nihal hayatı mahdut bir daire içinde geçen,
hayattan ancak basile murebbiyesinin, kitaplarile dadılarının söyledikleri kadar malûmat alan, bilgiç
refikalara malik olmıyan alelumum on iki ya, sında çocuklardan fazla bir şey bilmezdi. Hayata dâir
bildikleri bütün tesadüfle işidilmiş, sokakda araba ile geçerken görülmüş şeylerden küçük
muhakemesinin müşevveş istintaklarına münhasır kalmış idi. Eve bir kadın geleceğine vukuf hasıl
eder etmez bunun esas mahiyetini düşünmeksizin sırf hissî, sırf sinirli bir eza duymuş idi; bu
meselede muhakemesinin hiç bir tesiri yokdu. Bu his en doğru olarak kıskançlık tabirile kabili icmal
idi: O gelecek kadından her şeyi, hele babasını, Bülendi, daha sonra Beşiri, bütün ev halkını, evi,
eşyayı, hattâ kendisini kıskanıyordu; bu sevilmiş şeylerin içine girmekle o kadın bunları çalacak,
elinden alacak; evet, nasıl, pek iyi tahlil edemiyor, vuzuh ile düşünemiyor, fakat ruhu hissediyordu ki
o geldikten sonra kendisi şimdiye kadar sevdiklerini artık sevemiyecekti. Bu söz çikdıkdan sonra
yanında fazla lâkırdı etmemek için ev halkı kendisinden kaçıyor; o Şakire hanımın odasına girerken
önüne diz çökmüş

bir .şeyler anlatan Şayeste birdenbire susuyor, Nesrin ikide birde göğüs geçirerek of! diyor: bütün bu
etrafındakilerden bir gizli manâ intişar ediyordu.

Demek bir şey olacaktı ki, o anlıyami-yordu; hattâ Cemilenin bile yuvarlak çehresinde parlıyan
gözleri bu. küçük kızın Nihaiden ziyade malûmatı olduğuna delâlet ediyordu.

Evvelâ galebe çalınamaz bir tecessüs hissiyle Mile de Courton' un ibramına rağmen Adaya gelmemek
için inad etmiş idi. Orada hazır bulunmak, müdekkik bir müverrih ihtimamile bütün vak'anm
tafsilâtına müteyakkız bir şahid sıfatile kalmak istemiş idi. Kimseden bir şey sormuyordu, o vak'aya
dair kelime söylemiyordu; yalnız anlamak, görmek istiyordu. Sonra, odalarının dağılacağına, o güzel
isfendan takımın oraya konulacağına vâkıf olunca artık daha ziyade durmağa kuvvet bulamamış,
vakanın henüz şu ilk çarpışmasile mağlûp olarak kaçmak istemiş idi.

İşte on beş gündenberi, güya uzakta ölen kıymetdar bir hastanın can çekişmesini duyarak fakat bir
kelime söylerse neticeyi tacil etmiş olacağından korkarak, hep onu düşünüyordu. Adaya gelmek için
muvafakat ettiğine pişman idi. Daha ziyade, nihayetine kadar durmalıydı. Kalbinde öyle bir korku
vardı ki, avdetlerinde yalı, babası, her şey kaybolmuş, bir rüzgâr onları savurmuş olacak
zannettiriyordu. O, orada kalsaydı bu rüzgâr esmiyecek, bu rüzgâr hiç bir §«y yapamıyacaktı.

Daha sonra babasına açık olmıyan bir kini vardı. Her vakit onlar Adaya geldikçe o da ikide birde
gelir, günlerce beraber kalırdı; bu defa hiç, hiç uğramamış, hattâ merak ederek bir adam bile gön-
dermemiş idi. Son günlerde Mile de Courton'a babasından asla ba}J etmedi.

***

Adnan bey çocuklarının dönüşünü mümkün mertebe tehir e J mek istiyor, Bihter bilâkis her gün
onlardan bahsederek: — ArtıJ getirtseniz! Bilseniz onları görmek için ne büyük hevesim var! dil
yordu.

Çocuklarla illi mülakattan Bihter de korkuyordu, onlarla bütün müşterek hayatda münasebet tarzının
bu ilk mülakatla hasıl olacaj tesire tebaiyet edeceğini zannediyordu.

Bugün Adnan bey evlenmesinden sonra birinci defa olarak is. tanbula inmek üzere Bihterden,
saçlarının üstüne kondurulmuş biı buse ile, ayrılıyordu. Genç kadın yalvaran bir sesle: — Bugün
artıfc bir haber gönderirsiniz, değil mi? diyordu.

Birden merdivenin aşağısında bir gürültüyle taze, şakrak bir

orhan gencebay

  • ''sevecekmiş gibisin '' isimli parçası youtube ve diğer video paylaşım sitelerinde hülya avşar ' la sahilde çekilmiş görüntülerle verilmiş . halbuki o şarkı karlı , karakış bir günde uzun süreden beri birbirini görmemiş iki sevgilinin el ele tutuşması.
    kendi özelimden katkı yok . o şarkı bildim bileli bunu çağrıştırır.

  • sağcının solcunun ülkücünün dincinin.. hayatının bir aşamasında ya açıktan ya da gizliden dinlediği bir adamdır, ahmet kaya gibi yani bir çeşit. arabesk sevmeyen kişiler bile böyle bir saygı duyarlar kendisine, ağır adamdır, gönül adamıdır, sevilir, efendidir, bir gün kapıya gelse, ayaklarına terlik uzatılır, sofraya buyur edilir gibi birşeydir. dinlenir, sevilir..
    yani en azından ben kendisini kategori dışı olarak nitelendirirdim, arabeskçi, halk müziği icracısı, fantaaazi müzik şarkıcısı gibi kalıplar yoktu benim kafamda, orhan gencebay'la alakalı olarak..
    ee sonra ne oldu? sen koskoca orhan gencebay, böyle değişik bir yere ve imaja sahip olan biri, (ki halk konserleri vermekten bile kaçınırmış duyduğumuza göre) sen böyle ağır adam, git vodafon reklamlarında oyna. onca turkcelli avealı "gönül adamın" değil sanki gönül dostlarımı bekliyorum diye çağır herkesi vodafon'a, onlarca yılın birikimini ,sevgisini saçma sapan vodafone reklamı için kullan.. olmamış.. herşey para değil, çok para da teklif etseler farketmezdi, senin en işin olur vodafonla modafonla, koskoca orhan gencebay, hem de gönül dostlarım diye diye, vodafona adam topluyor.. yollarda karton maketleri, hani şu bazı restoranların önlerindeki heykelimsi şişman aşçı tiplemeleri gibi, yakıştı mı?
    burdan bir eksi verdim, sevmem artık dedim, bir de duydum ki sonradan, evetçiyim, evet verelim, referandumda şöyle edelim böyle edelim demiş. aha bu da olmadı. sen onca zaman siyasete ucundan kıyısından bulaşma, akara kokara dokunma, devlet sanatçılığını bilmemneyi reddet, sonra da en güçlü iktidarın en güçlü olduğu zamanlarda onların sesi ol. bu da olmadı.
    artık sevmiyorum ben orhan gencebay. ne efendiliği umrumda, ne de derin sanatı artık. hepsini böyle boşu boşuna bi çırpıda harcayabildiğine göre.. türkülerle, notalarla, ağlayışlarla yanında tuttuğu onca gönül dostunu reklamlarla tanıttığı ürüne çağırıyorsa.. olmamış diyorum.
    e bir sürü ünlü reklamlarda oynuyor efendim? oynasın bize ne, onlar böyle bir yere sahipler miydi acaba gönüllerde?
    daha sevmediğim bir türkücü. bundan sonra böyle.
    kral çıplak'da gördüm de az önce, ordan aklıma geldi. eksi.
    not: ee? açıklamadım evet oyumu dedi şimdi de. biz duyduk ama. eksi.

    not2: "iftira, saygısızlık ve terbiyesizlik"le suçlanıyorum. dememiş evet, biz yanlış duymuşuz, elf kulaklarımız bizi bir büyü ile yanıltmış demek ki.
    gönül dostları'nın değişen profili de pek çok şeye ipucu olur nitelikte zaten. evet.
    neşet ertaş'ın haşim akman'la yaptığı "gönül dağı'nda bir garip" isimli söyleşi kitabını da okuyorum bu aralar. nasıl da eski tanış olduklarını anlatıyor, "orhan çok güzel çalar, değişik çalar, beraber çok ağladık.." sözleri ile bahsediyor gencebay'dan. arif sağ'ı da anıyor sevgiyle. ama sonra yollar ayrılmış işte böyle, reklamlar, röportajlar, yönlendirmeler.. insan üzülüyor.
    yani on saat daha yazabilirim de bu ayrılan yollar ve esir olmalar üzerine, yazmamayı tercih ediyorum. neşet ertaş'da turkcell reklamında oynasın bari bu mantıkla.

  • ben onu benim hayalini kurduğum gibi bir dünyanın hayalini kurduğu için "batsın bu dünya" diyor sanıyormuşum meğer. değilmiş öyle.

  • dünyanın en büyük günahını işlemiş olsun mesela, yazdığı iki nota telafi eder her şeyi.
    tamam biliyorum, ottan boktan sebeplerle güzel olanı harcamaya meraklı bir milletiz. ama o kadar da uzun boylu değil. gencebay bu be.

  • şu fani dünyada paul stanley ile birlikte en sevdiğim müzisyen. evet ters, evet çakışık kültürler ama seviyorum ben orhan babayı. ne bileyim bir kader diye diye, ilk göz ağrım, sevecekmiş gibisin, yasak resim ömrümde dinlediğim en güzel şarkılardandır ki daha da gider bu liste. ömrün uzun olsun orhan baba..

  • aklım takıldı diyerekten bir söylemi vardır, bu, bu ülkenin söylemidir.

  • annemle teyzemin arasında, ben kendimi bildim bileli bir orhan-ibo çekişmesi var. annem, işlenirken sürekli şarkı mırıldanan annem, daha ağırbaşlı görüntüsünden ve bu görüntüsünün şarkılarındaki tezahüründen olsa gerek, orhancıydı. teyzem, her coşkusu saman alevi gibi güçlü ve kısa teyzem ise ibocu! annemde orhan babanın eskiiii bir kartpostalı vardı, hatta erdek'e de mi ne gelmişti, anlatılırdı. teyzem ise ibo'nun çıktığı gazinoda sahneye atlamış, hemen bir fotoğraf çektirmişti.

    ben farklı dönemlerde de olsa orhan baba'nın da şarkılarını sevdim, ibo'nun da zamanı oldu mp3'ümü sadece ikisinin şarkılarıyla doldurdum. orhan gencebay'ın evine röportaja gittim, bir beş dakika heyecandan saçmaladım. ibo'yu canlı canlı izledik, sahneye doğru "ben her geceeeeeeee sarhooooşum" diye bağırdık.

    ibo, orhan'la kıyaslayınca daha kaba sabaydı, kadın dövüyor, topuktan indiriyordu. orhan gencebay ise 'gönül dostu' duruşunu muhafazaya çalışıyordu. şarkıları ile kişiliklerini ilintilendirmemeye çalıştım. şarkılarını sevdim, kendileri hakkında uzun uzadıya düşünmek istemedim bu yüzden. onlar da öyle işte, dedim.

    ta ki dün geceye dek orhan gencebay'ın ortayolculuğundan şaşmadan, okan bayülgen'in her sorusuna "öğreten adam" duruşu ile cevap vermesine bir yere kadar dayanabilir zaten insan. fakaaaat "darbe tabii ki iyi bir şey değil. eminim bu darbeyi yapanlar da bunu yapmak durumunda kaldıklarına memnun olmamışlardır. ama darbeden sonra sokağa güvenle çıkabildik. tabii ki bu arada bazı üzücü olaylar da yaşandı" minvalindeki, lafı neredeyse "kenan evren de bazı bazı o günleri hatırlayıp gözyaşı döküyor"a getiren beyanatına ise dayanamadım. allah seni bildiği gibi yapsın, deyip televizyonu kapadım, yattım.

  • kendisi için kadere teşekkür etmeliyiz. samsunda balıkçılık yapıyor olabilirdi.

  • bu amcanın yüzü o kadar geniş ki ıkiye ayırdığı bıyıklarının bir tarafı bana tam olur.

  • eurovison a katılması halinde mekanı da avrupayı da dağıtacağını düşündüğüm büyük müzisyendir. son dönemde çıkan haberler umarım doğrudur ve katılır. kendisi görev verilirse kabul edeceğini de belirtmiş. yürü be orhan abi.

    hele sahneye çıktığındaki orkestrayı falan düşünemiyorum. of of of

ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir