türkiye de sosyoloji aöf / Türkiye´de Sosyoloji Dersi Çıkmış Sorular, Denemeler, Özetler - AOF.SORULAR.NET

Türkiye De Sosyoloji Aöf

türkiye de sosyoloji aöf

Açıköğretim olarak öğrenim gören öğrenciler derslere fiziksel olarak katılamadıkları için evde kendilerinin ders çalışması gerekiyor. Açıköğretim ders kitaplarının fiziksel olarak dağıtımı durdurulup sadece e-kitap şeklinde e-kampüs sayfasında yer almaktadır. Öğrenciler, öğrenci sayfalarına giderek ders kitabını pdf olarak indirebildikleri gibi bu sayfadan da erişim sağlayabilirler.

Açıköğretim ders kitabını fiziki olarak almak isteyenler ise kitap başına bedel ödeyerek ders kitaplarını temin edebilmektedir. ( Kitap bedeli her yıl değişkenlik göstermektedir. )

Ders kitapları fiziksel olarak dağıtılmadığı için ders kitaplarını e-kitap olarak sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz. Sizlerde öğrenci sayfanızdan indirdiğiniz ders kitaplarını bizlere göndererek sayfada paylaşılabilmesini sağlayabilirsiniz.

Aşağıda açıköğretim derslerinden bir tanesi olanTürkiye’de Sosyoloji ( SOS313U ) dersinin e-kitabını görüyorsunuz. Açıköğretim ders kitaplarında zaman zaman değişiklikler yapılabilmektedir. Ekampüs sayfanızdan kitabın son halini kontrol etmenizi öneririz. Güncellenmiş olan ders kitabını bize ilettiğinizde sayfamıza ekleyebiliriz.

Ders Kitabı E-Kitap şeklinde olup dosyanın boyutuna göre yüklenmesi uzun sürebilmektedir.

Türkiye’de Sosyoloji ( SOS313U ) Ders e-Kitabı:

Not: Ders kitapları zaman zaman güncellendiği için buraya tıklayarak ders kitabının güncellik kontrolünü yapmanızı öneririz. Sayfamızda ders kitabı güncel değil ise e-kampüs sayfasından ders e-kitabını alarak BURAYA tıklayıp bizlere gönderebilirsiniz. Sizlerin adına sayfamızda paylaşabiliriz.

Ders Anlatım Videoları için; You Tube Erkan Tosun https://www.youtube.com/channel/UC OwipFSYLzq8bQ7eWhhMV2A/videos SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Türklerin Batılı olarak isimlendirilen toplumlarla asıl ilişkileri Haçlı Seferleri zamanında olmuştur. Batı’da Francis Bacon’la (1561-1626) başlayan bilimsel hareket, doğa güçlerinden insanların azami ölçüde faydalanma imkânını hazırlamıştır. Evliya Çelebi, Avrupa’yla ilişkilerimizi konu edinen bir eser yazmıştır. O, bu eserinde, Viyana ziyareti sırasında oradaki ordunun, düzenli ve disiplinli olduğunu, onların, askerî alanda çok iyi düzenlenmiş savunmayı güçlendirici sistemleri bulunduğunu bildirmektedir. 28 Çelebi Mehmet Efendi ise, Avrupa’da yeni teknikler, bilim kurulları, askerî okullar, hastaneler, rasathaneler, teşrihhaneler, limanlar, karantina yöntemleri, hayvanat bahçeleri, park, tiyatro ve opera gibi hiç bilinmeyen eğlence yerleri bulunduğunu belirtir. Matbaanın Türkiye’ye getirilmesi, bilim, felsefe, sanat, eğitim alanlarında birçok eserin basımını kolaylaştırdığı gibi, öğrencilerin kitap ve not sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmuştur. 1727 Temmuz’unda matbaa kurulur ve Türkçe eserler basılmaya başlanır. Kurulan matbaada, XVI. asır sonları bilginlerinden Vanlı Mehmed Bin Mustafa’nın, Vankulu Lügatı ismiyle 31 Ocak 1729’da çevrilen Sıhah-i Cevheri’si, bin nüsha ve ciltsiz olarak basılan ilk eserdir. Baron de Tott’un, mühendishanede verdiği dersler; Osmanlıların, Avrupa bilim ve tekniğiyle açık bir şekilde ilk buluşması sayılır. III. Selim (1789-1807)’in dönemi, yenileşme ve kuruluşları Avrupalılaştırma fikrinin yerleşme zamanıdır. II. Mahmut (1808-1839) döneminde 1826’da Yeniçeri ocağı kaldırılmış ve yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurulmuştur. 1828’de Askerî Kâtipler mektebiyle Tıbhane mektebi açılmıştır. 1828 veya 1829’da Cerrahhane kurulmuştur. Sağlık alanında karantina yöntemine geçilmiştir. 1839’da II. Mahmut’un emriyle çiçek aşısı uygulamasına başlanmıştır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Hükümet şûrası, adliye işleri yüksek meclisi ve askeri şûra dairesinden ibaret olan üç meclis kurulmuştur. 1838’de ilkokullara öğretmen, tıbbiye ve harbiyeye okur yazar öğrenci yetiştirmek gayesiyle Rüştiye okulları açılmıştır. 1848’de kılık kıyafette yenilikler yapılmıştır. Rasyonalizm, doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu, iyi ve doğru eylemin akılla belirleneceğini, insan hak ve hürriyetinin akılla sağlanacağını savunan felsefi görüştür. Şinasi, ilk Batı şiiri örneği olan Tercüme-i Manzume’yi 1859’da yayımlamıştır. 1861’de İbrahim Agah’la birlikte Tercüman-ı Ahval’i çıkarmıştır. Divan, onun, ilk Batı şiiridir. O Paris’te kendisinden düşünsel etki aldığı Ernest Renan’la tanışmıştır. Ona göre, yeni girilen Batı medeniyetinin temelinde akıl ve adalet vardır. Rejim değişikliği düşüncesinde olmayan Şinasi, herkese eşit ölçüde yaklaşan bir hükümdar istemektedir. O, zulüm ve köleliğe karşıdır. Ona göre, zulmün ve köleliğin temelinde adaletsizlik ve bilgisizlik vardır. Bilgisizliğin ortadan kaldırılmasını akıl, zulmün ortadan kaldırılmasını adalet temin edecektir. Batı medeniyeti, akıl, adalet, hak ve hikmet kavramlarına ağırlık verir. Akıl ve adalet, bilgisizliğin ve zulmün sona erdirilmesi demektir. Hoca Tahsin Efendi’nin Tarih-i Tekvin Yahud Hilkat, Psikoloji Yahud İlm-i Ahvâl-i Ruh, Esâs-ı İlm-i Heyet, Esrâr-ı Abu Hava, Heyet-i Âlem, Mürebbi-i Etfâl, Güliver Nam-ı Müellifin Seyahatnamesi (çeviri), Miratüssemâ, Nevamis-i Tabiîye (çeviri) gibi eserleri vardır. 1296’da Mecmua-ı Ulûm adında bir mecmua çıkarmıştır. Bu mecmuada, onun tarih-i hututa dair Eklâmü’l-Akvâm başlıklı bir yazısı bulunmaktadır. Hoca Tahsin’in, yıldızlar evreniyle ilgili bir şiiri de Esâs-ı İlm-i Heyet isimli eserinde yer almaktadır. Hoca Tahsin, duyumlarımızın gösterdikleri eşya ile bu eşyaların, mana ve keyfiyetlerine ait yüzeysel bilgilerle yetinmediğini, onların derinliklerine nüfuz ederek, gözümüzün görüp ulaşamadığı, bir sırlar âlemine daldığını belirtir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Bu kuvvet böyle yapmakla, olayların bağlı olduğu ve bu olayların olmasına sebep olan sebeplerin ötesinde ilişkiler, gölge varlıkların arkasında hakikatler bulur. Akılcılık üzerinde en dikkate değer şekilde duran Hoca Tahsin Efendi’dir. O, duyularla elde edilen bilgiye inanmakla birlikte, insan aklının bu bilgileri oluşturmasında, genelleştirmesinde ve bütünü kavramada, duyulara üstünlüğünü kabul etmektedir. Ona göre, insan zihninin derinliklerinde, gittikçe gelişerek ortaya çıkan ve olgunlaşan, bir anlama kuvveti bulunmaktadır ki, insan, işte bu kuvvet sayesinde, eşyanın hakikatini keşfederek kavrar ve onların farklı derecelerdeki ilişkilerini idrak eder. İnsan bilgisi, kendisini bilmekten ibaret olan vicdanla başlar. Hoca Tahsin, akıl yürütme kavramının, duyum, istidâl, hüküm ve irade gibi ruhun bütününü içerdiğini belirtir. Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma olmak üzere beşe ayrılan dış duyularımız, bizim için dışarı ile ilişkimizi sağlayan beş kapı derecesindedir ki, bunlar vasıtasıyla elde edilen izlenimler anlama hazinemize dahil olurlar. İç duyumun ise, vicdan, şuur, dikkat, mülahaza, dışa ait his, hükmün verilmesi, hafızanın tereddütü, genelleme vb. leridir. İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. O, düşünen, algılayan bir varlıktır. İnsan bilgisi, kendini bilmekten ibaret olan vicdanla başlar. Ruh, kendi başına varlığını devam ettirebilir, ama beden varlığını ruha borçludur. Ruh, gelip geçici değil, beden ise gelip geçicidir. Bu nedenle ruh ölümsüz, beden ise ölümlüdür. Akıl, duyumlardan hareketle sentezler oluşturabilme gücüne sahiptir. İdrak işlerini tespit etme hususunda aczimiz bulunmasına rağmen, geçmişten bugüne kadar bu hususta kabul edilenleri dört başlık altında toplayabiliriz: 1.Dış dünyadaki varlıklardan, dolaysız veya dolaylı olarak anlama kuvveti aletleri üzerinde meydana gelen tasavvur, 2.Organlar vasıtasıyla sinirlerin, duyum üzerinde meydana getirdikleri izlenim, 3.Sinirler yardımıyla beyinde meydana gelen etki ve tasavvur, 4.Ruhun irade dediğimiz fiilinin meydana geliş şekli ki, bu, diğer tesirlerin tersinedir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Hoca Tahsin, insan aklının kazandığı bilgilerin, tasvir kuvvetinin meydana getirdiği, bu tümel kavramlar sayesinde oluştuğunu ileri sürer. İnsanı, diğer hayvanlardan ayıran bu kuvvettir. Ona göre, ruh tümelleri bizzat, tikelleri ise bedensel aletlerle idrak eder. Çünkü ruhun iki yönden iki kuvveti vardır; bunlardan birisi idraktır ki; fizik ötesi alemden, diğeri de faaliyettir ki, o da görünen alemden olduğu için, hem etki eden ve hem de etkilenen olmuş olur. Birincisine teorik, diğerine uygulamalı akıl denir. İdrak dörde ayrılır: 1.Maddenin parçalarını idrak etmekten ibaret olan duyumlama. 2.Maddi parçaları tahayyül etme. 3.Beş duyudan biriyle algılanamayanları algılamak demek olan vehmetme. 4.Maddelerin ve kısımların, parçaların gayrılarını idrak etmekten ibaret olan düşünme. O, “bir tek idrakın dahi, önce duyum, sonra tahayyül etme, bundan sonra da düşünme olduğunu” söyler. Pozitivizm, olayları, olayların içinde kalarak, deney ve gözlem yoluyla elde edilen verilere dayanan bilgileri doğru bilgi olarak kabul eder. Deney ve gözlemle ilgisi olmayan her çeşit bilgiyi metafiziksel bilgiler olarak görür. Bu bağlamda bakıldığında pozitivistler, din ve metafiziksel bilgileri, bilgi olarak kabul etmezler. Pozitivizm, bilgide deney ve gözlemi esas alan felsefedir. Beşir Fuad, Envâr-ı Zekâ, Haver, Güneş, Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Hakikat ve Saadet gazetelerinde yazılar yazmıştır. İki Bebek, Binbaşıyı Davet, Birinci Kat, Beşer, Mebhas-ı Kıhıf ve Netayici, Mektubat, İntikad ve Voltaire isimli telif eserleri vardır. Beşir Fuad, Bir Lokma Ekmeğin Tarihi, Bedreka-ı Lisân-ı Fransevî, Miftah-ı Usul-ı Talim, Usul-ı Talim, Almanca Muallimi, İngilizce Muallimi, Soytarı ve Cinayetin Tesiri isimli eserleri çevirmiştir. Onun eserlerinde, Emile Litre (1801-1881), Claude Bernard, Herbert Spencer, Diderot (1713-1784), D’alembert (1717-1783), De La Matrie (1709-1751) ve Ludwig Büchner (1824-1899) gibi filozofların isimleri geçmektedir ki, bu isimler ya materyalist ya da pozitivist görüşe sahip olan filozoflardır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Victor Hugo’nun matematik bilimine gerekli değeri vermemesinin nedeni, deney ve gözlem yerine hayale dayalı bilgilere yer vermesidir. Beşir Fuad’a göre, realiteye bağlı bilgilere itibar edilmelidir. Hatta edebiyatın bile böyle olması gerekir. O, bu konuda Ziya Paşa’nın Terci-i Bendi’nin dahi deney ve gözleme dayanması gerektiği üzerinde durur. O, bu konuda E.Zola ile C. Bernard’ı örnek olarak verir. Olaylar, olaylara hiçbir şey ilave edilmeden doğanın bize sunduğu şekilde incelenmelidir. Gözlem gösterir, deney bilgili kılar. Deney yapan, doğanın bir çeşit sorgu hakimi olmalıdır. İncelenmesi gereken olay, deney ve gözlem yöntemine bağlı kalınarak incelenmelidir. Deney ve gözlem yöntemi, keyfî ve hayalî değil, tamamıyla doğrudan doğruya realiteyle ilgilidir. O, “Felsefeye dair tavsiye edeceğim, eserler mütalaa edildikten sonra, eserin şairane olan kısımları düşünürümüzden tard ile yalnız ciddi kısımlarını hıfzedersiniz” demektedir. Burada Beşir Fuad, şairane kelimesiyle, metafiziği kastetmektedir. Beşir Fuad’ın, 19. Asır Türk aydınları üzerinde etkisi olduğunu söylemek biraz zordur. Ancak II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda pozitivist ve materyalist düşünce dünyasına bağlı olduğu bilinen Baha Tevfik, Ahmet Nebil, Subhi Edhem, Dr. Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri gibi düşünürlerin onun takipçileri olduğu ifade edilebilir. Materyalizm, her şeyin yegane sebebinin madde olduğunu, maddenin dışında zihinsel ve doğaüstü hiçbir gücün bulunmadığını kabul eden felsefe anlayışıdır. Medreselerin eski önemini kaybetmesi, devletin yenileşme gayesiyle yeni eğitim kurumlarını açmasına neden olmuştur. 1826’da, Avrupai nitelikte açılan Tıbhane Mektebi’nin kütüphanesi, o sıraların fikrî modasına uygun olarak zamanla materyalist anlayıştaki kitapları içeren bir kütüphane haline gelmiştir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Hoca Tahsin fikirlerini verirken, bazı yerlerde zaman zaman muğlak ve kaçamak ifadeler kullanarak, sanki materyalist anlayışa sahipmiş gibi bir izlenim bırakmasına rağmen onun için saf anlamda materyalisttir denilemez. Beşir Fuad, “Mevcudatın herhangi birini inceleyecek olursak her şeyden önce iki şey dikkatimizi çekecektir: Madde ve Kuvvet demektedir ki, bu ifadeler, Ludwig Büchner’in Madde ve Kuvvet isimli eserinden alınmıştır. Fuad; Beşer adlı eserinde, anatominin ilkelerinin evrim geçirdiği sıralarda gösterdikleri neticeleri, genel bir şekilde ifade etmek için hayat kuvveti deyimi biyolojide daimi olsa bile, bundan maddenin özelliği ile atomların hareketlerinin özel bir şeklini alması gerektiğini vurgular. “Ruh bedenden ayrılınca ne olur?” diye sorulan soruya, İbn Abbas “Kandilin yağı bitince ışığı ne olur?” sorusuyla karşılık vermiştir. Materyalizm konusunda müphem mesajlar veren bir diğer düşünür, Ahmet Mithat Efendi Dağarcık dergisinde yazmıştır, eserleri ise; Dıvardan Bir Sada, Veladet, İnsan, İnsan-Dünyada Zuhuru. Ahmet Cevdet Paşa; 1855’te, Kitabü’l - Buyû yazmaya başlamıştır. İdadiler için Miyar-ı Sedat ve Kavaid-i Türkiye isimli eserlerini yayınlamıştır. Avrupa’ya hayran ve medeniyetçidir. Gelişmecidir, ancak örf ve adeti yok sayacak gelişmeciliğin karşısındadır. Ömrünü tarafsızlığa adamıştır. Tarih anlayışı, çevirisini yaptığı İbn-i Haldun’un Mukaddime’sine dayanır. Eserleri arasında en önemlisi hiç şüphesiz, Mecelle(Kanun Kitabı)’dir. Mecelle; genel hükümler şeklindeki bir ön sözle, satış, kira, kefillik, havale, rehin, emanet, hibe, gasp, hacir, ikrah, şirket, vekalet, sulh, ibra, dava vb. isimleri altında 16 kitap halinde hazırlanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa, devlet adamı sıfatıyla eski ile yenileşmenin uzlaşması olduğu gibi, tarihçi olarak da eski ile yeninin kaynaşması sayılır. Batı’nın bilimsel gelişmelerine ve yeniliklerine yabancı olmadığı gibi, tarihçi olarak Batı’ya borçlu olduğu pek fazla bir şey yoktur. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Ali Suavi; Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce bilir. M. Philippe’le Muhbir gazetesini çıkarmıştır. Londra’da Muhbir, Paris’te Ulum, Bab-ı Ali gazeteleriyle Fransızca olarak République’i çıkarmıştır. Kur’an’ı Türkçe okumak gerektiğini ileri sürer. Ona göre, halifeliğin hiçbir dinsel temeli yoktur, sonradan icat edilmiştir. O, dinsel kanunlara karşı laikliği, mutlak idareye karşı cumhuriyeti, Osmanlıcılığa karşı da Türkçülüğü savunur. Dilin güçlüğünün harflerden değil, dilin yapısından kaynaklandığını, bu nedenle Latin alfabesine geçilebileceğini belirtir. O, tekkecilik ve dervişliğin İslam ülkelerini medeniyetçe, sanat ve ticaret bakımından geri bıraktığını belirtir. Suavi'ye göre; Aile ve ümmet olmak üzere iki toplum vardır. O, Batılıların cumhuriyet ve oligarşi Batı’ya, monarşi Doğu’ya aittir sözüne katılmaz. Ona göre İslam bilginleri başkan çokluğu demek olan oligarşiyi, tehlikelerinden dolayı beğenmemişlerdir. Onlar, cumhuriyete hükümetin borcu, kamunun çıkarı olduğundan iyi gözle bakmışlardır. İslam bilginleri ahlaksız bir hükümet olmayacağı konusunda hemfikirdir. Namık Kemal; Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Celaleddin Harzemşah, Karabela gibi tiyatro eserleriyle İntibah ve Cezmi isimlerinde yazılmış romanları bulunmaktadır. Namık Kemal, İbret gazetesindeki “Avrupa Medeniyetinden İbret Dersi Almak” isimli yazısında, bu medeniyete bilinçli bir bakışın, dayanışmayı doğuracağını, dayanışmanın okullaşmaya götüreceğini, okullaşmanın bilgilendirmeyi, bilgilenmenin tezgâhları, tezgâhların fabrikayı, fabrikaların bankayı, bankanın ise refahı ve zenginliği getireceğini ileri sürer. O, “Kavimler Anlaşması” isimli yazısında; Osmanlı toplumu için, aynı coğrafya üzerinde hukukta birbirine eşit, çıkarda ortak, dilde, ırkta, fikirlerde farklı parçaların birleşmesinden meydana gelmiş bir toplumdur der. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi Ona göre; Medeniyet; dayanışmayı, dayanışma okullaşmayı, okullaşma bilgilenmeyi, bilgilenme tezgâhları, tezgâhlar fabrikaları, fabrikalar bankayı, bankanlar refahı ve zenginliği getirir. Bir çeşit federalizmi kavimler anlaşması yazısında değinmiştir. Mezhep, dil ayrılıklarının birliğe engel olmadığına dair Avrupa’dan, Fransa, İngiltere, Avusturya, Belçika ve İsviçre’yi örnek olarak verir. “Umumî Hukuk” isimli yazısında, bu hukuku, bir toplumun gerek başka toplumlarla, gerekse kendi bireyleriyle ilişkilerinden ileri gelen kaideler olarak tanımlar. Genel hukuk, uluslararası, siyasi ve idari olmak üzere üçe ayrılır. Devletlerin ilişkilerini gerektiren ilkelere devletler hukuku denir. Uluslararası hukuk, bireyler hukukunun toplamından ibarettir. Siyasal hukuk, hukukun bireylerle devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen kısmıdır. İdare hukuku, bireylerle idare bölümlerinin ilişkilerini gerektiren hukuktur. Ona göre, yönetici ve memur sınıfları dışındaki bireylerin birbirlerine ve genele karşı sahip olduğu yapma gücünün manevi ifadesine kamu sanısı denir. Namık Kemal, “Aile” isimli yazısında, orta halli bir ailenin evine gidilir ve nasıl yaşadığına bakılırsa, neler tespit edilebilir, bunun üzerinde durur. Namık Kemal, bir toplumda bireylerin derecelerine göre, yönetici ve memur olarak bulunmasının hakların korunması için olduğunu belirtir. Ona göre, yönetici ve memur sınıfları dışındaki bireylerin birbirlerine ve genele karşı sahip olduğu yapma gücünün manevi ifadesine kamu sanısı denir. O, “Medeniyet” isimli yazısında, eski filozoflara dayanarak medeniyetin, insanın toplum halinde yaşaması anlamında alındığında, insandaki terakki yeteneğinin toplum halinde ortaya çıkmasından dolayı, insan hayatı için doğal bir şey olduğunu söyler. Siyaset bilimi ise, medeniyetin, rahatlıkta olgunluk olduğunu kabul eder. Ona göre dünyaya geldiğinde imkân bakımından bütün hayvanlardan eksik olan insan, sonradan medeniyet sayesinde geliştirdiği imkânlarla onların üstüne çıkar. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 1-19. Asırda Osmanlı Türk Düşüncesi N. Kemal; insanın ortaya koyduğu gelişmeler medeniyet sayesinde olduğundan, medeniyet asla ihmal edilemez. Her şeyden önce insanın en önemli hakkı, hürriyetle yaşamaktır. Hürriyet ise medeniyetle korunur. O, Hürriyet gazetesinde Şuray-ı Devlet (Danıştay), Şuray-ı Ümmet (Kanun Kurucu Meclis), Senato konularını ele alıp işledi. Namık Kemal, “İbret” isimli yazısında, Fransızların doksan yıl önce insan haklarını dünyaya yaymaya başladıklarını, bilimsel teorilerin uygulama alanına girmesinden itibaren buhar gücünü ve elektriği keşfettiklerini vurgular. BÖLÜM DEĞERLENDİRME NOTLARI: • Osmanlıların ilk ilişki kurduğu Batı ülkesi; Venedikliler - Cenevizliler. • Matbaanın Türkiye’ye getirilmesinde rolü bulunan devlet adamı; Mehmet Sait Efendi. • Yeniçeri Ocağı 1826’da II. Mahmut zamanında kaldırılmıştır. • İbrahim Şinasi’ye göre Batı Medeniyeti esasını; Akıl ve Adalet'ten alır. • Hoca Tahsin’e göre, insanı diğer hayvanlardan ayıran özellik; Anlama gücü'dür. • Beşir Fuad’a göre, varlıklarda dikkati çeken şey; Madde ve Kuvvet. • Beşir Fuad; Pozitivist'tir. • Ahmet Cevdet Paşa’nın kanun kitabı; Mecelle'dir. • Ali Suavi’ye göre, sınırsız yetki Allah'a aittir. • Namık Kemal’e göre, insanın en doğal hakkı; Hür yaşamak'tır. Teşekkürler... SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi İkinci Meşrutiyet Dönemi fikir akımları Osmanlının dağılmasını önleme kaygısından doğmuştur. Osmanlı toplumunu bir arada tutan en güçlü bağ keşfedilmeye ve geliştirilmeye çalışılmıştır. Osmanlı, yenileşme adına ilk adımlarını kitap basımcılığı ve askerlik alanlarında atar. Matbaanın bulunması Batı dünyasında büyük değişmelere sebep olmuş ve bu güçlü araç Osmanlının yenileşmesi için de son derece önemli görülmüştür. Matbaa; 1726 yılında İbrahim Müteferrika tarafından kuruldu. İbrahim Müteferrika Türk dilinde matbaanın kurucusu olarak ve ilk Türkçe kitap bastıran kişi olarak sembolleşmiştir. Yenileşme hareketlerinin asıl amacı Osmanlı Devleti’nin Batılı güçler karşısında yaşadığı mağlubiyetlerden kurtulması ve devletin ayakta tutulmasıdır. Matbaanın Avrupa’da skolastik düşünceyle mücadelede ve modern düşüncelerin yayılmasında önemli etkisi olmuştur. Bilim ve teknolojide ilerleyen Batı dünyası aynı zamanda siyasi ve kültürel üstünlüğü ele geçirmiştir. 1794 yılında Nizamı Cedid ordusunun kurulması önemli bir girişimdir. 1839 yılında ilan edilecek Tanzimat Fermanı ülkenin geleceğini doğrudan etkilemiştir. Osmanlı tarihinde Tanzimat Fermanı, Batı dünyası karşısında devletin boyun eğmek zorunda kaldığı ve Türk egemenliğinin zayıflamasına yol açan bir dönüm noktasıdır. Bu dönemde; Garpçılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük bu fikir akımlarından belli başlılarıdır. Devletin yeniden tanzim edilmesi anlamında Tanzimat Fermanının yayınlanması, Osmanlı Devletinde yenileşmenin Batılılaşma biçiminde yürütülmesinin göstergesidir. İkinci Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı toplumunda önemli gelişmelerin habercisi ve tetikleyicisi olmuştur. Özellikle özgür düşünce ortamı ülkede fikir akımlarının beslenmesini sağlamıştır. Türkiye belki de tarih boyunca en yoğun fikir tartışmalarını bu dönemde yaşamıştır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi Osmanlı tarihi açısından Batılı anlamda ilk anayasa olan Kanun-i Esasi ve parlementer sistem olan Meşrutiyet, büyük bir ümit kaynağı olmuştur. Zamanın modern medya araçları olarak öne çıkan bu yayınlardan bazıları şunlardır: Meşveret, Mizan, Osmanlı Gazetesi, Şurayı Ümmet gibi gazeteler ve Şikaya, Şark ve Garb, Musavve, Mecmua-i Kemal, İçtihat gibi dergiler. Osmanlı aydınları Meşrutiyet ilan edildikten sonra fikirlerini çeşitli gazete ve dergilerde daha serbest bir şekilde yayınlamışlardır. Bu yayınların bir kısmı Avrupa devletlerinde, bir kısmı ancak Osmanlı sınırlarında yapılabilmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı ülkesi 3.272.000 kilometrekare yüz ölçüme sahiptir. 30 milyon insan yaşamaktadır. Halkın yüzde sekseni köylerde tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. İkinci Meşrutiyet döneminde; 30 milyon insan yaşamaktadır, Halk köylerde tarım ve hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır, Toplum geri kalmıştır, Osmanlı Devletine karşı iç ayaklanmalar başlamıştır. Müslim-Gayrı müslim Osmanlı tebaası bütün vatandaşları kuşatan siyasi birliğe İttihadı Osmanî/İttihadı Anâsır veya Osmanlıcılık diyoruz. Osmanlı tebaası Türk ve Gayrı türk Müslüman unsurlardan destek alan bir siyasi birlik peşinde koşulmuştur ki buna da İttihadı İslam veya İslamcılık denmiştir. Müslüman Türk unsuruna dayalı bir siyasi birlik arayışına girişilmiştir ki buna da İttihadı Etrâk, Milliyetçilik ve Türkçülük diyoruz. Meşrutiyetin dayandığı en güçlü düşünce İttihad-ı Osmanî adı verilen Osmanlı halkları arasında birlik oluşturmaktır. Bu düşünce Tanzimat döneminde gelişen ve Jön Türkler tarafından savunulan Osmanlıcılık fikir akımıdır. Osmanlıcılık düşüncesi, yüzyıllardır birlikte yaşamakta olduğumuz Osmanlı topraklarının hepimiz için kutsal bir vatan olduğu, bu kutsal vatanda yaşayan bütün halkların bir Osmanlı Milleti oluşturduğu varsayımına dayanmaktadır. Osmanlıcılık hem siyasi partilerin hem de Meşrutiyet’in siyasal amacı ve ideolojisi olmuştur. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi Osmanlıcılık ile devlet içindeki bütün milliyetler tatmin edilerek bağlılıkları pekiştirilmek istenmiştir. Yeni bir millet ve vatandaşlık tanımlaması yapılmıştır. Devletin yönetimini üstlenen İttihat ve Terakki, Osmanlıcılığı temel alarak, unsurlar birliğine (ittihad-ı anasır) önem vermiş, Osmanlı ülkesini bir “vatanı umumi” (genel yurt) olarak kabul etmiştir. İkinci Meşrutiyet ile Osmanlı Devleti'nde uygulanmaya başlayan yeni yönetim modeline göre, iktidarı üstlenen ve bugünkü siyasi partilerin de ilk örneğini oluşturan parti; İttihat ve Terakki'dir. Batıcılık/Garpçılık; Batı’daki modern gelişmeleri yakalama amacını güden bir fikir hareketi haline gelmiştir. Batılılaşma hareketinde ilk göze çarpan aydınlar arasında, özellikle edebiyat sahasında Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal sayılabilir. İkinci Meşrutiyet fikir akımları dendiği zaman Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük anlaşılmaktadır. Garpçılık (Batıcılık) Avrupa’da geliştirilen çağdaş medeniyete sahip olma kaygısını taşıyan düşünürlerin ortak paydasıdır. Özellikle Genç Osmanlılar ilerlemenin yönünü Batı’da görürler. Türkiye’de materyalizmin ve pozitivizmin temsilcisi olan isimlerden birisi olan Abdullah Cevdet; “Müslümanların geri kalmışlık sebepleri” üzerine yazılar yayınlamıştır. Geri kalmışlığımızın sebebini İslam dininin devlet ve toplum üzerindeki etkisine bağlamıştır. 1908 Devriminden sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk olarak Osmanlıcılık siyasetini sürdürmek istemesi fakat bunu başaramaması üzerine ortak din duygusu üzerinden birliği sürdürmek için; İslamcılık düşüncesini öne çıkardılar. Said Halim Paşa İslamcılığı savunanlardan biridir. Halim Paşa’ya göre dinler hiçbir ilerlemeye engel değildir. Ne Hristiyanlık Avrupalıların ilerlemesine ne Budizm Japonların ilerlemesine engel olmuştur. İkinci Meşrutiyet dönemi Osmanlının hayati bir mücadele içinde olduğu bir dönemdir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi Yusuf Akçura’nın üç siyaset tarzı olarak nitelediği yaklaşımlardan birisi olan İslamcılık, İttihat ve Terakki yönetiminin Abdulhamid’den sonra tekrar değerlendirmeye çalıştığı bir düşünce akımıdır. İslamcılık; bütün Müslümanları bir millet olarak birleştirmeyi hedefleyen İslamcılık akımı Osmanlı Devleti’nin bir müddet ümit kaynağı olmuştur. İslamcılık düşüncesinin temel iddiası, Müslümanlar coğrafya, kültür ve milliyet farkı gözetmeksizin bir bütündür. Önce Osmanlı egemenliğindeki İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın merkezi Sebilürreşad Dergisi olmuştur. Önemli yazarları arasında Eşref Edip, Mehmet Akif, Aksekili Hamdi, İzmirli İsmail Hakkı, Ahmet Naim sayılabilir. Cemalettin Afgani de bu derginin çevresinde yer almıştır. Türkçülük/Turancılık; Şinasi, Tasfiri Efkâr gazetesinde Türkçeyi kullanmak suretiyle ilk edebî Türkçüler arasında sayılabilir. Ziya Paşa, Türkçülükle ilgili edebî görüşlerini kesin bir şekilde dile getirdi. Türkçülük fikrini daha ciddi bir çığır haline getiren Ahmet Tefik Paşa, tarih araştırmalarıyla Mustafa Celalettin Paşa bu harekete önderlik etmiş, Ali Suavi de eserlerinde sürekli Türkçülüğe temas eden aydınlar arasında yer alır. Türkçülüğün siyasi şekil alması İkinci Meşrutiyet döneminde söz konusu olmuştur. Osmanlı içinde şimdiye kadar kimliğini ön plana çıkarmayan Türkler arasında bir milli heyecan ve şuurlanma yaratılacaktır. Türkçülüğün siyasi düşünce hareketi haline gelmesinde Hüseyinzade Ali önemli bir rol oynamıştır. Türklerin yaşadıkları coğrafyalar esas alınarak bir vatan tanımlaması yapılarak Turan ismi verilir. Hüseyinzade Ali, Hayat ve Füyenat adıyla yayınladığı dergilerde Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak üzerine düşüncelerini açıkladı. “Turan” idealini Türkçülüğe temel olarak alan Hüseyinzade Ali’nin etkisiyle Ziya Gökalp de bu akımın içine katıldı. Gökalp, Türkçülük akımı içerisinde en aktif rolü aldı; Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde formüle ederek “Turan” ideali uğruna çalıştı. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi Türkçülerin önde gelen isimlerinden birisi de Yusuf Akçura 1912 yılında Türk Ocakları’nın kuruluşunda yer almıştır. Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyaset isimli makalesinde İkinci Meşrutiyet döneminin üç siyaset anlayışını sosyal gerçekliğe uygunluğu bakımından değerlendirir. Pan- İslamizm politikasını Abdulhamid uygulamaya çalışmıştır. İmparatorluğu bir arada tutma çabaları yetersiz kalmış ve devlet sürekli toprak kaybetmiştir. Bu dönemin siyasi iktidarını üstlenen İttihat ve Terakki Fırkası Osmanlıcılıktan İslamcılığa ve Türkçülüğe doğru adeta evrilmiştir. Memleketçilik veya Anadoluculuk olarak karşımıza çıkacaktır. Hilmi Ziya Ülken ve arkadaşlarının önderliğini yaptığı bu fikir akımına göre millet ve vatan kavramları yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Sosyoloji, Batı dünyasında 19. yüzyılda bağımsız bir bilim haline gelmiştir. Türkiye'de ise; Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin sosyoloji denilince öne çıkan isimlerdir. Prens Sabahattin, konuyla ilgili kitabının ismini “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir” şeklinde koymuştur. Prens Sabahattin Frederic Le Play okuluna, Ziya Gökalp Emile Durkheim okuluna göre sosyolojiyi öğrenmiş ve uygulamaya çalışmıştır. Düşüncelerini kısaca “Teşebbüs-i şahsi ve adem-i merkeziyet” şeklinde formüle eden Sabahaddin, sosyoloji yönteminin değişik bir tarzını kullanarak toplumsal sorunlara çözümlemeler getirmek istemiştir. Sabahaddin Bey’e göre toplumlar “ilmi içtima” açısından iki kategoride sınıflandırılmalıdır. Bunlardan birisi özgürlük ve refahlarını kamuda arayan “toplumcular”, diğeri ise bağımsız düşünen ve sosyal refahlarını bireyselliğin gelişmesinde arayan “bireyciler”dir. Ziya Gökalp Türkçülük düşüncesiyle özdeşleşmiştir. Ona göre Türkçülüğün sosyolojideki karşılığı milliyetçiliktir. O Sosyolojiyi her milletin kendi kültürel özelliklerinden ve tarihi tecrübelerinden ortaya çıkan milli hareketlerini bilimsel bir tespitle “milliyetçilik” olarak adlandırır. Ona göre milliyet fikri, mahkûm bir kavmin mahkûmiyetten kurtulması için kullanılan bir silahtır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi Gökalp’e göre Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O halde, Türkçülüğün özünü anlamak için, millet adı verilen topluluğun tanımını bilmek gerekir. Gökalp Türkçülüğün Esasları isimli kitabında milletin ne olduğunu anlamak için öncelikle ne olmadığını gösterir. ona göre Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur. Gökalp’a göre artık herkes kabul etmesi gerekir ki asıl gerçeklik ve güç milliyet ülküsüdür. Meydana gelen olaylar göstermektedir ki bu asır milliyet asrıdır. Sosyal gerçekliğin mukaddes olan iki yüzü millet ve ümmettir. Ümmetin vatanına İslam vatanı, Türklerin vatanı da “Turan” adını taşır. BÖLÜM DEĞERLENDİRME NOTLARI: • Osmanlı Devleti, batılı devletler karşısında Karlofça Antlaşması ile resmen toprak kaybetmiştir. • Osmanlı Devleti’nde önemli yenileşme adımlarından biri olarak matbaanın kurulması Hattatlık mesleğinin korunma çabası için gecikmiştir. • Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti kendini yenileme kararını açıklamıştır. Buna göre; Tanzimat Fermanı ülkenin geleceğini etkilemiştir. Batıdaki gelişmeler daha yakından takip edilmiştir. Ülkenin kurtuluşu için fikirler geliştirilmiştir. Meşrutiyete giden yolu açmıştır. • Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık; İkinci Meşrutiyet düşünce akımlarındandır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 2-Meşrutiyet Dönemi • Osmanlı halkları arasında birlik oluşturma amacını taşıyan Osmanlıcılık düşünce akımı; Tanzimat sonrası ortaya çıkmıştır. Osmanlı topraklarını vatan olarak görür. Osmanlı vatanında yaşayanlar bir millettir. Birlik oluşturmak Osmanlıyı ayakta tutar. • Batıcılık Avrupa’da, gelişen çağdaş medeniyete sahip olma kaygısından gelişmiştir. Buna göre; Çağdaş sistemleri Batıdan almak, Bilim ve teknolojide yeni gelişmeleri takip etmek, Ülkede yenilikler yapmak, Eski sistemleri değiştirmek önemlidir. • İslamcılara göre din, ilerlemenin önünde engel değildir. Buna göre; Din insanlara düşünmeyi ve akıl etmeyi emreder. • İkinci Meşrutiyet döneminde Sebilür-reşad dergisi İslamcılığın temsilcisi durumunda yayın yapmıştır. • İttihat ve Terakki yönetimi İmparatorluğun dağılmasını Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetleriyle önleyemeyince son çare olarak Türkler arasında milliyetçilik yapmakta bulmuştur. Buna göre; Türkler arasında millet bilincini yaratmak, Dünya üzerindeki Türkleri birleştirmek, Türklüğü bilimsel yollarla keşfetmek, Türkler arasında dayanışma sağlamak önemlidir. • İkinci Meşrutiyet dönemin düşünce ortamında Türkiye’de sosyolojinin kuruluşuna büyük katkı sağlamıştır. Bu düşünürlerin ortak kaygısı, dönemin genel özelliğine uygun olarak “bu devlet nasıl kurtarılabilir” konusudur. Bu konuda kitabı bulunan düşünür; Prens Sabahattin. Teşekkürler... SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 3-Türkiye’de Sosyoloji Sosyal kişiler toplum içinde işgal ettikleri sosyal pozisyonlarda o pozisyonla bağlantılı rolleri oynayan kimselerdir. Kolektif kişilikler ise kurumsallaşmış ya da kurumsallaşma yolunda adımlar atmakta olan sosyal yapılanmalardır. Bu anlamda kolektif kişilik çeşitleri olarak karşımıza sosyal olgular, sosyal değerler, referans grubu ya da sirkülasyon ajanları gibi grup üstü birliktelikler ile kategori ve yığın gibi kurumsallaşabilir. Sosyal kişiler ve kolektif kişilikler sosyal hayata -yapıp etmelerini, -söz ve yazılarını, -imge ve simgelemelerini sunarlar. Söz konusu temel birimler sunumları aracılığıyla; -birbirlerini etkiler, -birbirleriyle etkileşime geçer, -birbirleriyle ilişki kurarlar. Sosyal kişiler arası veya sınırlı sayıda sosyal kişi ile herhangi bir kolektif kişilik arası etkileşim ve ilişki; -doğrudan ve yüz yüze ise -aynı ya da yakın bir mekânda sergileniyor ise -kısa süreli bir zaman aralığında gerçekleştiriliyor ise karşımızda mikro boyutta bir sosyal ağ bulunuyor demektir. Ama etkileşim ve ilişki; -dolaylı ise -geniş bir zaman ve mekâna yayılmış ise, -çok sayıda sosyal kişi veya sosyal kişiler ile kolektif kişilikler arasında kuruluyor ise, o zaman mezzo, giderek makro ölçekte bir sosyal ağ ile karşı karşıyayız demektir. Sosyal Kurumlar önceden belirlenmiş, toplum tarafından onaylanmış ve kendi içinde tutarlılık sergileyen, oldukça sürekli sosyal örüntü, rol ve ilişki yapısı olarak tanımlanmaktadır. Kurumsallaşma ise bu tanımda geçen örüntü, rol ve ilişki yapısının önceden belirlenmesi, toplum tarafından onaylanması ve kendi içinde tutarlı hale getirilmesi sürecini ifade eder. Toplum adını verdiğimiz belirli bir insan birlikteliği formu; -sunumlarımızın, - etkileşim ve ilişkilerimizin etkilerinin, -bunlar üzerindeki yorumların ve değerlendirmelerin içinde dolaşıma girdiği ağdır. Dolaşım ağı ise öznel ve özel olanın nesnel ve genel hale dönüştüğü yerdir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 3-Türkiye’de Sosyoloji Bir bilim dalının kurumsallaşma sürecinde, o bilimin kendini sunabileceği alanlar; -Kapağında o bilim dalının adını taşıyan kitapların yayımlanması, -Kapağında o bilim dalının adını taşıyan dergilerin çıkarılması, -Orta ve yüksek öğretim kurumlarında o bilim dalının adına ders açılması, -O bilim dalının yüksek öğretimde bağımsız diploma veren bölüm halinde örgütlenmesi, -O bilim dalının adına veya o dalda diploma sahibi olanların unvanlarına işaret eden derneklerin kurulması, -O bilim dalının meslek olarak tanımlanması. Sosyoloji ve Kitaplar; Bir bilim dalında kitap yayımlanması; -o dalda kitap yazılmasına yetecek miktarda bilgi birikiminin bulunması, -o dalda kitap yazacak bilgi birikimine sahip uzman kişilerin yetişmiş olması, -o bilim dalının bilgisini edinmek isteyen bir kitlenin mevcut olduğunun varsayılması, -o bilim dalının bilgisini öğrenmek isteyenlerin sayısının kitabın yayıncısına maddi kazanç sağlamaya yetecek ölçüde yüksek olduğunun hesaplanması önemli unsurlardır. Türkiye’de başlığında “sosyoloji” yazan ilk kitap, Fransızca’dan Türkçe’ye yapılmış bir çeviridir. Kitabın yazarı Emile Bougle’dir. Kitabın orijinal adı “Qu’est ce que la sociologie”dir. Kitabın Türkçe’deki adı “İlm-i İçtimai Nedir?”dir. Kitabı Türkçe’ye çeviren kişinin adı Mustafa Suphi’dir. Kitap “Mürettibin-i Osmaniyye Matbaası”nda basılmıştır. Hilmi Ziya Ülken; Türkçe olarak yayımlanmış, başlığında “sosyoloji” yazan ilk telif kitabın adının “Sosyoloji” olduğunu yazar. Ziya Gökalp, İstanbul Üniversitesi’ndeki Sosyoloji Kürsüsü’nün kurucusudur. Gökalp Sosyoloji Kürsüsü’ndeki derslerine 30 Ocak 1919 tarihine kadar devam etmiştir. N. Sadık Bonafos olarak ifade edilen “İçtimaiyat” adlı kitap liselerde okutulmaya başlanan ilk kitaptır. M. Servet tarafından yazılan “Felsefe ve İçtimaiyat C.B. ve J.R. adlı yazarlardan Kazım Nami Duru tarafından çevrilen “Sosyolojinin Unsurları” bir diğer eserdir. “Toplumbilim” adlı kitap ise doğrudan Necmettin Sadak’ın adını taşımaktadır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 3-Türkiye’de Sosyoloji Daha sonra 1947 yılında Hatemi Senih Sarp’ın” “En Son Programa Göre Toplumbilim (Sosyoloji)” ve Hazım Berge’nin “Sosyoloji” başlıklı kitapları bu alanda yazılan kitaplardandır. Dergilerdeki makaleler o alandaki en yeni bilgileri sunar. Sosyoloji ve Dergiler; Dergiler yoluyla dolaşım ağına sokulan, kamusallaştırılan bilgiler, dergi okurunun ya birebir gerçek hayattan edindiği deneyimleriyle karşılaştırılır ya da eğer okur bir meslektaş ise bu kez akademik kaygılarla yeni baştan değerlendirilir. dergiler bilim dünyasının son derece canlı ortamlarıdır. Sosyoloji kelimesi olan ilk derginin adı “Ulum-i İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası”dır. Dergiyi çıkaranlar: Ahmet Şuayp, Mehmet Cavit ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’dir. Ahmet Şuayp sosyolojinin tüm bilimlerin başı ve hepsinin özeti olduğu düşüncesindedir. Mehmet Cavit maliyeci, Rıza Tevfik ise felsefecidir. İçinde sosyoloji makaleleri olan ikinci dergi “Bilgi Mecmuası”dır. “İçtimaiyyat Darülmesaisi”nin yayını olarak yayımlanan “İçtimaiyyat Mecmuası”dır. Günümüzde “Sosyoloji Dergisi” adıyla ve yine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü tarafından yayımlanan derginin Yayımcısı Ziya Gökalp’tir. 1919-1920 yılları arasında altı sayı çıkarılabilen “Mesleki İçtimai” adlı dergi ise aynı adlı Derneğin yayını olarak Mehmet Ali Şevki tarafından yayımlanmıştır. Sosyoloji Dersleri; İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk sosyoloji dersinin, 1910 yılında Ahmet Şuayp tarafından verildiği Dersin adı: “İlm-i Cemiyet olduğu bilinmektedir. Türkiye’de ilk sosyoloji dersinin orta öğretimde lise seviyesinde verildiği; Ders Ziya Gökalp tarafından 1911/1912 yılında o zaman Türkiye sınırları içinde olan Selanik’teki İttihat veTerakki Sultaniyesi’nde verildiği bilinmektedir. Gökalp 1915-1919 yılları arasında “İçtimaiyat ve Tatbikat” derslerinde “Aile ve Hukuk İçtimaiyat”; “Tarih-i Edyan” dersinde “Totemizm” konularını anlatmıştır. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nün ilk yabancı konuk profesörü 1924 yılında gelen Fransız sosyolog Celestine Bougle’dir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 3-Türkiye’de Sosyoloji Sosyoloji bilgisi topluma kitaplar, dergiler kadar mezun olan gençlerin çalıştıkları yerlerde sunacakları bilgi ve becerileriyle de ulaşacaktır. Sosyolojik bilginin kamusallaşması, paylaşılabilmesi, kamuda tanınabilir, kamunun taleplerine cevap verebilir duruma ulaşması halinde; -birey olarak sosyologların, -meslek olarak sosyologluğun, -bilim dalı olarak sosyolojinin de statülerinin yükseleceği açıktır. Sosyoloji Bölümleri; Türkiye’deki üniversitelerde Sosyoloji Bölümleri günümüzde Edebiyat, Fen-Edebiyat Fakülteleri bünyesinde açılabilmektedir. İlk Sosyoloji Kürsüsü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü içinde tesis edilmiştir. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nü 1914 yılında Ziya Gökalp kurmuştur. Felsefe Bölümü’nden bağımsızlaşan ilk Sosyoloji Bölümü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’dür. Yıl: 1961. Türkiye’deki Sosyoloji Bölümleri şu Anabilim Dalları’ndan oluşmaktadır: -Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı, -Kurumlar Sosyolojisi Anabilim Dalı, -Toplumsal Yapı ve Değişme Anabilim Dalı, -Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı, -Sosyometri Anabilim Dalı. Anabilim dallarının tanımlanması ve içeriklerinin belirlenmesi 1994 yılında Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün girişimiyle başlatılan çalışmalar sonunda gerçekleştirilmiştir. Bu ayrımda şu iki ayrı eksen birbiriyle çaprazlanmaktadır: -Birinci eksen, sosyoloğun sosyoloji yapma tarzına işaret eder. -İkinci eksen, sosyolojinin boyutlarına işaret eder. Temel Araştırmalar kavram-kuram üretimine yönelen araştırmalardır. Uygulamalı Araştırmalar ise politika-üretimine yönelen araştırmalardır. Birinci eksen itibariyle; -Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı ile Kurumlar Sosyolojisi Anabilim Dalı - kavram-kuram yönelimli temel araştırma ve inceleme yapar, -Toplumsal Yapı ve Değişme Anabilim Dalı ile Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı -politika yönelimli uygulamalı araştırma ve inceleme yapar. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 3-Türkiye’de Sosyoloji İkinci eksen itibariyle; -Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı ile Toplumsal Yapı ve Değişme Anabilim Dalı -makro ve mezzo boyutta araştırma ve inceleme yapar, -Kurumlar Sosyolojisi Anabilim Dalı ile Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı -mezzo ve mikro boyutta araştırma ve inceleme yapar. Sosyoloji Dernekleri; Türkiye’de adında sosyoloji geçmese de sosyolojiyi oluşturucu parçalarından biri olarak ilan eden ilk dernek Türk Bilgi Cemiyetidir. Derneğin kurucuları arasında Ziya Gökalp de vardır. Türkiye’de kurulan ikinci Sosyoloji Derneği, Mesleki İçtimaîdir. Kurucusu Mehmet Ali Şevki’dir. bir diğeri ise Türk Felsefe Cemiyeti; Hilmi Ziya Ülken’in girişimiyle, 1928 yılında kuruldu. Diğer dernek ise Türkiye Harsî ve İçtimaî Araştırmalar Derneği’dir. Bir diğeri ise Türk Sosyoloji Derneği’dir. Ayrıca 1967 yılında Sosyal Bilimler Derneği kurulmuştur. Günümüzde Türkiye’deki sosyologları çatısı altında toplayan iki dernek bulunmaktadır. Bunlardan ilki Sosyoloji Derneği’dir. 1990 yılında Ankara’da kurulan Sosyoloji Derneği akademisyen sosyologlar kadar akademi dışında çalışan sosyologları da üyeleri arasına almaktadır. Sosyoloji Derneği sosyologların en uzun ömürlü derneğidir. Sosyologlara yönelik faaliyette bulunan ikinci dernek Sosyoloji Mezunları Derneği’dir. 2007 yılında İstanbul’da kurulmuştur. Sosyoloji Mesleği; Sosyoloji mesleğinin Türkiye’de icra edilebileceği üç temel alan bulunmaktadır; -akademisyenlik, -öğretmenlik yada – sosyologluk. Ertekin mesleği kişinin hayatını kazanmak ve geçimini sağlamak için sürekli olarak üzerinde çalıştığı iş veya fikir alanı olarak tanımlamaktadır. Ertekin’e göre bir işin meslek olarak nitelenebilmesi için; -işin sosyal bir değeri ifade etmesi, -Tarihsel bir sürekliliği içermesi, -Kurumsal bir boyutunun olması, -Belirli teknikle yapılması, -Piyasalaşmış olması, ücret karşılığı yapılıyor olması, -Toplumda kişiye bir aidiyet duygusu kazandırması gerekir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 3-Türkiye’de Sosyoloji Son tahlilde, sosyolojinin meslekleşmesinin önemi ve gereği ile sosyologluğun meslek olarak sosyal kabulü konusunda; bugün önerilebilecek olan çarelerin Profesör Gerhard Kessler’in 1934 yılında sosyal hayatın sorunlarını çözmeye yönelen sosyologların yetiştirilmesi gereğine işaret eden ifadesinde dile getirilmiş olması önemlidir. BÖLÜM DEĞERLENDİRME NOTLARI: • Sosyal hayatın temel birimleri; Sosyal kişi ve kolektif kişilikler. • Önceden belirlenmiş, toplum tarafından onaylanmış ve kendi içinde tutarlılık sergileyen sürekli sosyal örüntülere; Sosyal kurum diyoruz. • Kurumsallaşma göstergeleri; Dernekleşme, Meslek olarak kabul edilme, Bölümleşme, Dergi çıkarılması. • Sosyoloji alanında Türkiye’de yayımlanmış ilk kitabın yazarı; Emile Bougle. • En uzun ömürlü Sosyoloji Derneği; 1990'da kuruldu. • Türkiye’deki ilk Sosyoloji Kürsüsü; İstanbul Üniversitesi'nde kuruldu. • Milli Eğitim Bakanlığı’nın liselerde sosyoloji dersinin okutulması kararı 1926'da çıkarıldı. • Adında sosyoloji kelimesi geçen ilk dergi; Ulumu iktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuası. • Sosyologluğun meslekleşmesi için; Sosyoloji Bölümlerinin sayısının artırılmasına, Sosyoloji Derneği’ne üye olmaya, Sosyoloji kitaplarının sayısının artmasına, Sosyoloji dergilerinin sayısının artmasına gerek vardır. • Sosyologluk mesleğine önem veren bir lisans eğitimi programında Teorik bilginin sosyal Teşekkürler... sorunların tespiti ve çözümüne uyarlanmasıyla ilgili konulara yoğun önem verilir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 4-Erken Cumhuriyet Dönemi Türk modernleşme sürecinde Cumhuriyetin ilanı ile başlayan yeni dönem ve hareketler literatürde “Türk Devrimi” olarak adlandırılır. Bu hal bir “kopuş”u işaret etmekte, Türk devrimi sürecini en uygun ifade eden; Kopuş-İnşa'dır. Celal Nuri’nin Türk İnkılabı (1926), Şevket Süreyya Aydemir’in İnkılap ve Kadro (1932), Recep Peker’in İnkılap Dersleri (1935), Peyami Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar (1938), M. Saffet Engin’in Kemalizm İnkılabının Prensipleri I-II (1938) ve Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali (1940) adlı eserleri karşılaştırmalı olarak Türk Devrimi’ni inceleyen eserlerdir. Celal Nuri “Türk İnkılabı” adlı eserinde Cumhuriyetin ilanından üç yıl sonra ve devrimlerin bütün hızı ile gerçekleştirildiği bir zaman diliminde devrimi manalandırmaya, Avrupa/Batı ve Asya/Doğu uygarlıkları arasındaki farklılıkları formüle etmeye, Batılılaşmanın nasıl gerçekleştirileceğine dair yollar önermeye, neden geri kaldığımızı açıklamaya çabalamaktadır. Türk Devrimi’ni anti-emperyal bir millî kurtuluş savaşı biçiminde ve iktisadi boyutu öne çıkararak anlamlandıran, erken Cumhuriyet döneminde devletçi politikaların savunucusu ve devrim sürecinde seçkin-aydın grubunun ideolojik rolünü formüle eden Şevket Süreyya Aydemir’dir. Türk Sosyolojisinde daha sonra Behice Boran ve Mübeccel Kıray gibi Toplumsal Yapı ve Değişim çalışan sosyologların Marks’tan ilham alarak toplumsal ilişkileri toplum-doğa ve insan-insan ilişkileri şeklinde ikiye ayırma tutumu Aydemir’de de vardır. Recep Peker’e göre ise, Türk Devrimi; yeryüzünün en arı ve “bay” olan Türk milletini yokluktan varlığa, düşkünlükten üstünlüğe çıkaran evrensel bir hadisedir. Peyami Safa kendinden önce Türk Devrimi’ni ele alan çalışmaların din, kültür, medeniyet üzerinde durmadan sadece hukuki ve siyasi boyuta vurgu yaptıklarını söyleyerek, Türk Devrimini anlama çabalarının eksikliğine gönderme yapmaktadır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 4-Erken Cumhuriyet Dönemi Safa, Atatürk inkılabının değişmez iki prensibinin Milliyetçilik ve Medeniyetçilik olduğunu, belirtir. Safa, Türk düşüncesine mütareke yıllarında çıkan Dergah dergisi çevresinin tanıttığı Bergson felsefesine dayalı biçimde, Türk Devrimi’ni; ideolojiden çıkma değil hayati (vital) bir hamle olarak tanımlar. Safa’da da “zillete” düşmek ve “şerefe sarılmak” kavramları önemlidir. Safa’ya göre, Atatürk İslamcılık ve Turancılık kadar insaniyetçiliğin de hayal olduğunu görmüştür ve Türk milliyetçiliğini “reel bir politika” olarak beyan etmiştir. “Kemalizm” ifadesini ilk kullanan ve Kemalizm’i 1930’ların sonlarında gerek devrim ideolojisi gerek siyasi rejim biçiminde formüle eden; M. Saffet Engin olmuştur. Safa, Celal Nuri benzeri 19.yy. Avrupa medeniyetini “makine medeniyeti” olarak tanımlar. Avrupa medeniyeti, Avrupa kafasıdır ve bu medeniyet üç büyük tesir ile meydana gelmiştir; Yunan, Roma ve Hristiyanlık. Bu üç büyük tesir Avrupa’da üç disiplin yaratmıştır: Yunan’ın zeka disiplini, Roma’nın toplum disiplini ve Hristiyanlığın ahlaki disiplini. Safa'ya göre Avrupa bir “disiplin” medeniyetidir. Ona göre göre, Avrupa her şeyden önce bilim yaratıcısıdır ve bu bilimsel düşünce Yunan’ın zeka disiplininden doğmuştur. Roma’da ise kanunların akla dayalı olması vardır. Safa, Avrupa’yı tamamen akıl ile her şeyi disiplin altına alan bir uygarlık olarak ve tamamen modern bir şekilde tanımlamaktadır: Avrupa=Akıl=Düzen=Disiplin. Safa’ya göre, İslam-Türk ve Yunan düşüncesinin atası Aristo’dur. İslam skolastiği Aristo ve Eflatun’u ve hikmet ile şeriatı birleştirmeye çalışmıştı. İşte bu birleştirme çabası Garp ile bizim aramızdaki mesafenin ve Türklerin Avrupa Rönesans’ını idrak edemeyişinin nedeni olmuştur. Safa bütün bunlardan sonra Batı medeniyetinde iki temel unsur bulur: Riyazileşmek(matematikleşme) ve siteleşmek(kentleşmek). Bunun tersi Doğu ise mistisizm ve step uygarlığıdır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 4-Erken Cumhuriyet Dönemi Batılılaşmanın iki sacayağı vardır: düşüncede riyazileşmek ve cemiyetin siteleşmesi. Engin'e göre, millet, müstakil ve siyasi bir bütün halinde (ulus-devlet), belirli bir vatanda birlikte yaşayan ve aralarında tarih, dil, adet, inanış, menfaat, ideal olan kültürel bir cemiyettir. Bu onun Alman idealizmden neşet bir milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu gösterir. Sosyolojinin konusunu millet ve ulus-devlet olarak belirleyen ve sosyoloji ile siyasi ideoloji bağını açıkça kuran, Engin’in millet tanımında kültürel milliyetçiliğin izlerini görmek mümkündür. Fransız devrimi ile Avrupa’da milliyetçiliği inşa eden unsurlar; sanayi devrimi ve romantik edebiyat akımıdır. Milliyetçiliği kökleştiren unsurlar ise aydınlar, okullar ve ordudur. Engin’e göre, Nietsche’nin getirdiği iki ahlak vardır; uhrevi ve dünyevi. Bozkurt ise, devrimin aklın soyutluğundan değil reel şartların zarureti ile ortaya çıktığı), devrim ile yeniden Türk milletinin tarihin öznesi olmaya başladığı ödev ahlakı ve Batıdan üç yıl geri kaldığımız gibi konularda dönemin genel anlayışlarını paylaşmaktadır. Bozkurt’ta ilk göze çarpan Aydınlanmacı kavramların millileştirilmesidir. Örneğin “insanlığın” mukaddes değerleri millî olan değerlerdir: vatan, hürriyet, istiklal, anayasa ve millî namus gibi. İhtilal; eski toplum düzeninin yeni toplum düzeni haline gelmesi ve bu işin kuvvet ile yapılmasıdır. Bozkurt, Türk Devrimi’ni 1918 Türk İhtilali biçiminde adlandırır. Bozkurt; devrimi, Celal Nuri gibi, eskiyi atma yeniyi koyma süreci olarak tanımlamaktadır. Türk ihtilalinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasına neden olan da milletin “baylık davasıdır” Bu şekilde devrim direk olarak milletin siyasi egemenliğini sağlama çabasının ürünü şeklinde tezahür ettirilmektedir. Vatan, şeref, bilgi ve mektep için ölümü göze alanlar aslında ölmezler. Bozkurt için Atatürk böyle bir insandır, yani “efendi”dir. Devrimin ideolojisini Kemalizm olarak, Engin gibi, adlandıran Bozkurt onu otoriter bir demokrasi, yani aynı zamanda siyasal bir rejim biçiminde de tanımlamaktadır. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 4-Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Devrimi sonrası Türk toplumunun nasıl değiştiğine dair alan çalışmaları ile nitel ve nicel veriye dayalı köy monografileri yapmaya başlamışlardır. 1940 yılından itibaren gerek İstanbul gerek Ankara kökenli sosyologların hızla köy monografilerine yöneldikleri dikkat çekmektedir. Niyazi Berkes’e ait olan ve 1942’de basılmış “Bazı Ankara Köyleri Üzerinde Bir Araştırma” adlı eser bu bağlamda önemlidir. Diğer eser ise Hilmi Ziya Ülken’in öğrencileri ile birlikte gerçekleştirdiği ve 1943’de Sosyoloji dergisi’nde yayınlanan “Garbi Anadolu Köy Monografileri”dir. Berkes, Ziya Gökalp’in İstanbul’da başlattığı ve yukarıdaki kısımda akademi dışı örneklerini gördüğümüz dış dünyadan belirli bir metodoloji ile elde edilmiş sistemli veriye dayanmayan zihinde inşa edilen bir “Türk toplumu” ideali çerçevesinde kelam eden Durkheimcı-İçtimaiyyat ekolünü eleştirmektedir. Berkes'e göre, bir topluluğun üretim sistemini anlamak için o topluluğun öncelikle zamanı nasıl ölçtüğünü görmek gerekmektedir. Berkes, Toplumsal Yapı ve Değişmeyi Auguste’den itibaren sosyolojinin temel araştırma konuları olarak ifade eder. Köy monografilerinde söz konusu sosyologların çalışmaları yapıdan ziyade değişmeye odaklıdır. Berkes’e göre, bunun amacı, tıpkı Batıda gelişen pozitivist sosyolojide olduğu gibi, sosyal değişmeyi idare eden nedenleri bilmek böylece sosyal değişmeye bilimsel surette hâkim olmaktır. Üretim biçimi üzerinde duran Berkes, İşlevselci yaklaşım ile topluluk içinde iş bölümünü irdeler. Ona göre, bir topluluğun üretim sistemini anlamak için o topluluğun öncelikle zamanı nasıl ölçtüğünü görmek gerekmektedir. Zamanda yapılacak işleri düzenlemek dinî olduğu kadar üretim süreci ile de ilgilidir. Berkes köylerde üç takvimin kullanıldığını tespit etmiştir: İş takvimi, dinî takvim ve resmî takvim. İş takvimi güneşle toprak arasındaki ilişki önemli olduğu için güneş takvimidir. Dinî takvim ise kameridir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 4-Erken Cumhuriyet Dönemi Resmî takvim, yani Garp takvimi ancak köye ilkokul girmiş ise bir işleve sahip olmaktadır. İbrahim Yasa’nın çalışmalarında “efendilik kompleksi” denilen Türk toplumundaki bir eğilime paralel şekilde Osmanlı’dan bu yana Türk-Müslüman nüfusun ya çiftçi ya da asker-memur olmasına paralel olarak zanaatkârlıktan uzak durma eğiliminin 1940’larda halâ Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Üretim araçlarının değişimi ile sosyal değişim arasında kurulan Marksist sosyolojik bağ itibariyle köy monografilerinde rastlanır. Köyde akrabalık dışı tüm sosyal ilişkiler bile “kardeşlik” bağı ile ifade edilmektedir. Ahret kardeşliği, süt kardeşliği gibi. Bu itibarla köylüler için tüm dünya sanki akrabalık bağı üzerine oturan sosyal ilişkilerden örülüdür. Berkes, çalışmasında sosyal değişmeyi görmeyi hedeflediği halde sosyal yapı üzerinde durduğunu belirtir. 1940-1950 arası Türk sosyolojisinin genel özellikleri şu şekilde sıralanabilir: -Türk sosyolojisi Fransız etkisinin yanı sıra Amerikan sosyolojisine eğilim göstermeye başlamıştır. -Ankara DTCF Sosyoloji bölümünün oluşumu ile İstanbul sosyoloji ekolü tek olma ayrıcalığını yitirmiştir -1940’lı yıllarda Marksizme eğilim artmıştır. -Köy ve şehir araştırmaları ivme kazanmıştır. -Amaçlanan ise toplumsal değişme yani modernleşme/Batılılaşma yolunda ne kadar ilerlediğimizi tespit etmektir. - Artık Türk sosyolojisi resmi ideolojij savunusu yyapmıyor, p y Türk toplumuna dair somut araştırmalar yapmaya başlamıştır. İdeal Türk toplumunun ne olması gerektiği doğrultusundaki spekülatif çalışmalar ile 1940’larda nasıl değiştiğini gözlemlemek üzere yapılan araştırma; köy monografileridir. Türk Devrimi, Türk ulusunun Batı karşısında bir bağımsızlık ve kendi iradesi ile özgürleşme savaşımıdır. Amaçlanan ise gecikilen Batı’ya ulaşmak ve bu amaçla toplumu yeniden inşa etmek, modernleştirmektir. SOS313U-TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ Bölüm 4-Erken Cumhuriyet Dönemi BÖLÜM DEĞERLENDİRME NOTLARI: • İslamın Türkleri geriletmediğini söyleyen tek Erken Cumhuriyet dönemi aydını; Peyami Safa. • Erken Cumhuriyet döneminde tüm aydınları birleştiren ortak paydalar; Batıyı tanımlamak, Geriliğimizin nedenlerini ortaya çıkarmak, Türkleri efendi kılmak, Batıya entegremizi sağlamak. • Şevket Süreyya Aydemir materyalist'tir. • Batılılaşmayı matematik ve kentleşme ile açıklayan; Peyami Safa'dır. • Erken Cumhuriyet döneminde ilk köy monografisi; Niyazi Berkes'e aittir. • Erken Cumhuriyet dönemi sosyologlarını köy monografileri yapmaya iten temel kaygı; Türk devriminin toplumsal değişimdeki sonuçlarını görmektir. • Berkes ve Ülken, öğrencileri ile Örnek olay analizi ve nitel gözlem tekniklerini kullanırlar. • Berkes’e göre, köylerde işlevsel takvim; Güneş'tir. • Berkes’e göre köy insanı sosyal ilişkilerini Akrabalık kriterine göre inşa etmektedir. • Ülken’in öğrencisi Göknil Batı Anadolu bölge köylerinde çalışma yapmıştır. Teşekkürler... 1950’lerde öne çıkan konuların başında köy sosyolojisi, kültür değişmeleri ve Batılılaşma gelmektedir. bu dönemde gündeme gelen sosyologlar arasında Ziya Gökalp, Prens Sabahattin ve Mehmet İzzet bulunmaktadır. 1950’lerde köyden kente ve yurt dışından yurt içine doğru şekillenen göç hareketleri birçok yeni sorunun da ortaya çıkmasına yol açmıştır. 1950’li Yıllardaki Ekoller, Sosyologlar ve Eserleri: 1950’lere kadar devlet kurumlarında, liselerde ve kısmen üniversitelerde etkin olan sosyoloji anlayışı; A. Comte, E. Durkheim tarafından geliştirilen ve Türkiye’de Ziya Gökalp’in benimseyip temsil ettiği sosyolojizm ekolüdür. Prens Sabahattin, bireyciliğe dayalı görüşleriyle öne çıkmıştır. 1940’larda başlayan Amerikan sosyolojisinin etkisi, bu dönemde Science Sociale ekolüyle birleşerek sürmüştür. 1950’lerde Türk sosyologları Science Ekolü tarafından geliştirilen araştırma tekniklerine büyük bir önem vermişlerdir. Dönemin önde gelen sosyologları ve eserleri; Hilmi Ziya Ülken: Tarihi Maddeciliğe Reddiye (1951), Sosyolojinin Problemleri (1955), Sosyoloji Rehberi (1955), Dünyada ve Türkiye’de Sosyoloji Öğretimi ve Araştırmaları (1956), Veraset ve Cemiyet (1957), İslam Felsefe Tarihi (1957), Felsefeye Giriş (1957). Mümtaz Turhan: Kültür Değişmeleri, Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik (1951), Maarifimizin Ana Davaları ve Bazı Hal Çareleri (1954), Garplılaşmanın Neresindeyiz (1956). Cavit Orhan Tütengil: Prens Sabahattin (1954), Diyarbakır Basın Tarihi Üzerine Notlar (1869-1953) (1954), Ziya Gökalp Üzerine Notlar (1956), Montesquieu’nun Siyasi ve İktisadi Fikirleri (1956). Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu: İçtimaiyat: Metodoloji Nazariyeleri (1950), İbn-i Haldun’da Tarih Telakkisi ve Metod Nazariyesi (1951), Ziya Gökalp İçin Yazdıklarım ve Söylediklerim (1955), Hukuk Sosyolojisi (1958). Cahit Tanyol: Örf ve Adetler Sosyoloji Bakımından Sanat ve Ahlak (1954), Sosyal Ahlak (1960). İbrahim Yasa: Hasanoğlan Köyünün İçtimai-İktisadi Yapısı (1955), Sindel Köyünün Toplumsal ve Ekonomik Yapısı (1960). Tahir Çağatay: Kapitalist İçtimai Nizam ve Bugünkü Durum (1958). Nurettin Şazi Kösemihal: Sanat ve Düşünce (1957). Dönemin sosyoloji içerikli dergileri ise: Sosyoloji Dergisi, Sosyoloji Dünyası, İş ve Düşünce Dergisi, Yeni Adam Dergisi, Sosyal Siyaset Konferansları, Bilgi Mecmuası, Türk Düşüncesi, Türk Yurdu. KÖY SOSYOLOJİSİ 1950’lerde Türkiye’de sosyologlar köy araştırmalarına büyük bir ilgi göstermişlerdir. Türkiye’nin tarıma dayalı bir toplum olması, nüfusunun büyük bir çoğunluğunun köylerde yaşaması, toplumsal değişme konusunda köylerin daha geleneksel bir görüntü çizmesi, tarıma traktörün girmesi ve benzeri konular sosyologları köy çalışmalarına yöneltmiştir. Köy sosyolojisi çalışması yapan sosyologlar arasında Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Şazi Kösemihal, Cahit Tanyol, Mümtaz Turhan, Selahattin Demirkan, İbrahim Yasa, Nermin Ertentuğ, Cavit Orhan Tütengil gibi pek çok sosyolog ve antropolog bulunmaktadır. Cahit Tanyol o dönemde yaptığı köy sosyolojisi çalışmalarında köyleri; ağa köyleri, efendi köyleri, halk köyleri ve karışık köyler şeklinde dört gruba ayırmıştır. Buna göre; ağa köyleri aşiret liderlerinin köyleridir. Efendi köyleri, şehirli tarafından ele geçirilen ve arazisi işletilen köylerdir. Karışık köylerde ise mülkiyetin yarısı efendiye, diğer yarısı halka aittir. Yine aynı dönemde sosyologlar coğrafi konumlarına göre köyleri; dağ köyü, ova köyü, dağınık köy, toplu köy şeklinde sınıflandırmışlardır. Köy sosyoloji çalışmalarının temel amacı; köylerde süren yaşam biçimlerini incelemek, toplumsal değişme düzeylerini belirlemek, hangi köylerin değişmeye daha yatkın olduğunu tespit etmektir. Köy sosyolojisine bu kadar önem verilmesinin nedenleri arasında, köylerin daha hızlı şekilde nasıl değişerek toplumun Batılılaşacağı, bunun için kültür, zihniyet, inanç, gelenek ve göreneklerin durumu ve değişmeye eğilimli ve dirençli yanları, bu dirençli yanların yumuşatılması için neler yapılması gerektiği ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ VE BATILILAŞMA Türkiye’deki sosyal ve siyaset bilimciler, sosyologlar; Akis, Forum, Varlık, Türk Düşüncesi, Türk Yurdu gibi dönemin önde gelen dergileri de toplumsal değişme adına ülkenin ve toplumun Batılılaşma sürecini teorileştirmeye, siyasal anlamda uygulamaya konulan Batılılaşma girişimlerini, Batıcı görüşleri sınıflandırmaya ve yorumlamaya başlamışlardır. 1950’li yıllarda toplumsal değişme, Batılılaşma konusunda öne çıkan ve döneme egemen olan zihniyeti temsil eden isim Mümtaz Turhan’dır. Mümtaz Turhan’a göre, bugün bir dünya uygarlığı haline gelmiş olan Batı uygarlığı karşısında Batılılaşmaya ihtiyaç var mıdır, yok mudur gibi bir soru anlamsızdır. Batılılaşmak kesinkes zorunludur. Mümtaz Turhan’a göre, kültürel değişme, bir toplumun gelişmesinin en önemli göstergesidir ve bir toplum düzeninin bir tipten başka bir tipe doğru dönüşmesini sağlar. Zorunlu kültür değişimine anlayışına karşı olan Mümtaz Turhan, serbest kültür değişmesini önermektedir. Zira zorunlu kültür değişmeleri karşıtını üretirken, serbest kültür değişmesi, kişilerin kendi çıkarlarını gözeterek kendiliğinden benimseyip kabullendikleri değişim anlamına gelmektedir. Yani ekonomik ihtiyaçlar ve bazı düzenlemelerle kültür kendiliğinden de, zorlamaya gerek kalmadan değişir. Mümtaz Turhan’a göre, Batılılaşmak için Batı’dan bilim, bilimsel zihniyet ve tekniğin ülkemize aktarılması gerekir. Bu yol dışındaki her şey taklit, yapma, kısır ve iğreti kalır. Buna yapmak zorundayız. İstesek de istemesek de Batı ile ülkemiz arasında bir sentez vardır ve bu sentezi ortadan kaldıramayız. Yapılması gereken en doğru eylem, Batı uygarlığını doğrudan doğruya halk kültürüne aşılamak ve halkın temsil ettiği kültürün ortak unsurlarını temel alarak yepyeni ve canlı bir kültürün doğmasına olanak sağlamaktır. Doğu-Batı sentezi olan bu yöntem Batılılaşmanın en kestirme yoludur. Dönemin sosyologlarından Hilmi Ziya Ülken de Batılaşmanın yalnız kaçınılmaz tek yol değil aynı zamanda toplumsal bir gerçek olduğu görüşündedir. Batı uygarlığı ne teknik ne makine ne de fendir, onları yapan bilim ve bilimsel zihniyettir. EĞİTİM SOSYOLOJİSİ 1950’li yıllarda da öğretmen yetiştirme, eğitim anlayışı, okul ve öğretmen sayılarındaki yetersizlikler, yüksek öğretim, göçlerin eğitim çağındaki çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri ve benzeri pek çok sorun bulunmaktadır. Sosyologlara göre, eğitimin ana sorunları; ülkenin kalkınma, ilerleme, bugünkü uygarlık seviyesinde bir ulus olma sorunları ile aynıdır. Uygar, ileri bir ulus demek, gerçek bilime, bilimsel zihniyete ve bunlarla donatılarak yetiştirilmiş düşünürlere sahip olmak demektir. bu sorunları çözmenin iki yolu bulunmaktadır: öğrenciler başta İngiltere, Almanya, Hollanda, İsveç gibi eğitim sistemleri daha ziyade kişisel araştırma esasına dayanan Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya gönderilmelidir. Bunlar üniversiteyi bitirdikten sonra o ülkelerde doktora yapmalı ve birkaç yıl da asistan olarak çalıştıktan sonra birinci sınıf uzman bilim insanları olarak Türkiye’ye dönmelidirler. İkinci çözüm yolu ise, araştırma enstitüleri açmaktır. Bazı sosyologlar eğitimdeki aksaklıkları, Batı bilim zihniyetine sahip yeterli sayıda bilim insanının bulunmayışına bağlarken, bazı sosyologlar da eğitim alanında görülen genel aksaklıkları, başka ülkelerde başarılı olmuş eğitim sistemlerinin aynen ve hazır elbise gibi ülkemize aktarılmasına bağlamaktadırlar. Dil Sosyolojisi Kapsamında Yapılan Tartışmalar: 1950’lerde sosyologların tartışmaya açtıkları konular arasında Türkçenin sadeleştirilip sadeleştirilmemesi, dilin özellikleri, Türkçeyi etkileyen faktörler, meslek dili ve terminolojisi, Türkçenin kısırlaşması, bozulması gibi dil merkezli yaklaşımlar bulunmaktadır. Sosyologlardan bir grubu, dil devriminin gerçek Batılılaşma ve inkılapçılıkla bir ilgisi bulunmadığını, aksine dil devriminin bir irtica, bir gericilik hareketi olduğunu belirtirler. Türk Dil Kurumu çizgisindeki sosyologlar ise, dildeki ağdalı yapıdan uzaklaşılmasını, yabancı kökenli kelimelerin yerine Türkçe kökenli kelimelerin almasını ve Türkçenin sadeleştirilmesini önermektedirler. Dönemin sosyologlarından Hilmi Ziya Ülken ise dil konusuna farklı yaklaşmakta ve adeta bir dil sosyolojisi kurmaya çalışmaktadır. Ülken’e göre, konuşulan dil, yazı dili, uzmanların meslek dili, şifreli dil, toplumsal hayattaki her türlü ilişkiyi yansıttığı için sosyal bir kurumdur. O nedenle dil toplumsal bir fenomen olarak görülmeli ve diğer toplumsal fenomenlerle ilişkileri, etkileşimleri sosyolojik açıdan incelenmelidir. Ülken, dilin kültürel ve toplumsal yapı değişmelerine bağlı olarak değişmelere uğramasının normal olduğunu söyler. DÖNEMİN BAŞAT EKONOMİ - POLİTİK ANLAYIŞI Bu dönemde sosyologlar, demokrasi ve liberalizmi öven; komünizm, sosyalizmi ve sol hareketleri eleştiren çalışmalar kaleme almışlar-siyaset ve ekonominin iç içe girdiği bir dönemde, liberal ekonomi sisteminin başarılı olmasına dönük sosyolojiyle yakından ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda, bazı sosyologlar devletçilik, sosyalizm, sendikalizm, kooperatifçilik, sanayileşme, ekonomi sistemleri, ekonomik yapı konularında çalışmalar yürütmüşler. Tahir Çağatay’ın Kapitalist İçtimai Nizam ve Bugünkü Durumu adlı eser dışında, 1950’li yıllarda sosyologların doğrudan ekonomi sosyoloji içerikli yayınları sınırlıdır. Kooperatifçilik sayesinde; Alt gelir gruplarının bir araya gelerek ekonomik açıdan işbirliği yapmaları, küçük üreticilerin kendilerini korumak, gelirlerini yükseltmek ve orta sınıflara katılmaları için teşvik edilmişlerdir. Sosyologlar 1950’lerde ağırlıklı olarak liberal ekonomi politikalarından yana bir tavır sergilemiş ve bireysel teşebbüs yeteneğinin gelişmesinin hem özgürlüklere ve hem de demokrasiye katkı sağlayacağını öne sürmüşlerdir. Bu dönemin sosyologlarından Cahit Tanyol’a göre, devletin bütün teşebbüsleri elinde tutması, devlet mekanizmasının şişmesine ve işlemez hale gelmesine neden olmaktadır. Cahit Tanyol’a göre; Bir ülkede bireysel teşebbüsler sosyal yaşamın bütün dallarını kuşattığı oranda orada maddi ve manevi yükselme görülür, refah düzeyi artar. Fahri Fındıkoğlu’nun bu kapsamdaki makalelerini şu şekilde saymak mümkündür: “İstanbul Küçük Sanayii Hakkında Yeni Araştırmalar”, “Sinai Sosyoloji ve İnsanlar arası Münasebetler Teorisi”, “Karabük ve Çalışma Sosyolojisi ile Alakalı Problemler”. Amiran Kurtkan’ın aynı konudaki makaleleri ise: “Türkiye’de Küçük Sanayiin Sosyolojik Ehemmiyeti”, “Türkiye’de Sanayileşmeye Tesir Eden Sosyolojik Faktörler”. İLETİŞİM SOSYOLOJİSİ 1950-1960 dönemi sosyologları, bölge basınının durumunu ve önemini, radyo, televizyon ve sinemanın toplum üzerindeki etkilerini de sosyolojik açıdan inceleyerek iletişim sosyolojisinin temellerini atmışlardır. Bu bağlamda, Hilmi Ziya Ülken, “Radyonun içtimai Tesirleri Üzerine Sosyolojik Anket”i yayınlamış; bunu Cavit Orhan Tütengil’in “Türkiye’de Çeşitli Gazete ve Dergilerde Bölge Basını Hakkında Yapılmış Olan Yayınlar” adlı makalesi izlemiştir. Tahir Çağatay ise, iletişim araçları-toplum etkileşimini incelemiş, haberlerin çok hızlı bir şekilde ve belli kanallar eliyle dünyaya yayılmasına dikkat çekmiştir. İlk defa 1950-1960 döneminde olmak üzere, sosyolojinin birçok alanına ilişkin kitap ve makaleler de kaleme alınmıştır. Bunları, daha sonraki dönemlerde gelişecek olan bazı sosyoloji disiplinlerine başlangıç çalışmaları olarak görmek mümkündür. Bu çalışmalar arasında, çevre sorunlarını konu alan, “İnsan Ekolojisinin Gelişmesi ve Problemleri”ni gösterebiliriz. GÖÇ SOSYOLOJİSİ Bulgaristan’dan ve Yugoslavya’dan Türkiye’ye doğru akan yoğun dış göçler, Türkiye’den başka ülkelere ve özellikle İsrail’e yönelik göçler ve yine ülkenin çeşitli bölgeleri arasında sosyo-ekonomik nedenlerle yaşanan iç göçler ve bu göçlerin yarattığı çeşitli toplumsal sorunlar araştırmaların başlıca nedenleri arasındadır. İç göçlerle ilgili olarak yapılan çalışmalarda, göçlerin sosyo-ekonomik ve teknik nedenlerden kaynaklandığı vurgulanmıştır. 1950’li yıllarda, tarıma traktörün de girmesiyle, özellikle ekonomik olarak az gelişmiş bölgelerden endüstri ve tarım alanlarının yoğun olduğu bölgelere doğru iş aramak için bir nüfus akımı yaşanmaya başlanmıştır. Sosyologlara göre bu göçler geleneksel örf ve adetlerin etkisinin kırılmasına yardım etmekte, bölgeler arası zihniyet farklılıklarını azaltarak modernleşmeye yardımcı olmaktadır. sosyologlara göre, göçler sadece iş aramak için gerçekleşmemektedir. Ekonomik nedenler başta olmakla birlikte ekonomi dışı faktörler de göçe yol açmaktadır. Bu faktörler; iyi yaşam koşullarına sahip olmak, kültür, ticaret, eğitim ve sağlık olanaklarından daha fazla yararlanmaktır. Hilmi Ziya Ülken, Ankara gibi siyasal merkezlerin de iş göçlerine neden olduğunu, ancak göçlerin genellikle köylerden şehirlere doğru ve bunların da sadece iş aramak için yapılan eğreti göçler olmadığını belirtir. Cahit Tanyol ise bazı köylere traktörün girmesiyle, bu köylerde zenginleşme, sosyal hayatta hareketlenme ve iş olanaklarının genişlemesi gibi durumların ortaya çıktığını belirtir. • 1950’lerde köy sosyolojisine önem verilmesinin en önemli nedeni; Köylerdeki toplumsal değişmeyi etkileyen faktörleri incelemek. • 1950’lerde “dil sosyolojisi” yapmaya çalışan sosyolog; Hilmi Ziya Ülken. • Eğitim sosyologlarına göre öğretmenin görevleri; Bilimsel düşünce ve gelişmeleri duyurmak, Çevresinin sorunlarıyla ilgilenmek, Teknik buluş ve ilerlemeleri duyurmak, Yurt ve dünya olaylarını yakından izlemek. • “Hasanoğlan Köyü’nün İçtimai-İktisadi Yapısı” adlı çalışma; İbrahim Yasa'ya aittir. • Sosyologlara göre eğitimin temel işlevleri; Bireylerin kültürel gelişimini sağlamak, Bireylere tarihsel, kültürel ve teknik bilgi vermek, Bireylerin yeteneklerini keşfetmelerine yardımcı olmak, Bireyleri geleceğe hazırlamak. • Kooperatifçiliğin genel amacı; Küçük üreticilerin ürünlerini daha iyi değerlendirmeleri adına işbirliği yapmalarını sağlamak. • 1950’li yıllarda meydana gelen göç hareketlerinin en önemli nedeni; Ekonomi. • 1950’li yıllarda Türkiye’nin yoğun şekilde göç aldığı ülke; Bulgaristan. • Ağa, efendi, halk köyleri ayrımını yapan sosyolog; Cahit Tanyol. • 1950’li yıllarda sosyologların araştırma teknikleri açısından öne çıkardıkları sosyoloji ekolü; Science Sociale. Amerikan sosyolojisinin Türkiye’de egemen anlayış haline gelmesi, 1960’lara rastlar. 1960’larda Türkiye’de birbirine tamamen zıt iki büyük sosyoloji anlayışı ortaya çıkmıştır: Bunlardan birincisi yapısal-fonksiyonalist Amerikan sosyoloji anlayışı, ikincisi de tarihsel araştırmalara ağırlık veren sosyoloji anlayışıdır. 1960-1980 döneminde Amerikan sosyolojisinin etkisinde kalan sosyologlar pozitivizmi, sosyal determinizmi ve ampirizmi çalışmalarının merkezine yerleştirmişler ve sosyolojiyi sadece Amerikan sosyolojisinin yaklaşımlarıyla özleştirmişlerdir. Pozitivist sosyolojinin 19. yüzyıldaki temel varsayımı, toplumsal sorunları önceden belirleyip çözmek, düzen adına ve düzen kapsamında topluma yön vermektir. Amerikan sosyolojisinin iki önemli ekolü, yapısal-fonksiyonalizm ve etkileşimcilik yaklaşımları; toplumsal yapı, toplumsal değişme, toplumsal farklılaşma, tabakalaşma, küçük gruplar, düzen içerisinde ilerleme, rol ve rol ilişkileri gibi konu ve kavramlara dayanarak sosyoloji yapar. sosyologlarımızın çalışmaları Türkiye’nin az gelişmişliğini kanıtlamaya dönmüştür. 1960-1980 dönemi Türk sosyolojisinde yapısal-fonksiyonalist ve etkileşimci Amerikan sosyoloji yaklaşımı yanında, Weberyan sosyoloji, tarihsel sosyoloji de egemen anlayış olmuştur. TOPLUMSAL DEĞİŞME VE AZ GELİŞMİŞLİK Türk toplum tarihi konusundaki genel eğilimlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi, Batı evrim çizgisi ile Türkiye arasında fark görmeyen grup; ikincisi ise Türk toplumu ile Batı toplumlarının farklı olduğu görüşünde olan grup. 1960’lardan itibaren sosyologlar ve sosyal bilimciler eski Türk toplum yapısını ve özellikle Osmanlı toplum yapısını anlamaya ve açıklamaya yönelik çalışmalar yaparlar. Bu çalışmaların temel amacı, Osmanlı toplumunun geçirdiği aşamaları belirlemek, şimdi hangi yapıda olduğumuzu ortaya koymak ve buradan hareketle Türkiye’yi daha iyi olanaklara sahip bir geleceğe taşımanın yollarını aramaktır. 1960- 1980 döneminde, toplumu tarihi yapısı içerisinde tanımlamaya yönelik çalışmalar Osmanlıyı; a)herhangi bir ideolojiye bağlı olmadan sosyo-ekonomik özellikleri ile tanımlayan, … … b)Marksist sosyolojiden etkilenip toplumsal yapı özelliklerini hazır bir kalıba yerleştirerek feodal, Asya Tipi Üretim Tarzı veya pre-kapitalist üretim tarzı şeklinde tanımlayan araştırmalar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Feodal görüş; Osmanlı’nın Batı ile aynı evrim çizgisine tabi olduğunu kabul eden görüştür. 1970’lerde yaptığı çalışmalarla Asya göçebe toplumlarının ve Osmanlının ATÜT, feodalite ve başka Batılı teorilerle ile açıklanamayacağını kesin bir anlayışla ortaya koyan sosyolog Baykan Sezer olmuştur. Oya Sencer-Baydar ise, Türk Toplumunun Tarihsel Evrimi başlıklı çalışmasında, “feodal” denilebilecek sınıflı bir yapı ile Osmanlı devletinin bütün tarım ve toprak sistemini kontrol ettiğini belirtir. 1960’lardan itibaren Osmanlı toplum yapısı üzerine gerçekleştirilen çalışmalarda birçok sosyoloğun imzası bulunmakla birlikte, özellikle son dönem Osmanlı toplum ve düşün yapısının incelenmesi konusunda Niyazi Berkes ve Şerif Mardin’in ayrı bir yeri vardır. Bu iki isim dışında Cahit Tanyol, Oya Sencer, Muzaffer Sencer, Ümit Meriç, Sabahattin Güllülü başta olmak üzere pek çok sosyolog bu doğrultuda çalışmalar üretmiş, makale ve kitap yazmışlardır. Tarıma dayalı üretim ilişkileri üzerinden yapılan çalışmalarla karşılaştırıldığında çok az da olsa kent ve kasabalarda zanaat içerikli üretimi kapsayan, Osmanlıyı açıklarken bu alanların da hesaba katılması gerektiğini belirten çalışmalar; 1974’te bitirilen ve 1977’de yayınlanan Sabahattin Güllülü’nün Ahi Birlikleri adlı doktora çalışmasıdır. Güllülü, bu araştırmasında, tarım dışı üretimi gerçekleştiren esnaf ve zanaatkarların örgütü olan Ahi Birliklerini analiz eder ve bunların sosyal ve ekonomik yaşam üzerindeki ağırlıklarını ortaya koyar. Niyazi Berkes ise Osmanlı’nın Batı’da görülen feodal yapının içerisine girmemesine karşın, kendine özgü bir yapıya değil, Doğu toplumlarının da dahil olduğu, Doğu despotizmi yaklaşımı içerisinde yer aldığını belirtmektedir. Osmanlının Batılı kalıplarla açıklanamayacağı görüşündedir. Berkes’e göre Osmanlı feodal düzenden çok ATÜT’e yakındır. Çalışmalarında Kemalizmi merkeze alan Berkes, yazdıkları ile geniş bir kesime kaynaklık ve düşün önderliği yapmıştır. Şerif Mardin, Tanzimat dönemini ve sonrasını Türk modernleşmesi çerçevesinde incelemiştir. Mardin, Yeni Osmanlı ve İttihatçı görüşlerin bilinmesine, Batıcılaşma sürecinin evrimi konusunda düşün çevrelerinin yeni değerlendirmelere ulaşmasına kaynaklık yapan sosyologlar arasındadır. Cavit Orhan Tütengil’in belirttiğine göre, Batılı kaynaklar ulusal gelir, kentleşme ve tarım dışı alanlarda çalışanların genel nüfusa oranı gibi değişkenler üzerinden dünyadaki ülkeleri üç ana grupta toplamışlardır: Çok gelişmiş ülkeler, orta derecede gelişmiş ülkeler ve az gelişmiş ülkeler. göstergeler açısından Türkiye’nin az gelişmiş bir ülke olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Tütengil, az gelişmişliğimizi gösteren Batılı teorileri ve ölçütleri ülkemize aktararak durumumuzu test etmemize yardımcı olmuştur. Bir ülkede eğitim, sağlık, ekonomi, yatırım biçimi, ordunun yönetim üzerindeki etkisi, tarım, sanayi, dinsel durum, yerleşme birimi, idari ve benzeri özellikler açısından Batılı toplumlardan ne kadar uzak ise, o kadar az gelişmiş bir toplumdur. Baykan Sezer'e göre az gelişmişlik kavramı kendi içinde bir anlam taşımaz. Doğu toplumları, günümüz Batı toplumlarıyla endüstri üretimi ve ilişkileri alanında yapılan karşılaştırma sonucu “az gelişmişlik”le damgalanmaktadır. Mübeccel B. Kıray ise, Türkiye’nin az gelişmişliği konusunu, toplumsal değişme anlayışı doğrultusunda ele almıştır. Kıray, toplumda meydana gelen değişmelerde, değişmenin daha hızlı yönleri ile daha yavaş değişen yönleri arasında oluşan belirli açıklıkların doldurulmasını ve dengenin sürdürülmesini, değerlerin birbiriyle bağlantısının devamını tampon kuramı ile açıklar. Emre Kongar ise, 1972 yılında kaleme aldığı Toplumsal Değişme Kuramları başlıklı çalışmasında, amaçları arasında, “azgelişmiş ülkeler açısından hayati bir önemi olan modernleşme konusuna ışık tutabilmek” ve değişme konusunda önde gelen kuramları sistematik olarak okuyucuya tanıtmak olduğunu belirtir. Son kertede az gelişmişlik ölçütlerini şöyle sıralayabiliriz; Ulusal gelir düzeyinin düşüklüğü, Kentleşme oranlarının düşüklüğü, Tarımda çalışan insan sayısının yüksekliği, Kişi başına düşen basılı yayın sayısının azlığı. KÖY SOSYOLOJİSİ Cavit Orhan Tütengil 1969 yılında yayınladığı Türkiye’de Köy Sorunu başlıklı eserinde, daha önce yapılan başlıca köy monografilerinden örnekler verdikten sonra, köy kalkınmasının ilkelerini göstermeye, yapılan araştırmaların sonuçlarını sınıflandırmaya, köyü idari ve yasal açıdan tanımlamaya çalışır- Sakarya köylerinde yaptığı bir alan araştırmasında ise, köylerdeki değişime yol açan faktörler üzerinde durmuştur. Tütengil’in yaptığı bu çalışmalar dışında, 1970’te yayınlanan bir başka köy sosyolojisi çalışması da Orhan Türkdoğan’ın imzasını taşımaktadır. Altan Eserpek’in Erzurum köylerinde gerçekleştirdiği ve 1979 yılında yayınladığı bir araştırmasında; aile büyüklüğü, aile çeşitleri, evlilik, boşanma, akrabalık gibi değişkenlerin köylerdeki sosyo- kültürel değişme sürecine etkileri ve dış faktörlerin bu süreçteki yeri belirlenmeye çalışılmıştır. Muzaffer Sencer, Türkiye’de Köylülüğün Maddi Temelleri başlıklı çalışmasıyla köyü mülkiyet ilişkileri ve üretim güçleri açısından incelenmiştir. Bahattin Akşit, 1967’de yayınladığı, Türkiye’de “Azgelişmiş Kapitalizm” ve Köylere Girişi başlıklı kitabında, dönemin pek çok sosyoloğun aksine, pozitivist ve determinist bir anlayışla, Osmanlıyı Batı evrim çizgisi doğrultusunda ele alır. 1960’lı yıllarda özellikle Sosyoloji Dergisi’nde sistematik olarak köy sosyolojisi çalışmaları yapılır; Cahit Tanyol, “Peşke Binamlısı Köyü”(Sayı: 16), Cahit Tanyol, “Elifoğlu Köyü” (Sayı:17-18), Cavit Orhan Tütengil, “Türkiye’de Köy ve Aydınların Tutumu” (Sayı: 17-18), Muzaffer Sencer, “Türkiye’de Köye Yönelme Hareketleri” (Sayı:17-18), Cahit Tanyol, “Eylen Köyü”. Ek olarak 1960’larda ve 1970’lerde Mübeccel Belik Kıray, Özer Ozankaya, İbrahim Yasa, Selahattin Demirkan, Amiran Kurtkan ve daha birçok sosyolog köy sosyolojisi araştırması yapmıştır. KENT SOSYOLOJİSİ Köyden kente göç olayı, şehirlerde kenar mahalle ve gecekondu olgusunu doğurmuştur. 1960-1980 döneminde, Türkiye’deki gecekondularla ilgili ilk çalışmaları yapan sosyologlardan biri Orhan Türkdoğan’dır. Gecekonduyu merkeze alan bir başka çalışma Birsen Gökçe’ye aittir. Gökçe, 1971 yılında Ankara gecekondularında, 14-20 yaş grubu gecekondu gençliğinin sosyo-ekonomik durumunu, öğrenim düzeyini, ailesiyle ilişkilerini, gelecekten beklentilerini ve çevre ile uyumunu konu alan bir araştırma gerçekleştirmiştir. Cavit Orhan Tütengil ise göçe bağlı kent nüfusunun artışını iki temel faktöre bağlamaktadır. Bu nedenlerden birincisi, makineleşmenin doğurduğu işsizlik, siyasal ve toplumsal güvensizlik, köyde yaşamın zorlukları. İkinci temel neden ise, kentteki ücretlerin yüksek oluşu, hizmetlerin yoğun ve etkinliği, kent yaşamının kültürel açıdan çekiciliği. Mübeccel B. Kıray; kenti sanayi yönelimli ilişkilerin merkezi olarak kabul etmekte, mekânda ortaya çıkan değişmeleri kentin sahip olduğu işlevsel farklılaşma ile açıklamaktadır. Kentleşme ve gecekondu olgusunu, 1960-1980 döneminde, Mübeccel B. Kıray, Cavit Orhan Tütengil, Orhan Türkdoğan ve Birsen Gökçe dışında Emre Kongar, İbrahim Yasa, Ruşen Keleş, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ayda Yörükân, Turhan Yörükân gibi bilim insanları da çeşitli açılardan araştırmışlardır. DİN SOSYOLOJİSİ Türk sosyoloji tarihinde din-toplum ilişkileri hep önemsenmiştir. Muzaffer Sencer; İslamiyetin yalnız bir inanç ve pratikler sistemi olmayıp aynı zamanda temellendirdiği çeşitli kurumlarla bir sosyal ve politik rejim özelliği taşıdığını belirtir. Fügen Berkay'a göre; Her dinde tek Tanrı inancı vardır. Her dinin bir inanç sistemi vardır. Her dinde ibadet vardır. Her dinin tapınağı bulunur. Her dinde rasyonel olmayan bir yan görülür. Her dinin mutlaka ümmeti bulunur. “Bütün dinlerde olduğu gibi İslam dininin bir inanç sistemi, ibadetle ilgili seremonileri, ibadethanesi ve ümmeti vardır. Bir şeyi eksiktir ya da farklıdır diğer dinlerden. O da İslamiyet İrrationel değil Rationel Bir Dindir”. Kur’anda iki çeşit emir bulunmaktadır: tamamlanmış ve tamamlanmamış emirler. Birinciler inanca ve ibadete ait olanlar, ikinciler ise ahlak, adalet gibi dünya işlerini düzenlemeye yarayan, İslam ümmetine akılla girecekleri kapıları açık bırakan alanlar. Baykan Sezer'e göre din, toplumlar arası yeni ilişkileri kavrayabilmemize yardımcı olan en önemli unsurlardan biridir. Bir üstyapı kurumu olan din ile insanlar kendi varlıklarını ve varlıklarını çevreleyen toplumsal ortamın bilincine varırlar. Dinler toplumların kendilerini tanıma ve tanıtma aracıdır. Din, kimliğin en önemli bileşenidir. Şerif Mardin, 1969’da yayınladığı Din ve İdeoloji başlıklı çalışmasında, dinin Türk kültürü açısından önemli bir unsur olduğunu, bu nedenle laik Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’de bireylerin kişilik ve kimlik sorunlarını halletmekte zorlandıklarını, alt sınıfların bu değer boşluğunu İslami itikatlere sıkı sıkıya sarılarak gidermeye çalıştıklarını belirtir. O’na göre din bir “yumuşak ideoloji” dir. Mehmet Eröz; Aleviliği bir din, mezhep ve kültür konusu olarak değerlendirmiş, Aleviliğin İslam tasavvufu ve eski Türk inançlarıyla yakından ilgili olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. TOPLUMSAL TABAKALAŞMA ve SİYASET SOSYOLOJİSİ Sınıfsal yapıyı etkileyen tarihsel faktörleri ve mevcut göstergeleri inceleme açısından 1960-1980 döneminde öne çıkan sosyologlar arasında Oya Sencer-Baydar, Muzaffer Sencer ve Eyüp Kemerlioğlu bulunmaktadır. Oya Sencer-Baydar, Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu başlıklı doktora çalışmasında, Türkiye’de işçi sınıfının tarihini ele alırken, işçiyi, “kendi üretim araçlarına sahip olmayan, başkalarının üretim araçlarıyla çalışan ve özgür bir anlaşma ile, sermaye sahibine emeğini satarak yaşayan kişi” olarak tanımlar. Muzaffer Sencer’in belirttiği gibi, endüstri devriminden sonra sosyoloji literatüründe geniş bir yer tutmaya başlayan “sosyal sınıf” veya “sosyal tabaka” kavramı, bilimsel kesinlik ve açıklıktan uzak ve bir değer anlamı da taşımaktadır. Meslek, toplumsal tabakalaşma ve hareketlilik konusundaki öncü çalışmalardan birisi, Eyüp Kemerlioğlu’nun 1973 yılında tamamladığı Erzurum’da Meslekler ve Sosyal Tabakalaşma başlıklı doktorasıdır. Bu araştırma ile Kemerlioğlu, sosyal tabaka ile meslekler arasındaki ilişkiyi, bağlantıyı, biçimi, sosyal yapı adına ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Kemerlioğlu, meslekleri “itibar ölçeği”ne göre altı tabakalı bir model çerçevesinde değerlendirmektedir: Yüksek uzmanlık meslekleri, tüccar ve işadamları, memurlar, esnaf ve zanaatkârlar, işçiler, çiftçiler ve rençberler. Amiran Kurtkan, 1960’ların başlarında yaptığı bir çalışmaya dayanarak, Türkiye’de büyük sanayi işletmelerinin gerekli sürüm yapmalarını sağlayacak gelire ve yaşam tarzına sahip yeterli sayıda bir orta sınıfın bulunmadığını ortaya koymuştur. 1960-1980 döneminde sosyologlar, sosyal sınıf, sosyal tabaka gibi konular yanında siyaset sosyolojinin önemli araştırma alanlarından biri olan siyasal partiler ve seçmen davranışlarını merkeze alan araştırmalara da yönelmişlerdir. Bu kapsamda H. Z. Ülken’in Siyasi Partiler ve Sosyalizm ve Muzaffer Sencer’in Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri başlıklı çalışmalarından söz etmek mümkündür. Ülken, çalışmasında Avrupa toplumlarında siyasi partileri ortaya çıkaran ve gelişmelerine neden olan toplumsal faktörlere, partilerin dayandıkları ideolojilere, partilere destek veren sosyal sınıflara ilişkin bilgi verirken; Sencer, tarihsel süreç içerisinde Türkiye’de kurulan siyasal partilerin özelliklerini anlatmaktadır. Muzaffer Sencer, 12 Ekim 1969 milletvekilliği seçimleri öncesinde, İstanbul örneklemi üzerinden, siyaset sosyolojisi kapsamında yaptığı bir başka araştırmada, seçmenlerin cinsiyet, yaş, doğum yeri, gelinen yer, yerleşme dönemi, eğitim düzeyi, din ve mezhep bağlılığı, aile büyüklüğü, aile birlikteliği, medeni durum, ailenin toplam geliri, çocuk sayısı, meslek, kişisel gelir, konut tipi, konutun mülkiyeti gibi demografik ve sınıfsal özellikleri oluşturan değişkenler ile siyasal tercihler arasındaki bağlantıları saptamaya çalışmıştır. AİLE, KADIN VE GENÇLİK SOSYOLOJİSİ 1960-1980 döneminde gündeme gelen ve sosyologların çalışma yaptığı alanlardan biri de, ayrı ayrı olarak, aile, kadın ve gençlik konularıdır. 1967-1968 yıllarında Türk Sosyal Bilimler Derneği önderliğinde Oğuz Arı, Mübeccel Kıray, Şerif Mardin, Cevat Geray, Ergun Özbudun, Deniz Baykal, Şefik Uysal, Emre Kongar ve Çiğdem Kağıtçıbaşı tarafından geniş bir proje kapsamında İzmir’de ayrı ayrı araştırmalar yürütülmüştür. Emre Kongar’ın İzmir’de Kentsel Aile çalışmasında; Aile, yapısal yönden geleneksel geniş aile … … ve çekirdek aile şeklinde bir evrim çizgisi izlemektedir. Aile, yapısal ve fonksiyonel yönden giderek çekirdekleşmektedir. İzmir’deki kentsel aile, akrabalarla ilişkiler açısından oldukça içine kapalıdır ve bu içe kapanıklık alt gelir ve çevre gruplarında ekonomik yönden daha da yoğundur. Düşük gelir ve çevredeki aileler bürokratik örgütlerden oldukça yalıtılmış durumdadır. Akrabalık ilişkileri üst gelir ve çevre gruplarında iş yaşamında oldukça önemlidir. 1960-1980 döneminde, başta Nermin Abadan Unat, Mübeccel Belik Kıray, Altan Eserpek, ‹brahim Yasa, Mehmet Eröz olmak üzere birçok sosyolog aile ve kadın konusunda bağımsız çalışmalar yapmış veya çalışmaları içerisinde bu konulara da yer vermiştir. 1960-1980 dönemi kadın çalışmalarında Cumhuriyet öncesi kadının olumsuz sosyal koşullarına ve erkek egemen toplumdaki ikinci sınıf konumuna yer verilmiş ve Cumhuriyet dönemindeki kazanımları öne çıkarılmıştır. Ayşe Önce Türkiye’de uzman mesleklerde çalışan kadın oranları üzerinden yaptığı bir araştırmada, Türkiye ile Avrupa ülkelerini karşılaştırmıştır. Buna göre, Türkiye’de tıp ve hukuk meslek alanlarında kadının yeri endüstrileşmiş ülkelerden daha yüksektir. Yine bu çalışmanın bulgularına göre, uzman meslek sahibi Türk kadınları kent kökenli, üst ya da orta-üst sosyal tabakalardan gelmektedir. Birsen Gökçe; 1965 yılında doktora çalışmaları kapsamında gerçekleştirdiği alan araştırmaları ile kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklar sorununu gündeme taşımış ve ülkemizdeki yasal durum ile örneklem kapsamındaki çocukların içerisinde bulunduğu durumu ortaya çıkarmaya çalışmıştır. • 1960-1980 döneminde Türk sosyolojisine; işlevselcilik hakim oldu. • Feodal üretim tarzı, Merkezi feodal üretim tarzı, Kapitalizm öncesi emtia üretim tarzı, Asya tipi üretim tarzı; Osmanlı toplumunu açıklamak için kullanıldı. • Cumhuriyet dönemi devrimlerini çağdaşlaşma olarak tanımlayan sosyolog; N. Berkes. • Batılı hiçbir yaklaşım, anlayış ve kuramın Türk toplumunu açıklayamayacağı görüşünde olan sosyolog; B. Sezer. • İzmir’deki kentsel aileler; Yapısal ve fonksiyonel açıdan çekirdekleşmektedir. İzmir’de aile, akrabalık ilişkileri açısından içine kapalıdır. İzmirdeki düşük gelir gruplu ailelerin bürokratik örgütlerle ilişkileri çok sınırlıdır. İzmir’de aileler açısından akrabalık ilişkileri iş yaşamında oldukça önemlidir. • Tarihi maddeci sosyoloji yaklaşımıyla kırsal kesimdeki mülkiyet ilişkilerini değerlendiren sosyolog; Muzaffer Sencer. • Baykan Sezer, Şerif Mardin, Muzaffer Sencer, Fügen Berkay; din sosyoloji ile ilgili çalışma yaptı. • Türkiye’de işçi sınıfının tarihi üzerine doktora çalışması yapan sosyolog; Oya Sencer-Baydar. • Bir bireyin statüsünü belirleyen sahip olduğu özellikler; Eğitim, Yaşanılan konut, Meslek, Gelir. • Ümit Meriç - Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü. Sabahattin Güllülü - Ahi Birlikleri. Hilmi Ziya Ülken - Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. Cavit Orhan Tütengil - Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak. Türk Sosyolojisinde 1980 Sonrası Dönüşümün Sosyo-Politik Temelleri: Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde gerçekleşmediğini düşünmek mümkündür. 1980’li yıllardaki sosyo-ekonomik olaylara bakışta dönüşümün işaretlerinden biri olan “Ulusal Kalkınmacılığın İşası” isimli eserin yazarı; Çağlar Keyder'dir. Türk-İslam Sentezi; kendi içinde tutarlı bir teorik sistem özelliği göstermemektedir. Siyasal konjonktüre bağlı olarak, daha doğrusu ülkede kontrollü bir siyasal konjonktür yaratmak üzere tasarlanmış, eklektik unsurlar barındıran ve entelektüel derinlikten yoksun bir “toplumsal denetim projesi”dir. 24 Ocak Kararları’nı ve 12 Eylül darbesini, Türkiye’de 1980’lerde sistemli bir şekilde uygulanmaya başlanılan neo-liberal politikaların başlangıç noktası sayabiliriz. Sivilleşme Tartışmaları: 1980’lerin ortalarından itibaren Yükselen yeni değerlerin “sivilleşme”, “sivil toplum”, “demokratikleşme”, “toplumsal transformasyon (dönüşüm)” gibi kavramlarla ifade edilmesi değişimin yönünü göstermektedir. Ekonomide devlet müdahalesini eksen alan iktisadi yaklaşımların yerini, 1980’lerde giderek liberal ekonomiye vurgu yapan bir yaklaşım almıştır. Batılılaşma eyleminin toplumun çıkar ve beklentilerine uyumlu bir tarzda gerçekleşmesinin yolu olarak ise “devletin küçültülmesi”, “sivil toplumun güçlendirilmesi” gösterilmiştir. 1980’lerde Sosyal Teorinin Dönüşümü: 1980’lerde, Marksist tez ve argümanlar sosyolojideki eski cazibesini ve gücünü yitirmiştir. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur. 1980’lerde Turgut Özal’ın Fakir-Fukara Fonu yegane ironik çözüm yolu olmuştur. Bu dönemde sosyologlar iktisadi sorunlardan kaçınmakta, kültürel konulara yönelmektedirler. Pozitivizm Eleştirileri: pozitivizmin doğa bilimlerinden devraldığı kesinlik, yasa ve objektiflik kriterlerine yönelik ciddi eleştiriler gündeme gelmeye başlamıştır. Kadın araştırmaları, etnik sorunlar, toplumsal cinsiyet, tüketim, şiddet, suç, çocuk ve aile araştırmaları günümüzde Batı sosyoloji kürsülerinde revaçta olan konulardır. 1980 sonrası dönemde pozitivizme, toplum mühendisliğine, tümelci ve nomotetik (genelleştirici, yasa koyucu) bilim anlayışlarına yönelik eleştirellik sosyolojik araştırmalarda daha fazla görünürlük kazanmaktadır. Tarih-üstü, evrenselci, tümelci, pozitivist, nomotetik sosyoloji/bilim paradigması giderek gözden düşmekte; tarihselci, yerel, tikelci, hermeneutik, idiografik (somut,tekil, ünik olana göndermede bulunan) sosyoloji/bilim paradigması sahneyi doldurmaktadır. Pozitivizme yönelik tepkiler elbette haklı gerekçeler içermektedir ve sosyal bilimlerin doğa bilimlerinden bağımsızlaşması yolunda önemli olanaklar getirmektedir. Ancak bu kez, pozitivizmden kaçınmak adına, örtülü, çok-anlamlı, öznel ifade biçimleri, nedensellikten uzaklaşma eğilimi ve dilde muğlaklık egemen olmaktadır. Ulus Devletin Sorgulanması: 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Avrupa ülkelerinin bütünleşme yolundaki çabaları sonucu Avrupa Birliği’nin (AB) doğuşu, modern sosyolojide egemen olan toplum (yurttaş ve ulus temelli holistik toplum) tasavvurunun dönüşümünü beraberinde getirmiştir. Türkiye’de egemen sosyoloji anlayışı Cumhuriyetin ilanından itibaren ulus-devlet, ulusallık ve (etnisiteyi/dinsel zümreleşmeleri dışlayan) yurttaşlık ekseninde gelişme gösterirken, özellikle 1990’lardan itibaren sosyolojide söz konusu ekseni parçalayıp altını oymaya çalışan, asimetrik toplumsal ilişkileri empoze eden, çokkültürcülüğe dayalı, ulus bütünlüğünü, Cumhuriyetin siyasal, düşünsel ve kültürel mirasını reddeden yaklaşımlar revaç bulmaya başlamıştır. Ulus-devlet öncülüğündeki modernleşme pratiklerinin sorgulanmasına bağlı olarak sosyolojide de “paradigma değişimi” yavaş bir biçimde gerçekleşmiştir. Türkiye’de 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca sosyolojide iktisadi kalkınma sorunları gündemin başlıca konuları arasında yer alırken, … … 1980’lerden itibaren ana eğilimin siyasal-kültürel sorunlara (özellikle de laiklik, İslami yaşayış, örtünme, demokratikleşme, devlet-toplum ve din-devlet ilişkileri konularına) kaydığı görülmektedir. Türkiye’de sosyoloji alanında meydana gelen eksen kaymasında dünya konjonktürünün dolaylı ve dolaysız etkilerini göz ardı etmemek gerekmektedir. Dünyada yaygınlık kazanan yeni eğilimler sosyal teoriye de yansımıştır. Sosyolojik araştırmalarda endüstri toplumuna özgü “üretim” ve “emek” olgularının yerine post-endüstriyel topluma özgü “bilişim”, “tüketim” ve “boş zaman” olguları önem kazanmıştır. Yeni dönemde sosyologların odaklandığı başlıca sorunlar “demokrasi”, “özgürleşme”, “sivilleşme”, “çokkültürlülük”, “küreselleşme”, “yerelleşme” vb. olmuştur. Kimlik/Aidiyet ve Din/Laiklik Eksenli Çalışmalar Kimlik, sosyolojide oldukça önemli bir araştırma konusudur. En bilinen örnekleri, Durkheim’ın ilkel dinleri, Weber’in Protestan inançları ve etiği konularını ele alan klasikleşmiş eserleridir. 1980’li yıllarda Türkiye’de oldukça rağbet gören bir araştırma alanı kadınlık durumu ve kimliği olmuştur. Feminizm ve kadın kimliği konulu araştırmalarda bir canlılık ve artış göze çarpmaktadır. Bu araştırmaların arka planını, repertuarında “farklılık”, “kimlik”, “özgürleşim” gibi kavramlar taşıyan “kimlik eksenli tartışmalar” çerçevesi içinde değerlendirebiliriz. Geçmişte Anadolu volk İslamı’nın ayrıksı özelliklerini vurgulayan Şerif Mardin’in, son dönem çalışmalarında daha sınırlı dinsel kimliklerin analizine yoğunlaşması bakış açısındaki bir farklılaşmanın göstergesidir. Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin din ile modernleşme ilişkisini sorgulayan çalışmaları entelektüel çevrelerle sınırlı kalmayarak çeşitli toplum kesitleri üzerinde de kayda değer yankılar uyandırmıştır. Konuya ilgi Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü’ye kadar geri götürülebilir. Sonraki dönemde Hilmi Ziya Ülken, Sabri F. Ülgener, Niyazi Berkes, Muzaffer Sencer, Cahit Tanyol gibi sosyologlarımız da çeşitli boyutlarıyla konuya ilgi göstermişlerdir. Kültürel çalışmalar kapsamında toplumsal cinsiyet (kadın, feminizm, travestiler vb.) odaklı çalışmalar, kimlik ve farklılık ekseninde milliyet, etnisite ve din araştırmaları .. … sosyolojide oldukça rağbet gösterilen bir alan açmıştır. Bunun yanı sıra kent ve mekan, medya (iletişim, bilişim), bilgi/epistemoloji, popüler kültür (müzik, sinema, plastik sanatlar vb.), serbest zaman pratikleri (alışveriş, tüketim, eğlence), göç, azınlıklar, maduniyet, çocukluk, çocuk suçlulu¤u, gençlik, yaşlılık vb. konulu araştırmalar göz doldurmaktadır. Postmodern teorinin kültürel farkçı, rölativist ve çoğulcu yaklaşımı etnik- merkezci araştırmaları kışkırtmakta, bu araştırmalara yön vermektedir. Çokkültürlülük, “negatif/pozitif ayrımcılık” gibi kavramlar eşliğinde ulus-devletin tekçi/standartçı uygulamaları eleştirel bir zeminde inceleme konusu haline getirilmektedir. Küreselleşme Tartışmaları: 1990’lı yılların başlarında, yoğun bir çeviri ve yayın faaliyetiyle birlikte başladığı, liberal söylemin toplumsal teoride başat hale geçtiği görülmektedir. Küreselleşme tartışmaları ile birlikte, dünyada ve Türkiye’de genel geçer bir eğilim olarak “kültürel melezlenme” perspektifleri gündeme gelmiştir. Reel sosyalizmin çöküntüsü üzerine kendi meşruiyetini kuran liberal söylem, küreselleşme teorisi ve postmodernizm aracılığıyla, sadece güncel siyasete değil, akademik çalışmaya da damgasını vurmuştur. Dünya ve toplumsal mekan tekleşmiştir. Türk toplum düşüncesine damgasını vuran 1970’lerin toplumcu, kurtuluşçu, kitlelere seslenen, eşitlikçi ve dayanışmacı yaklaşımları geride kalmıştır. Perspektifler giderek bireyci, tikelci, farkçı ve rekabetçi özellikler sergilemektedir. Aşırı bireyselleşme, tekilleşme ve hedonizm telkini şüphesiz kapitalizmin tüketim kültürüyle bağdaşır niteliktedir. 1990’larda dünyada ve Türkiye’de başat bir söylem olarak kültürel melezlenme gündeme gelmiştir. 1970’lerin toplumcu, kitlesel ve dayanışmacı yaklaşımlarından 1980’lerde bireyci ve rekabetçi bir ortama doğru bir gelişme söz konusudur. Batı Dışı Modernlik: Postmodernizm, modernizme atfedilen akıl, ilerleme, temsil gibi idealize edilmiş ilkelere kuşkuyla yaklaşan, tepkiselliği yanında kinik bir muhafazakârlığı da içinde barındıran, belirsizliği, öznelliği dilsel bir anarşiyle ifade eden, bütünsele karşı tekili, kısmi olanı öne çıkaran bir düşünme tarzıdır. Postmodernizm, Aydınlanmacı düşünce geleneğinin, tarihin, büyük kuramların, ideolojilerin, öznenin, toplumsalın sonunun geldiği iddiasıyla ilgi çekmeye çalışan, sansasyonellikten ve medyanın bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen ve kendi içinde bir bütünlük taşımayan yamalı bir akımdır. Nilgün Çelebi’nin “makro”, “mezzo” ve “mikro” şeklinde yaptığı sosyoloji teorileri tasnifini göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye’de özellikle yeni kuşak sosyologların postmodern teorinin çekiminden etkilenerek makro teorilerden, meta söylemlerden kaçındıkları, ağırlıklı olarak mezzo ve mikro teorilere yöneldikleri söylenebilir. “Batı-dışı modernlik” kavramıyla sosyolojideki modernleşme literatürünün bakış açısı tersine çevrilmiştir. Modernleşme eylemi, Batı örneğinde, Batı’yı izleyerek (muasır medeniyet seviyesi) ulaşılabilecek bir deneyim olmaktan çıkmıştır. Batı-dışı modernlik kavrayışı, Batı-dışı toplumları Batı’dan dışlamaya, farklılaştırmaya ve tecrit etmeye izin vermektedir. Yeni sosyoloji konuları ve paradigması bu tarzda biçimlenmektedir. ÖNE ÇIKAN BAZI İSİMLER Cemil Meriç, Sabri F. Ülgener, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi, en önemli eserlerini 1960’lı ve 1970’li yıllarda vermiş olan düşünürler, bağlandıkları dünya görüşleri oldukça farklılaşmış bir okur kitlesinin talepkâr ilgisi sonucu yeniden hatırlanmış ve önemsenerek okunmuşlardır. 1970’lerde klasik bir Cemil Meriç okuru portresiyle 1980’ler ve 1990’lardaki Cemil Meriç okuru portresini herhangi bir şekilde yan yana düşünmek mümkün değildir. 1980’ler ve 1990’larda kaleme aldıkları metinleriyle gerek akademide gerekse entelektüel kamuoyunda etkili olan sosyologlar arasında hiç kuşkusuz Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay’ın isimleri başta gelmektedir. Üretken ve verimli çalışmalarıyla küreselleşme, postmodernizm gibi akademik gündemde etkili olacak yeni tartışmalar içinde yer almışlar, bir yönüyle de Türkiye’de sosyolojinin medyatik yüzünü temsil etmişlerdir. “Ankara Sosyoloji” denildiğinde, 1960’lı yıllar sonrası çalışmalarıyla göz dolduran bir isim, Emre Kongar akla gelmektedir. Kongar, Mübeccel Kıray’ın daha önceki dönemde etkili olan ampirist, tümevarımcı ve işlevselci sosyoloji anlayışını benimsemekle birlikte, 1980’lerde bu anlayışın eski cazibesini yitirmeye başlamasına rağmen gündemde kalmayı başarmıştır. Doğan Ergun, Sosyolojide tarihsel bakış açısını önemseyen, sosyoloji ile tarih arasındaki kopmaz ilişkinin ayırdında olan, tarihsel diyalektiği metodoloji anlayışının merkezine yerleştiren az sayı da sosyologdan biridir. Onun kaleme aldığı “Sosyoloji ve Tarih”, “Yöntemi Bulmak”, “Türk Bireyi Kuramına Giriş” kitapları önemlidir. Nilgün Çelebi'nin Ankara Üniversitesi DTCF ile özdeşleşmiş olsa bile Ankara ekolünün geçmişten bugüne sergilediği sosyoloji anlayışına aykırı bir çizgide yayın yaptığı ve İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsünün anlayışına yakınlık gösteren sosyologlarımız arasında yer aldığı net biçimde söylenebilir. Baykan Sezer’in temsil ettiği “İstanbul Sosyoloji” ekolüyle yaptığı çalışmalarında tarih-sosyoloji bütünleşmesini sağlayan ender sosyal bilimcilerimiz arasındadır. Sosyolojimize, modern Türk düşüncesinin ve kültürünün birikimine yaptığı katkı eşsiz değerdedir. Baykan Sezer Sosyolojisi: Baykan Sezer’in temsil ettiği Doğu-Batı çatışması önemlidir. Çalışmalarının en belirgin özelliği, 1950’lerin hâkim uyumcu dünya görüşlerine, Türkiye’de toplumsal düşünceye yön veren modernleşme teorilerine karşıt bir biçimde eleştirelliği ön plana çıkarmasıdır. Baykan Sezer öncelikle toplum sorunlarını tarihsel derinliği ve boyutlarıyla ele alan bir yaklaşımın sahibidir. Dünya tarihinin temel sorun ve tartışmalarına (Doğu ve Batı uygarlıkları arasındaki ilişkiler ve çatışma, Yunanlılık, feodalite, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT), Osmanlılık, Batılılaşma, endüstrileşme, sınıf çatışması vb.) kendine özgü bakış açısıyla yaklaşmış ve bu alanda eleştirel dayanakları güçlü bir sistematik teori oluşturma çabası içine girmiştir. Onun sosyoloji anlayışının özgünlüğü, Marx’ın ekonomi-politik ağırlıklı terminolojisinin ve “proletarya/burjuvazi”, “kapitalizm/sosyalizm” gibi ikili karşıtlıklara dayalı yaklaşımının yerine farklı bir çatışmacı teori ve terminolojiyi, “Doğu-Batı çatışması” görüşünü geliştirmesinde ortaya çıkar. TÜRK SOSYOLOJİSİNDE YOL AYRIMI Aydınlanma düşüncesinin birikimsel bir uzantısı olarak, XIX. yüzyılda Batı’da “akıl/rasyonalite”, “endüstrileşme”, “kentleşme”, “demokratik katılım ve temsil kurumları”, “eşitlik”, “özgürlük”, “evrensellik”, “ulusallık” gibi değerler öne çıkmıştır. Bugüne kadar Türkiye gibi Batı-dışı ülkelerde sosyologların sergiledikleri başlıca çelişki ve açmaz, kendi toplumlarının Batı’dan kökten farklılığını reddederek tekçi, özcü ve evrenselci bir yaklaşımla türlü iyimser reçetelerin savunuculuğunu üstlenmiş olmalarıydı. 1980-2000 döneminde sosyolojiye hâkim olan ve günümüzde de sürmekte olan yaklaşım tarzı, aşina olduğumuz toplum tablosunun parçalandığı algısını beraberinde getirmiştir. Sosyal teoride görülen bu farklılaşma 1980’ler ve 1990’lar boyunca bir “liberasyon ve bireyselleşme imkânı/süreci” olarak sunulmuştur. Bugün gelinen noktada Türkiye’de sosyoloji ve genel olarak toplumsal teori küreselleşme ve postmodernizm adı altında çeşitli teori ve söylemlerin istilasına maruz kalmaktadır. Batı’da başlayan post-endüstriyel, postmodern ya da enformatik toplum tartışmalarına bağlı olarak son dönemde Türk sosyolojisinde de kavramlar dünyası ve açıklama modelleri çeşitlenmiş, zenginleşmiştir: Sivil toplum, gelenek, merkezçevre ilişkileri (Şerif Mardin), Batı-dışı modernlik, özgürleşim, demokrasi, melezlik (Nilüfer Göle), tüketim, boş zaman, şâneur’lük, tikellik, yapısökümü, kök-sap (Ali Akay) vb. Sosyolojide bakış açılarının, referansların ve kavramların dönüşümü çarpıcı biçimde görülmektedir. Küreselleşme söyleminin 1990’lardaki iyimser ve vaatkâr “tek-dünya”, “küresel köy” anlayışı da 11 Eylül olaylarından sonra yerini oldukça kötümser, paranoyak, dışlayıcı/ayrımcı ve farkçı bir anlayışa bırakmıştır. 2000’li yıllarda sosyolojik araştırmalarda sıklıkla müracaat edilen Batı ve İslam ayrımı (yakın geçmişteki “Hür Dünya/Demirperde ülkeleri” ya da “gelişmiş endüstriyel toplumlar/azgelişmiş ülkeler” ayrımlarına benzer bir biçimde) olanca ötekileştirici niteliğiyle dünya egemenliğinin Batı lehine sürdürülmesinin meşru dayanaklarını ortaya koymaktadır. Öyle görünüyor ki bugün sosyoloji bir yol ayrımındadır. Ya “toplumun sonu”nu ilan eden güçlerin toplumları çözümsüzlük ve kaosa mahkûm eden yaklaşımları benimsenecek ve sosyolojiye gerek kalmayacak. Ya da sosyolojiyi bambaşka bir tarzda kurgulayarak, bütün dünya toplumlarının mutluluk ve refahı adına yeni bir geleceği tasarlayacak bilgiyi üretmeye çalışacağız. Birinci seçenek sosyolojiyi sosyal mühendisliğe, sosyal hizmet uzmanlığına indirgeyerek, aslında dünyanın mevcut düzensizliğini, yakıcı sorunlarını yeniden üretmeyi ifade ediyor. İkinci seçenek ise, yeni bir dünyanın olabilirliğini aramak için insan bilincine özgürleştirici bir ütopya olanağı sunuyor. • Liberalizm, Otoriteryanizm, İslamcılık, Türkçülük; Türk-İslam Sentezinin unsurlarındandır. • 1980 sonrası dönemin sosyoloji literatüründe iki yüz yıllık Türk modernleşmesi sürecine yöneltilen eleştiriler; Bilinçli ve gelişmiş bir sivil toplumun yokluğu, Modernleşme sürecinin devlet katından tepeden inme yöntemlerle yönlendirilip tayin edilmesi, Ulusal birliğin sağlanması, Devletçi bir ekonomi düzenine bağlılık. • İnterdisiplinerlik; 1980-2000 arası dönemde Türk sosyolojisinde metodoloji anlayışının değişmesine işaret eder. • 1980-2000 yılları arasında Türkiye’de sosyoloji alanında daha çok vurgulanmaya başlanan değerler; Çokkültürlülük, Yerellik, Sivilleşme, Tüketim. • kimlik eksenli tartışmalar; Özgürleşim, Azınlıklar, Uygarlıklar, Dinler. • küreselleşme söyleminde dile getirilen unsurlar; Bilinen sınırların ortadan kalkması, Bilginin serbest küresel yayılımı, Ulus-aşırı ve hızlı sermaye transferi, Yerel değerlerin güçlenmesi. • Küreselleşme süreci ile ideolojik/kültürel melezleşme arasındaki ilişkiyi ifade eden kavram; Liberal sol. • postmodern teori söylemleri; Yerellik, Farklılık, Adem-i merkeziyetçilik, Akıl-dışılık. • 1980 öncesi yıllarda etkili sosyolojik araştırmalar yapan bazı sosyologların 1980- 2000 döneminde aynı etkinliği sürdürememiş olmalarının nedenleri; Sosyoloji paradigmasında meydana gelen değişim, Küreselleşme sürecinin bilimsel üretime yansımaları, Modernleşme teorilerinin gözden düşmesi, Eski kuşaktan sosyologların değişime gösterdikleri direnç. • Yerlilik; Doğu-Batı çatışması teorisinin Türk sosyolojisindeki ayırt edici yerini en iyi şekilde ifade eder. Türk toplum ve tarihi ile ilişki kurmaya çalışmıştır. Bununla birlikte sosyologlarımızın tarihimizle ilişki kurma ve tarih bilgisini kullanma çabası sınırlı bir düzeyde kalmıştır. Toplumların tarih içindeki yerleri, rolleri, kimlikleri, çıkarları ve ilişkileri toplumlar arası ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle sosyoloji ile tarih arasındaki ilişki herhangi bir ilişki değildir. Türkiye’de sosyolojinin en belirgin özelliği siyasete aşırı bağımlılık göstermesidir. Bu nedenle sosyolojimizdeki belli başlı konu ve eğilimlerin dönemlere göre değişmesi sorun edilmemiştir. Türkiye’nin temel sorunlarının çözümünün Batı toplum ve tarih modeli çerçevesinde ele alınması nedeniyle Türk sosyolojisinin en başta gelen konusu Batıcılaşma/Batılılaşma olmuştur. BATICILIK-TÜRKÇÜLÜK Türkiye’de sosyolojinin başlangıcından bugüne dek Batıcılığın temel ve başat eğilimi oluşturduğu bir gerçektir. Paradigma ve kavramlar, çözüm önerileri Batı sosyolojisinden aktarılmıştır. Türkiye’de sosyoloji alanında karşımıza çıkan Türkçülük, İslamcılık, liberalizm, sosyalizm gibi akımlar farklı düzeylerde Batıcılıkla ilişkilidir. Türk sosyolojisinde Batıcılığın temel bir yöneliş oluşturması ve Türkçülük, İslamcılık gibi Türk/İslam kültür ve uygarlık havzasıyla ilişki olması beklenen akımların bile Batıcılık ana akımıyla bir şekilde bağlantılı olması, Türk sosyolojisinin Batı sosyolojisinden farklılığının bir göstergesidir. Türk sosyolojisinin en başta gelen özelliği güncel siyaset ile iç içe olmasıdır. Bunun getirdiği olumsuz bir sonuç vardır: Belli görüşler belli takımlar tarafından topluca savunulmakta ve siyaset değiştiğinde aynı kesimler tarafından kolaylıkla terk edilmektedir. “İlk sosyoloğumuz” olarak da gösterilen Cevdet Paşa tarafından hazırlanan Mecelle kanunu ile hukuk alanında bir senteze gidildi. Sosyolojinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişinde önemli rol oynayan etkenlerden biri, pek çoğu el altından ve az sayıda bile olsa nüshaları devlet sınırları içine giren yurtdışındaki Genç Osmanlı ve Jön Türk topluluklarının yayımladıkları ve temelde siyasi fikirler içeren gazete ve dergiler olmuştur. 1860’lardan itibaren Genç Osmanlıların yurtdışında faaliyet gösteren çeşitli yayın organlarında ve Tanzimat devrine damgasını vurmuş Mecmua-i Fünun gibi dergilerde, sosyolojiyle doğrudan ilgili olmamakla birlikte (sosyoloji Batı’da da henüz emekleme evresinde, genç bir bilimdir), Aydınlanma düşüncesi, toplumsal reform ideali ve tarih felsefesi etrafında şekillenen Batılı toplum teorilerini -yeterince sistemli ve güçlü olmasa bile- tanıyıp tanıtmaya yönelik bir temayül görülmeye başlar. Türkiye’de daha çok Le Play (Science Social) okulunun temsilcisi sayılan, kişisel girişimin ve liberalizmin savunucusu, Osmanlı’nın son devrinin düşünce adamı Prens Sabahattin Türk toplumunun bireyci (particulariste) toplumların aksine, kamucu (communautaire) yapıda olduğuna ilişkin görüşlerinin dayanaklarını Le Play (Science Sociale) okulunda bulmuştur. Prens Sabahattin’in görüşlerinin iki önemli dayanağı, serbest bireysel girişim ve adem-i merkeziyet ilkesiydi. Ülkemizde sosyoloji çerçevesinde Batıcılığın ve güncel siyasete aşırı bağlılığın tezahürlerine Prens Sabahattin’in öncüsü olduğu Science Sociale okulunun çalışmalarında karşılaşmaktayız. “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?” sorusunu soran Prens Sabahattin’e göre, Batı bütün çağdaş uygarlık araçlarını temsil etmekte, bilimsel endüstriyel buluşları gerçekleştirmektedir. Prens Sabahattin düşüncesi Batıcılığın ülkemizdeki tipik bir örneğidir. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu “teşebbüs hamlesi ruhu” kavramlaştırması ile ulusçu doktrinle liberalizmin bir sentezini gerçekleştirmiş ve Marx’ın tarihsel materyalizmine karşı tarihsel psikolojizmi (toplumsal gelişmede bireysel iradenin ve karizmatik liderliğin önemini) savunmuştur. Fındıkoğlu ile aynı kürsüde ilk defa sosyal siyaset dersleri veren Kessler; grev, lokavt, sigorta, sendikacılık, bankacılık, ücret, vergi gibi çalışma yaşamına ait temel konularda Batı modelinin izlenmesi gerekliğini vurgulamış, toplum mühendisliğinin ilk örneklerinden birini sergilemiştir. Sabri F. Ülgener Max Weber’in görüşlerinden hareketle-, ülkemizde Batı örneğinde ekonomik rasyonaliteye dayalı bir kapitalizmin yeşerememesinin asıl nedeni olarak Müslüman değerler sistemini göstermektedir. Mümtaz Turhan gibi milliyetçi-muhafazakâr olarak tanınan bir sosyal bilimcimiz Soğuk Savaş konjonktürü içinde ülkemizde Amerikan tezlerini savunmuş ve bir anti-komünist tutum takınmıştır. Türkçülük, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde siyasi ve entelektüel bir seçenek olarak beliren bir akımdır. Türkçülüğün etkili bir siyasal akım ve aynı zamanda bir sosyoloji anlayışı olarak benimsenmesi II. Meşrutiyet’in ilk yıllarına rastlar. 1910’larda Rusya’dan gelen Türkçülerin öncülüğünde kurulan Türk Yurdu dergisi çevresinde gelişen akım, kısa sürede Ziya Gökalp’in sosyolojik incelemeleriyle en yetkin ifadesine kavuşmuştur. 1870’lerde Ali Suavi, Ahmet Şefik Paşa, Şemsettin Sami gibi kişilerin eserlerinde ilk işaretleri görülen Türkçülük, ilk defa Balkan Savaşı yıllarında siyasi bir kadrolaşma içinde yerini almış ve daha sistematik bir öğreti haline gelmiştir. Sosyoloji disiplini içinde yetişmemiş olsalar bile sosyolojik perspektif barındıran görüşleriyle Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi aydınlar da Türk ulusçuluğunun mimarları arasında yer alırlar. I. Dünya Savaşı yıllarında “Türkler Bu Muharebeden Ne Kazanabilirler?” başlıklı çalışmasında Türklere Turan yolunu gösteren Tekinalp(Moiz Kohen), Türkçe ve diğer dillerde yayınladığı “Türkler Bir Ruh-u Milli Arıyorlar”, Türkizm ve Pantürkizm, Türkleştirme başlıklı çalışmalarıyla Anadolu ile sınırlı bir Türkçülük anlayışının devamcısı olmuştur. Gökalp II. Meşrutiyet yıllarında Türk Yurdu dergisinde “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” başlıklı bir dizi makale kaleme almıştır. Bu çalışmasında üç siyasi akım (Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık) arasında bir denge kurmaya yönelmiştir. Ziya Gökalp’in Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yeni kurulacak devletin ilkelerini anlattığı ve bu nedenle Batılılaşmanın da yolunu açtığı eseri Türkçülüğün Esasları'dır. Gökalp, getirdiği kültür-uygarlık ayrımı ile de Cumhuriyet rejiminin Batılılaşma tercihini doğrulayan bir kanal açmıştır. Aslında bu ayrım, Türkleşme ile Batılılaşma seçenekleri arasında hem bir denge hem de uyum olması gerektiği düşüncesini içeriyordu. Türkçülüğün Esasları adlı eserinde yeni rejimin dayanacağı ilkeleri belirleyen Gökalp’in 1924’teki ölümünü izleyen dönemde Necmettin Sadak, Tekinalp (Moiz Kohen) ve … … Mehmet İzzet gibi sosyologlar Gökalp’in ulusçu sosyoloji anlayışını sürdürmüşlerdir. Yeni kurulan rejimin ulusçuluk temelinde meşru kılınması tercihi dolayısıyla, sosyolojide de bu tercihe paralel görüşler savunulmuş; yurttaşlık temeline dayalı ulus-devletin; klan, aşiret, tebaa ve ümmet gibi siyasal-toplumsal birlik tiplerinden daha üstün tutulduğu ilerlemeci bir toplumsal gelişme çizgisi benimsenmiştir. 1930’lardan itibaren, Türkçülük temel tercihine bağlı olarak dilbilim, tarih, arkeoloji, etnoloji, folklor ve coğrafya gibi disiplinlerde de önemli gelişmeler söz konusudur. 1934’te kurulan İ.Ü. İktisat Fakültesi İçtimaiyat Enstitüsü’nün Gerhard Kessler, Wilhelm Röpke, Fritz Neumark, Alexander Rüstow gibi Alman hocaların etkisi altında Gökalp’in sosyoloji anlayışıyla örtüşmeyen bir çizgide varlık kazanması önemlidir. Türk sosyolojisinde uzun bir dönem boyunca egemen çizgiyi oluşturan ulusçuluk zamanla dünya ve Türkiye konjonktürüne bağlı farklı yorumlar kazanmış, başlangıçtaki özelliklerinden uzaklaşmıştır. Küreselleşmenin etkisiyle; Türkçülük eksenli sosyoloji anlayışı 1990’lara kadar Türkiye’de hâkim sosyoloji pratiğine yön vermiştir. 1920’lerin-1930’ların ulus-devleti ve ulus-toplumu her türlü toplumsal örgütlenme formasyonundan üstün tutan hakim sosyoloji anlayışı, 1990’larda küreselleşmenin ulusal yapıları zorlayan süreçleri karşısında gittikçe dayanaklarını yitirmeye başlamıştır. İSLAMCILIKTAN LAİKLİĞE Batı’dan aktarılan çeşitli siyasi akımlara karşı ilk tepkiler, bu akımların laiklik ve pozitivizmle ilişkili olduğu savından hareketle İslamcılar tarafından geliştirilmiştir. Bu tutum bir anlamda Müslüman toplumu zorlayıcı birtakım yeni girişimlere karşı ahlaki, dini bir tepki biçimindedir. II. Meşrutiyet yıllarında Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak yönelişleri arasında dengeli bir sentez yapma yolunu seçmesi de devletin Alman yanlısı dış politika tercihi ile ilgilidir. Yeni Türkiye, Yakın Doğu İslam coğrafyasından kendisini yalıtmış bir halde gelişme doğrultusunu tercih etmiştir. Bu tercih ise laiklik kavramı ile ifade edilecektir. Yeni Türkiye’nin kuruluşu sonrasında sosyolojide en çok ele alınan konulardan birinin din ve laiklik olması boşuna değildir. Ziya Gökalp İlm-i İçtimai Dini, Hilmi Ziya Ülken Dini Sosyoloji, Cahit Tanyol Laik Ahlaka Giriş ve Laiklik ve İrtica, Muzaffer Sencer Dinin Türk Toplumuna Etkileri başlıklı eserlerini kaleme almışlardır. Batı’da laiklik düşüncesi, özellikle feodalizm tecrübesini yaşamış Batı Avrupa toplumlarına özgü toplumsal ilişkilerin ve sorunlarının bir ürünüdür. Orta Çağda iktidarın uhrevi otorite (kilise/papalık kurumu) ile dünyevi otorite (krallık kurumu) arasında paylaşılması, bu ikili iktidar arasındaki ilişkilerde olduğu kadar toplum katında da büyük sorunlara yol açmıştır. Clericus-laicus ayrımı ve buna bağlı olarak geliştirilen “çifte kılıç öğretisi” söz konusu bölünmenin bir sonucudur. Türkçülüğün Esasları’nda Ziya Gökalp’in de belirli yönleriyle katkıda bulunduğu Tek Parti dönemi laiklik anlayışı katı bir çerçeve sunmakta ve dini yaşantıya belirli kısıtlamalar getirmektedir. Yeni dönemin önde gelen sosyologlarından Mümtaz Turhan, dönemin hükümet politikalarıyla da uyuşan daha esnek bir laiklik anlayışını ortaya koymuştur. 1960’larda Niyazi Berkes “çağdaşlaşma” ve Cahit Tanyol “sosyalizm” eksenli olarak tartışmaya özgün katkılar getirmişlerdir. Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin yaklaşımları; Laiklik ve din ilişkisi üzerinde dönen bütün bu tartışmaların özü, Batı-merkezci ve evrenselci bir yaklaşıma bağlı kalınarak ülkenin, toplumun geleneklerine, çıkar ve beklentilerine aykırı bir şekilde dönüştürülmesi önemlidir. İlk Türk sosyologları arasında yer alan Prens Sabahattin ve Ziya Gökalp’in sosyalizm akımına oldukça mesafeli bir tavır geliştirdikleri bilinmektedir. Her ikisinin sosyoloji anlayışları da sosyalizm fikrini benimsemeye uygun değildi. Özellikle kolektif mülkiyet ve sınıf çatışması düşüncesi onlara kabul edilemez görünmüştür. çalışmalarında sosyoloji ile sosyalizm öğretisini bütünleştiren belki de tek kişi Hikmet Kıvılcımlı’dır. Sosyoloji ve sosyalizm ilişkisi bağlamında erken dönemde akla gelen bir başka isim Mustafa Suphi’dir. 1940’lı yıllarda Batı sosyalizm öğretileri ile birlikte adları anılan sosyologlarımız vardır. Behice Boran, Niyazi Berkes, Zekeriya Sertel bunlar arasındadır. Sosyoloji doktoralarını ABD’de tamamlayıp yurda dönen Berkes ve Boran, çalışmalarında Amerikan etkisi açık bir biçimde görülmesine karşılık, kullandıkları jargon ve dönemin sert siyasal kutuplaşmaları dolayısıyla bazı çevreler tarafından “komünist” olarak damgalanmışlardır. 1960’lar, Türkiye’de sosyoloji alanında çok çeşitli kuram ve eğilimlerin, tartışmaların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bir bakıma bu dönem, sosyolojinin Türkiye’de canlanışının üçüncü devresi olarak değerlendirilebilir. 1960’lardan başlayarak 1970’ler boyunca iktisat biliminin önem kazanması sonucu başta Sabri Ülgener, Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer olmak üzere iktisatçıların ülkenin düşünce gündeminde öne çıktıklarını, tartışmalara yön verdiklerini görüyoruz. Çalışmalarında, genel olarak Doğu toplumlarının ve özelde ise Osmanlı Devleti’nin tarihine yönelik güçlü bir ilgi göze çarpar. Cahit Tanyol, Marksizmin ülkenin entelektüel gündemini belirlemeye başladığı 1960’larda Yön, Cumhuriyet gibi yayın organlarında sosyalizm ve Osmanlı tartışmalarına katılmıştır. 1960’lı yıllarda Ortodoks Marksizmin savunuculuğunu eski bir sosyolog olan Behice Boran yapmıştır. Ancak onun serüveninin Sovyetler Birliği’nin serüveniyle birlikte son bulması Türkiye’de sosyalizm anlayışının ne kadar dar bir anlayışın ürünü olduğunun göstergesidir. TÜRK SOSYOLOJİSİNDE DOĞU-BATI ÇATIŞMASI Türk toplumu önemini ve kimliğini Doğu-Batı ilişkileri içinde kazanmıştır. Doğu-Batı çatışması dünya tarihinin birliğini oluşturmaktadır. Türk sosyolojisinde Doğu-Batı ayrımı ve farklılığından söz edilmesine rağmen sorunların çözümünün Batı dünya egemenliği çerçevesinde aranması Batı-merkezli açıklamalara ve tarih anlayışına üstünlük verilmesine neden olmuştur. Ancak Türk sosyolojisi, Kemal Tahir ve Baykan Sezer’in Doğu- Batı çatışmasını ve bu çatışmada Türkiye’nin Batı karşısında yerini ve rolünü gündeme getirmesiyle yeni bir döneme girmiştir. Kemal Tahir, sosyalist dünya görüşünü benimsemekle birlikte Batı sosyalizminin şablonlarıyla yetinmeyerek bize önerilen çözüm önerilerini sorgulamış, olayları ele alış tarzı … … ve özgül sosyalizm arayışıyla Türk toplum gerçeği üzerinde bilinçlenmemizi sağlamıştır. Baykan Sezer onun bu arayışlarını Doğu-Batı çatışması görüşüyle geliştirerek, Türkiye’nin sorunlarını Türk toplum tarihinin birikimine dayalı bir açıklama çerçevesine oturtmuştur. Onun sosyoloji anlayışı Türk ve dünya sosyolojisi içinde kendine ait bir yer edinmiştir ve günümüzde “Sosyoloji Yıllığı” ve “Sosyologca” kitap dizileriyle sürdürülmektedir. Bu sosyoloji anlayışının belirli kişilere ve bölümlere ait olmaktan çıkarak genişleyip zenginleşmesinde Kurtuluş Kayalı, H. Bayram Kaçmazoğlu, Sezgin Kızılçelik, Ayşe Azman, Mehmet Karakaş gibi sosyologlarımızın ayrı bir yeri vardır. Türk sosyolojine temel özelliklerini kazandıran belli başlı eğilimler; Türkçülük, İslamcılık, laiklik, Batı sosyalizmi’dir. Türk sosyolojisinin günümüzde canlılığını sağlayan enerji Baykan Sezer sosyolojisinin mevcut dünya dengesini ve egemen sosyoloji anlayışını sorgulama gücünden kaynaklanmaktadır. Doğu-Batı çatışması görüşü olayları araştırma ve sorgulama yerine geçen hazır bir kalıp değildir. Sorunları ele almamıza, kurcalamamıza ve sorgulamamıza izin veren bir yaklaşım biçimidir. Bu yaklaşım biçimi Türk sosyolojisine düşünce canlılığı kazandırması yanında mevcut sosyoloji anlayışlarını Türk toplum ve tarihi temelinde sorgulama imkânı kazandırmaktadır. Türk sosyolojisi önemini, geçerlilik ve meşruluğunu mevcut dünya düzeninin getirmiş olduğu sorun ve sınırlamaları aşma gücü ve hakkından almaktadır. • Türk ulusçuluğunun mimarları; Ziya Gökalp, Tekinalp (Moiz Kohen), Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu. • Ziya Gökalp; İlm-i İçtimai Dini eserinin yazarıdır. • Prens Sabahattin’in sosyolojik görüşlerinin temel noktasında “adem-i merkeziyet” ilkesi savunulmuştur. • Prens Sabahattin’in görüşlerinin Türkiye’de önem kazanmasının en önemli nedeni; Liberal politikaların devlet yöneticileri tarafından uygulanmaya başlamasıdır. • Ziya Gökalp; Yusuf Akçura’nın Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık fikirlerinden Osmanlıcılık bölümüne karşı çıkmıştır. Ziya Gökalp Cumhuriyet ile birlikte kendi görüşlerinde İslamcılıktan da vazgeçerek Türkçülük üzerine yoğunlaşmıştır. • Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden başlayan ve Cumhuriyet’le birlikte devam eden Batılılaşma eğilimi ile birlikte sosyolojinin de başlangıcından beri temel konusu ve eğilimi Batıcılık olmuştur. Buna göre sosyolojimizde; Türkçülük, İslamcılık, liberalizm, sosyalizm gibi akımların ortaya çıkması, Batı eksenli toplum ve tarih anlayışı çerçevesinde görüşler ortaya atılması genel eğilim olarak ortaya çıktığı söylenebilir. • Sosyolojimizde Türkçülük anlayışı Turancılık çizgisinden Anadolu Türklüğü temasına yönelmiştir. Bunda İttihatçıların yönetimdeki başarısızlığı dolayısıyla imparatorluğun parçalanmasının etkisi büyüktür. Ayrıca Ziya Gökalp’in Malta’ya sürgünü ile Almanya yanlısı Türkçü- Turancı görüş kesintiye uğramış ve Anadolu Türklüğünü merkeze alan bir Türkçülük gelişmiştir. Cumhuriyet sonrasında da Ziya Gökalp bu anlayışı sahiplenmiş ve kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı eserde bunun ideolojik altyapısını oluşturmuştur. Artık Turan hedefine bağlı bir Türklük değil, ulus- devlet temeline dayalı bir Türklük anlayışı egemen olacaktır. Türkiye’de sosyolojinin genel yapısı ile ilgili şunlar söylenebilir; Sosyolojik açıklamalar zaman içinde değişkenlik gösterebilir. Bazı görüşler ancak belli isimlerle varlığını sürdürebilmektedir. Ziya Gökalp, yeni rejimin düşünsel temellerinden birini oluşturmaktadır. Bilim toplumsal koşullardan etkilenir ve aynı zamanda onu etkiler. • Türk düşüncesinde Batı’dan aktarılan çeşitli siyasi akımlar her zaman genel bir kabulle karşılanmamış, zaman zaman belli tepkiler de gösterilmiştir. Bu akımlara karşı ilk tepkiler İslamcı akım tarafından geliştirilmiştir. İslamcı akımın genel karakteristik özelliği düşünüldüğünde bu tepkinin temel sebebi; Bu akımların laiklik ve pozitivizmle ilişkili olması'dır. • Sosyalizm, Türk düşüncesinde zaman zaman önemsenmeyen zaman zaman da öne çıkan bir görüştür. Cumhuriyet’in ilk yıllarında sosyalist akım, belli belirsiz bir şekilde Türk siyasetinde yer alırken sonraki dönemlerde belli koşullara bağlı olarak tartışma konusu olacaktır. Sosyalizmin bu anlamda Türk düşünce ve siyasal hayatında ele alınmasında; Devlet’in Milli Mücadele yıllarında Rusya ile işbirliğini güçlendirme çabaları, Sosyalist akımın da Batı’dan aktarma bir düşünce biçimi olması, Sosyalist düşünceye inanmış bilim adamlarının çalışmaları, Toplum yapımızın sosyalist şema ile açıklanmaya çalışılması gibi unsurların payı vardır. • Baykan Sezer düşüncesinin günümüzde önem ve ağırlık kazanmasının nedeni; Mevcut sosyolojik açıklamaların toplum yapımızı açıklamakta yetersiz olması, Dönem koşullarının Baykan Sezerci bir bakış açısını gerekli kılması, Türk sosyolojisinde sorulan sorulara Baykan Sezer’in farklı cevaplar vermesi, Baykan Sezer’in görüşlerinin tutarlığı ve gelişmeleri açıklamadaki geçerliği önemlidir. Ders Anlatım Videoları için; You Tube Erkan Tosun https://www.youtube.com/channel/UC OwipFSYLzq8bQ7eWhhMV2A/videos

1. ÜNİTE – 19. ASIRDA OSMANLI TÜRK DÜŞÜNCESİ

- Türklerin Batılı toplumlarla ilişkileri Haçlı Seferleri zamanında başlar.

- 19. yy'da ise Türk fikir adamları bazı felsefe sistemlerinden etkilenir.

Rasyonalizm, Doğru  bilginin kaynağı akıldır, iyi ve doğru eylem akılla belirlenir görüşünü savunur.

- İbrahim Şinasi: İlk Batı şiiri örneği olan Tercüme-i Manzume’yi yazmıştır. İbrahim Agah’la Tercuman-ı Ahval’i çıkarmıştır.

Şinasi, rejim değişikliği düşüncesinde değildir. Herkese eşit ölçüde yaklaşan bir hükümdar istemektedir.

- Hoca Tahsin Efendi: İdrak’i dörde ayırmıştır.

Pozitivizm: Olayların meydana geliş şartlarını inceleyerek, onlar arasındaki ilişkilerde benzerlikler bulan ve onların, birbirlerini takip edişlerinde birini diğerine bağlayan, duygularla hissedilen olayların dışındaki olaylarla ilgilenmeyen, deney ve gözlem yoluyla elde edilen verilere dayanan bilgileri doğru bilgi kabul eder.

Pozitivizm: Bilgide deney gözlemi esas alan felsefedir.

- Beşir Fuad: Realitiye bağlı bilgilere itibar edilmelidir. Hatta edebiyat bile böyle olmalıdır.

Olaylar doğanın bize sunduğu şekilde incelenmelidir. Gözlem gösterir. Deney bilgili kılar.

Materyalizm: Her şeyin yegane sebebinin madde olduğunu, maddenin dışında zihinsel ve doğaüstü hiçbir gücün bulunmadığını kabul eder.

UZLAŞIMCI BİR FİKİR ADAMI: AHMET CEVDET PAŞA

Devlet adamı sıfatıyla eski ile yenileşmenin uzlaşması olduğu gibi, tarihçi olarak da eski ile yeninin kaynaşması sayılır. Batı’nın bilimsel yeniliklerine  yabancı olmadığı gibi, tarihçi olarak da Batı’ya borçlu olduğu pek fazla bir şey yoktur. Tarih anlayışı, çevirisini yaptığı İbn-i Haldun’un mukaddimesine dayanır.

En önemli eseri, Mecelle’dir. Hanefi fıkhını esas alan Arapça fıkıh kitaplarının medeni hayata ait hükümlerine dayalı yazılmış kanun kitabıdır.

ALİ SUAVİ: Kur’an’ı, Türkçe okumak gerektiğini söyler. Peygamberin Halife diye bir vekil bırakmadığını, halife unvanının sadece Hz. Ebu Bekir’e ait olduğunu, hiç kimsenin vekil olmak iddiasında bulunamayacağını söyler.

Tekke ve zaviye İslamiyet’e sonradan girmiştir.

NAMIK KEMAL

Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Karabela, İntibah, Cezmi.

Medeniyet, dayanışmayı, dayanışma okulaşmayı, okullaşma bilgilenmeyi, bilgilenme tezgahları, tezgah fabrikaları, fabrika bankayı, banka refahı ve zenginliği getirir.

Ona göre, bir toplumda bireylerin derecelerine göre, yönetici ve memur olarak bulunmasının hakların korunması için olduğunu belirtiyor. Ona göre, yönetici ve memur sınıfları dışındaki bireylerin birbirlerine ve genele karşı sahip olduğu yapma gücünün manevi ifadesine kamu sanısı denir.

İnsanın en önemli hakkı hürriyetle yaşamaktır. Hürriyet ise medeniyetle korunur.

Umumi hukuk, şuray-ı devlet (danıştay) senato gibi kavramları gündeme taşımıştır. 

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır