ilber ortaylı türkiye nin yakın tarihi pdf / (PDF) ilber ORTAYLI - Tarihimiz ve Biz | madylo maylo - Academia.edu

Ilber Ortaylı Türkiye Nin Yakın Tarihi Pdf

ilber ortaylı türkiye nin yakın tarihi pdf

25 GENEL YAYIN YÖNETMENİ

Emine Eroğlu EDİTÖR

Adem Koçal KAPAK TASARIMI

Ravza Kızıltuğ 1. BASKI

Eylül 2010, İstanbul 10. BASKI

Ekim 2011, İstanbul ISBN

978-605-114-316-3 TİMAŞ YAYINLARI

Cağaloğlu, Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, No:5, Fatih/İstanbul Telefon: (0212) 511 24 24 Faks: (0212) 512 40 00 P.K. 50 Sirkeci / İstanbul timas.com.tr [email protected] facebook.com/timasyayingrubu twitter.com/timasyayingrubu Kültür Bakanlığı Yayıncılık Sertifika No: 12364 BASKI VE CİLT

Çınar Matbaacılık Yüzyıl Mah. Matbaacılar Cad. Atahan No: 34 Kat 5 Bağcılar / İSTANBUL Tel: (0212) 628 96 00 YAYIN HAKLARI

© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak Timaş Basım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi’ne aittir. İzinsiz yayınlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ İlber Ortaylı

İLBER ORTAYLI 1947 yılında doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1969) ile Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. Chicago Üniversitesi’nde master çalışmasını Prof. Halil İnalcık ile yaptı. “Tanzimat Sonrası Mahalli İdareler” adlı tezi ile doktor, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu” adlı çalışmasıyla da doçent oldu. Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strasbourg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus üniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı, seminerler ve konferanslar verdi. Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde Osmanlı tarihinin 16. ve 19. yüzyılı ve Rusya tarihiyle ilgili makaleler yayınladı. 1989–2002 yılları arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yapmış, 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi’ne geçmiştir. Halen Topkapı Sarayı Müzeler Müdürlüğü Başkanı görevini de yürütmektedir. İlber Ortaylı, Uluslararası Osmanlı Etüdleri Komitesi Yönetim Kurulu üyesi ve Avrupa İranoloji Cemiyeti üyesidir. Yayınevimizdeki Diğer Eserleri İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı Gelenekten Geleceğe Osmanlı Barışı Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 1 Son İmparatorluk Osmanlı / Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 2 Üç Kıtada Osmanlılar / Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 3 Tarihimiz ve Biz / Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek 4 Tarihin Sınırlarına Yolculuk Osmanlı Toplumunda Aile Osmanlı Mirası (Taha Akyol ile)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ / 7 I. ANAYASA TARİHİMİZ İKİ ASIRLIK ANAYASA TECRÜBEMİZ / 11 1876-1908: ANAYASA TARİHİMİZİN İKİ DÖNÜM NOKTASI / 15 23 NİSAN 1920: YENİ MECLİS, ESKİ ANAYASA / 19 1922-1924: LAİKLİĞE GİDEN ANAYASAL SÜREÇ / 25 1924’TEN 1961’E ANAYASA SERÜVENİMİZ / 31 1961 VE 1982 ANAYASALARI / 35 II. YAKIN TARİHİMİZ ÜZERİNE NOTLAR 1915: ÇANAKKALE SAVAŞI VE SONRASI / 43 1914-1918: BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI / 47 1919: İZMİR’İN İŞGALİ / 51 23 NİSAN 1920: YENİ MECLİS, YENİ RUH / 55 30 AĞUSTOS 1922: DOĞU ANADOLU’NUN KADERİNİ BELİRLEYEN SAVAŞ / 63 İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNLERİ / 67 3 MART 1924: HİLAFET NE OLDU? / 71 HARF DEVRİMİ / 77 BEŞ BİN YILDIR DEĞİŞEN ALFABE / 81 ERMENİ OLAYLARI VE ARŞİVİMİZ / 85 1939-1945: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA TÜRKİYE / 89 1950: TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN BAŞLANGICI / 93 14 MAYIS 1950: DEMOKRASİNİN İLK GÜNÜ / 97 1950’LER DEĞİŞEN TÜRKİYE / 101 6-7 EYLÜL 1955: SANCILI GÜNLER / 105 27 MAYIS 1960: DARBENİN 50. YILI / 111 5

ESKİ VE YENİ DEMOKRAT PARTİ / 117 YAKIN TARİHİMİZDE SEÇİMLER / 121 1960, 1971, 1980: ASKERİ DARBELER / 125 12 EYLÜL’E NASIL GELDİK? / 129 12 EYLÜL NELER GETİRDİ? / 135 III. TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI AVRUPA YOLUNDA TÜRKİYE / 141 TÜRKİYE VE RUSYA / 147 RUSYA’DA TÜRKLER / 153 TÜRKİYE VE İTALYA / 157 TÜRKİYE VE ALMANYA / 161 TÜRKİYE VE AVRUPA / 165 TÜRKİYE VE SURİYE / 169 TÜRKİYE VE IRAK’IN GELECEĞİ / 173 NEO-OSMANLILAR / 179 ÖKÜMENLİK TARTIŞMASI / 181 TÜRKİYE VE VATİKAN / 185 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE HARİCİYE / 191 IV. TARİHTEN MİRASLAR TÜRKİYE ARKEOLOJİSİ / 201 ANADOLU’DA ESKİ ESER GEZMEK / 207 TÜRKİYE’DE ÇEVRE TAHRİBATI / 211 KONSTANTİN SURLARI / 215 MÜZEYE ÇEVRİLEN CAMİLER / 219 SARAYLARIMIZ / 223 SOKAK İSİMLERİ / 227 V. EĞİTİM SİSTEMİMİZ DEĞERLENDİREMEDİĞİMİZ MİRAS / 233 EĞİTİM SİSTEMİMİZ VE SINAVLAR / 237 6

ÖNSÖZ

19. yüzyılda modernleşen ve medeniyet çizgisini değiştiren üç tane imparatorluk vardır; Osmanlı, Rusya ve İran. Uzaktaki Japonya’yı bu coğrafi çevrenin dışında kendine özgün şartlarıyla değerlendirmeye almamız doğru olmaz. Hem de bu dalın uzmanı değiliz. Bunlardan Rusya, Hıristiyan dünyanın parçası olmasına rağmen Batı tarafından Bizans ve doğulu olarak görülmüştür. Rusya 18. yüzyıldan beri (ve mutlaka çok daha evvelinden) Batı medeniyetini benimsemiş ve bir asır sonra bu medeniyetin ana unsurlarından biri haline gelmiştir. Tüm bu gelişmelere rağmen Rusya ile Batı arasındaki gerilim sona ermemiştir. Aynı şeyi Osmanlı Türkiyesi için de söylemek mümkündür. Osmanlı modernleşmesi askeri zaruretin sonucudur. Hayatın bütün kompartımanlardaki Batılılaşma bu temel gereksinmeyi ve zorunluluğu izlemiştir. Şüphesiz aynı şeyi İran için de söylemek mümkündür. Kendi geleneksel kültürünün zenginliğine rağmen bu üçü arasında sanayileşme ve üretim düzeyi bakımdan farklılıklar vardır ve İran özgün geleneksel kültürüne rağmen Batı dünyasının altyapısal modernleşmesi 7

İLBER ORTAYLI

kadar Rusya’nın ve hatta Osmanlı’nın altyapısal modernleşmesine geç ayak uydurmaktadır. Şüphesiz yeni Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Cumhuriyetin ideolojisi ve rejimi kendine özgün bir dünyada özgün sorunlarla ortaya çıkmaktadır. Bizim kuşak bu sorunlu hızlı değişim dönemini yaşamıştır. Türk çağdaşlaşmasının gözlemcileri, tanıkları olarak bazı değerlendirmeleri yapmak hakkımız ve görevimizdir. Çağdaşlaşmamızdaki anayasal, dış politik ve kültürel kurumlardaki bazı sorunları burada kısa makalelerle ele aldık. Türkiye’nin yakın tarihi üzerine notlardan oluşan bu çalışma hiç şüphesiz ki bu alandaki diğer çalışmalarımın bir özet takdimidir. Kitabın basımında ve düzenlenmesinde yardımcı olan Timaş Yayınları’na ve Adem Koçal’a teşekkür ederim. İlber Ortaylı Topkapı Sarayı Müzesi

8

I.

ANAYASA TARİHİMİZ

İKİ ASIRLIK ANAYASA TECRÜBEMİZ

Anayasalar siyasi bir kuruluş olan devletin ana örgütlenmesindeki doktrin ve ilkelerin yansıdığı belgelerdir. Belgelerden söz ettik ama belge halinde ortaya çıkmayan anayasal sistemler de vardır; yeryüzünün en eski ve mükemmel demokrasisi Britanya için anayasa belgesinden söz edemeyiz fakat mükemmel işleyen bir anayasal mekanizması vardır. Bazı bükülmez kural ve kurumlar bir parlamento kararına, hatta hükümdarlık ile meclis arasındaki bir sözleşmeye bile dayanmaz; tarihin akışı içinde oluşan adetler ve karşılıklı kabul edilen davranışlardır. Amerikan devriminin ve Fransız ihtilalcilerinin beyanname ve sözleşmeleri çarpıcı anayasal belgelerdir. Hele Amerikan anayasası değişikliklerin ancak eklerine konduğu, orijinaline el sürülmeyen bir belgedir. Fransız anayasası kaç defa değişti; ruhunun aynı kaldığı iddia ediliyor. Öyle mi? Anayasaların toplumu ileriye götüren, öncülük eden belgeler mi, yoksa o toplumun düzeyini yansıtan yapılanmalar mı olması gerekir, bu tartışılır. Sovyetler Birliği anayasası komünizm yolunda ilerleyen bir toplumun, o andaki durumunu ve yapılanmasını yansıtan bir belgeydi. Nitekim siyasi 11

İLBER ORTAYLI

ve idari hayatta politikayı belirleyen yöneticiler, ikide bir “Anayasanın falanca maddesine göre açıktır ki...” üslubuyla değil, “Marksizmin, Leninizmin ilkelerine göre gayet açıktır ki...” üslubuyla konuşurlardı. Cezayir anayasası devletin kuruluşu sırasında gayet kısa bir belgeydi. Buna karşılık 60 yıllık Hindistan’ın halen yürürlükte olan ve titizlikle itaat edilen anayasası ise inanılmaz ayrıntıları içeren kocaman bir kitaptır. Bu muazzam ve renkli kıtayı bir arada tutan, varlığını devam ettiren akide ve prensipler bu anayasaya işlenmiştir. Dünya devletlerinde anayasayı dilinden düşürmediği halde rafta tutanlar vardır. Zaten itaat edilse de, bir anayasadan bekleneni vermeyecek anayasalar da vardır. Bazı anayasalarda seçim mekanizması ile bağdaşmayan kurumlar yer alır. Bunlar bir grubun hakkını sınırlayanlar olduğu gibi, aksi durumlar da sözkonusu olmuştur. Mesela şaşılacak şey, İran İslam Cumhuriyeti’nin anayasasında nüfusu çok az olan Zerdüşti, Yahudi ve Ermeni cemaatlerine birer veya ikişer mebusla mecliste temsil hakkı verilir. Sovyetler Birliği’nde de her azınlığın gazete, kitap çıkarma hakkı vardı. Bu nedenle Nâzım Hikmet’in şiirlerini 75 adet basmakla övünen azınlıklar vardı; nüfusları o civardaydı. Dünyada her anayasa mükemmel ve uygulanıyor demek değildir; bazı anayasaların uygulanabilirliği tartışılırdı. Nitekim yakın geçmişte kardeş Pakistan’ın şeriat ışığında hazırlanan anayasaları çatışma ve anlaşmazlık yaratan denemelerdi; hepsi de askeri darbe ve örfi idare kanunları ile rafa kalktı. Oysa daha 19. asırda Ahmet Cevdet Paşa “İslam devletinin anayasası kelamdır” demişti. Bu hükmü hemen bir bağnazlık 12

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ

diye değerlendirmeyelim. 19. yüzyıl dünyasının bol gürültülü ama kof anayasa metinlerine bakıp İngiliz parlamentarizmine ve sistemine takdiri açık olan bir düşünürün İslâm dünyası için özlediği anayasal sistemi ifade etmekteydi. Türkiye’de Britanya tipi bir parlamentarizm mümkün olabilir miydi? Cevabı tarih verdi: Hayır... İki asırlık anayasal tecrübelerimizi küçümsemeye kimsenin hakkı yoktur ama herkesin yolu kendine göredir. 1839 Tanzimat Fermanı bir anayasal gelişmedir. Çünkü imparatorluk tebaasının dinini kamusal hizmetlere ve katılıma yansıtma konusunda eşitlik getiriyordu. Asıl önemlisi vergi meselesinde kanuna dayanılıyor, ceza ve muhakemata insan hayatı açısından teminat getiriliyordu. Bu kurumlar 1856 Islahat Fermanı ile daha da geliştirildi. Kimse bu iki belgenin kâğıt üzerinde kaldığını iddia etmesin; imparatorluğun idari ve hukuki coğrafyası değişmeye başlamıştı. Kuşkusuz hemen İngiltere ve Fransa kılığına girmedik ama milliyetler çağında imparatorluğun her köşesinde bir yangın vardı ve gene de tebaa-ı şahane gerçek tebaa olma yolunda ilerliyordu. Gerçek şu ki “anayasa olsun veya olmasın” diyenler arasında 1848 Avrupa’sının her yerinde kan dökülüyordu. Rusya ve Avusturya bu fikre en tahammülsüz olanları, hatta milliyetçi ve liberal ayaklanmaları birlikte bastırdılar. Osmanlı onların karşısındaki insanları bu ülkeye kabul edip görev ve rütbe vermekte hiçbir mahzur görmedi. 19. yüzyılın Rusya’sında liberal bir anayasa istemek bile hoş görülmez bir zındıklıktı. Aslında Bolşeviklerin karşıtı ve muhafazakâr bir parti olan KADET (yani anayasacı demok13

İLBER ORTAYLI

rat) partisi iktidarı yarım yamalak elde edene kadar 1905 ve 1917 İhtilali yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise anayasa sanıldığının aksine dehşet uyandıran bir metin değildi. 1876’da İstanbul’da Tersane Büyükelçiler Konferansı toplandı ve kaynayan Rumeli’nin sorunlarını tartışırken, “Siz despotsunuz, ıslahat yapın, yoksa Balkanlar’daki halklara özerklik verin” diyorlardı. Hariciye Nazırı Savfet Paşa bunalımlı anda, bir sabah “Şu duyduğunuz top sesleri Osmanlı Devleti’nin artık anayasal bir monarşi olduğunu ilan ediyor, her şey düzelecek” dedi. Toplantı dağıldı ama kimse pek oralı değildi. “Görelim bakalım nasıl bir meclis kuracaklar, özgürlükleri nasıl uygulayacaklar?” diyorlardı. Rusya sefiri ise “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz, yani bu konferansın çalışmasını bu yolla önleyeceksiniz. Rusya imparatorluğunu Avrupa’da anayasasız ve parlamentosuz tek ülke olarak bırakma ayıbına iteceksiniz. Bu teşebbüsünüz size pahalıya mal olacaktır” dedi. Çok geçmeden 1877 Türk-Rus Savaşı patladı. Meşrutiyetçilerimiz anayasalarına (Kanun-u Esasi) ve İngiltere’ye çok güvenip bu harbe girmekte fazla tereddüt etmediler. 1877 Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı da bu savaş nedeniyle tarihte kaldı.

14

1876-1908 ANAYASA TARİHİMİZİN İKİ DÖNÜM NOKTASI

1876 Anayasası’nın yani Kanun-u Esasi’nin toplanmasını emrettiği Meclis-i Mebusan 19 Mart 1877’de toplandı. İmparatorluğun yedi iklim dört bucağından gelen mebusların bazıları bu kadar renkli bir kalabalığı ilk defa görüyordu, bu bir imparatorluktu. Reis Ahmet Vefik Paşa valiliklerinden edindiği hoyrat bir üslupla meclisi yönetiyordu. “Söyledik ya, bu böyle olacak” gibi cevaplarla söz kesiyordu, hatta bir Rum milletvekilini “Otur yerine eşek herif ” diye haşladı. Valiliği zamanına has bu tavrı; imparatorlukta yaygın seçim yapılamadan, her vilayetin seçilmiş sayılan vilayet idare meclis üyelerinden bazılarının mebus diye başkent İstanbul’a yollanmalarından ileri geliyordu. “Bu mebuslar acaba nasıl toplanacaklar?” diye küçümseyerek soran diplomatlardan bazıları; “Pekâlâ meclisin oturumlarında bir müzakere alışkanlığı olduğu görüldü. Mebuslar oturdukları yerlerden soru soruyor veya müdahalede bulunuyorlar” diyordu. Anlaşılan vilayet idare meclislerinin toplantı geleneğini hem mebuslar, hem de Reis Ahmet Vefik Paşa sürdürmekteydi. 15

İLBER ORTAYLI

1876 Anayasası siyasi partiler, dernekler gibi kuruluşlar üzerinde hüküm beyan etmiyordu. Şurası bir gerçek ki, imparatorluk o tarihe kadar bu gibi kuruluşları da tanımıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi grup, Balkanlar’da ayaklanan gizli ihtilal çeteleri demekti. Şurada burada bir araya gelen siyasi aydın kümelerinin bile ne derecede bir kulüp olduğunu bugün tarihçiler tartışıyor. O gün toplanan milletvekillerinin içinde Türkçe bilmeyenler bile vardı. Gelecek için seçim kanunu tartışılırken, “milletvekillerinin Türkçe bilme mecburiyeti” hükmüne Arap mebuslar itiraz etmiş, Ahmet Vefik Paşa da “Aklınız varsa dört yıla kadar öğrenirsiniz” demişti. Bugün bizim için şaka gibi görünen bu manzaralar aslında bir eski meclis geleneğine dayanan, bir çağdaşlaşmanın başlangıcını teşkil eden ve adeta yeni bir gelenek doğuran davranış biçimleridir. Anadolu mebusları İstanbul’dan gelenlere, “Biz Tanzimat başlangıcından beri seçim denen adeti iyi biliriz, siz daha ilk defa gördünüz” diyorlardı ki, doğruydu. Anadolu eşrafı idare, belediye meclislerine, çeşitli çalışma kurullarına seçim yapma alışkanlığını edinmişti. Şurası bir gerçek, temsilcilik alışkanlığı ve süresi bakımından bu adamlar, her yasama döneminde üyelerin üçte ikisinin değiştiği bugünkü meclislerimizden çok daha tecrübeliydi. Bir konu daha var; Türk-Rus Savaşı sürerken bile bu mecliste dış politika tartışıldı. Oysa bundan sonra 1965 dönemine kadar dış politika bizim meclislerimizde pek tartışılmayan konulardandır. 1877 Mebuslar Meclisi’nin üçte biri gayrimüslim üyelerden oluşuyordu. Bu 19. yüzyıl için bir devrimdir. Hiçbir ülkede hakim dinin dışındakilere bu kadar yüksek bir temsil hakkı verilmemişti. Hatta sonraki Rus Duma meclislerinde birkaç Müslüman mebus olduysa da, Yahudi mebus yoktu. 16

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ

II. Abdülhamit bu yapısından dolayı savaş zamanındaki olumsuz rolünü bahane ederek meclisi dağıttı. Ayan Meclisi, yani Senato’nun üyeleri de Mebuslar Meclisi kadar Hıristiyan ve Türk olmayan üyeleri içeriyordu fakat Ayan Meclisi dağıtılmadı. Kaydı hayat şartıyla tayin edilen Ayan üyeleri, II. Meşrutiyet yıllarında bile Rum Patrikhanesi’nin logotéti ünlü Logofet Bey gibi görevini sürdürdü. Hekim Marko Paşa da Ayan azasındandı. II. Abdülhamit her şeyi yasak ediyordu, matbuat da bilindiği gibi sansür altındaydı ama anayasaya göre “Matbuat kanun dairesinde serbesttir”. Yine bu anayasanın acayip sayılabilecek ünlü 112. maddesine göre, padişah ammenin selameti için gerekli gördüğünü yargısız sürgüne yollayabilirdi. Anayasanın babası diye ilan edilen, fakat anayasa tekniklerinden ve hukuk metinleri hazırlamaktan pek haberdar olmadığı anlaşılan, aslında sadece bizim imparatorluğumuzun değil, bütün Avrupa’nın en büyük valisi Mithat Paşa, sadrazamlığına bakılmadan ve daha meclis toplanamadan, Gülcemal vapuruyla yurtdışına sürüldü. II. Abdülhamit metnin zayıf bünyesinden yararlanarak, meclis toplanmadan anayasal rejime ilk oyununu oynamıştı. Anayasa tabii ki kaldırılmadı, kaldırılmasının lüzumu yoktu. Kanun-u Esasi devlet yıllıklarında devamlı olarak başköşede yer aldı. Bu saydığımız nedenlerden dolayı 1908 Temmuz’unda Makedonya’da ayaklanan askerler Kanun-u Esasi’nin “ilanını” değil, bazı maddelerinin yeniden yürürlüğe konmasını istemişlerdir; daha doğrusu Meclis-i Mebusan’ın toplanmasını. Anayasada yapılan yeni değişiklikler, hükümet denen kurumu ortaya çıkardı; çünkü 1876 (Hicri 1293) Anayasası’na 17

İLBER ORTAYLI

göre hükümet; meclis seçemez, sadrazamı ve nazırları padişah tayin ederdi. Bu Prusya modeliydi ve bizim eski Osmanlı ananesine de uygundu. Burada bir noktayı önemle belirtelim; herkes 1293 (1876) Anayasası’nın örneği olarak Belçika’yı veya rahmetli Coşkun Üçok Hoca gibi Prusya’yı gösterdi. Oysa hepsidir. Komisyon bütün anayasaları çevirtip önüne koymuştu. Osmanlı, itfaiye nizamnamesi için dahi aynı yolu izlerdi. Ananeyle alakası olmayan bir yenilik; toplanan Heyet-i Vükela’nın hiyerarşisinde sadrazamdan sonra şeyhülislamın yer almasıydı. Oysa eski imparatorlukta şeyhülislam efendi, yani bir başka deyişle başkent İstanbul’un müftüsü, Divan-ı Hümayun üyesi değildi. 1908 tadilatında da şeyhülislamın yerine kimse el süremedi. 1908 değişiklikleriyle basın hürriyeti getirildi. Matbuat hürdü ama bir müddet sonra Galata Köprüsü üzerinde gazeteciler İttihatçıların fedaileri tarafından vurulmaya başlandı. Siyasi partiler yani fırkalar ve kulüpler, hatta amele cemiyetleri mantar gibi türedi ama gerçek anlamda bir tek siyasi parti vardı ki Balkanlar’ın komitacı geleneğinden geliyordu: İttihat ve Terakki Cemiyeti. Cemiyet kısa zamanda her şeye hâkim oldu, ikinci seçimler “sopalı seçim” diye anıldı, bir müddet sonra hiç tahammül edemedikleri için meclisi tatil ettiler. İmparatorluk yıllarca “kanun kuvvetinde kararnameler” ile yönetildi. Tabii diktatör yönetimlerin kendine göre avantajı da vardır; bürokrasi, ordu ve eğitim II. Meşrutiyet yıllarında modernleşti. İttihatçılar vatanseverdi, bu onların hem gücüydü, hem de hatalarının bir nedeni...

18

23 NİSAN 1920 YENİ MECLİS, ESKİ ANAYASA

İttihat ve Terakki Fırkası 1918’in sonunda kaybedilen savaşın ardından kendini feshetse ve önderleri yurtdışına iltica etse de, Türk siyasi hayatından çekilmiş değildir. İttihatçılık bir “şiar” yani misyondur ve İttihatçı demek hayatları pahasına dayanışma içinde olan yoldaşlar topluluğu demektir. Yolları ayrılmış olsa dahi, yoldaşların sorumlulukları bir ölçüde devam ederdi. 1926’da idam edilen ünlü Maliye Nazırımız Mehmet Cavid Bey’in oğlu, hepimizin tanıdığı Şiar Yalçın’ı, Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey büyütmüştür. Aynı zat, evvelce beraber oldukları fakat sonra yolları ayrılıp muhalif cepheye geçen ve İzmit’teki feci hadisede linç edilen Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey’in kendisine sığınan eşini ve oğlunu himaye etmiş ve yurtdışına göndermiştir. Bu çocuk ünlü büyükelçimiz Zeki’dir (Kuneralp). İttihatçılar nerede olursa olsun birbirleriyle ilişkileri olan, belirli zamanlarda ortak hareket edebilen bir zümreydi. İstanbul’daki Fransız işgal komutanı Franchet Desperey “her şeye 19

İLBER ORTAYLI

rağmen bütün dinamizmin miskin ve çürük ihtiyar Türklerde değil, bu genç Türklerde olduğunu” haklı olarak belirtmiştir. Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, Demokrat Parti’nin baş kurucusudur ama “Benim partim” diye söz ettiği Demokrat Parti değil, “İttihat ve Terakki” idi ve o Yassıada’da dahi İttihatçıydı. Hiç kuşkusuz önde gelen İttihatçılar dışarıdaki Enver Paşa’nın yanında olsalar da, geniş üye zümresi her yerde Ankara’daki hükümetin etrafında toplandı. Partinin asıl unsurları Enver ve Talat Paşa’nın adamlarıydı. Ankara’ya Enver’i getirmek için her türlü siyasi manevrayı denediler ama eski İttihatçılar Milli Mücadele’ye katıldı. Mütareke İstanbul’unda devlet ve cemiyet hayatı acaba nasıldı? Osmanlı imparatorluk toprakları yani Memalik-i Mahrusa mütareke anında tespit edilen sınırlara rağmen, daha geniş ölçüde işgal edildi. Yakındaki barış anlaşması açıkçası küçülmüş bir Osmanlı ile yapılmak isteniyordu. Asıl önemlisi başkent işgal altındaydı, padişah ve hükümet oradaydı fakat kentin statüsünün ne olacağı tartışılıyordu. İşgale rağmen devletin hükümranlığı devam ediyordu. Şüphesiz her bakanlık (nezaret) ve her devlet ofisi işgalcilerin denetleme ve müdahalesine açıktı. Mesela Osmanlı arşivlerine bile bakıldı ve o zaman “Ermeni tehciri” ile ilgili önemli deliller çıkaramadılar. Osmanlı başkentinde sefaretler ve sefirler vardı. Örneğin parçalanan Rusya’nın bünyesinden çıkan Ukrayna ve Azerbaycan sefirleri İstanbul’daydı. Sonradan Sovyetleşen Azerbaycan’ın sefiri Abilof Yoldaş ise Ankara’ya gönderildi. Osmanlı Devleti’nin sefaretleri de dış dünyada temsile devam etti; yenilmiş ordumuz dağıtılmış değildi ama silahlara el konmuştu ve gözetim altındaydı, bütün nezaretler de öy20

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ

leydi. Ama devlet ve bürokrasi 1920’den itibaren Ankara’nın emrine girecek unsurları derhal çıkardı. Asıl önemlisi Maraş, Antep, Urfa ve Çukurova’daki yenilgisinden sonra Fransa, işgali pek yürütemeyeceğini anlamıştı. Britanyalı müttefiklerinin tavrı Fransa’yı Anadolu tarafına itti. İtalya ise harbin bittiği anda müttefikleri İngiltere ve Fransa’nın açgözlü ve nankör(!) tutumlarının ne olduğunu gördüğünden ve bilhassa Batı Anadolu’da Yunanistan’ın kendi çıkarlarına karşı bu iki devlet tarafından kullanılmasından dolayı çoktan Ankara’daki Milli Mücadele’yi desteklemeye hazırdı. Başkentimizde sadece Britanya ve yerli destekçilerinin yarattığı terör esiyordu. Sur içindeki İstanbul Fransızlarındı ve burada Anadolucu gruplar daha rahat hareket edebiliyordu. Kadıköy bölgesinde ise İtalyanlar vardı. Karışmama ve iyi geçinme ilkesini ilan ettiklerinden, İngiliz işgal komutanlığı Üsküdar ve demiryol boyuna el atmıştı. İstanbul’da ise görülmemiş bir fakirliğin yanı sıra sefahat, sanat hayatı, değişik siyasi partiler ve sendikalaşma hareketi de görülüyordu. Siyasi tarihçiliğimizde bunu merhum Profesör Tarık Zafer Tunaya yeterince tasvir etmiştir.* 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlayan hareket, Erzurum ve Sivas kongreleri bizim siyasi hayatımızda yeterince incelenmiş değildir. Merhum milletvekili Mahmut Goloğlu’nun III. Meşrutiyet diye bahsettiği bu dönem; İstanbul’daki hükümete karşı padişah ve halifenin hukukunu korumak adına yapılmış *

Bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler 2 (1876-1938), Mütareke, Cumhuriyet ve Atatürk Dönemi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009. 21

İLBER ORTAYLI

bir darbeydi ve parlamento kurumu ile meşruiyet esaslarına aşırı dikkat gösteriyordu. 1876 Kanun-u Esasi’si anayasal bir monarşinin belgesiydi. Bu hükümet ise meclis üstünlüğüne dayanan, anayasacıların konvansiyonel dedikleri bir sistemin hükümetiydi. Şunu belirtmek gerekir; Damat Ferit Paşa’nın kısa süren hükümetleri dışında İstanbul’da kurulan hükümetlerin zaman zaman bir ölçüde Ankara ile uzlaşmaya, hiç değilse zıtlaşmamaya gayret ettikleri açıktır. Mesela Ankara Antlaşması’ndan sonra Paris’te Ankara hükümeti de bir elçilik açtı. İstanbul hükümetinin temsil edildiği imparatorluk sefareti de oradaydı. Müfit (Tek) Bey ile İstanbul’un temsilcisi Muhtar Bey hiç de öyle Federal Alman ve Demokratik Alman sefirleri gibi davranmıyormuş. Hatta bir resmi yemek verildiğinde, imkânları olmayan Ferit Bey’in Muhtar Bey’den yemek takımlarını ve mobilyayı ödünç aldığı da olurmuş. İmparatorluk bürokrasisi Türkiye’nin geleceğini önemli ölçüde Ankara’nın kurduğunu görüyordu. 1920 yılı 23 Nisan günü toplanan TBMM’yi oluşturan mebuslar, tüm yetki ve dokunulmazlığı Britanya işgal güçleri tarafından yerle bir edilmiş, sürülmüş ya da Ankara’ya sığınmış kişilerin yanı sıra; Anadolu’daki kongrelerin ve yerel güçlerin yolladığı temsilcilerdi. Anadolu’dan yeni gelen mebuslarla birlikte İstanbul’daki meclisin her üyesi Ankara’daki meclisin de tabii üyesiydi. 1876 Kanun-u Esasi’si yürürlükteydi ama temel hiçbir kurum ve ilkenin uygulanabilir olmadığı açıktı. Makam-ı saltanat ve hilafetin kurtarılması için Ankara’da “millet adına” meclis toplanmıştı. Meclis başkanı yürütmenin de başkanıy22

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ

dı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da dağıtılan son Meclis-i Mebusan’a Ankara mebusu seçilmiş fakat gitmemişti. Yeni meclise İstanbul’dan gelen üyelerden ve son Mebusan Meclisi Başkanı Celalettin Arif Bey de TBMM’nin başkan vekiliydi. Ankara’daki meclis toplantısının açılış töreninde o da bir konuşma yapmış, oturumları da sık sık yönetmişti. Galiba yakın gelecekte Türkiye’nin Anadolu merkezli bir cumhuriyet olacağı hissediliyordu ve İstanbul hükümetlerinin bazıları bu nedenle uyum havası içindeydi.

23

1922-1924 LAİKLİĞE GİDEN ANAYASAL SÜREÇ

Meclis’in açılışından dokuz ay sonra 20 Ocak 1921’de, TBMM hükümeti ikinci bir anayasayı kabul etti. Bu ikinci anayasa birincisini yani saltanat döneminin 1876 Kanun-u Esasisi’ni ortadan kaldırmıyordu. Makam-ı saltanat ve hilafetin kurtulması için Ankara’da kurulan hükümetin meşruiyyet kaynağı neydi? Cevap; vilayetlerden seçilerek gelen ve hâkimiyetin tek kaynağı olan “millet”in vekillerinden oluşan bu “Türkiye Büyük Millet Meclisi” yürütme kuvvetini de içinden seçmeli ve meclis yürütme ve yargıya da hükmetmeliydi. Yani meclis reisi yürütmenin, dolayısıyla hükümetin başı olacaktı; en yüksek temyiz mercii idi. Bu reis Mustafa Kemal Paşa’dır. Vekil adını alan nazırlar meclisin tek tek oylayacağı kimseler olacaktı. Hatta Milli Müdafaa Vekili Fevzi Paşa ve Erkan-ı Harbiye Vekili Miralay İsmet de asker ve mebustu. Bu, 1924 Anayasası’ndan (daha doğrusu cumhuriyetin ilanından) sonra değişti. O zaman Fevzi Paşa (Çakmak) komutanlığı mebusluğa tercih edecek ve milletvekilliğinden istifa edecektir. 25

İLBER ORTAYLI

1921 Ocak’ında kabul edilen yeni anayasanın adı Teşkilat-ı Esasiye idi; yani Türkiye Büyük Millet Meclisi ve ona bağlı organların çalışma ve örgütlenme esaslarını tespit ediyordu. Bu anayasanın Türkiye tarihinde bundan sonra da görülmeyecek biçimde, vilayetlerde yerel yönetim şuraları kurulmasını öngördüğünü belirtelim. Şüphesiz bu hüküm tatbik edilmedi, edilemedi. “Saltanat ve hilafetin kurtarılması” şiarına rağmen, artık yeni Türkiye’nin geleceği belliydi. Ordu Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusuydu, hükümet Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetiydi, bütün idari organlar yani devlet kuruluşları meclise bağlıydı. Savaşan Türkiye’nin Büyük Millet Meclisi’nde muhalefet de vardı; hem de öyle sanıldığı gibi saltanat taraftarı, muhafazakârlardan oluşan bir zümre değildi bu. İkinci grubun içinde her türlü sol fikir sahibi, hatta Sovyetler’e sempati duyanlar da mevcuttu. Başkomutan ve karargâhı bu meclisle birlikte savaşı yürütüyordu. Fransız İhtilali’nden beri görülmeyen ve görülemeyecek bir konvansiyonel sistemdi bu; çünkü konvansiyonel sistemde meclisler lider grubunu izler, hele ortada bir harp ve darp var ise farklı sese pek tahammül gösterilemez. Zaferler yeni yapılanmaları getirir. İzmir’e girildi, Padişah VI. Mehmed Vahidettin saltanatın sonunun geldiğini anladı. 30 Ekim 1922 tarihli meclis kararı, “Osmanlı saltanatının inkırazı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin teşekkül ettiğine dair, Heyet-i Umumiye kararı” başlığı ile geçti. Son padişah bu karardan sonra 10 gün içinde ülkeyi terk etti; onun açısından isabetli ve ihtiyatlı bir karardı. Artık Kurtuluş Savaşı’ndaki meclis üstünlüğü yerini hü26

TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ

kümete terk etmektedir. İstanbul’daki saltanat ve hükümet de sona ermiştir. 1 Kasım gecesi alınan genel kurul kararı fiili durumu kesinleştirdi. Gerçi Osmanoğulları hanedanı daha 1,5 yıl hilafet kurumu etrafında İstanbul’da var olacaktı. Hilafet siyasi iktidar olmadan var olabilir mi? İslam tarihinde kukla hilafet; Selçuki hanedanı ve Abbasiler, sonra İlhanlılar ve Abbasiler ve nihayet Memluklar ve Abbasiler ikilemi gibi örneklerle yaşamıştır. Ama bin yıllık hilafet bu örneklere uygun bir kurum değildir. Devlet ve devlet reisi olan yerde halife vardır. İslam tarihinde tek hilafet devri de olmuştur; Dört Halife devri, Emeviler devri ve 16. yüzyıldan sonra bir süre Osmanlılarda olduğu gibi... Bunun dışında “halife” unvanını taşıyan hükümdar ve hilafet iddialı birkaç devlet her zaman vardı, doğrusu da buydu. Çünkü hilafet ruhani bir kurum değildir. 1922 Türkiye’sindeki özgün olay, 1300 yıllık İslam tarihinde ilk defa olarak ümmet adına bir organın yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin halifeyi seçmesidir. Bu halife aslında veliaht-ı saltanat olan Abdülmecid Efendi’nin saltanat hakkından vazgeçerek yalnızca halife olmayı kabul etmesi ve unvan olarak “sultan veya han” değil, şehzadeler gibi “efendi” olarak anılmasıdır. Aynı şekilde 1,5 yıl sonra 3 Mart 1924’te meclis kararı ile hilafetin kaldırılması da aslında nazariyeye uygun ama pratikte görülmeyen bir uygulamadır. Bir Millet Meclisi kararı ile halifenin ha’l edilmesi, 1909 Mart’ı sonunda Yeşilköy’de toplanan Meclis-i Umumi’nin II. Abdülhamid’i tahtından indirmesi gibiydi. 27

ilber ORTAYLI - Tarihimiz ve Biz

Batı Türkleri Silmek İster! Batı’nın bu kara zihniyetine, insafsız sömürgeciliğine Doğu’da set çeken tek millet TÜRKLER’dir! 1096 yılından itibaren dalgalar halinde gelen Haçlılar hep TÜRK kalkanına çarparak kırılmışlardır! İşte bu yüzden Batılılar TÜRKLER’in Avrupa’da ve Anadolu’daki varlığına tahammül edemezler! Batılılar TÜRKLER’İN AVRUPA’DAKİ VARLIĞI’nı, Osmanlı Devleti ile sınırlı sayıp, sanki “çok yeni” bir olaymış gibi göstermek isterler! Sonra da bu uydurdukları bilgilere, belgelere dayanıp bizi DOĞU ANADOLU’dan atıp orada kukla bir “Kürt devleti” kurmak isterler! BATI ANADOLU’dan atıp orayı Yunanistan’a vermek isterler! KUZEY ANADOLU’dan atıp orada “Pontus Rum Devleti” kurmak isterler! Ülkemizdeki Laz, Çerkez, Çeçen, Acar kökenli Türkler’i kışkırtıp koparmak isterler! İSTANBUL’da VATİKAN benzeri bir “Fener Patrikhanesi Devlet” kurmak isterler! Hatta, kimse inanmıyor ama, bizi TRAKYA’dan, İSTANBUL’dan, MARMARA’dan atıp “Yeni Bizans Devleti” kurmak isterler! Bu kitapta; Türklerin binlerce yıl evvel medeniyetin beşiği olduğunu bulacaksınız. TARİHİN TÜRKLERLE BAŞLADIĞINI bulacaksınız. Büyük Türk araştırmacı Kâzım Mirşan’ın eserlerinden yararlanarak 10.000 yıl önce bile bu diyarlarda olduğumuzu göstereceğiz. (Maalesef Büyük Türk Araştırmacısı Kazım Mirşan Beyefendi, Türkiye’den aradığı desteği asla bulamamış, Türk Tarih Kurumu ve Kendisini tarihçi zanneden ancak batının tek yanlı, sahte Türk tarihi bilgileri ile yetişmiş, araştırma yapacak bilgi ve beceriye sahip olmayan birçok Profesör dahil bazı Akademi mensupları bu 90 yaşlarındaki binlerce sene önceki Türk Tamga yazılarını okuyabilen Dünyadaki tek dahi adama sahip çıkmamıştır. Onun Ben ölmeden Tamga yazılarını okumasını sizlere de öğreteyim benimle gitmesin haykırışları kulak arkası edilmiştir. Tarih onlardan hesap soracaktır) Bazı tarihçilerimiz, işin kolayına kaçarak, Batılıların yaptıkları yalan tek yanlı çalışmalarını, uyduruk tercümelerle “işi idare edip” onların kısır görüşlerini TÜRK fikir hayatına yansıtırlar. Bilerek veya bilmeyerek onlara hizmet ederler! Bu durum Her iki halde Türk milletine ihanettir. Daha açık söylemek gerekirse, batılıların bizim toprağımıza sahip çıkacak bir geçmişleri olmadığı gibi, bizim onların toprağında asla SİLİNMEZ bir söz hakkımız vardır! İşte bu gerçek tarihçilerimiz, diplomatlarımız, politikacılarımız tarafından vurgulanmalı ve bütün TÜRKLER’e anlatılmalıdır! Halbuki tam tersi yapılmakta, Türklere bir aşağılık duygusu aşılanmakta, onlara kurtuluş reçetesi olarak “batı medeniyeti” dayatılmaktadır! Batı’nın medeni olmadığını, “medeniyet” diye kabul edilen her yönünü Doğu’dan aldığı da bir gerçektir. Kazım Mirşan’a göre TÜRK YAZI SİSTEMİ, 15 bin yıl öncesinden DUVAR RESİMLERİ ile başlamış ve bütün alfabelerin temelini teşkil etmiştir! Yani alfabeyi bile “latin” diyerek Batı’ya mal etmek son derece yanlıştır! Alfabe, her medenî adımın olduğu gibi, DOĞU kökenlidir!. Bizim yazımız da “latin” değil, TÜRK ALFABESİ’dir! Yurdumuzda yaptıkları kazı ve çalışmalarda pek çok gerçeği de saklama imkanı buldukları muhakkaktır. Bununla da yetinmezler, kendi aralarından çıkan dürüst, namuslu, ilme saygılı tarihçi, dilci, arkeolog ve sair araştırmacıları da, TÜRKLER konusunda makbul bir şey söylediğinde, adeta afaroz ederler. Tezini alaya alırlar… bulduğu belgeleri yok ederler!. Biz de bu kargaşaya ihmalkârlığımızla, saflığımızla, bilgisizliğimizle katkıda bulunuruz. Avrupa ne hikmetse buhar makinesini, elektrik motorunu ve füzeleri ben buldum diye sık sık övünmektedir, haklılık payları yok mu, elbette vardır, biz önemsiz olduğunu asla vurgulamıyoruz. Evrensel uygarlıklara da büyük katkılarda bulunmuşlardır! Bunlara karşın geriye yani tarihlerine baktıklarında büyük bir boşluk ve aldatmalarla karşı karşıya gelmektedirler. Hep bir boşluğa kendilerini yamamaya çabalarlar! Mağara döneminden beri var olan Avrupa kendisini bir türlü ilkellikten kurtaramamış, tarih sayfasına ilk adımını çok geç atmıştır: Fransa ve İngiltere tarihi (+ 500) ‘de başlar, Almanya tarihi ( -200) ‘e kadar iner, İtalya tarihi (-700) ‘ler de ve Etrüsklerle başlar, Yunan tarihi ise (-700) ‘lerde Pelasglar sayesinde ilkellikten kurtulur. Hollanda, Belçika vb. bir takım devletler vardır, onları saymanın gereği bile yoktur, neredeyse tarihleri yoktur. Evet, geçte olsa nihayet tarihe ayak basmışlardır ama yazıları, dilleri, dinleri dışarıdan gelmiştir, Avrupa’nın kendi icadı değildir bunlar. Evrensel uygarlıkta geç kalmış, binlerce yıllık tarihleri ile Medeniyet Tarihinin sahibi gibi kendilerini üstün görerek asıl medeniyetin sahibi Türk’leri hep dışlamışlardır. Avrupalılar her şeye sahip olma egoları hep ön plandadır. En doğusunu bilirler, onlar ne derlerse o dur, o doğrudur. Tam Evrensel uygarlıkların kökenlerinin kendilerin ait olduğunu iddia edecekleri sırada: Gen’lerle ve bu yolla, diller üzerinde çalışanlar bildirirler ki, Hint-Avrupa dilleri teorisini YALANLAMA ZAMANI gelmiştir. Yıl 2000, Eylül ayı; CNRS, 386 numaralı bülteniyle bunu tüm dünyaya açıklar. Gerçeği kabullenemediklerinden bu bülten maalesef tüm dünyadan saklanır. Ama gerçekleri tüm Dünya er ya da geç öğrenecektir. Öğrendiği anda, büyük bilimsel deprem olacaktır. Yine ayni bülten diyor ki; Fransızca ve Türkçe “her ne kadar, birbirleriyle hiç ilgisi olmayan iki dil gibi görünüyorlarsa da AKRABA ’dırlar !” Daha da önemlisi; ilk dil “elimizdeki 600’ü aşan yazılı belgelere göre” : Ön-Türkçe ’dir. Tüm gerçekler açıklandığında asıl o zaman yer yerinden oynayacaktır. Yıllarca ret ettikleri, sakladıkları gerçekler karşısında ne yapacaklardır. Bu defa da yeryüzünde Türk diye bir şey yoktur mu diyeceklerdir. En azından son buzullar çağının sona erdiği takriben 20,000 sene öncesinden beri, eski dünya; Türkçe dilinin dünyada hemen hemen her yerde konuşulduğu, eski Türk dinine dünyada her yerde inanıldığı ve Tur/Türk insanının diliyle, töresiyle ve idareciliğiyle her yerde hakim olduğu ve insanlara adalet verdiği bir dünya idi. Tur/Türk insanı gittiği her yerde doğasıyla uyumsallık içinde olmuş, doğasına saygılı, doğasını anlayan, seven ve ondan merhametli bir şekilde yararlanan medeniyetler kurmuş ve dünya medeniyetine çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Örnegin, Türkçe bir dil konuşan Sümerler Orta Asyalı Tur/Türk insanı idiler ve denebilir ki günümüzde insanlığa hizmet eden pek çok konuda yapılan katkılar onlar tarafindan düşünülmüş ve geliştirilmiştir. Çivi yazısının icadı ve onunla beraber gelişen okul sistemi, öğretmen ve öğrenci işleri ve ilişkileri, geliştirilen bilgileri yazıp kitaplıklarda toplamak, vs. hep onların yarattığı eserler olarak onların kayıtlarında bulunmuştur. Tarih konusundaki Yeni tezler; Kazım Mirşan'ın Haluk Tarcan ile birlikte savundukları tezin, Mustafa Kemal Atatürk'ün teşvikleri ile 1930 yıllarında oluşturulan Güneş Dil Teorisi'ni ve Türk Tarih Tezi'ni destekleyen tarafları bulunmaktadır. Türk Tarihi'nin MÖ 16.000'li yıllara dayandığını savunur. . Yazı, MÖ 16.000 yılında Türk'ler tarafından icat edildi. . Türkçe, Ön Türkçe'den sözcükler barındırdığı gibi bu sözcükleri Arapça ve Farsça'ya da taşımıştır. . Anadolu'da da Ön Türkçe yazıtlar bulunmaktadır. . Roma'nın küllerinden kurulduğu medeniyet olan Etrüskler Türk'tür. (Etrüsk yazıtları ilk defa 1970 senesinde Kazım Mirşan tarafından okundu). . Romalılardan önce İtalya Yarımadası'nda yaşayan Etrüsklerin konuştuğu dil olan Etrüskçe, Ön-Türkçe kökenlidir. . İskandinavya dahil, tüm Avrupa'da 5000'den fazla Ön-Türkçe yazıt bulunmaktadır. . Tüm dünya alfabelerinin kökeni Türk alfabesidir. . İlk Türk devleti Hun İmparatorluğu olmadığı, ilk Türk devletinin Bir Oy Bil olduğu görüşündedirler. Ardından At Oy Bil, Türükbil (karşılığı:Göktürk) gelir. . Türk tarihinin çok eskilere dayanması gerektiğini gösteren en büyük delil ise; Orhun Yazıtları'dır. Çünkü Orhun Yazıtları'nda kullanılan dil ve noktalama işaretleri bu dilin en gelişmiş hali olduğu sonucuna götürmektedir. Böyle bir dilin oluşabilmesi için en az 3000 yıl geriye gidilmesi gerekir. Kazakistan'da, Bu tezi destekleyen ve M.Ö 600'lere tarihlenen bazı yazıtlar bulunmuştur. . Bugün Çin sınırları içerisinde 300 metre boyunda piramitler bulunduğu ve bu piramitlerin Mısır'dan çok önce inşa edildiği tespit edilmiştir. Mısır'ın dip kültüründe de Türkler olduğu iddia edilmektedir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir