yılmaz erdoğan etme indir / Yılmaz Erdoğan Etme Mp3 İndir, Etme Müzik İndir Dinle

Yılmaz Erdoğan Etme Indir

yılmaz erdoğan etme indir

Kilosu Dört Buçuk Lira

Hanımeli, yasemin ve portakal çiçeği kokularının birbirine karışarak, yangından kalan o kesif yanık kokusunu bastırmaya çalıştığı bir Haziran ikindisi. Tamamen yanıp moloz yığınına dönen binadan içeri giriyorum. Ayağımda sarı plastik botlar, başımda neredeyse burnuma kadar inen başımdan büyük bir baret ve ellerimde eldivenlerle. Işıklar sönük. İçerisi karanlık. Fenerin cılız ışığında el yordamıyla, yıkılmış ve korkuluklarına kadar yanmış merdivenlerden yedi kat çıkıp, artık kapısı olmayan evime adım atıyorum içim burkularak. Cam, çerçeve, kapı her şey yanmış, molozlar kaplamış her yanı. Artık sadece anılarla bağlıyım bu eve.

Yönetimin anlaştığı hurdacı az sonra gelir. Elli uzun gün geçti yangının ardından. Gereğinden uzun akşamlar, bitmek bilmeyen geceler, içine düşer gibi olduğum kara delikler, hiç aymayan günler ve sabahlar geçti. Dile kolay. Yaşamımın bu elli gününde zaman kavramını yitirdiğim anlar oldu. İç içe geçmiş birkaç zamanı aynı anda yaşadığım, her şeye, bütün o üst üste gelmiş acılara, felaketlere karşı derin bir kayıtsızlık, kör bir duyarsızlık geliştirdiğim, bunun için çaba harcadığım zamanlar oldu. Yaralarım kapanmaya başladı sonra, iyileşme devresini yalnız ve dingin geçirdim ki başka türlü de kimse yardım edemezdi bana. Sonunda canımı acıtan pek çok şeyin, aslında o kadar da dayanılmaz olmadığını, bu yangından sağ kurtulmanın verdiği buruk, uçuk, zoraki bir sevinçle ayrımsadım.

Molozlarla kaplı zeminde, sarı plastik botların gıcırtılı ayak sesleriyle salona doğru yürüyorum. Kan basıncım yükseliyor. Garip bir sersemlik içindeyim, kulaklarım uğulduyor, başım duvarları olmayan balkondan bulutlara değiyor sanki. Boş bir sahnede, rolünü unutmuş acemi bir oyuncu gibi duruyorum. Kendi sesimi duyuyorum sonra, tekdüze, ruhsuz ve mekanik. Genzim yanıyor, birkaç kere kesik kesik öksürüp, bütünüyle benim emeğimle yapılmış bir filmin ilk ve son gösterimindeymişim gibi, gelen hurdacıya ‘kilosu ne kadar?’ diye soruyorum.

Şöyle bir dönüp bakıyor yıllarıma, ‘Abla’ diyor hor gören bir tavırla, ‘Alüminyum olsa neyse de böyle kilosuna dört buçuk lira vereyim güzel hatırın için’. Elinde koca bir mıknatıs, molozların arasından krom, demir ne varsa bulmaya çalışıyor hunharca. Sesim boğuluyor cevap veremiyorum. Molozların içinde, yanmış bir bilgisayar kasası, sadece yayları kalmış yataklar, iskeletten ibaret mutfak eşyalarının arasından, hiçbir şey görmeden yürüyorum. Saçlarım savrulup dağılmış. Bir tuvali siyaha boyamış gibi zaman. Sonra silip, alev tonunda bir kırmızı sürmüş sanki. Verilip de tutulmamış tüm sözler, bu evi yuvaya dönüştürmek için ödediğim her türlü bedel, yürürlükten kalkmış gibi.

Anılarımı biriktirdiğim bakır çalığı yeşil kutu takılıyor ayağıma, içi boş. Bana söylenen, söylenmeyen, araya giren, ara bulan, ara açan binlerce sözcüğü ve yan yana tekrar görünmemizin başka dünyalara kaldığı fotoğrafları içinde taşıyan, git gide daha az anımsayacağım yüzleri, sesleri, eşyaları barındıran kocaman kutu, benim gibi içi boşalmış duruyor koridorda. Kilosu dört buçuk lira paha biçilmiş ona da.

Yitirdiğim birini arıyormuşum da ummadığım bir köşede, arka odalardan birinde karşılaşıverecekmişim gibi uzun uzun bakıyorum karanlığa.

Üzerimdeki elbise o geceden kalma. Panikle çıkarken rasgele giymişim. Geriye kalanların gözümün önünde tartılmasına daha fazla dayanamıyorum. Yaşadıklarımla uzlaşmak, yaşananlardan uzaklaşmak istiyorum. Sanki hiç yaşanmamış gibi, o yangından çıkan ben değilmişim gibi, korkunç bir Shakespeare tragedyasında olduğumu hayal ediyorum. Bir an evvel Othello çıksın, vursun kendini ve oyun bitsin istiyorum.

Küllerin tozu, nem, yangın ve lodos kalıntısı o bayat kokuyla, boşluklardan içeri dolan yumuşacık, çiçek kokulu bir rüzgâr arasında iniyorum tekrar tekinsiz merdivenlerden. Binanın önünde bir süre ne yapacağımı bilmez halde bekliyorum. Sokağın ortasında durup, uzun uzun nefes alıyorum. İçimde kıyıda köşede saklanmış tüm masum, çocuksu, iyi duygular zedeleniyor.

Fotoğraflarım, kitaplarım, mektuplarım, anne yadigarı eşyalarım, ben her gece bu ağırlığın altında ezilirken, aldığım her soluk onların yokluğuyla güçleşirken, omuzlarımda günden güne artan yükleri, tartıda ne kadar çıkar bilmek istemiyorum. Hem darasını almak gerekmez mi önce? Önce beni tüm varlığımla, karanlıklarımda yarım yamalak açık kalmış ışıklarla, kalbimdeki derin uçurumlarla, ciğerlerimdeki uçsuz bucaksız okyanuslarla, midemdeki sert kayalarla, sırtımdaki keskin bıçaklarla, boğazımdaki eller ve boynumdaki ilmeklerle tartmaları gerekmez mi, bilmiyorum. Tüm anılarım elimden alınmışken, köklerinden koparılmış bir ağaç gibi havasız, susuz, ışıksız yapayalnız kalmış ve tüm bağlantı hatlarım kopmuş hissediyorum.

Şehrin trafiğine, insanların yaşamak için bunca telaş göstermelerine, coşkusuz, eylemsiz, güvensiz bir şekilde zamanı tüketişlerine, susmak bilmeyen telefonlara, niye belirdiğini anlayamadığım, Alaaddin’in sihirli lambasına benzeyen saçma sapan bir araç uyarısına takılmışım ve sanki canımı sıkan, az evvel çuvallara konulup tartılan benim hayatım değilmiş de, bu günlük telaşlarmış gibi kendimi kandırmaya çalışıyorum.

Hayat devam ediyor ya hani. Biz sağ kurtulduk ve canımızı kaybetmediğimiz için hiç sorun yok ya. Kaldığı yerden sürebilir yağmalanmış ne varsa.!

Her gün, her an kendi evimde maruz kaldığım yatılı misafir hissinin, rutinime, misal yatak odamda aynanın önünde duran kar küreme duyduğum özlemin, bu özlemle verdiğim mücadelenin de bir anlamı yok mu yani? Oysa güçlükle, dişimle, tırnağımla kazanılmış bir hayat benim kaybettiğim, bağışlanmış değil.

‘Yarayla alay eder yaralanmamış olan.’ diyor Shakespeare bir sonesinde.

Bu kadar yarayla başa çıkamıyorum, bu amansız ve zamansız yangının alıp götürdüklerine, içine çekip öğüttüklerine gücüm ve tahammülüm yetmiyor. Ellerim titreyerek karanfilli bir sigara yakıyorum. Derdimi anlatmaya değer bulduğum bir insan, kullanmaya gereksinim duyduğum tek bir sözcük yok. Kendi içimde yaptığım bu kavgayla ne kadar uzaklaşabilirim kendimden bilmiyorum. Kaçmak istiyorum sadece. Kiloyla ölçülebilir hale gelmiş varlığımdan, zorunlu gündelik sözcüklerin samimiyetsiz tınısından kaçmak istiyorum. Kendime ait tepe tepe kullanacağım bir yalnızlık ve tek başıma yaşamam gereken bir yüzleşme tasarlıyorum. Bu yangının içinde, gece gündüz gönüllü nöbet tutuyorum.

Radyoyu açıyorum, ‘Etme’ diyor, insanın içine dokunan bir ney sesi eşliğinde Yılmaz Erdoğan. Şems'in Konya'dan ayrıldığını öğrenen Mevlâna, içindeki sıkıntıyı ‘Etme’ şiirini yazarak kâğıda döküyor. ‘Etme’; içtenlik, derinlik ve samimiyet dolu bir şiir. ‘Etme’ kararlı bir gidene karşı bir çaresizliğin, boyun eğmiş bir yakarışın, çok derinden gelen bir yalvarışın şiiri. ‘Etme’; gitme demekten ziyade ‘dön gel’ çağrısı aslında.

Cümleler yarım kalıyor, isyanlar yükseliyor, özlenmiş, yaşanmış, alışılmış ne varsa yüze vuruyor bir kez daha. Güneş tenime daha önce hiç böyle değmemiş gibi hissediyorum. Rüzgâr saçlarımı hiç böylesine şefkatle okşamamış gibi. Kalbim, ilk kez birinin avcunun içinde sıkışmış, gökyüzü ilk kez ciğerlerime dolmuş, melodiler ilk kez içimi kıpırdatıyor, çimlere ilk kez çıplak ayakla basıyorum sanki.

Geçmişin gittikçe silinmesi, bir ağırlığı yokmuşçasına çuvallara doldurulup tartılması acıtıyor yine de. Salıncaktan ilk düşüşümü, bir kediye ilk dokunuşumu, babamın elini ilk tutuşumdaki güveni, kullana kullana tükettiğim tüm duygularımın, kalbimdeki ilk yerlerini görebilsem keşke. Günler geçtikçe, nankör bir kuş tüyü gibi silinip gitmese yerine konulamaz anılar. Dudaklarımdan dökülen ilk kelimelerimi, kalbimin ilk kırılışını, fırından çıkan sıcak ekmek kokusunu, anneannemin saçlarımı okşayarak okuduğu duaları duyabilsem. Dönme dolaba, -o zaman Ege Güneşi derdik biz- ilk bindiğimde gözlerimin nasıl ışıldadığını anımsayabilsem, o heyecan hala çarpsa yüreğimde. İlk neyden korkmuştum acaba? İnsan ilk yalnızlıktan korkuyor sanırım.

Çevresinde annesini göremeyen bir bebeğin, yeri göğü inleten yakarışı, terk edilme korkusundan olsa gerek. Güneş sıcaklığını çekince üzerimden, gün akşama dönünce, içimde kilitlediğim tüm sandıklar birer birer açılıveriyor ayın şavkında. Ay, çözüveriyor dilimi. İçime bir ayna tutuyor da sakladığım kendimi sunuyor bana. Güneşin ışığını yansıtırcasına, beni benim yüzüme vuruyor.

Işığı tüm duvarlarımdan geçerek girebiliyor kalbime. O kadar beyaz o kadar aydınlık ki saklanamıyorum. Gardımı indiriyorum. Denize düşen ışığından büyülenmişim gibi takip ediyorum onu. Yollar bitmiyor, Ay, ışığını çekmiyor üzerimden. Hülyalı edasıyla kanıma giriyor. Karşı koyamıyorum. Canımın nasıl yandığını, bir tek onun ışığı seriyor gözlerimin önüne. Kendi yangınımı gösteriyor bana. İçimdeki alevleri söndüremediğimi biliyor ama bir damla su da atmıyor bu yangına.

Kaçtığım ne varsa, minicik bir huzmeyle kucağıma bırakıyor. Al diyor, yüzleş. Ona dil döktükçe, gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldükçe anlıyorum bana yaptığı iyiliği. Ay, dert ortağım oluyor benim. Aileme, çocuklara, müvekkillerime, ofisime, hakimlere, duruşma salonlarına, adliyelere, bilirkişi raporlarına indiremediğim yelkenlerimi, yüzdürüyor denizinde. Kavgama dahil olmuyor ama tüm varlığını bahşederek dinliyor beni yalnızca. Bu ara en çok buna ihtiyacım olduğunu fark ediyorum. Durup, dinlenmek. Kendimi anlatmama gerek kalmadan, dinlenmek istiyorum. İçim çözülsün ama ben gardımı indirmiş olmayayım. Duvarlarımı yıkmadan atayım ağırlığımı. Tüm güzelliğiyle silindiğinde gökyüzünden, yerine doğacak güneşle umut vaat ediyor bana. Sırdaşım olduğunu, bahçemdeki yerini daima koruyacağını biliyorum. Yenilgilerimi bir tek ona açabiliyorum böylece. Benim ne olursa olsun düşmediğimi ve düşmeyeceğimi bilmesinden mi yoksa beni çözerken bir yandan güç verdiğinden mi bilmem. Desteğim olmaktan gocunmuyor. Şefkatiyle de sarmalamıyor. Gerçekler var yalnızca.

Yüzleşmekten korkmadığım ama yorulduğum gerçekler. Ellerimle diktiğim mavi şeritli perdelerim, beyaza boyadığım sandalyelerim, renk renk kar kürelerim, geceleri şükür duaları ederek uyukladığım yatağım, üzerine gözyaşlarımın süzüldüğü dantelli yastığım, balkon demirlerini mor çiçekleriyle saran sarmaşığım, yatağımın altında sakladığım başlıksız mektuplarım, onca yıl biriktirdiğim deniz kabuklarım, bu evde geçirdiğim on iki yılım sadece dört buçuk liraya alıcı buluyor. Kilosu dört buçuk lira.

Yüksek perdeden okunan ezan bitiyor. Radyoyu açıyorum yeniden. ‘Etme’ diyor Mevlâna.

“Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan.

Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.!”

Av. Çiler Nazife KOŞAR / [email protected]

Yılmaz Erdoğan Etme Mp3 İndir, Etme Müzik İndir Dinle

Etme
 
Yılmaz Erdoğan - Etme

Sanatçı

: Yılmaz Erdoğan

Albüm

: Tüm Şiirleri

Şarkı

: Etme

Boyut

: 2.57 MB

İndirme

: 2719 Toplam İndirme

20-11-2017 Tarihinde eklendi, Toplam 2719 İndirme

Mp3 indirmek için tıklayın

Sanatçı'nın En Çok İndirilen Mp3leri

Kullanıcı Yorumları (Yılmaz Erdoğan - Etme )

Etme Şarkı Sözü

Duydum ki
Bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar,
Başka bir dosttan meyil ediyorsun, etme.
Ey ay felek harap olmuş,
Ziyan olmuş senin için
Bizi öyle harap öyle ziyan ediyorsun, etme.
Ey makamı var ile yokun üstünde olan sen
Varlık sahasını terk ediyorsun, etme.
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur
Gamdan sen ayında evini de yıkmayı kastediyorsun, etme.
Şekerliğin içinde zehir olsa dokunmaz bize
Sen zehri şeker, şekeri zehrediyorsun, etme.
Harama bulaşan gözün
Güzelliğinin hırsızı ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.
İsyan et ey arkadaşım
Söz söyleyecek an değil,
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.

Etme Anahtar Kelimeler

Yılmaz Erdoğan Etme Mp3 İndir Dinle , Yılmaz Erdoğan Etme Şarkı Sözleri , Yılmaz Erdoğan Albümleri , Yılmaz Erdoğan Etme Cep Telefonuna Mp3 İndir,Etme bedava mp3 indir ,Etme cepten ücretsiz indir

Sanatçı'nın Son Eklenen Mp3leri

Şuan Dinlenen Mp3'ler

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır