icareli ne demek / icareteyn - Nedir Ne Demek

Icareli Ne Demek

icareli ne demek

İcare Nedir, Tdk S&#;zl&#;k Anlamı Ne Demek? İcare Akdinin Sahih Olma Şartları Nelerdir?

Arapça kökenli bir sözcük olan "icare" sözcüğü aynı zamanda İslam Hukukunda bir terim olma özelliğine sahiptir.

İcare Nedir, TDK Sözlük Anlamı Ne Demek?

İcare sözcüğünün günümüzde kullanılan karşılığı "kira"dır. Yani bir mülk sahibinin başka bir kimseye belirli bir süre ve bir bedel karşılığında kullanımına izin vermesine kiralama denir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde de icare sözcüğü "kira, icara vermek" şeklinde açıklanmıştır.

İcare Akdinin Sahih Olma Şartları Nelerdir?

İslam Hukukunda ise "icare" kavramı klasik fıkıh literatüründe menfaat ve emeğin bir bedel karşılığında ve süreli olarak temlik ve tahsisini konu edinen akit türlerini ifade eden özel bir akdin adı olagelmiştir. Sahih icare akdinin şartları şunlardır:

Haberin Devamı

Akdin bedelinin anlaşmazlığa sebep olmayacak ölçüde biliniyor olması şarttır.

Öte yandan akdin süresinin belirlenmiş olması şarttır.

VAKIF ŞERHİ'NİN TAPU SİCİLİNDEN SİLİNMESİ YA DA TAPU SİCİLİNE YAZILMASINA İLİŞKİN İSTEMLERİ İÇEREN DAVALARDA ON YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE Mİ UYGULANACAKTIR

~ ~

I-) Osmanlı Devletinde Toprak Rejimi

Osmanlı Devleti'nin Toprak Rejimine göre; arazinin büyük bir bölümü Devletin malı idi. Kişilerin araziden yararlanması, Devlet ile kişi arasında meydana gelecek sözleşmeyle mümkündü. Devleti bu sözleşmelerde, Has, Tımar ve Zeamet sahipleri temsil etmekte idi. Devlet, ( ) yılına kadar araziye ilişkin işlemlerle doğrudan doğruya ilgilenmemişti. Ülkenin gerçeklerine ve Osmanlı Devletinin yapısı gereklerine uygun olarak arazi ile ilgili düzenlemeler yapılmıştı.

( ) tarihli Arazi Kanunnamesi; teknik anlamda ve toprak hukuku konusunda düzenlenmiş ilk temel kanundur. Arazi Kanunnamesinin 1. maddesine göre; arazi beş bölüme ayrılmakta idi.

1- Mülk ( Memluk ) Arazi; Özel mülkiyet kapsamına giren arazi türüdür. Gerek gerçek ve gerekse tüzel kişiler mülk araziye malik olabilirlerdi.

2- Miri ( Emriye ) Arazi; Mülkiyet hakkı Devlete ait olan arazi idi. Devlet bu araziden yararlanma hakkını süresiz olarak kişilere muaccele denilen ve arazinin değerine göre alınan bir miktar para karşılığı devrederdi. Bundan ayrı, miri arazi mirasçılara da intikal ederdi.

3- Metruk Arazi; Yararlanma hakkı kamuya ya da belli bir köy veya kasaba halkına ayrılmış ( tahsis edilmiş ) yerlerdi. Genel yollar, Meralar, Yaylak ve Kışlak gibi benzeri yerler bu tür araziyi oluştururdu.

4- Mevat Arazi ( Ölü Topraklar ); Tarıma elverişli olmayan topraklardı.

İmar ve ihya ile kazanılması mümkün olan arazilerdi. ( Arazi Kanunnamesi, madde 6, Mecelle, madde ).

5- Vakıf Arazi ( Arazi-i Mevkufe ); Vakıf, islam hukuku kurumlarındandır.

Arazi Kanunnamesinin 4. maddesine göre vakıflar; mülkiyet hakkının devredilip edilmemesine göre, yani nitelik bakımından sahih ve sahih olmayan vakıflar olmak üzere iki bölüme ayrılmışlardır.

A- Sahih Vakıflar ( Mukataalı - İcareteynli Vakıflar ); Bunlar aynı zamanda akara tahsisli yani gelirlerinden yararlanılan vakıflar olarakta nitelendirilmektedirler.

1- Mukataalı Vakıflar; Zorunluluklar sonucu doğmuştur. Vakıf yer haraptır. Vakıf taşınmaz kendi olanakları ile vakıf tarafından inşaa ve onarılmasının mümkün olmaması sebebiyle bina yapmak, ağaç veya bağ çubuğu dikmek ve bunların durması karşılığında vakfa her sene maktu bir zemin kirası ( İcare-i zemin ) ödenmek suretiyle kiralanmış, yapılan bina ve dikilen ağaçlar yapanın veya dikenin malı sayılmış ve ölümü ile de, mirasçılarına geçeceği ve mukataa ( kira ) karşılığı verildiği sürece sözleşmenin geçerli kalacağı ve arazi üzerine yapılan muhtesatın kaldırılamayacağı kabul edilmiştir. Bu tür vakıfların kurulması için, mahkemece verilen izin ( hakimin izni ) yeterli olmayıp ayrıca Padişahın izin ve iradesine de ihtiyaç duyulmuştur.

2- İcareteynli Vakıflar; Mukataalı vakıflar gibi olayların meydana getirdiği zorunluluklar sonucu doğmuş bir vakıf türüdür. Vakıf binalarının yanması, yıkılması ve vakıf tarafından tekrar inşaa için ekonomik gücün yaratılmaması veya kısa süre ile kiralanmasının mümkün olmaması ya da kısa süreli kiralamaya istekli çıkmaması nedeniyle bir tür süresiz kiraya benzeyen usule gidilmiş, mutasarrıfından gerçek değerine yakın veya eşit "icare-i muaccele" denilen peşin kira bedeli alınıp yanan, harap olan bina vakıf tarafından yeniden inşaa ve tamir ettirilerek her sene icare-i müeccele ( veresiye kira ) denilen küçük bir bedel karşılığında süresiz olarak kiracılara ( mutasarrıflara ) bırakılmıştır. Peşin veya her yıl alınan icar ( kira ) usulüne de "iki yani çifte icare" anlamında icareteyn adı verilmiştir.

B- Sahih Olmayan ( Tahsis ve İrsad Kabilinden Gayri sahih ) Vakıflar; Padişah ya da onun izin verdiği başkaları tarafından miri arazi üzerinde meydana getirilen vakıflardır. Miri araziler, kadim köy ve kasabaların tümüyle dışında kalan tarla, çayır, yaylak, kışlak, korular ve benzeri yerler olarak kabul edilmiştir. ( Arazi Kanunnamesi madde 3, 25, 53, 81, 83 ve )

Osmanlı Sultanları ya da onların izin verdiği başkaları miri arazide ( ) tarihli A.K.'nun 4/2. fıkrasına göre üç türlü tahsis ve irsat kabilinden vakıf kurabilirlerdi.

a- Miri Arazinin Yalnızca A'şar ( Toprağın Ürününün Ondabiri ) gibi vergi ve resimleri ( A'şar ve rüsumatı ) bir hayır cihetine tahsis edildiği vakıflarda tasarruf hakkı, tapu kayıtlarında yazılı fertlerde kalırdı.

b- Miri arazinin yalnızca "tasarruf hakkının" bir hayır cihetine tahsis edildiği vakıflarda tasarruf hakkı sahih olmayan vakıfta kalırdı. Sahih olmayan vakıf A'şarı Devlete öderdi.

c- Miri arazinin hem tasarruf hakkının hem de A'şar gibi "vergi ve resimlerinin" bir hayır cihetine tahsis edildiği vakıflarda vakıf: arazinin tasarruf hakkına sahip olduğu gibi, Devlete A'şar ya da başkaca vergi ve resim ödemezdi.

Görüldüğü gibi sahih vakıfların konusunu kadim köy, kasaba ya da şehir içindeki mülk topraklar teşkil ettiği halde, sahih olmayan vakıfların konusunu, anılan kadim yerleşim birimlerinin tümüyle dışında kalan miri ( Devlete ait ) araziler oluşturmakta idi.

II-) Vakıf Taşınmazlarında Zamanaşımı Uygulanabilir mi?

Vakıfların doğrudan doğruya hayrattan olan taşınmazları kazandırıcı zamanaşımı yolu ile iktisap edilemezler. Herkes tarafından aynı'ndan yararlanılan Camii, Okul, Medrese, Köprü ve Hastane gibi yerler bu tür mallardan sayılmışlardır. Buna karşılık hayrattan olmayan fakat akaratından olan yani aynı'nından değil de gelirinden yararlanılan vakıf taşınmazları ise, taşınmaza ve zilyetliğe ilişkin tüm koşulların oluşması halinde zamanaşımı ile kazanılması mümkün bulunmaktadır.

III-) Taviz Bedeli

Taviz bedeli; eski vakıflar hukuku açısından "rakabe" kuru mülkiyet hakkı karşılığı, tasarruf hakkı bedeli, icare ve mukataa ( kira ) karşılığı anlamına gelmektedir. Vergi niteliğinde değildir.

Sahih vakıflardan olan icareteynli ve mukataalı vakıflarda; taviz bedelinin ödenmesi karşılığında "vakıf şerhinin" silinmesi gerektiği gerek uygulamada ve gerekse bilimsel görüşlerde tartışmasız olarak kabul edildiği ve bu nedenle sahih vakıfların taviz bedeli ile sorumlu oldukları kabul edilmektedir.

1-  )Taviz Bedelinin Niteliği - Taşınmaz Yükü - Kanuni İpotek Hakkı

sayılı seafoodplus.info 29/1. fıkrası; "on yıl içinde bu kanun hükümlerine göre taviz vermek yolu ile icareteyn veya mukataa kayıtları terkin edilmemiş olan gayrimenkullerin mülkiyeti on yıl sonunda kendiliğinden mutasarrıflarına geçer ve vakfın hakkı ivaza dönerek gayrimenkulün tamamı bu taviz karşılığında birinci derece ve birinci sırada İPOTEK sayılır." şeklindeki ipoteğin "kanuni ipotek hakkı" olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, tarafların iradesi dışında kanunla vakıf yararına getirilen bu güvencenin ( teminatın ) taşınmaz yükü mü ( gayrimenkul mükellefiyeti mi ) yoksa gayrimenkul ipoteği mi yani kanuni ipotek hakkı mı olduğu tartışma konusu olmuştur. Bilindiği üzere bir alacağın ödenmesini güvence altına almaları bakımından her iki mülkiyetin gayri ayni hakları birbirlerine çok benzemektedirler. Nevarki, gayri menkul ipoteğinde, ipotekli borç senedi ile irad senedi dışında kalan ipotek hakkının bağımsız bir varlığı olamaz. İpotek hakkı ancak alacak hakkının fer'i olur. İpoteklerde ana hak kişiler arasında bir hukuki bağdan doğan şahsi bir borç münasebetidir. İpotekte ayni hak amaç değil, bir emniyet sağlama çağrısıdır. Gayrimenkul mülkellefiyetinde ise, ayni hak ana haktır. Yüklü gayrimenkul mükellefiyetine bağlı bulunan bir şeyi yapmaya veya vermeye ilişkin olan bir borç, o gayrimenkul ile emniyet altına alınmış olur. Ayrıca sorumluluk bakımından da taşınmaz yükü ile ipotek hakkı arasında fark vardır. İpotek hakkında taşınmaz, ana borcu güvence altına alır. Sorumluluk taşınmazın değeri ile sınırlı değildir. İpotek konusu taşınmazın değeri, borcu tamamen ödemeye yetmezse bile, ana borcun ödenmeyen kısmı için asıl borçlunun borçluluğu sürer. Taşınmaz yükümünde ise, borçluluk yüklü taşınmaz ile sınırlıdır.

Vakfın ivaz alacağı ister rakabe "kuru mülkiyet" ister icare ve mukataa veya bunlara ilişkin şerhin kaldırılması karşılığı kabul edilsin, mutasarrıfın ivaz borcunun vakıf taşınmazın değerini aşacağı ve fazla kısım için mutasarrıfın diğer malları ile sorumlu olacağı düşünülemez. Öte yandan İcra İflas Kanununun maddesine göre rehinle temin edilmiş bir alacağın borçlusu, iflasa tabi şahıslardan olsa bile, alacaklı yalnız rehinin paraya çevrilmesi yolu ile takip yapabilir. Rehnin tutarı borcu ödemeye yetmediği takdirde alacaklı kalan alacağını iflas ve haciz yolu ile takip edebilir. Oysa seafoodplus.info maddesinin 1. fıkrasında, "bu tavizlerle vaktinde ödenmeyen taksitleri mutasarrıfın başka mallarına müracaat yolu ile ve Amme Alacaklarının Tahsili Usulü hakkındaki Kanuna göre tahsile dahi yetkilidir." Hükmü getirilmek suretiyle sorumluluk ve tahsil açısından tamamen ipotekten ayrı bir teminat getirilmiştir. Bunun yanında kural olarak ipotek edilmiş bir taşınmaz alacaklının olurunu almaya gerek duyulmaksızın başkasına satılarak tapusu devredilebilir. Meğerki aksine sözleşme olsun. seafoodplus.info maddesine göre, "mukataalı veya icareteynli gayrimenkullerin tavizleri tamamen vakfa verilmiş olmadıkça o mallar üzerindeki temliki tasarruflar Tapu Dairelerince tescil olunamaz." demek suretiyle tapuda yapılabilecek devirleri yasaklamıştır.

O halde, vakfın ivaz alacağına kanunla getirilen güvencenin, taraflar arasındaki bir sözleşmeden doğan asıl alacak hakkının bir fer'i olmayıp, bir ana hak olarak doğması, sorumluluğun vakıf taşınmaz ile sınırlı bulunması, fakat vakfın alacağının taşınmazla bağımlı kalınmaksızın mutasarrıfın başka mallarına müracaat yolu ile tahsil edilmesi, temliki tasarrufun ancak borcun ödenmesine yani yükümlülüğün kalkmasına bağlı tutulması, taviz bedelinin ( ivaz alacağının - teminatın ), seafoodplus.info  maddesi anlamında bir Gayrimenkul Mükellefiyeti ( Taşınmaz Yükü ) niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.

2- Tapu Kütüğüne Güven İlkesi

seafoodplus.info /1. fıkrası; "Aksine hüküm yoksa, kamu hukukuna ilişkin taşınmaz yükünün tapu kütüğüne tescili gerekli değildir", aynı Kanunun /1.fıkrası ise, "Taşınmaz maliki değişirse yeni malik, başka bir işleme gerek bulunmaksızın taşınmaz yükünün yükümlüsü olur" ilkelerinden hareketle önceki kayıt ve belgelerden aslının vakıf taşınmaz olduğunun anlaşılması halinde, vakıf şerhinin intikal ( gitti ) kayıtlarına sonradan işaret edilmiş olsun, olmasın yeni maliki bu yükümlülükten yani taviz bedelini ödemekten kurtaramaz. Şu halde, kanundan doğan bu taşınmaz yükümlülüğü karşısında sonraki malikin "iyi niyet savunmasında" bulunarak seafoodplus.info  maddesinde açıklanan tapu kütüğüne güven ilkesinden ve seafoodplus.info maddesinde ifade edilen "olağan kazandırıcı zamanaşımına dayalı iyi niyetten" yararlanamaz, görüşü uygulamada ağırlıklı olarak benimsenmiştir.

IV- Hak Düşürücü Süre

Hak düşürücü süre, doğrudan doğruya hakim tarafından kendiliğinden göz önünde tutulması gereken, davada "itiraz" olarak başvurulması zorunlu olan ve zamanaşımı gibi "kesme" ve "durma" hükümlerine bağlı olmayan, uyulmama halinde "hakkın" kaybına yol açan yani hakkın özünü ortadan kaldıran süredir. sayılı Kadastro Kanununun 12/3.fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin de hak düşürücü süre olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bu madde de öngörülen süre ile tapu sicilinde kararlılık kazanması, sicillerin bozulmaması, belli bir süre geçtikten sonra yargı organlarınca bu sicillerin tartışma konusu yapılmaması amaçlanmıştır.

sayılı Tapulama Kanununun maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmaz mallar hakkında aynı Kanunun 31/seafoodplus.infoinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerektiği" kabul edilmiştir. Bundan şu sonucu çıkarmak mümkündür. Anılan Kanunun maddesinde yer alan Mera, Yaylak, Kışlak, Otlak, Genel Harman Yeri, Panayır ve Pazar yerleri gibi taşınmazların kişi adına tespit ve tescili halinde, bu tescil aleyhine açılacak dava maddedeki süreye tabi olmadan her zaman açılabilecektir. Uygulama da bu doğrultudadır.

Vakıf mallar "Devlet malı” değil, kendine özgü bir "Sui Jeneris - kamusal mülkiyet" türünde olduğundan,  bu mallara Devlet malı niteliğinin kazandırılması olanağı bulunmamaktadır.

V- On yıllık süre

İçtihat aykırılığına neden olan sayılı Kadastro Kanunnun 12/seafoodplus.infoi fıkrası ile ilgili hükümet gerekçesinde de açıklandığı üzere "kadastro işlemlerinin eski olaylara dayanılarak süresiz olarak askıda bırakılmasının kamu düzenini ters yönde etkileyeceği ve kamu zararı doğuracağı gerçeğinden hareketle kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağı" esası getirilmiştir. Getirilen böyle bir ilke ile, mülkiyet hakkı değil, sadece hak arama özgürlüğü ( dava açma hakkı ) ve başvuru hakkı kısıtlanmıştır. On yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması bakımından kamu ve özel mal ayırımı yapılmamıştır. Vakıflar Kanunu gibi Kadastro Kanunu da bir tasfiye kanunu olup, 12/seafoodplus.info ve fıkrasında vakıf taşınmazlarla ilgili ayrık bir durum getirilmemiştir. Uygulamada ve öğretide baskın görüşün sayılı Kadastro Kanununun 12/3.fıkra hükmünün kamu malı niteliğindeki taşınmazlar için uygulanmaması gerektiği yönünde olduğu görülmektedir. Ancak, tarih ve 78/6 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme kararı ile vakıf malların "Devlet malı olmadığı" kabul edilmiş bulunmaktadır.

seafoodplus.info 26, 27, 28, 29, 30 ve maddeleri mukataalı ve icareteynli vakıf malların tasfiyesine yönelik olup, bir yandan bu tür vakıfların yeniden kurulması yasaklanırken, diğer yandan önceki hukuk döneminde kurulmuş olan bu türden vakıfların sona erdirilmesi amaçlanmıştır. O halde bu tür vakıf taşınmaz mallar kamu malı niteliğinde kabul edilse idi, hiç kuşkusuz bunların doğrudan Devlet mülkiyetine geçmesini sağlayacak bir düzenleme getirmesi gerekirdi. sayılı seafoodplus.info maddesinde açıklanan taviz bedeli; bugünkü hukuk karşısında gerek uygulamada ve gerekse öğretide "taşınmaz yükü" olarak nitelendirilmektedir (TMK. md). Ancak taviz bedeli nedeniyle mevcudiyeti kabul edilen taşınmaz yükünün, seafoodplus.info  maddesi kapsamında bir yasal kısıtlama sayılmasına olanak yoktur.

sayılı seafoodplus.info çok sonra yürürlüğe giren sayılı Kadastro Kanununun 12/3.fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü süre, en geniş ve en kapsamlı "ayni hak olan mülkiyet hakkının bile ortadan kaldırılması sonucunu doğururken, mülkiyet hakkına oranla daha çok dar kapsamlı, çok daha az yetkileri içeren bir sınırlı ( fer'i ) ayni hak olan taşınmaz yükünün hak düşürücü süre dışında kaldığının kabulüne olanak bulunmamaktadır." Zira çoğun içinde az da vardır.

Açıklanan bu somut ve hukuki olgular karşısında sayılı Kadastro Kanununun 12/3.fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü süre vakıf taşınmaz mallar bakımından da uygulanması gerekir.

Sonuç: Vakıf Şerhi'nin Tapu Sicilinden silinmesi ya da Tapu Siciline yazılmasına ilişkin istemleri içeren davalarda sayılı Kadastro Kanununun 12/seafoodplus.infoinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerekir (İBK. , 1/1).

 

Hits:

VAKIF DEYİMLERİ VE TERİMLERİ S&#;ZL&#;Ğ&#;

 

A​

ÂBÂ - ECDÂD: âbâ eb'in, ecdâd cedd'in çoğuludur. Eb, baba, ced, büyükbaba demektir. Neseb ve veraset gibi hususlar bakımından "baba" ve "büyükbaba/dede" hukukta bazı meselelerde bahis konusu olur. Neseb, ortak bir asıldan ve müteakiben birbirinden husule gelen şahıslar arasındaki birleşme ve bağlantıdan ibarettir ki biri tûlen, diğeri arzen olmak üzere iki kısma ayrılır. Tûlen nesep baba, oğul, torun gibi asıl ve fer'ler arasındaki birleşmedir. Yukarıya doğru olan şahıslar tûlen nesebin usul, aşağıya doğru olan şahıslar furu' kısmıdır. Arzen neseb, bir asıldan dikine olmayarak kolsalan (dallanan) hısımlar arasında bulunan birleşme/bağlantı ve irtibattır. Kardeşler, kardeş çocukları, amcalar, halalar ve bunların çocukları arasındaki ittisal (birleşme) bu​ kabildendir ki buna havaşi ve civar hısımlığı denir. Zikri geçen maddelerdeki civar hısımlığı tabirleriyle bu nevi neseb münasebeti ifade olunmuştur. Her ne zaman âbâ ve ecdâd denirse tûlen nesebin usul kısmı ve ev1ad ve ahfad denince furu' kısmı kastedilmiş olur. 

ÂB-KEŞ: âb su, keş ise çekmek mânasına olan "keşîden" masdarındandır. Âb-keş su çeken demektir. Vakıf hayır müesseselerinin su ihtiyacını karşılamak üzere kuyu ve çeşmelerden su temin eden kimsedir.

ÂB-RÎZÎ: Pislik kabı, havruz gibi hastahanelerde lâzımlıkları döken hizmetçiye âb-rîzî denir.

ÂDİ GEDİK: Haremeyn yani Mekke-Medine ve Mahmud-ı Adlî gediklerinden maada vakıf gedikleridir. Haremeyn ve Mahmud-ı Adlî vakıf gedikleri te'min-i deyn (borcu temin etmek) gibi bazı nizami hükümleri ihtiva ettiğinden bunlara nizamlı gedik denmiştir.

AHFÂD : Hâfîd' in çoğuludur. Hafid torun demektir. Bir kimsenin çocuklarının çocukları ve bunların çocukları . o kimsenin torunudur. Ahfâd her batında furûa şâmil olduğundan tarihli Arâzî-i Emîrîye ve Mevkûfenin Tevsi-i İntikali hakkındaki nizamnamenin 1. maddesinde evladın furûu anlaşılmamak için ahfâd tâbiri tefsire lüzum görülerek "fakat mîrî ve mevkûf arâzi mutasarrıflarının erkek ve kız çocukları mevcut olmadığı halde uhdesinde bulunan arâzî ikinci derece ahfadına yâni erkek ve kız çocuklarının oğluna ve kızına" denerek ahfaddan ne kastedildiği açıklanmıştır. 

ÂİLE VAKFI: Evlad ve ahfad ve sair aile efradı menfaatine yapılan vakıftır. Medenî Kanunun maddesinde beyan olunduğu üzere aile efradının talim ve terbiyesine, donatma veya yardımına ve bunlara benzer gayelere gerekli masrafların ödenmesi için eşhas ve miras hukukuna dair hükümlere uyarak yapılan vakıflara aile vakfı denir. Bahsi geçen maddenin son fıkrasıyle bir mal veya bir hakkın devir ve ferağ edilememek üzere bir aileye tahsisine ve aile efradı arasında tarz-ı intikaline dair her türlü tasarruf ve bu tarzda bir tasarrufun tesisat ihdası fikriyle mezci (karıştırılması) menolunmuştur. Daha evvelki esaslarda ise gerek müstakillen ve gerek mezc suretinde bir malın her hangi bir aileye tahsisi ve aile efradı arasında intikali câizdi. 

AKÂR: Bina, arazi, bağ ve bahçe gibi başka yere nakli mümkün olmayan maldır. Bu nevi mala gayr-ı menkul denir. Asıl akar, arsa ve araziden ibarettir. Bina ve ağaçların akarda dahil olması, üzerinde bulundukları yerin mütemmim cüzü olmak itibariyledir. Halk akar lafzını kira getiren gayr-i menkulde kullanmaktadır. Mesken olarak intifa olunan, bina ve meyvesinden şahsen istifade edilen bağ ve bahçelere akar denmektedir. Bu mana örfdeki kullanım itibarıyladır. 

AKÂRÂT-I MEVKÛFE : Akarât, akarın çoğulu olup mevkûfenin sıfatıdır. Vakf olunmuş gelir getiren akarlar demektir. Vakf olunan mallar iki kısımdır. Bir kısmına müessesat-ı hayrîye, diğerine akarat-ı mevkûfe denir. Müessesât-ı hayriyenin (Hayır müesseselerinin) bekası, yaşatılması, görüp gözetilmesi, tamir ve termimi (bakım ve onarımı), ihtiyaç halinde genişletme ve yeniden inşası bir takım masrafa bağlıdır. Bunu temin için her hangi bir hayrî müessese vakfedilirken han, hamam, mezraa, bağ, bahçe gibi vâridât (gelir getirecek) akarlar da vakfolunur. Bunlardan elde edilecek vâridâtla hayrî müesseselerin muhtaç olduğu masraflar temin edilir. Hayır müesseselerinin masraflarını karşılamak için vakfedilecek malın mutlaka akar olması şart değildir. Bazan para olur ve bu para istirbah edilerek (işletilerek) ihtiyaçlar paradan elde edilen gelir (nema) ile sağlanır. Bunun için hayır müesseselerinin yanında ekseriyetle ya akar veya para vakfolunagelmiştir. Sırf fukaraya meşrut vakıflarda vakfolunan akarın vâridâtı bunların imarına (bakım ve onarımına) sarf ve kalanı şart mucibince fukaraya harcanır.

AKÇE: Tarihlerin verdikleri bilgiye nazaran akçe Osmanlı padişahlarından Sultan Orhan Gazi zamanında kesilen ilk Osmanlı gümüş parasıdır, Hicri tarihinde Bursa'da kesilmiştir. O zamana kadar dirhem esası üzerine Selçuklu Devleti paraları tedavülde idi. Bahsi geçen tarihte dirhem terkedilerek, Moğol dilinde beyaz sikke manasına olan akçe usulü kabul olunmuştur. Orhan Gazi zamanında iki akçelik sikke olduğu gibi Fatih Sultan Mehmet zamanında on akçelik sikkeler varmış. Zaman zaman akçenin hem vezin hem de ayarında değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler daha ziyade akçenin vezin ve ayarı indirilmek suretiyle olmuş, nihâyet bu hal tağşiş ve taklitlere yol açmıştır. 
tarihine kadar vâhid-i kıyâsî (para birimi) akçe iken bu tarihte sahteleri beliren akçe basımı terkolunarak kuruş üzerine müesses usul kabul edilmiştir. Muhtelif devirlerde tedâvül eden akçelerin sonradan tedâvüle konulan madenî meskükât (sikkeler) ile kâğıt paralarla muâdilini tâyin etmek hayli güç bir meseledir. Gerçi gümüşün râyici itibariyle bunu tâyin mümkün ise de satın alma kudreti ve eşya fiatlarındaki değişmeler bakımından tam olarak muadilini bulmak güçtür. Bazı vakfiyelerde meşrut (şartolunan) vazife ve ücret meyanında akçe tabirlerine Mesela, filana şu kadar akçe ve falana şu kadar akçe verile gibi şartlara tesadüf olunmaktadır. Bunların muâdilini aramaya kalkışmaktan ise bu vakıfların varidat ve eşya fiatları gözönüne alınarak vakfedenin maksat ve tayin ettiği nispete göre hak sahiplerine verilecek mikdarın tayini muvafık olur. 

AKİB: Ayak ökçesi, ayak arkası demektir. Çoğulu a'kab'dır. Bu münasebetle bir şahsın çocukları ve onların çocuklarına, çocuklarının çocuklarına o kimsenin akibi denir. Örfen evlad ve erkek evladın evladı ve evlad-ı evladıdır. Bu tabir kızların evladına şâmil değildir. Meğer ki, kız evladın kocaları o kimsenin erkek evladında bulunsun. Hülâsa; bir kimsenin akibi nesep yönünden babaları ile o kimseye kadar olanlardır. Babaları o kimsenin evladından olmayanlar onun akibinden sayılmaz. Bu tabire bazı vakfiyelerde tesadüf olunur ve örfe göre, yazıldığı surette tefsir olunur. Mesela, bir kimse "vakfımın geliri (gallesi) A'ya ve sonra bunun akibine verilsin demiş olsa sağ oldukça galleye A ve vefatından sonra çocukları ve erkek çocuklarının çocukları müstehak olur. 

AKREB: En yakın olan demektir. Vakıfta akreb, neseb cihetinden vâkıfa en yakın olan kimsedir. Vakfeden kimseye nesep ve rahim cihetinden en yakın kim ise şart ona masruf olur. Mesela, evlad, ana babadan daha yakındır. Binaenaleyh bir kimse vakfının gelirini veya gelirin muayyen bir kısmını akrebine ve bundan sonra fukaraya şart eylese, vakfeden kimsenin oğlu veya kızı ve bunlardan biri ile ana ve babası bulunsa gelir, oğlu veya kızına verilip ana ve babasına seafoodplus.info yakın olanlar müteaddit iseler menfaat müsavi olarak onlara ait olur. Biri vefat edince hissesi diğerine verilmeyip fukaraya verilir. Diğeri de vefat ederse sonraki yakınları birşey alamayıp fukaraya kalır. Meğer ki el-akreb fe'l-akreb gibi sonrakilere verileceğine dair bir sarahat olsun. Mesela, yukarıdaki misale göre vakfedenin bir oğlu, bir kızı ve babası olsa; şart gereği vakfın gelirini oğul ve kız alır. Oğul vefat etse buna ait yarım hisse fukaraya verilir. Kız da vefat edince gelir tamamen fukaraya kalır. Fakat vakfeden, vakfımın geliri "akaribime el-akreb fe'l-akreb sureti ile verilsin ve sonra fukaraya sarf olunsun" demiş olsa, evlad kalmayınca babaya verilir. Yukarıda da beyan olunduğu üzere "akreb"den maksat vâkıfa neseb ve rahim cihetinden en yakın olandır. İrs itibariyle yakın olan demek değildir. Binaenaleyh ondaki rüchan nazara alınmaz. Çünkü İrs dereceleri neseb ve rahim cihetiyle değil başka mülahazalarladır. Mesele şu umumi kaidelerle hülâsa edilebilir: 1-Vakfedene en yakın olan cüz'ü, sonra aslıdır. Binaenaleyh vâkıfın babası, oğlunun oğluna ana ve babası, oğlunun oğluna tercih olunur. 2- Vâkıfın aslı, cüz'ünün cüz'ünden mukaddemdir. Binaenaleyh vâkıfın oğlunun oğluna tercih olunur. 3-Vâkıfın cüz'ü, aslının cüz'ünden mukaddemdir. Binaenaleyh vâkıfın oğlunun oğlu veya kızının kızı kardeşlerinden yakındır. 4-Vâkıfa bir derece ile müntesib olan iki derece ile müntesib olandan yakındır. Binaenaleyh vâkıfın kızının kızı, oğlunun oğlunun oğlu üzerine tercih olunur. 

AKREB-İ MEKNİYYAT: Akreb, yakın manasına olan karib'in; mekniyyat, kinaye manasını ifade eden mekniyyün'ün çoğuludur. Kinaye, manası sarih olmayan bir lafız ile bir şeyden tabir etmek mânasınadır. Birinci ve ikinci şahıs zamirlerinden başka üçüncü şahis zamirleri, manalarında sarih olmadığından bu cihetle bu kabil zamirlere kinaye denir ve hilâfına karine olmadıkça kinaye olan zamirler en yakın mercie sarfolunur. Mesela, bir vakfiyede vâkıf vakfının tevliyetini evvela kendisine, sonra oğlu M'ye ve sonra evladına şart etti, diye yazılı olsa, evladına sözündeki zamir M' ye aittir ve maksadın M' nin evladı olduğuna hükmolunur. Vâkıfa ait olarak kabul olunmaz. Fakat kinaye zamirlerden, uzak kasd olunduğuna karine bulunursa yakına irca olunmayıp karine delâleti vechile uzağa gönderilir. Mesela, yukardaki misalde vâkıf, vakfının tevliyetini evvelâ nefsine, sonra şahsına mahsus olmak üzere oğlu M' ye ve sonra evladına şart etti denmiş olsa şahsına mahsus olmak tabiri karinesi ile evladına kelimesindeki zamirden M değil vâkıf kasdolunduğu anlaşılır ve ibare bu suretle tefsir edilmek iktiza eder. 

AKRİBÂ: Karîb'in çoğuludur, karîb, vâkıfa yakın kimse demektir. Akribâ tabiri vâkıf zamanında mevcut olanlara şâmil olduğu gibi vâkıfdan sonra hâdis olanlara (sonradan doğanlara) da şâmil olur. Vâkıf, akribâ tabirini nefsine bağlamıyarak vakfımın gelirini akribaya şart ettim demiş olsa örfen kendi akribası anlaşılır. Akriba tabirinde çocuklar ve ana baba dahil değildir. Çünkü bunlara örfen akriba denmez; yani, akriba denince bunların gayri yakınlar kasdolunur. Bir içtihada göre akribaya vakıfda en yakın olan tercih olunur ve diğer bir içtihada göre uzak yakın bütün yakınlara şâmil olup müsavat üzere vakfın menfaatine hak sahibi olurlar. Mutlaka akribaya meşrut vakıflar müslim ve gayr-ı müslim, zengin, fakir, küçük, büyük, şartın mefhumunda dahil olur. Fakat akriba tabiri müslim veya gayr-i müslim fakir veya zengin vasıfları ile kayıtlanırsa kayıd veçhile amel olunur.

AKSA'L-EB: Çok uzak ve nihâyet manalarını ifade eden aksa, ve baba manasına olan eb kelimelerinden müteşekkil olan bu Arapça terkip, lûgat manası itibariyle en uzak baba demektir. İslâm devrini yani Hazret-i Peygamberin zaman-ı saadetlerini idrak etmiş olup, neslen kendisine ittisali taayyün etmiş bulunan kimsenin son babasıdır ki, bu şahsın müslim veya gayr-i müslim olması, aksa'l-eb tabirinde dahil olması için şart değildir.

ÂL: Evlad, iyâl ve etba' demek olup, ehil, aslen mensup, mâlik, sahib, karı ve koca ve saire gibi manaları tazammun eder. Baba cihetinden İslamiyet devrini idrak eden son babaya mensup kimselerdir. Ondan evvelkiler âl mefhumuna dahil değildirler. Bazı tefsirlere göre son babanın müslim olması şarttır ve bazılarına göre müslim olması şart olmayıp yalnız İslâmı idrak etmesi kâfidir. Gerek âl ve gerek ehil tabirleri, vakıf zamanında mevcud veya vakıftan sonra gelirin zuhurundan itibaren altı aydan az bir müddet içinde dünyaya gelen kimselere denir ki bunlar vakıf da dahil olurlar.

ALÂMET: Nişan ve işaret demektir. Bir yere ne maksatla konmuşsa ona delâlet eder. Mesela, iki tarlanın sınırlarını göstermek için sıra ile konan taşlar birer alâmettir. Yollarda mesafe veya istikameti göstermek için konulan işaretler de birer alâmettir. Bunlardan başka her hangi bir şeyin yapıldığı yeri veya bunları satanları gösteren ve bir şeyi tayin için onun üzerine konulan mühür, damga, nişan birer alâmettir.

ÂLİM: Örfen bir veya müteaddit ilimlerde meleke ve ihtisas sahibi olan ve şer'an fıkıh, tefsir, hadis gibi faydalı ilimleri lâyıkı veçhile bilen zata denir. 

A'MÂ : Gözleri görmeyen kimse demektir. Vakfiyelerde geçen a'ma tâbiri bu mânadadır. Çünkü halk arasında a'ma, görmek nimetinden mahrum olan şahsa denir. Az ve çok görebilenler vakfiyelerde geçen a'ma tâbirinin şümulünden hariç kalırlar. 

AN'ANE: Arapça an-fülânin, an-fülânin terkibinden kısaltılmış bir kelimedir. Ağızdan ağıza nakil ve rivâyet demektir. Çoğulunda an'aneler manasına "an'anât" denir. An'ane-i diniye, an'ane-i tarihiye gibi örfen ağızdan ağıza naklolunup iyi görülen veya aynı his ile riâyet ve tatbik olunagelen içtimaî, ahlâkî ve hukukî hususlardır. Âdetler de birer fiilî an'anedir ve o hükümdedir.

ANBAR MEMURU: Hastahane, imarethane gibi müesseselerde eşya, ilaç, yiyecek ve içecek gibi şeyleri muhafazaya memur olan kimsedir. Ekseri vakıflarda anbar memurlarına "emîn-i mahzen" denmiştir ki mahzen kendisine emanet edilen şahıs demektir. Bunlar mensup oldukları müessesenin emir ve talimatı dairesinde hareket ederler. 

ARAZİ: Arz'ın çoğuludur. Arz, toprak, arazi topraklar manasınadır. Arazi-i mevkufe, arazi-i emîriyye, arazi-i metruke, arazi-i mevat gibi kısımlara ayrılır: 

ARAZİ-İ MEVKÛFE: Rakabe veya mîrî geliri bir cihete vakıf ve tahsis olunan arazidir ki arazi-i mevkufe-i sahiha ve arazi-i mevkufe-i gayr-i sahiha olarak iki kısma ayrılır: 

ARAZİ-İ MEVKÛFE-İ SAHİHA: Usulüne göre bir cihete vakfolunan arazidir. Bu kısım mevkufun mülk olması şarttır. Binaenaleyh bir mahal sahihan vakfolunabilmek için ya kasaba ve köy içinde mülk arsalardan veya arazi-i öşriyye ve haraciyeden veya mülk olmak üzere mevattan ihya edilmiş olmak veya hazineden satın alınmış bulunmak şarttır. Bu kabil arazi-i mevkufe-i sahiha da tamamen sahih vakıf hükümleri cereyan eder.

ARAZİ-İ MEVKÛFE-İ GAYR-İ SAHİHA: Veliyyü'l-emr (emir sahibi) veya anın izniyle diğerleri tarafından vakfolunan arazidir ki bu kabil arazinin vakfiyeti yalnız aşar ve vergiler gibi mîrî gelirlerinin veya tasarruf hakkının veya mîrî geliri ile birlikte tasarruf hakkının bir cihete tahsisinden ibarettir. Bu nevi arazide vakfiyet rakabeye taalluk etmeyip mîrî gelir ve tasarruf hakkına münhasır ve rakabe evvelki gibi hazineye ait olur. Ve bu vakfa tahsisat kabilinden vakıf ve irsadî vakıf da denir.
Mîrî gelir vakfolunduğunda o arazinin arazinin öşrü bedel-i öşrü ve ferağ harcı ve intikal gibi mîrî geliri ve tasarruf hakkı vakfolunduğunda yalnız tasarruf hakkı ve her ikisi vakfolunmuş ise ikisi dahi tahsis olunduğu cihete ait olur.

 


ARAZİ-İ MUHTEKERE: Hakikî veya hükmî şahıslar tarafından üzerine bina yapmak veya ağaç dikmek ve bunların durması mukabilinde her sene yer sahibine muayyen bir ücret vermek üzere kiralanan arazidir ki muayyen (belirli bir) ücreti ödedikçe bina ve ağaç sahibi, bina ve ağacını durdurmak hakkına mâlik olur. Mukataalı vakıf dahi arazi-i muhtekere çeşitlerindendir.


ARAZİ-İ ÖŞRİYE: Mülk araziden olup öşre tâbi, yani hasılatından onda bir hazine hissesi alınan ve üzerinde her türlü mülkiyet tasarrufları cereyan eden arazidir. 
Bu kabil arazinin suret-i temellükü, feth edilen mahaldeki arazi İslâmiyeti kabul etmeleri suretiyle kendilerine terk olunmak veya fetihde o mahal halkı kaçmış olup buraya getirilen müslümanlara tahsis edilmiş yahut muhariplere tevzi olunmasıdır. Bu yerlere öşre tâbi olması münasebetiyle "arazi-i sadaka" da denir. 
ASLAH:"salah" kökündendir. Çok salah ve hüsn-i ahlâk sahibi olan demektir. Bazı vakfiyelerde "sağ oldukça vakfıma mütevelli olacağım, ben öldükten sonra evlad ve evlad-ı evladımın aslah ve erşedi mütevelli olacaktır" tarzında şartlar vardır. Bu gibi vakıflarda vâkıfın vefatından sonra, evladından en hüsn-i hal sahibi ve vakıf işlerini iyi idareye iktidarı olan mütevelli olur.


ASL-I VAKF: Asl kök; vakf haps etmek, alıkoymak, hareketten fâriğ olmak manasınadır. Asl-ı vakf, vakf mefhumunun taalluk eylediği mallardır. İster bu mallar bidayeten vakfedilen mallar, ister sonradan vakfolunan mallara ilâve edilmiş mal bulunsun, bunlara asl-ı vakf denir. Vakfın geliri mukabilidir.


ÂSTÂNE: Farsca olan bu kelime, kapı eşiği demektir. Vaktile büyük tekkelere âstâne (âsitâne) denirdi. Bir zamanlar, hükümet merkezi olan İstanbul'a da, Âstâne-i saltanat, Âstâne-i Devleti Aliyye denilmiş ise de sonraları terk olunmuştur.


AŞŞÂB: "uşb" maddesinden mübalağa sîgasıdır. Tıb kanunu gereğince ilâç yapmak için şifalı ot ve çiçekleri toplayıp hastahanelerde hazırlayan demektir. Aşşablık, eczacılık sanatının bir dalı idi. Hastahane vakfiyyelerinde bu tabirlere çokca tesadüf olunur. Ez-cümle Yıldırım Beyazıt merhum H. tarihinde Bursa'da tesis eylediği hastahanenin vakfiyyesinde bu tabirler mevcuttur.

AŞİRET: Vakıf mevzuunda nesil manasınadır. Nesil evlad demektir ki kullanımda yakın ve uzak evlad ve ahfada (torunlara) şamil ve oğul ve kız müsavidir. Mesela, vakfeden, vakfının vâridatını (gelirini) A'nın aşiretine ve bunlar münkariz olduktan sonra fukaraya şart etse hangi batında olursa olsun vâridat, evlad ve ahfad arasında müsavat üzere taksim olunur. Bunlardan biri vefat ederse vâridat mevcutlar arasında taksim olunur. Fakat vakfeden tertibe delâlet eder bir lafız zikretmiş ise, mesela, vâridatın taksiminde tertibe riâyet olunacak ön batın varken son batına bir şey verilmeyecek demiş olsa, bu şart mucibince hareket olunur. Tamamen nesil münkariz olunca vakfın vâridatı fukaraya dağıtılır.

AŞR-İ ŞERİF: Kur'an-ı Kerim'den on âyet demektir. Vakfiyelerde vakfedenler, muayyen zamanlarda aşr-i şerif okunmasını şart ederler ki on âyet mikdarı Kur'an okunsun demektir. Okunacak âyetler on âyetten az veya çok olabilir. Her surette vâkıfın şartı yerine getirilmiş olur. Ancak şarta göre on âyetten noksan olmamak muvafık olur.

ATÂ-ATİYYE: Atâ lugatta bahşiş ve ihsan demektir. Bahşiş olarak verilen şeye atiyye denir. Vâkıf, vakfının vâridatının hizmet mukabili olmayarak zengin kimselere veya fakirlere veya kısmen zengin ve kısmen fakirlere ve kısmen hayra şart edebilir. Hizmet mukabili olursa, ücret kabilinden olur.

AVÂİD: Âidenin çoğuludur. Âid, mal ve para gibi şeyler mânasına ise de, kullanış tarzına göre değişir. Avâid, vakıf dilinde ivâzsız gelen şeyler, bahşişler demektir.

AVÂİD-İ VAKIF: Avâid, âid'in çoğuludur. Vakfın gelirleri seafoodplus.infoın gelirleri iki kısımdır. Birine âidat-ı şer'iyye diğerine âidat-ı örfiyye denir. Âidat-ı şer'iye, vakıf akar ve paranın geliridir. Akarın geliri, kirası, nakitin faizi gibi. Âidat-ı Örfiyye, vakıf namına verilmesi mutad olan atiyye ve saireden ibarettir. Mesela, vakıf araziyi ziraat edenler hasad zamanında ücretten maada hasılattan vakfa teberruan bir miktar biçim vermek örf icabından ise bu verilen miktar âidat-ı örfiyyeden sayılır ve vakfın ihtiyaç ve mesalihine sarf olunur. Mütevelliye verilen atiyye rüşvet addolunur ki yasaktır.

AYN-I MEVKÛF: Vakf olunan maldır. Bilâhare bu ayna ilâve olunan veya mübadele suretiyle elde edilen para veya mal, ayn-ı mevkuf hükmündendir. Vakfolunana malın aslı da bu manayadır.

AVÂRIZ: Ârızanın çoğulur. Ârıza, hastalık ve ölüm gibi arzu olunmayan hal ve âfettir. (Bkz. Avârız vakfı)

AVÂRIZ VAKFI: Bazı köy ve mahallelerde hayır sahipleri tarafından vâridatı fukaradan vefat edenlerin donatım ve kefenlenmesine ve hastalanıp iş, güç ve kazançtan âciz kalanların beslenme, geçimlerine ve tedavilerine ve köy ve mahallenin kuyu ve çeşmeleri ve su yolları tamire muhtaç oldukta bunların tamirine vakıflar yapılmıştır. Bu gibi vakıflara avarız vakfı denir. Bu vakıflar tamamen veya kısmen belediyeler tarafından yapılması lazımgelen insani ve beledi hizmet ve yardımları istihdaf seafoodplus.infoız vakıflarının varidatı mutlak surette ahalinin avarızına sarfolunur. Ahali ister müslim ister gayr-ı müseafoodplus.info san'at erbabının avarızına meşrut vakıflarda da hüküm böyledir, yani vakfın geliri vakfeden müslim olsa dahi hilâfına bir kayıt yoksa vakfedenin şartı mucibince o sanat erbabının müslim ve gayr-ı müslim avarız ve ihtiyaçlarına sarfolunur. Avarız vakıfları numaralı Belediye Kanunu ile belediyelere devrolunmuştur. 

ÂYENDE: Farsça'dır, "âmeden" kökünden ism-i fâil olup gelen demektir. Vakıf misafirhane, zâviye ve tekyelerde geçen "âyende" ve "revende" tabirleri gelip giden misafirler manasını ifade eder. (Bkz. Revende) 

ÂYET: Lugatta, alâmet, ibret alınacak olay demektir. Mahsusat ve makulatta kullanılıseafoodplus.info verici olan olaylara âyet denmesi nazm-ı celilinde olduğu gibi delâleti itibariyledir ve bir de Kur'an-ı Kerim'in sûrelerindeki her parçaya âyet seafoodplus.infoelerde görülen "âyet" ve çoğulu olan "âyât" kelimelerine, yerine ve karinelere göre anlam verilir.

Başa Dön

 

B

BATIN: Lugatta karn ve kabileden küçük olan oba gibi manalara gelir. Örfen nesebde derece manasında kullanılır. Mesela, vâkıf vakfının gelirini batnen ba'de batnin evlad ve evlad-ı evladına şart etse derecede önce olan batın vâkıfın çocukları ve ikinci batın, çocuklarının çocukları ve üçüncü batın, çocuklarının çocuklarının çocuklarıdır. 

BATNEN BA'DE BATNİN: Nesilde derece derece demektir ki tertibe delâlet eder. Binaenaleyh batnen ba'de batnin evlada meşrut vakıfda, ön batında kimse varken ikinci batında olan ve ikinci batında evlad varken üçüncü batında olanlar şarttan istifade edemez. Mesela, vâkıfın çocuğu varken çocuğunun çocuğu ve çocuğunun çocuğu varken çocuğunun çocuğunun çocuğu şarttan istifade edemez. 

BELDE KADISI : Her şehir ve kasabada halk veya halk ile devlet arasında meydana gelen hukukî ihtilâfları çözmeye memur olan hakimdir. Bazı vakfiyyelerde vakıf tevliyeti "kendisine ve vefatından sonra evlat ve evlad-ı evladının ekber ve erşedine" şart eder. Evladı münkariz olursa tevliyeti "belde kadısı tarafından tayin olunacak zat ifa edecektir" der. Bu halde vâkıfın evladı münkariz olursa vakfa mütevelli olacak kimseyi o memleketin hâkimi nasb ve tayin eder. 

BERÂT: İmâmet, hitabet, tevliyet gibi bir cihetin tevcihine veya bir rütbe, nişan veya imtiyaz verilmesi hakkındaki Padişah fermanıdır.

BEVVÂB: Kapıcı manasınadır. Vaktinde mektebi açıp kapayan, mektebin temizliğine ve çocukların tavır ve hareketlerine nezaret edene mektep bevvabı ve hastahanenin muayyen zamanlarda kapılarını açıp kapayan ve muayyen zamanlar haricinde hastahaneye başkalarının girmesine mani olana hastahane bevvabı denir. 

BEY'U MEN YEZÎD: Arttırana satmak demekdir. 

BİMÂRHÂNE: Bimâr, hasta demektir. Vaktiyle akıl hastalarının tedavi edildikleri hastahanelere denirdi. Halk lisanında bu hastahaneye Tımarhane denir ki delilerin tedavi edilip muhafaza olunduğu yerdir. 

BİMÂRİSTAN: Mutlak surette hastahane demektir. Arapça Dârü'ş-şifa da hastahane manasınadır. 

BİRR: Sıla ve in'am (iyilik) demektir. Ana-babaya birr, onlara hizmet ve ihsan etmek demektir. Birr; hayır, hasene manasına da gelir. Filan ehl-i birrdir denir ki hayır sahibi demek olur. Başka manaları varsa da konuşmalarda ve vakfiyelerde bu manalarda kullanılır.

BİNT: Kız demektir. çoğulunda benât denir. Ayşe bint-i Ahmed denir ki Ahmed'in kızı Ayşe demek olur. Bir vasıf ile yazılırsa "ibneti" kelimesi getirilir. Ayşe Hanım ibneti Ahmed gibi. İki kadın olursa ikil ve çok ise çoğul sîgası ile ifade edilir. Fatma, Ayşe bintey Ahmed. Fatma, Ayşe, Sa'diye benât-ı Ahmed gibi. Aralarında erkek olursa ikilinde "veledey" ve çoğulunda "evlad" denir. Ahmed ve Fatma veledey Hasan. Ahmed, Fatma, Alime evlad-ı Mehmed gibi.

Başa Dön

 

C

CÂBİ-İ VAKF: Vakfın gelirini toplayan tahsildâr demektir. Vakfın büyüklüğüne göre vakıflara bir veya birkaç tahsildar tayin olunur. Bunlar vakıfların gelir ve vâridatını toplarlar. sayılı Vakıflar Kanununun maddesi câbilik hizmetini kaldırmış ancak, büyük vakıflarda Genel Müdürlüğün izni ile katip ve tahsildâr kullanılmasına müsaade etmiştir.

CÂMEKİYYE: Vakfın gelirinden hizmet ve vazife sahiplerıne verilen aylık, bahşis, atiyye demektir. Bir bakımdan ücret ve bir bakımdan sıla yani ihsan mahiyetindedir. Farsça elbisecilik manasına olan camekiyye elbise bedeli olarak verilen hediyelerde de kullanılmıştır.

CÂRR: Komşu demektir. Çoğulu "cirân" dır. İmam-ı Azam'ın fikrine göre câr, evi vâkıfın evine bitişik olan kimselerdir. İmam-ı Muhammed ve Yusuf'a göre mahalle mescidine devam edenlerin cümlesi birbirlerine komşudur. Bu ihtilaf örfe müstenittir. Binaenaleyh vakfiyelerdeki "câr" ve "cîrân" tabirleri o tarihte halk arasındaki örf ve anlayışa göre tefsir olunur. 

CERİB : Boyu ve eni altmışar zira'dan zira' kare arazidir. Beher zira' yedi kabza ve her kabza dört parmak itibar olunur. Bununla beraber bazı yerlerin örfüne göre değişir. 14 Eylül Rumî tarihli kanunla cerib zira' kare mahal olarak kabul olunmuştur. 14 Eylül Rumî tarihinden evvel tanzim olunan vakfiyelerde geçen cerib zira' ve sonra tanzim olunan vakfiyelerde zira' kare mahal olarak tefsir olunur. zira' kare mahalle hektar da denir. 

CERRÂH: Cerh kökündendir. Yarayı tımar ve tedavi eden ve lüzumunda ameliyat yapan tabiptir. Bu tabibe cerrah denilmesi açıktır. Bugün cerrahlara operatör denmektedir. Maksat harici olduğundan ordu ve sivil cerrahlarla cerrahlığın tarihi hakkında izahata lüzum görmedik. 

CİHET : İmamet, hitabet, müderrislik, vâizlik, kayyımlık gibi müessesât-ı hayriyyeye ait hizmettir. Bunlara cihet dendiği gibi mevkufunaleyh ve meşrutunleh dahi denir. Çoğulu "cihât" tıseafoodplus.info, asliyye ve fer'iyye olmak üzere iki çeşittir. 

CİHET-İ ASLİYYE: Vakfın başlıca gayesini teşkil eden hizmettir. İmamet, hitabet, tabiplik, muallimlik gibi hizmetler asli cihetlerdendir. Bu çeşite cihet-i zaruriyye de denir. 

CİHET-İ FER'İYYE: Vakfın gayesine nazaran ikinci derecede olup zaruri olmayan hizmettir. Bir cami-i şerifte muayyen zamanlarda Buhari, Müslim, Şifa-i şerif okumak vazifeleri cihet-i gayr-i zaruriyyedir. 

CİHET-İ GAYR-İ MÜNKATİA : Sonu olmayan cihettir. Vakıfta devamlılık böyle bir vazife ile tahakkuk eder. Bir cihet belirlenmeyen vakıflar fukaraya yardıma hamlolunur ki bu da kesintiye uğramayan bir cihettir. Bu suretle de vakıfta ebedilik tahakkuk eder.

CİHET-İ ZARURİYYE : (Bkz. Cihet-i asliyye) 

CİHET-İ GAYR-İ ZARÛRİYYE (Bkz. Cihet-i fer'iyye)

CİSR : Köprü demektir. Kamus mütercimi diyor ki; Gerçi müellif kantarayı dahi cisr ile tarif etmiştir; lakin cisr kullanılışta mutlaktır. Gerek taşdan tahtadan ve gerek düz ve gerek yüksek olsun. Ve kantaranın mefhumunda metânet ve irtifâ mu'teber olmakla taştan kemerli ve yüksek olanına mahsustur. Mesela Tuna nehri üzerine kurdukları köprüye cisr denilip kantara denmez. Zemahşerî, cisri küçük ve kantarayı büyük köprü ile tefsir eylemiştir. Ve fukaha örfünde ağaçtan yapılana cisr ve taş ve tuğladan yapılana kantara denir, nitekim Hidaye'de böyle izah olunmuştur. Çoğulu 'ecsur' ve 'cüsur'dur.

CÜZ'HÂNLIK: Namazlardan evvel veya sonra Kur'an-ı Kerim'den birer cüz okumak demektir. 

CÜZ'HÂNLIK VAZİFESİ: Cami, tekye ve zâviyelerde Kur'an-ı Kerim'den cüz okumak hizmetidir. Cüz okumak mukabilinde verilen atiyyeye cüz'hânlık vazifesi denir.

Başa Dön

 


Ç

ÇİFTLİK : İki kısımdır. Biri kanunen çiftlik denilen yerdir ki her sene ziraat olunur ve ürün verir iki öküzlük bir çift demektir. İyi yerden yetmiş seksen dönüm ve orta yerden yüz dönüm ve edna (kötü) yerden yüzotuz dönüm araziden ibarettir. İkinci kısım, ziraat için tedarik olunan hayvanat ve ziraat aletleri, binalar ve sair müştemilâtı havi arazidir. 

ÇİLLE HÂNE : Tabir iki Farsça kelimeden mürekkeptir. Çile çekecek yer demektir. Çile, tarikat müntesiblerinin ahlakı düzeltme ve vicdan temizleme için bir nevi manevi riyazat yoludur. Lisanımızda çilehâne olarak kullanılır. Müridler çilehânelerde mürşidlerinin tayin ettikleri müddet doluncaya kadar riyazetta bulunurlar. Müddet dolunca çilehaneyi terk ederler ve mürşidlerinin tavsiyeleri dairesinde zikr ve ibadete devam ederler. Bu yerler bazen tekyelerin karanlık odaları veya tenha bir yerde, tenha bir mağara olur. 

ÇUVALDIZ: Lugat manası malumdur. Su ölçüm terimi olarak iki hilâl mikdarı su demektir. Hilâl, şemsiye teli kalınlığında bir ucu sivri ve bir ucu kürek şeklindedir. Bununla diş araları ve kulak temizlenir. İki hilâl kalınlığında olan ölçüye çuvaldız denir.

Başa Dön

 


D

DÂNİK: Bir dirhemin altıda biridir. Çoğulu devâniktir.

DÂRU'L-ACEZE: Acizler yurdu anlamındadır. Âciz ve çalışıp kazanmak kudretinde olmayan kimsesiz, ihtiyar, hasta ve malülleri barındırıp besleyen hayır müesseselerine denir.

DÂRU'L-AKÂKİR: Akâkir, akkârın çoğuludur. Akkâr, devada kullanılan nebata veya nebatın köküne denir. Dâru'l-akâkir ilaçlarda kullanılan nebat ve köklerinin korunduğu yerdir. 

DÂRU'L-HADÎS : Hadîs okutulan medreselerdir. Hususiyle Sivas'ta ve Sultan Süleyman Külliyesinde tesis olunan hadis medresesine dâru'l-hadîs denir. Hadîs, Hazret-i Resul-i Ekrem Efendimizin söz ve filine ve bir şeyi görüp de sükût etmelerine denir. Hadîs ilmi çok geniş bir ilimdir. Hadîs ilminde mahâret ve iktidar sahibi olanlara muhaddis denir. 

DÂRU'L-HARB: Ehl-i İslam'la aralarında sulh ve salâh olmayan gayr-i müslimlerin memleketleridir. 

DÂRU'L-HİLÂFE: Hilâfetin merkezi olmak dolayısiyle İstanbul'a Dâru'l-hilâfe denirdi. Bazı paralarda da kullanılmıştır. Meşrûtiyetten sonra İstanbul medreselerine Darül-hilâfe medreseleri denmiştir. Bu tâbir Hilâfetin ilgasından sonra terk olunmuştur. 

DÂRU'L-KURRÂ': Hâfızların kırâat ilmi öğrendikleri dershânedir. Dâru'l-kurrâ', dâru'l-huffâz dershânesinin üstünde bir öğretim yeri idi.

DÂRU'L-KÜTÜB: Kütübhane.

DÂRU'S-SAÂDE: Osmanlı padişahlarının sarayına Dâru's-saâde denirdi. Ancak bu anlamda daha fazla Saray-ı Hümâyûn tabiri kullanılmakta idi.

DÂRU'S-SAÂDE AĞALIĞI : Dâru's-saâde padişah sarayı demektir. Ta'zim için Dâru's-saâde denmiştir. Merhûm İkinci Sultan Murad zamanında Harem hizmetlerini görmek üzere Dâru's-saâde Ağalığı, bundan başka Hazinedar Başılığı, Kilerci Başılığı gibi memuriyetler ihdas olunmuştur. Dâru's-saâde Ağalığı bu memuriyetlerin en büyüğü idi, buna kızlar ağası da denirdi. Dâru's-saâde Ağasının en mühim vazifesi Harem işlerine bakmaktı. Bundan başka Dâru's-saâde Ağalığı, kendi ve mensuplarının vakıfları ile Haremeyn yani Mekke-Medine Vakıflarının nezâreti işlerine bakarlardı. Evkâfın Tarihçe-i Teşkilâtı adlı eserde ve Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşanın eserinde Dâru's-saâde Ağalarına ait ayrıntılı bilgi vardır. Arzu edenler oraya müracaat edebilirler. 

DÂRU'S-SALTANA(T): Makarr-ı hükümet demektir; Hükümet merkezi olmak münasebetiyle İstanbul'a Dâru's-saltana ve ta'zimi içeren vasıflar ilâvesiyle Dâru's-saltanati'l-aliyye ve Dâru's-saltanati's-seniyye denilmekte idi. 

DÂRU'Ş-ŞİFÂ: Şifa mahalli, hastahâne. 

DEFTER-HÂNE: Gayr-i menkullerin tasarruf işleriyle meşğul olan resmî müessesedir.

DERVÎŞ: Allah rızası için fakr ve kanaati tercihle ibadet ile iştiğal eden turuk-ı aliyyeye müntesip kimselerdir.

DEVİR-HÂN: Vâkıfın şartı gereği Cuma veya belirlenen henhangi bir gün öğle namazlarından evvel Mülk sûresi veya başka bir sûre-i şerife okuyan zattır. Devir ve teselsül suretiyle okunmak mülahazasıyla buna devirhânlık denmiştir. Sûrelerin okunmasını müteakip vakıflara ve genellikle mü'min ve mü'minâta Allah'tan mağfiret ve selâmet niyaz olunur. 

DİNAR: On dirhem-i şer'î hâlis gümüş kıymetinde olan altındır. Bir miskal ağırlığında altın paraya da denir. Çoğulu denânîrdir.

DİRHEM: Sultan Orhan zamanında verilen bir karar gereği dirhem-i Osmanî dirhem-i şer'înin dörtte biri oldu. Farazî olarak kıyye tabir olunan ağırlığın 1/'dür. Dirhemi dört kısma taksim ederek beher kısmına denk ve beher dengi dörde taksim ederek beher kısmına kırat ve bir kıratı dörde taksim edip beher kısmına buğday ve beher buğdayı dört kısma ayırarak beher kısmına fitil ve bir fitili ikiye taksim ederek beher kısmına kıtmir ve bir kıtmiri ikiye ayırarak herbir kısmına zerre ve bir buçuk dirheme miskal ve 44 okkaya kantar ve dört kantara bir çeki dendi.

DİRHEM-İ CEYYİD: Bozuk, mağşuş (karışık) olmayan dirhem (gümüş para)dır. Bir kişinin hırsızlık yaptığına hükmetmekte muteber olan nisab (ölçü) de budur. Mağşuş olan on dirhem gümüş, hırsızlıkta muteber olan nisaptan sayılmaz. 

DİRHEM-İ HÂLİS: Saf gümüşten ibaret olup başka bir maden ile karışık olmayan dirhemdir. 

DİRHEM-İ KÂSİD: İlk kesildiğinde geçerli iken sonraları geçmez hale gelen mağşüş (karışık) paradır.

DİRHEM-İ MAĞŞÛŞ: Başka bir madenle karışık olan dirhemdir.

DİRHEM-İ ÖRFÎ: Onaltı kırattır. Bazı zevâta göre zekâtta, diyette ve sair hususlarda her beldenin dirhem-i örfîsi muteberdir. Şu kadar ki bu dirhemin dirhem-i şer'îden noksan olmaması lazımdır. Noksan olursa dirhem-i şer'î muteberdir. 

DİRHEM-İ RÂYİC: Halk arasında alınıp verilen dirhemdir. Gerek ceyyid (ayarı tam) ve gerek züyuf (düşük ) olsun. 

DİRHEM-İ ŞER'Î: Ondört kırattan ibarettir. Zekâtta, mehirde, diyette, hırsızlığa hükmetmekte (nisab-ı sirkatte) muteber olan da bu dirhemdir. Hazret-i Peygamber zamanında 20, 12, 10 kırat ağırlığında üç nevi' dirhem mevcut olup bunlar Halife Ömer zamanında birleştirilerek üçünün ortası olan 14 kırat bir dirhem olarak kabul olunmuştur. Diğer bir rivayete göre Hazret-i Peygamber zamanında dört türlü dirhem mevcut idi. 
1 - Dirhem-i bağali ki 8 dâniktir. 
2 - Dirhem-i taberi ki 4 dâniktir.
3 - Dirhem-i mağribî ki 3 dâniktir.
4 - Dirhem-i yemenî ki 1 dâniktir.
Halife Ömer bunlardan en geçer olan dirhem-i bağali ile dirhem-i taberiyi birleştirerek vasatisi olan 6 daniği bir dirhem olarak kabul eylemiştir. 

DİRHEM-İ ZUYÛF: Bakır veya diğer madenle karıştırılmış olmasından dolayı ceyyidlik vasfını kaybetmiş olan dirhemdir. 

DİYANÎ VAKIF: Sırf ibadet için yapılan vakıflardır. Cami ve mescid vakıfları gibi

DÖNÜM: Orta adımla eni ve boyu 40 adım yani terbîan arşın yerdir. 

DUÂ: Yalvararak Allah'tan bir şey isteğinde bulunmaktır. Şer ve bela istemeğe beddua denir.

DUÂ-GÛ: Nikah gibi hususi, mevlid, hatim ve hafız cemiyetleri gibi umumi toplantılarda dua okuyana duâ-gû denirdi ki dua okuyan demektir.

DUÂ-GÛLUK VAZİFESİ: Dua yapanların ücret ve maaşları manasını ifade eder. (bak. Vazife) 

DUÂ-HÂN: Tekyelerde ayin ve zikir sonunda dua okuyanlara duâ-hân denir, duacı demektir. Duâ-gû da bu manada ise de daha ziyade hususi ve umumi toplantılar sonunda dua okuyan için kullanılır.

DÜNYA: Âhiret mukabilidir ki bu cihandır. Aslında edna kelimesinin dişilidir.

Başa Dön

 


E

EBEVEYN: ebin ikilidir. Tağlib suretiyle ana ve baba demektir. "Li-ebeveyn kardeş" denir ki ana ve babaları bir kardeş seafoodplus.infoğlib, bir münasebetten dolayı bir lafzı diğer bir manaya şâmil surette kullanmaktır. İşte burada evvelen eb asıl olmak münasebetiyle mecazen anaya da teşmil olunarak ikil sigayla ana ve baba ifade olunmuştur.

EBNÂİYYE VAKIF : Vakfın tevliyet veya geliri "ebnâ ve ebnâ-i ebnâya" meşrût olan vakıftır. İmam-ı Azam'dan rivâyet olunan bir kavle göre ebnâda kız dahil olmaz. Diğer bir içtihada göre ebnâ oğlan ve kıza şâmil olur, amma benât ve benatü'l-benâta meşrût vakıfta oğlan dahil olmaz. Bu ihtilâf, zamanlarındaki örf ve ebnâ tabirinin kullanılış tarzındaki farkdan ileri gelmiş olacaktır. 

ECEL: İnsanın hayatı için Allah'ın ezelde takdir buyurduğu vakittir. Bazılarına göre hayatın müddetine ve nihâyetine de denir.

EHL-İ AFÂF: Sâlih manasındadır. (Bkz. Sâlih)

EHL-İ HAYR: Ehl-i afâf ve salâh demektir.

EHL-İ KIBLE: Kabetullah'a teveccüh eden (yönelen) müslümanlardır. 

EHL-İ KİTAB: Semavi kitaplara yani Cenab-ı Hak tarafından vahiy yoluyla indirilen Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplara iman eden Musevi ve Îsevilere ehl-i kitab denir. Bu kitaplar tahrif edilmiş olmakla beraber mutekidleri ulühiyete iman ettiklerinden bilâ kayd (kayıtsız) müşriklere nazaran bunları imtiyazlı tanır ve zimmeti kabul edenleri ibadetlerinde serbest bırakır.


EHL-İ SALÂH: Müstakim, menhiyyattan sakınandır. Bu vasıfları haiz olanlara ehl-i afâf, ehl-i fazl da denir.

EHL-İ VEZÂİF: Vakfın gelirinden maaş ve tayine müstahik olan kimselerdir.

EİZZE VAKFI: Eizze, azîz'in çoğuludur; âbid, zâhid, kerâmeti zâhir zât manasınadır. Eizze vakıfları Abdülkâdir Geylani, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli vakıflarıdır ki bunlar Evkaf İdaresinin müdahalesi olmayarak husûsi mütevellileri tarafından idare olunurdu ve bunlara müstesna vakıf denirdi. Abdülkâdir Geylani Vakfı Bağdad ve Musul'da ve Mevlana Celaleddin-i Rûmî Vakfı Konya'da ve Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı Ankara ve Kırşehirde ve Hacı Bayram-ı Veli Vakfı Ankara ve Konya arasında idi. (Bkz. Müstesna Vakıflar) 

EKBER: Kiber kökünden sıfattır. Büyük demektir. Büyüklük, maddî olduğu gibi manevî de olur. Yaşça büyüklük maddî, azamet manasında büyüklük manevîdir. Vakfiyelerde "ekber-i evlad mütevelli olsun" gibi bazı şartlar vardır ki "evladın (yaşça) büyüğü mütevelli olsun" demektir. Dünyaya daha evvel gelene büyük denir. Bu halde ikiz olarak dünyaya gelenlerden hangisi önce doğmuş ise büyük odur. Çünkü büyüklükte muteber olan zamandır. Gün, ay, sene değildir. 

EKBER-İ EVLÂD: Çocukların en büyüğü demektir. Birçok vakfiyede tevliyet ekber ve erşed-i evlada şart kılınmıştır. Bu kâbil vakıfların tevliyeti çocukların en büyüğüne tevcih olunur. Büyük çocuklar ikiz olarak doğmuş ise, önce dünyaya gelen büyük addolunur. 

EKERE: Ekkâr'ın çoğuludur. Ekkâr, çiftçiye denir. Güya takdiren âker'in çoğuludur. Âker, kazan ve süren demektir. Kazmak manasına olan ekr maddesindendir. 

EL-AHVECÜ FE'L-AHVEC: Ahvec, en ziyade muhtaç demektir. Bu takdirde terkibin manası en muhtaç, sonra en muhtaç demek olur. Mesela vâkıf, "vakfımın geliri el-ahvec fel-ahvec yakınlarıma verile" diye şart eylese, gelir en çok muhtaç olana verilir. Bazılarının re'yine göre evvela zekat nisabına mâlik oluncaya kadar en muhtaç, kalan ise bu minval üzere ihtiyaç derecesine göre tevzi olunur. 

EL-AKREBU FE'L-AKREB: Akreb en yakın demektir. Şu halde terkibin manası en yakın sonra en yakın demek olur. Mesela, vâkıf "vakfımın gelirini yakınlarıma vakfettim, el-akrebü fe'l-akreb tevzi olunsun" dese, gelir en yakın batındaki akrabalarına dağıtılır. Fakat vâkıf "el-akrebü fe'l-akreb yakınlarımın fukarasına verilsin" demiş olsa zekât nisabına mâlik olacak kadar en yakın batındaki yakınlarına, sonra gelir tükeninceye kadar bu batnı takib eden batına, sonra da bunu takib eden batına yazıldığı üzere dağıtılır. 

ELFÂZ-İ VÂKIF: Vâkıfın vakfa müteallik arzularını ifade eden sözlerdir. 

EMÂNETEN İDARE: Tevliyetin meşrûtunlehi mevcud olan vakıflarda tevcih yapılıncaya kadar vakıf, Vakıflar Genel Müdürlüğünce idare olunur. Buna emaneten idare denir.

EMÎN-İ MAHZEN: Mahzendeki erzak, eşya ve ilaçların muhafazasına memur olan zâta denir. 

EMÎN-İ SARF: Müessesenin talimatı dairesinde erzak ve eşyayı kilerden sarf ve tevzie (dağıtmaya) memur olan kimsedir.. 

ENDERÛN: İç manasınadır. Fatih zamanında Enderûn-Bîrûn (iç-dış) ünvanıyla iki teşkilât vücuda getirilmiştir. Enderûn, Saray teşkilâtının, bîrûn , memur ve ordu gibi umûmî devlet teşkilâtının ünvanı idi. Enderûn, mekteb esası üzerine teşkil olunmuş mükemmel bir program ve sıkı bir inzibatla, küçük, büyük ve hâs odaları namiyle üç sınıf üzerine kurulmuştu. Sınıfların dereceleri vardı. Ehliyetini isbat edenler bir dereceden diğerine terfi ettirilirdi. 

ERÂMİL: Ermile'nin çoğuludur. (Bkz. ermile). 

ERHÂM-ENSÂB: Karâbet (yakınlık, akrabalık) manasınadır. Âl, cins, ehl-i beyt, erham ve ensab aynı manayadır.

ERMİLE: Kadınlık çağına vâsıl olup ölüm veya talak (boşanma) ile kocasından ayrılan kadındır. Çoğulu erâmildir. 

EŞKİNCİ: Eşmek, koşmak, sür'atle erişmektir. Bu cihetle vaktiyle sipahilerin sefere koşan sınıfına denirdi

EVKÂF-İ CELÂLİYYE: Mevlevî tarikatı menfaatleri ve ihtiyaçları için tahsis olunan vakıflardır ki müstesna evkafdan idi. (Bkz. Müstesna Vakıflar)

EVKÂF-I HÜMÂYÛN: Padişah ve akrabalarının vakıflarıdır ki Vakıflar İdaresince idare olunur. (Bkz. Evkaf-ı Mazbuta) 

EVKÂF-İ MAZBÛTA: Doğrudan doğruya Evkaf İdaresi tarafından idare olunan vakıflardır. Eski usûle göre üç kısımdır.
1-Geçmiş sultanlar ve akrabaları vakıfları, 
2-Zürriyet ve müteallikat-ı vâkıftan meşrutunlehleri münkarız olarak Evkaf İdaresi tarafından idare olunan vakıflar, 
3-Tevliyetleri meşrutunlehleri uhdelerinde (üzerinde) olduğu halde mütevellilerine bir maaş tayiniyle vakıf işlerine müdahale ettirilmeyip Evkaf İdâresi tarafından idare olunan vakıflar.
sayılı ve Haziran tarihli Vakıflar Kanununa göre 4 Teşrin-i evvel tarihinden önce vücut bulmuş olan vakıflardan,
a-)Bu kanundan önce zaptedilmiş olan vakıflar, 
b-) Bu kanundan önce idaresi zaptedilmiş olan vakıflar,
c-) Mütevelliliği bir makama şart edilmiş olan vakıflar,
ç) Kanunen veya fiilen hayrî bir hizmeti kalmamış olan vakıflar, 
d) Mütevelliliği vakfedenlerin fer'ilerinden başkalarına şart edilmiş vakıflar. 

EVKÂF-I MÜLHÂKA: Evkaf İdaresinin nezaret ve mürakabesi altında olarak mütevellileri marifetiyle idare olunan vakıflardır. sayılı ve 28 Haziran tarihli kanuna göre 4 Teşrinievvel tarihinden önce vücut bulmuş vakıf lardan;
a-) Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerine şart edilmiş vakıflar, 
b-) Cemaatlerce idare olunan vakıflar,
c) Bazı sanat sahiplerine mahsus vakıflardır. 

EVKÂF-I SAHÎHA: Sahih vakıflar demektir. (Bkz.. Vakf-ı Sahih) 

EVLAD: Veled'in çoğuludur, çocuklar demektir. Evladiye vakıflarda evlat ve evlad-ı evlad tabirlerine çok tesadüf edilir. Evlat lafzı bir defa zikr olunursa erkek ve kız sulbî (öz) evlat anlaşılır. Karine olmadıkça ahfada yani evladın çocuklarına şâmil olmaz. Amma karine bulunursa ahfada da şâmil olur. Mesela, vakfeden vakfiyesinde vakfının vâridatının "neslen ba'de neslin" evladına verilmesini şart etse, "neslen ba'de neslin" karinesiyle evlat lafzı evlad ve ahfada ve bunların ferilerine şâmil olur. "Evlad ve evlad-ı evlad", çocuklar ve çocukların çocukları demektir. Bu tabir kız ve erkek, gerek yakın gerek uzak bütün batınlardaki evlada şâmil olur. Mesela, vâkıf vakfının vâridatını evladına ve evlad-ı evladına şart etse, vakfın geliri vâkıfın birinci, ikinci, üçüncü . batındaki evladına verilir; meğer ki batnen ba'de batnin gibi tertibe delâlet edecek bir kayd olsun. (Bkz. Batnen Ba'de Batnin) (Müretteb Vakf.) 

EVLAD-I BUTÛN: Bir kimsenin kız çocuklarının erkek ve kız çocuklarıdır.

EVLAD-I SULBİYE: Bir kimsenin öz çocuklarıdır. Torunlara evlad-ı sulbiye denmez. 

EVLADİYE VAKIF: Evlad ve evlad-ı evlada meşrut olan vakıftır. 

EVLAD-I ZUHÛR: Bir adamın erkek ve kız çocuklarıyla erkek çocuklarının erkek ve kız çocuklarıdır. Evlad-ı butûn mukabilidir. 

EVLAD-I ZUKÛR: Erkek evlat ve evlad-ı evlad-ı zükûr, erkek ve kız çocukların erkek çocukları manasınadır. Çünkü zükûret sıfatıdır. Sıfatlar hilâfına karine olmadıkca muzafın kaydı olur. Evlad-ı evlad-ı zükûru Türkçe ifade etmek istersek, çocukların erkek çocukları deriz ki erkek ve kız çocukların erkek çocuklarını ifade eder. Evlad-ı evlad-ı evlad-ı zükûr da erkek ve kız çocukların erkek ve kız çocuklarının erkek çocukları demek olur. 

EYYİM: Kocası olmayan kadındır. Çoğulu eyâmâdır. 

EYTÂM: Yetîmin çoğuludur. Yetim kız olsun oğlan olsun babası vefat eden çocuktur.

Başa Dön

 


F

FAKİH: Fıkıh ilmine hakkıyla vâkıf ve şer'î hükümleri istihraca muktedir olan kimsedir. Leh ve aleyhe olan hükümleri bilmek meleke ve kabiliyetini haiz olan zattır ki buna müctehid denir. Çoğulu fukahâdır. Ancak feri'ler baba ve dedelerinin ve büyükler feri'lerinin ve zevce kocasının zenginlikleri ile zengin sayılırlar. Çünkü bunların nafakaları asıl veya feri'lerine ve karının nafakası kocasına aittir. Binaenaleyh fakire meşrut vakıflarda bu gibilere vakıfların gelirinden birşey verilmez. 

FAKİR: Nisaba yani kendisine zekat vermek vacib olacak miktar mala mâlik olmıyan kimsedir. Çoğulu fukaradır. Mesken, giyecek ve mefruşat gibi havayic-i zaruriye ile altı aylık yiyecek ve içecekle dirhem gümüş veya o kıymette mala sahib olmıyan kimseye denir. Vakfiyelerde geçen fakir ve fukara tabirlerinden bu mana anlaşılmalıdır.

FEDDAN: Mısırlılar örfünde dörtyüz kasaba mikdarı araziden ibarettir. Her kasaba altı arşın ve üçte iki () arşındır ve her arşın altı kabza itibariyledir. 

FERÂĞ: Vakıf ıstılahı olarak bir kimse musakkafat ve müstegallat-ı mevkûfede olan tasarruf hakkını başkasına terk ve vermesidir. Verene fâriğ, kendisine terk olunan kimseye mefruğunleh ve ferağ olunan musakkaf ve müstegalle mefruğunbih ve tefviz mukabilinde fâriğin mefruğunlehden aldığı akçeye bedel-i ferâğ denir (Bkz. Müsakkafat, Müstegallat).

FERÂĞ ANİ'L-CİHÂT: Bir kimsenin uhdesindeki cihetten el çekerek başkasına terk eylemesidir.

FERAĞ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Fâriğ vefâen ferâğ ettiği mefrüğunbihi mefrüğunlehden kiralamak şartiyle vuku bulan ferâğ bi'l-vefadır. 

FERÂĞ Bİ'L-VEFÂ: Bir kimse başkasına borçlandığı para mukabilinde tasarrufu altında olan vakıf bir mahalli, borcunu ödediğinde, yine kendisine iade ve reddolunmak üzere alacaklıya ferağ etmektir. 

FERÂĞ-I KAT'Î: Şartsız vuku bulan ferağdır. 

FERMÂN: Üstü tuğralı ve altında bazı işaretler bulunan yazılı padişah emir ve iradesidir ki mündericatına göre muhtelif isimler alır. Berat, menşur, irsad, tahsis ve temlik fermanı gibi. Muhtelif münazaa ve mevzulara dair ne kadar ferman sadır olmuş ise hepsi Başbakanlık Arşivinde kayıtlıdır. İcabında buradan aynen suretleri alınabilir. Fermanlar her türlü şüphe ve tezvirden (yalandan) salim olduğundan mahkeme ve dairelerde mündericatı ile amel olunur.

FERRÂŞ: İmaret, cami, mescid benzeri müesseselerin temizlik hizmetlerini sağlama, hasır gibi mefruşatını sağlamakla görevli kimsedir. 

FERSAH: Üç mil yani arşın mesafedir.

FETVÂ EMÎNİ: Şeyhu'l-islam nâmına sorulan suallerin, fetvaların cevaplarını hazırlayan ve imza için Şeyhu'l-islama takdim eden ve istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve mülğa şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmları temyizen tetkik eylemek vazifesiyle mükellef olan zattır ki Fetva Emini Muavini, İlâmât Müdür ve Mümeyyizi, Baş Müsevvid gibi maiyetinde ulema ve fukahadan müteaddid memurlar bulunurdu.

Başa Dön

 


G

GABN: Alım satım gibi ivazlı muamelelerde, aldatmak manasınadır. 

GABN-I FAHİŞ: Gabn aldanmak demektir ki iki kısımdır. Biri gabn-i fahiş, diğeri gabn-i yesirdir. Gabn-i fahiş, urûzda yani kumaş ve metâ gibi mallarda onda birin yarısı, hayvanlarda onda bir, akarda beşte bir miktarı veya daha ziyade aldanmaktır. Urûz tartılan ve ölçülen mallara da şâmildir. Diğeri gabn-i yesirdir ki yukarıda gösterilen mikdardan az aldanmaktır. Mesela, akarda yüz liralık bir akarı seksenbeş liraya almak suretiyle aldanmak gabn-i yesirdir. Çünkü, aldanılan miktar yüzün beşde birinden noksandır. 

GALLE: Mahsul ve faide (gelir). Vakıf ıstılahında, menkul ve akar nev'inden olan vakıfların vâridatı (geliri) manasınadır.

GALLE-İ ATİYE: Vakıf ıstılahı olup galle-i hâdisenin benzeri olarak kullanılır. Galle-i me'huze mukabilidir. (Bkz. Galle-i Hâdise ve Galle-i Me'huze)

GALLE-İ HÂDİSE: Vâkıfin icabından (vakfın kuruluşunu kabul vi ikrarından) sonra ve meşrutunlehine reddinden mukaddem meşrutunleh tarafından henüz alınmamış olan galle ve vâridata (gelir) denir ki galle-i me'huze mukabilidir. Red, alınan galle hakkında müessir olmadığı halde galle-i hâdise hakkında muteberdir. Çünkü meşrutunlehin henüz almamış olduğu bu gallede mülkiyet değil yalnız bir kabul hakkı vardır. Sonra red ile bu hak sâkıt olur. Kabul hakkı ise mülkiyet gibi olmayıp ıskâtı mümkün olan haklardandır. 

GALLE-İ MÂZİYE: Evvela vâkıfın şartını red ve sonra kabul eden meşrutünleh'in kabulünden evvel vücuda gelip diğer mevkufunaleyhlere tevzi olunan vâridat ve semeredir (gelir). Bilahare şartı kabul eden meşrutunlehin bunu taleb ve geri almaya hakkı yokdur. Çünkü, redden sonra kabul, galle-i hâdise diğer bir tabirle galle-i âtiye hakkında muteber ise de galle-i mâziye hakkında muteber değildir. 

GALLE-İ ME'HÛZE: Vakıftan sonra vâkıfın şartını kabul ile meşrutunleh tarafından alınmış olan galledir ki sonra şartı reddetmesi halinde aldığı vâridat red sebebiyle kendisinden geri alınamaz. Çünkü, bir kimsenin bir malda mülkiyeti sabit olduktan sonra onu reddetmekle mülkiyeti zâil olmaz. 

GALLE-İ VAKIF: Bir vakfın semere ve vâridatı (geliri) demektir. Tabiî ve hukukî semere ve faidelere şâmildir. Vakıf paraların ribhi (faizi), vakıf akarın kirası ve vakıf bahçenin meyveleri birer galledir.

GANİ: Zekat vermek için gerekli nisap miktarı mala, paraya mâlik olan kimsedir. İnsanlar servet bakımından muhteliftir. Bunlar üç sınıf olarak hülasa olunabilir; Zengin, fakir, miskin. Zengin, havayic-i asliyesinden maada nisap miktarı paraya mâlik olan kimsedir. Nisab-ı zekat, zarurî ihtiyaçlardan başka dirhem gümüş veya bu mikdardan fazla maldır. Havâyic-i asliye mesken, yiyecek, giyecek, hizmetçi, bir kavle göre bir aylık ve bir kavle göre altı aylık ihtiyaç maddelerinden seafoodplus.info kimsenin havâyic-i zaruriyesinden başka bir şeyi yoksa fakirdir; buna zekat verilebileceği gibi fukaraya meşrut vakıftan hisse de verilebilir. Amma mevcut meskeni, elbise ve sair levazımı kıymet itibariyle kifâyet derecesinden fazla olupta bu fazla dirhem gümüş miktarına baliğ olursa bu kimse zengin itibar olunur. Zekât, sadaka ve fukaraya meşrut vakıftan birşey verilmez. (Bkz. Fakir, Miskin.)

GARAZ-I VÂKIF: Vakıf yapanın maksadıdır. Vakfiyelerdeki ibareler daima vâkıfın kastına göre tefsir edilir. Mesela, vâkıf "vakfımın fazla geliri erkek ve kız evladıma ve evlad-ı evladıma feraiz-i şeriyye vechile verile" demiş olsa erkek ve kız lafızları karinesiyle "ferâiz-i şer'iyye" ibaresinden maksadın gelir fazlası "ikili birli" yani "erkek evlada iki ve kız evladıma bir olmak üzere verile" demek olduğu anlaşılır. Keza, vakfiyedeki ibarelerden birinde gelir fazlasından erkek evlada verilmesi ve diğer bir ibareden hem erkek hem kıza verilmesi anlaşılsa maksat yardım olmak itibariyle kız evlada da hisse verilmesi icap eder. 

GARİB: "Gurbet" maddesindendir. Gurbet, vatanından uzak olmadır. Vatanından uzak kalan kimseye garib denir. Çoğulu gurebâdır. Vakfiyelerde geçen garib ve gurebâ tabirleri örfe göre tefsir olunmak gerekir. Bizim örfümüzde kısa bir müddet için bir memleketten diğerine giden kimseye garib denmez. Gittiği yer müddet-i sefer mikdar uzak yer ise müsafir denir. (Bkz. Müddet-i Sefer) 

GÂZİ: Din ve Vatan müdafası uğrunda silâh elde düşmanla harp eden mücahiddir. 

GEDİK: Ticaret ve sanat yapmak salahiyetidir. Ticaret ve sanat için bir akar derununa konulan alet ve edevata da gedik denir. Gediğin yani alet ve edevatın durması mukabilinde mülk akarda mâlikinin, vakıf akarda mütevellinin izin ve rızasıyla tayin olunan kira verildikçe gedik mutasarrıfının o yer üzerinde karar hakkı olup o yerden çıkarılamaz ve başlangıçta kararlaştırılan kirası arttırılamaz. 

GEDİĞİN MUACCELESİ: Gediğin talibine tefvizinde üzerinde bulunduğu gayr-i menkulün gedikden âri olarak kıymetine yakın belirtilip peşin ödenen bedeldir. 

GEDİĞİN MUECCELESİ: Alet ve edevatın durması mukabilinde üzerinde bulunduğu mahal için aydan aya veya seneden seneye akar sahibine ödenmesi lazım gelen kiradır.

GEDİKÂT-İ MEVKÛFE: Gedik sayılan alet ve edevatın yerlerinde beka ve devam hakkı olmak itibariyle cevazına mebni bazı gedikler vakfedilmiştir. Bunlara gedikat-ı mevkûfe denir ki vakıf gedikler demektir. 

GEDİK MUTASARRIFI: Mahallinde karar hakkı olan alet ve edevat sahibi, yani, o yerin müsteciridir (kiracısıdır.)

GEDİK MÜLKÜ: Gediğin, üzerinde bulunduğu akardır. Bu akar ister mülk ister vakıf olsun bu yere gediğin mülkü denir. 

GEDİK MÜLKÜNÜN KİRASI: Gedik mutasarrıfı tarafından gediğin, üzerinde bulunduğu gayr-ı menkul mâlikine cüz'î mikdarda verilen kiradan ibarettir. 

GEDİK MÜLKÜNÜN SAHİBİ: Gediğin bulunduğu gayr-ı menkulün rakabe ve zatına sahib olandır ki vakıf veya herhangi bir hakiki ve hükmi bir şahıs olabilir. 

GİRDÂR: Vakıf arsa müsteciri (kiracısı) tarafından bina ve ağaç gibi ihdas olunup hakk-ı kararı yani kalmak hakkı olan muhdesattır. Mesela, mukataalı vakıf arsalarda mülk ev ve ağaçlar girdardır. Nitekim taşlık ve ziraat mümkün olmayan sahibsiz bir mahalle mülk bir mahalden toprak getirilip de orada yığılarak ziraate veya ağaç dikmeğe uygun bir hale getirilse bu yığılan toprağa girdar denir.

GÖVERİ: Eski ıstılahda semere yani sebze ve meyvelerin öşrü demekdir. Farsça güvareden olmak hatıra gelirse de, gövermek mastarından teşkil edilmiş olması daha çok muhtemeldir.

GUZÂT VAKFI: Gazilere ait vakıf demektir. Bunlar Gazi Mihal, Gazi Evranos, Gazi Ali Bey, Gazi Süleyman Bey Vakıflarıdır. Gazi Mihal Bey Vakfı Filibe'de, Gazi Evranos Bey Vakfı Selanik ve Gümilcine'de, Gazi Ali Bey Vakfı Edirne'de, Gazi Süleyman Bey Vakfı Filibe'de idi. Bunların çoğu istilaya uğramıştır.

Başa Dön

 


H

HABBÂZ: "Hubz" maddesindendir. Arapça hubz, ekmek; habbâz, ekmekci manasınadır. İmaret, hastahane gibi vakıflarda geçen bu tabir müessesenin ekmeğini pişirip hazırlayan demektir.

HÂCEGÂN: Devlet dairelerinde yazı işlerinin başında ve defterdarlık ve nişancılık vazifelerinde bulunanlardır. Divan-ı Hümayun katiplerine (hâcegân-ı divân-ı hümâyûn) denirdi. Hâcegân tabiri Osmanlılardan evvelki bazı İslam Devletlerinde de kullanılan bir tabirdir. 

HADEME-İ HAYRAT: Hayır müesseselerinde vazifesi olanlardır. 

HADEME-İ MERDÂ: Hastalara hizmet edenler ki hasta bakıcılardır. Dârü'ş-şifâ, hastahâne, tımarhâne vakıflarında bunların ne suretle hizmet edeceklerine dair tavsiye ve emirler vardır. 

HADEME-İ VAKIF : Vakıf işlerinde vazife alan kimselerdir. İmam, hatib, müezzin, kayyım, muallim, müderris gibi.

HAFFÂR: "Hafr" maddesindendir. Hafr, kazmak demektir. Mezarlıklarda mezar kazan şahsa haffâr denir. Bazı vakıflarda haffârlık bir hizmettir. 

HÂFIZ-I KÜTÜB: Kütüphanelerdeki kitapları muhafazaya memur olan zattır. Kitapları müfredatiyle bilmesi lazım gelen bu zat herhangi bir kitabı mütalaa etmek isteyene ya kendisi veya yardımcıları istenen kitabı verir. Mütalaa edildikten sonra alıp yerine iade eder.

HALİFE: İslamî hükümler veçhile hüküm süren Devlet Reisidir. Çoğulu "hulefâ"dır. 

HALİFE-İ MEKTEB: Kalfa. Mekteplerde talebenin derslerini müzakere ve okudukları derslerde anlayamadıkları yerleri onlara tekrar eden mekteb müzakerecisidir. 

HÂNUT: Meyhane manasınadır. Mutlak olarak dükkan manasında da kullanılır. Vakfiyelerde rastlanan hanut dükkan demektir. Çoğulu "havânît"tir. 

HARAMEYN : Harem'in tesniyesidir (ikil). Harem, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevverede hudutları belli kudsi mahaller ve Haremeyn Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere demektir. HAREMEYN VAKFI: Halen veya ilerde yani meşrutunlehleri münkariz olduktan sonra hasılatı tamamen veya kısmen Haremeyne (Mekke-Medine) fukarasına meşrut olan vakıflardır. 

HAREMEYN EVKÂFI MÜFETTİŞLİĞİ: Evkâf-ı Hümayun ve Haremeyn Evkafı ve mülhakatına ait muayyen bazı hususlara bakmak üzere Muharrem H. tarihinde ihdas olunan şer'î memuriyettir. 

HAREMEYN EVKÂFI MUHASEBECİLİĞİ: Dâru's-saâde Ağalarının nezareti altında bulunan vakıfların muhasebelerini tutmak ve vakfiyeleriyle cihetlerini (hizmetlerini) kayd etmeğe mahsus bir memuriyet idi.

HAREMEYN EVKÂFI MUKÂTAACILIĞI: Dâru's-saâde Ağalarının nezareti altında olup mukataaya merbut ola musteğallat-ı mevkufenin kaydına, intikaline ve ferağına, rusum ve hasılatının tahsiline mahsus memuriyet idi. 

HÂRİS-İ BEDESTEN: Çarşı ve bedesten bekçisi. 

HATÎB: Cuma ve Bayram namazlarında cemaate hutbe veren ve bu namazlarda namaz kıldıran zattır.

HAVÂŞİ: Amûdü'n-neseb yani asıl ve fer' olmıyan akrabadır. Baba ve oğul amidü'n-neseptir. Kardeşler, amca, halalar, dayı ve teyzeler amidu'n-neseb olmayıp havâşidir. 

HAVÂİ GEDİK: Ticaret ve sanatın inhisar altına alındığı devirde her yerde ticaret ve sanat icra edebilmek selahiyeti demektir. 16 Şubat tarihli kanunla İstanbul ve Bilad-ı selasede olan gedikler ilga edilmiş ve Zilhicce H. tarihli kanunla inhisarın lağvı üzerine şahsi mahiyette olan havâi gediklerin hükmü kalmamış olduğundan 16 Şubat Rumî tarihli kanunda havâi gedikten bahsolunmamıştır. 

HAYRAT: Hayre kelimesinin çoğuludur. Lisanımızda halk intifa etmek üzere Allah rızası için vücüda getirilen ve vakfedilen eserlerdir. Cami, mescid, mektep, kütüphane, misafirhane cenaze için kazan, tabut gibi. Akar mukabilidir. Akar, vakfın gayesini devam ettirmek için vâridat (gelir) getirmek üzere vakfolunan gayrimenkullerdir. Vakıflar Kanununun 8. maddesinde geçen "hayrât" tabiri ile maddesinde geçen "akar" tabirleri bu anlamdadır. Kelimenin kökü olan "hayır" kelimesi lugatta meyil ve rağbet olunan şey manasınadır. Mal, iman, akibet gibi manalara gelir. İyilik manasında da kullanılır, mukabili şerdir. 

HÜCCET: Lugatta delil manasınadır. Eskiden bir hükmü hâvi olsun olmasın hâkim tarafından bir hukukî hadiseye dair tanzim olunan vesikalara hüccet denirken, sonraları hâkim huzurunda ikrar takriri, akidleri ve vasi tayini ve bir hususa izin i'tası gibi hükmü ihtiva etmeyen vâkıalar hakkında yazılan vesikalara ıstılah olmuştur. Hüccetlerde hâkimin mührü vesikanın üstünde ve i'lamlarda altında bulunur. 

HUKR: Bir vakıf arsayı muayyen bir ücret mukabilinde tasarruf altında tutmaktır. 

HULÜV: Bir akar üzerinde işgal edilen menfaat-i mücerrededir. İcare ve icareteynle sabit olan menfaat-i mücerrede hulüvdür. Bu menfaati işgal eden ayan-ı muttasılaya da hulüv denir. Bu manada hulüv, sahibine hiç bir hak bahş etmez. Mesela, bir vakıf dükkanı isticar eden, müddet hitamında tekrar ben isticar ederim iddiasında bulunamaz. Hulüv bazan gediğe de ıtlak olunur. Fakat bizim hukuk lisanımızda müstamel değildir.

Başa Dön

 


İ

İBARE-İ VAKIFTA (ALÂ FERÎZATİ'Ş-ŞER'İYYE) İBARESİ: "Alâ ferîzatiş-şer'iyye" terkibi örfen "erkek evlada iki, kız evlada bir hisse" verilmesi mefhumunda kullanılır. Her noktada şer'î miras hükümlerinin tatbik olunması kasdolunmaz. Bu ibareyi muhtevi olan bir vakıfta meşrutünleh bir erkek ve bir kız evladı olsa gelir oğula iki ve kıza bir verilmek suretiyle tevzi olunur. Fakat sonradan vakfın menfaati evladın gayrisine mesela ana bir oğlan kardeşle baba bir oğlan kardeşe teveccüh eylese galle (gelir) müsavat üzere taksim olunur; yoksa, altıda biri ana bir kardeşe ve geri kalanı baba bir kardeşe verilmez. 

İBARE-İ VAKIFTA MÜFESSER LAFIZ: Müfesser, tahsis ve te'vil ihtimali olmayan sözdür ki anınla amel vacip olur. Mesela, vâkıf vakfiyesinde fazla-i galle (gelir fazlası) evlada ve ahfadıma yani evladımın evladına verilecek ve bunlardan sonra camiin ihtiyaçlarına sarfolunacaktır" demiş olsa, ahfad evladın evladı ile tefsir olunmuş olduğundan ahfadın evladı istihkak iddiasında bulunamaz. 

İBÂRE-İ VAKIFTA MÜCMEL LAFIZ: Mücmel kendisinde mübhemiyyet bulunan lafızdır ki mücmeli söyleyen muradı ne olduğunu beyan etmedikçe maksat anlaşılamaz. "İbham", sözü söyleyen ya da sözün lugat manasından başka bir mana kasdederek muradını mübhem bırakır veya söylenen söz lugat manasındaki garabetten nâşi maksat anlaşılamaz veya sözün müteaddit manaları olup hangisi kast edildiği malum olmaz. Mesela vâkıf, vakfının galle fazlasını ölen oğlu Ahmed'in evlad ve evladına şart edip de ölmüş Ahmed adında iki oğlu bulunsa, meşrutunlehin, vâkıfın oğulları Ahmedlerden hangisinin evladı olduğunun tayini mümkün olmaz. Bu takdirde sağ ise vâkıfın beyanına müracaat olunur. Ölmüş ise müşterek lafızda olduğu gibi şart ihmal edilir. 

İBÂRE-İ VAKIFTA MUHTEMEL LAFIZ : Muhtemel lafız iki veya daha ziyade manaya atfı mümkün olan lafızdır ki bu manalardan hangisinin kast olunduğu karine ile anlaşılır. Mesela, vâkıf vakfiyesinde "vakfımın gallesinden kardeşimin oğluna yüksek tahsil yaptırılsın" deyip de müteaddit kardeşleri ve bunların tahsil çağında oğulları olsa, sözün şu veya bu kardeşinin oğluna ihtimali olduğu cihetle maksadın ne olduğunu tayin karineye muhtac olur. Kardeşlerinden biri fakir ve diğeri zengin olsa maksadın fakir kardeşinin oğlu olduğu anlaşılır. 

İBÂRE-İ VAKIFTA LAFZ-I MÜŞTEREK: Müşterek, muhtelif vaz' ile müteaddit manalara mevzû olan lafızdır. Mücmel lafızdaki misalde olduğu gibi müşterek lafızdan maksadın ne olduğu vâkıfa tayin ettirilir; ölmüş ise ihmal olunur, şart tatbik edilmez. 

İBÂRE-İ VAKIFTA ZÂHİR LAFIZ: Zâhir lafız, düşünmeye muhtaç olmaksızın dinleyenin derhal manasını anladığı sözdür ki bununla amel olunur. Mesela, vâkıf vakfiyesinde "ben öldükten sonra vakfıma baba bir kardeşim mütevelli olsun" demiş olsa, vefatından sonra baba bir kardeşi mütevelli olup, belki maksad ana baba bir kardeştir diye tevliyet ana baba bir kardeşe tevcih olunmaz.

İBN: Oğul demektir. 

İBNİ'S-SEBÎL: Yolcu, uzak bir yere yolculuk eden kimsedir. Çoğulu ebnâ-yı sebîldir.

İBTİDÂ-İ DÂHİL: Bkz. İbtidâ-i hâric. 

İBTİDA-İ HÂRİÇ: Vaktiyle Osmanlı medrese teşkilâtında ilk derecedir. Sıbyan mektebinde a'mal-i erbaa, yazı ve Kur'an öğrendikten sonra tahsile devam etmek isteyenler ibtidâ-i hâriç denen medreselerde mukaddimat-ı ulûmu tahsil edip ibtidâ-i dâhile devam etmek ehliyetini iktisab edince ibtidâ-i dâhil medresesine ve sonra yüksek ilim talim eden mûsilelere ve oradan da imtihanda muvaffak olanlar Sahn Medreselerine intisap ederlerdi. Sahn Medreselerinde İslamî ilimlerle beraber edebiyat, tarih, coğrafya, tabiiyyat, tıp, hendese ve hey'et gibi ilim ve fenler tedris olunur ve ilim adamları hep bu medreselerle Enderûn'da yetişirdi. Vücutlarıyla iftihar ettiğimiz fakihler, âlimler, filozoflar, mühendis, tabip ve hey'et âlimleri hep bu medreselerde ve daha evvel İznik ve Bursa gibi şehirlerdeki medreselerde yetişmiştir. 

İCÂR: Müsakkafat ve müstegallatın ücretle kiraya verilmesi demektir.

İCÂRE: Fıkıh ıstılahında belirli menfaati, belirli karşılık mukabilinde temlik etmek manasınadır. 

İCÂB-I VAKIF: Vakıf yapmak için söylenen ve mahalli örfe göre inşa-i vakfa (vakıf yapmaya) delâlet eden sözdür. Vakıf, kasta delâlet eden sözle vücut bulur. Lafızsız mücerred niyetle vakıf vücut bulmaz. Mesela, bir kimse vakfetmek niyetiyle bir gayr-i menkul satın alsa mücerred niyet etmekle vakfedilmiş olmaz. 

İCÂRETEYN: Muaccel yani peşin, müeccel yani seneden seneye verilecek olan ücrettir. Bkz. İcâreteynli Vakıf. 

İCÂRE-İ MUACCELE: İcare, ücret; icare-i muaccele ise peşin ödenen ücret demektir. İcare-i adiyede (adi icarda) olduğu gibi mukataalı vakıflarla icareteynli vakıflarda peşin alınan ücrete icare-i muaccele ve aydan aya veya seneden seneye alınan ücrete icare-i müeccele denir.

İCÂRE-İ MÜECCELE: Arz-ı mîrî (hazine yeri) ile icareteynli ve mukataalı vakıf mahallerde kullanılan bir tabirdir. Ziraat suretiyle intifa olunan arz-ı mîrîde öşür (onda bir) ve humus (beşte bir) gibi hasılat hissesiyle ziraat olunmıyan arz-ı mîrî için (icâre-i zemin), bedel-i öşr (mukataa) nâmlarıyle ve icaretynli vakıflarda (müeccele) ve mukataalı vakıflarda (mukataa) ve (icare-i zemin) namlarıyla alınan senelik ücretlerdir. Mîrî arazide hasat zamanında vakıflarda sene sonunda alındığından müeccele denmiştir. 

İCÂRE-İ TAVÎLE: İcare-i vâhideli bir vakıf akarın muayyen sebeplerden biriyle üç seneden fazla bir müddetle veya daimi olarak icarıdır. İster bu müddet muayyen olsun, isterse mukataada olduğu gibi bu müddetin malum bir nihayeti bulunmuş olsun.

İCÂRE-İ ZEMÎN: Mukataa demektir. Üzerinde bina, ağaç bulunmak mülahazasiyle icare-i zemin (yer ücreti) denmiştir. 

İCÂRE-İ VÂHİDELİ EVKÂF: Mütevelliler ya da o makama kaim olanlar tarafından muayyen ve kısa bir müddetle icare olunagelen vakıf akarlardır. Mukabili icareteynli vakıflardır. 

İCÂRE-İ VÂHİDELİ AKÂRÂT-I MEVKÛFE: Ay ve sene gibi bir vakit ile muvakkat olarak mütevellisi veya tevliyet vazifesini gören zat tarafından ecr-i misliyle taliplerine kiralanan akardıseafoodplus.infoede icare-i vahideli akarın kira müddeti hakkında bir şart koşulmamış ise kiralanacak vakıf mal çiftlik ve arazi nevinden ise üç sene, diğer akarlardan ise bir seneden fazla müddetle kiraya verilemez; ancak zikrolunan müddetlerden fazla müddetle icarında vakf için menfaat bulunduğu taktirde hakimin veya o makama kaim zatın izni ile zikrolunan müddetlerden fazla icar sahih olur.

İCÂRETEYNLİ EVKÂF: İhtiyaca mebni müddetsiz icar olunan vakıf akarlar kıymetlerine yakın peşin ve seneden seneye verilmek üzere müeccel cüz'i bir ücret mukabilinde icar olunan müsakkafat ve müstegallat-ı mevkûfedir. Bu icarenin müddeti olmayıp müstecirin ölümü halinde me'cur kiracıdan vakıf kanunen muayyen intikal hakkına nail vârislerine, sonra bunların vefatıyla bunların intikal hakkına nail varislerine geçer. sayılı Vakıflar Kanunu ile icareteyn muamelesi ilga olunmuş ve mevcutların mülkiyeti yirmi senelik müeccel ücret mukabilinde mutasarrıflarına geçirilmiştir.

İDÂRESİ MAZBÛT EVKÂF : Mazbut vakıfların bir nev'idir. Tevliyetleri meşrutünlehleri uhdesinde bırakılarak mütevellilerine maaş tahsis edilmek suretiyle vakıf işlerine müdahaleleri men edilip doğrudan doğruya Vakıflar İdaresi tarafından idare olunan vakıflardır. Köprülü ve Cağalzâdeler ve Şehid Mehmed Paşa Vakıfları gibi.

İDHÂL VE İHRÂC ŞARTI: Vâkıfın, vakfı kurarken istediği zaman yeniden şartlar koymak veya mevcut vakfından çıkarmak salahiyetini muhafaza ettiğine dair şarttır.

İDRÂR: Maaş ve tahsisât demektir, çoğulu idrârâttır. Müteaddit manalara gelen idrâr, bir de davar sütünü gereği gibi verip akıtmak manasınadır. Maaş ve tahsisata idrâr ıtlakı (denilmesi) bu münasebetle olacaktır. İdrârât tabirine pek eski vesikalarda tesadüf olunur. Yanlış anlama olduğundan olacaktır ki sonraları terk olunmuştur.

İHKÂR: Bir yer üzerinde bina yapmak ve ağaç dikmek üzere yıllık muayyen bir meblağla ve beka şartiyle o yeri isticar etmektir. Bu muamele vakıflarda câridir.

İKTÂ': Hazineye ait arazinin rakabesi veya menfaati hazineden hakkı bulunan kimseye salahiyetliler tarafından temlik olunmaktır. Hazineden istihkakı olanlara hazineden aylık veya senelik olmak üzere kâfi miktar para verilebileceği gibi hazineye ait bulunan arazinin rakabesi veya mîrî menfaatleri temlik edilebilir. Çoğuluna ıktâât denir.

İKTÂÂT-I MEVKÛFE: Salahiyetlileri tarafından hazinede istihkâkı olan bir zata mîrî arazinin tasarruf hakkı veya a'şar ve rüsumu gibi mîrî gelirleri tahsis olunup ta o zat tarafından bir cihete vakfolunan arazidir. Mülknâmelerin ekserisi ve bu mülknâmelere müste- niden yapılan vakıflar bu nevi'dendir.
İMAM: Arkasında kendisine uyulup namaz kılınan zattır. Çoğulu eimmedir.

İMÂM-I A'ZAM: Ehl-i sünnetin ictihatlarını tasvip eylediği dört büyük müctehitten biridir. Adı Nu'man, babasının adı Sâbit'tir. Hicri 80 yılında Kûfe'de doğmuştur. Bu büyük imamın ictihadlarıyle amel edenlere Hanefî derler ki mevcut müslümanların ekserisi Hanefî mezhebindendir. Müşarünileyh vakfın lüzum ifade etmeyeceği, sağlığında vakfeden kimsenin vefatında vârislerinin vakıfdan rücu' edebilecekleri re'yinde idi. Bu münasebetle vakfiyelerde ictihadları zikr olunmuştur. (Dipnot: Vakıflar adlı eserimizde bu ictihatlar hakkında tafsilat verilmiştir.) İmam-ı A'zam müstesna bir zekaya mâlik, ittika, kerem ve sehâ gibi yüksek vasıflarla muttasıf bir zât-ı celilü'l-kadr (çok değerli) idi. Hadis ve fıkha dair eserleri vardır. Hicrî tarihinde vefat eylemiştir. Yüksek meziyet ve faziletleri hakkında Arapça, Farsça, Türkçe bir çok eser yazılmıştır. Bağdat'ta medfûn ve türbesi ziyaretgâhtır. 

İMAM-I MUHAMMED: İmam-ı A'zam hazretlerinin mesai arkadaşlarındandır. Adı Muhammed ve babasının adı Hasan'dır. Hicrî tarihinde Vasıt'ta dünyaya gelmiştir. Müşarünileyh vakıf mütevelliye teslim ile lüzum ifade edeceği, bundan sonra vakıfda rücu oluna mayacağı ictihadında bulunmuştur. (Dipnot: Vakıflar adlı eserimizde bu ictihatlar hakkında tafsilat verilmiştir.) Bu münasebetle vakfiyelerde ictihadlarından bahsedilmiştir. 
İmam-ı Muhammed fıkıh ve fıkıh usulüne dair geniş malümata mâlik müttaki, ahlak-ı fazıla ile mütehalli büyük bir müctehit idi. İmam-ı A'zam hazretlerinin ictihadlarını müteaddid eserleriyle dünyaya yaymıştı. Hicri yılında Harun er-Reşid'le birlikte gittikleri Rey şehrinde irtihal eylemiştir. Hal tercemesi Teracim-i Ahval'de (hayatı hakkında biyografi kitaplarında ayrıntılı bilgi) yazılıdır. 

İMAM-I YUSUF: Vakfiyelerde adı ve ictihadı geçer. İmam-ı A'zam hazretlerinin mesai arkadaşlarındandı. Adı Yakub, babasının adı İbrahim'dir. Hicri yılında Kufe'de dünyaya gemiştir. İmam-ı Yusuf, mücerred vakfettim demekle vakıf lüzum ifade edip bundan sonra vakıfdan rücu' olunamıyacağı re'yinde idi. (Dipnot:Vakıflar adlı eserimizde bu ictihatlar hakkında tafsilat verilmiştir.) Abbasilerden Halife Mehdi, Hadi ve Harun er-Reşid zamanlarında Bağdat'ta kadı idi. Sonra kuvve-i kazaiyye icra kuvvetinden ayrılarak kadıların azil ve nasbı bu zâta tevdi olunmuş ve kendisine "Kâdi'l-kudât" unvanı verilmiştir. İslam'da ilk Kâdi'l-kudât nâmiyle yad olunan zattır. Geniş ilmi, ittika ve adaleti ile meşhurdur. Fıkıh ilmi ile beraber tefsir, megazi (gazalar) ve Arap tarihinde geniş malumat sahibi idi. Kitaplarından "Kitabu'l-Harac" adlı eseri meşhurdur. Hal tercemesi müteaddit eserlerde yazılıdır.

İ'MÂR: Bir yeri ihya ve bir binayı tamir ve ıslah etmek, mamur bir hale getirmek demektir. 

İMÂRET: Müteaddit manalara gelen ve Arapça olan bu kelime bir de mamur manasına gelir. Bazı kitabelerde, mesela, "Emere bi-imâreti hêze'l-mescid" ve "Emere bi-imâreti hêzihi'l-medrese" gibi kitabeler bu manayadır. "Bu mamur mescid ve medrese binasının inşaasını emretti" demektir. Vakıf ıstılahında talebe ve fukara için yemek pişirilip hazırlanan binalara denir. Bu gibi yerlere Türkçe "aşhâne" veya "aşevi" denir. Müslümanlarda fukarayı görüp gözetmek ve onları yedirip içirmek en büyük fazilettir. Bu hasletle müslümanlar tarafından birçok imarethâne vücuda getirilmiş, fakir ve âcizlere bakılmıştır. Bilhassa Osmanlılarda en insanî hayır müessesesi addolunarak memleketin bir çok yerlerinde imarethâneler inşa olunmuştur. Yalnız İstanbul'da yirmi kadar imarethâne vücuda getirilmiş olması bu hayırlı işe ne kadar ehemmiyet verilmiş olduğunu gösterir. Bu hayır müesseselerinden medreselerde tahsilde bulunanlarla cami ve mescid hademesi, fukara, aceze ve müsafirler faydalanırlardı. Ne yazık ki tarihli kanunla yalnız iki imaret bırakılarak diğerleri kapatılmış, bunlardan bazıları müze ve anbar gibi işlere tahsis olunmuş ve bazıları metruk ve harap bir halde terk olunmuştur. Bilahare bu hareketin yanlış olduğu ve fakir ve muhtaçlara bakılmanın vazgeçilmez bir zaruret bulunduğu anlaşılarak Hilâl-i Ahmer (Kızılay) ve Vakıflar İdaresi tarafından aşhâneler yapılmış ise de eskisi gibi geniş bir surette yardım yapılamamıştıseafoodplus.infoelerde imarethânelerin idaresi ve talebe ve fukaraya ne tarzda ve ne mikdarda yardım yapılacağı tayin olunmuştur. Hiç bir cemiyet fukaradan hali kalamıyacağı cihetle her zaman böyle hayır müesseselerine ihtiyaç vardır.

İMÂRET-İ VAKIF: Vakfolunan şeyin vakıf zamanındaki bulunduğu hal üzere veya meşrut şekilde tamiridir. Vakıflarda başta gelen masraf vakfın imarıdır. Bu husus temin edilmedikçe vakfın geliri vakfın diğer işlerine sarf edilemez. 

İMÂRET-İ GAYR-İ ZARÛRİYE: Tezyinat gibi zaruri mahiyette olmıyan imarettir (onarımdır). 

İMÂRET-İ ZARÛRİYE: Bir vakfın kıymet ve vârid tını düşürecek noksan ve hasarı imar etmek zaruri onarımdır.

İMÂRET NÂZIRI: İmarethânelerde yemeklere ve yemekhânelere nezaret eden kimsedir ki yemeklerin ve yemekhanenin nefeset ve nezafetine seafoodplus.infot ve nezafete dikkat edilmediğini görürse imaret müdürüne keyfiyeti haber vererek tekerrür etmemesini temin eder. Vakfiyelerde bazı imarethâne hademesi arasında bu vazife yer alır.

İNŞÂ-İ VAKIF: Vakıf tasarrufunu vücuda getiren sözdür. 

İRSÂD: Gözetme ve gözlemek manasınadır.

İRSÂDÎ VAKIF: Rakabesi Hazineye ait olan bir mülkün menfaatini salahiyetlilerin hazinede alacağı olanlara tahsis etmesidir ki buna tahsisat kabilinden vakıf da denir. İrsadî vakıf, irsad-ı sahih ve irsad-ı gayr-i sahih olmak üzere iki kısımdır.

İRSÂD-I GAYR-İ SAHÎH: Hazineye ait bir mülkün menfaati salahiyetlileri veya bunların izniyle başkası tarafından hazineden maaş ve tahsisât almağa hakkı olmayan bir kimseye tahsis olunmasıdır. Bu gibi tahsisler iptal olunur. Buna "tahsis-i gayr-i sahih" de denir.

İRSÂD-I SAHİH: Hazineye ait olan bir mülkün rakabesi kemaken hazineye ait olmak üzere menfaati yani a'şar ve rüsûm ve tasarruf hakkı gibi menfaati selâhiyetlileri veya bunların izniyle başkası tarafından (Beytü'l-maldan) hazineden maaş ve tahsisât almağa hakkı bulunan kimseye tahsis olunmaktır. Buna "tahsis-i sahih" de denir.

İSRAF: İnsan malını lüzumundan fazla sarf etmekdir. Bkz: (tebzir) 

İSTANBUL EFENDİSİ: Bir zamanlar İstanbul Kadısı'na İstanbul Efendisi denmekte idi. Dersa'âdet, İstanbul ve Bilâd-ı Selâse namiyle üç mıntakaya ayrılarak her mıntakaya birer kadı tâyin olunmuştur. Sur dahilinde olan kısma İstanbul; Eyyüb, Galata ve Üsküdar'a Bilâd-ı Selâse denmiştir. İstanbul Kadısı'na bin tarihlerinde İstanbul Efendisi denmekte iken sonraları İstanbul Kadısı unvanıyla yad olunmuştur.

İSTİBDÂL: Bu vakfı mülk ile mübâdele(değişmek) etmektir. Bu mülk, gayr-i menkûl ve nakid (para) olabilir. İstibdâl yapabilmek için vâkıfın şartına bakılır. Varsa şart vechile istibdâl olunur; yoksa olunmaz. Ancak vakıf akarı varidât getirmez veya getirdiği varidat masrafı korumaz bir hale gelir ve istibdâlde vakıf için menfaât tahakkuk ederse vâkıf istibdâli men'etmiş olsa bile hakimin re'yi ve selâhiyetlilerin müsaâdesi ile mütevelli istibdâl yapabilir. İstibdâl'de mutlak surette hakimin re'yi ve selahiyetlilerin izni şarttır. Binâen-aleyh mütevellî kendiliğinden vakfın akarını istibdâl edemez. 

İSTİBDÂL-İ MÜSECCEL: Tescîl olunan istibdâl demektir. İstibdâl şartları tahakkuk edip hakimin re'yi ve selâhiyetlilerin izni ile istibdâl tamam olduktan sonra bir mürâfaa zımnında hakimin istibdalin sıhhat ve lüzumuna hükmetmesidir.

İSTİKÂR: İhkâr manâsındadıseafoodplus.info: İhkâr. 

İSTİNÂBE: Vakıfda istinâbe tevkil eylemek demektir. Ehil olmak şartiyle vakfın hizmetlileri özürlü ve özürsüz yerlerine başkasını tevkil edebilirler. Son Vakıflar Nizamnâmesiyle bazı tahdidât konmuştur. Ancak vâkıf bizzat vazife ifâsını şart etmiş ise mazeret olmadıkça istinâbe caiz değildir.

İ'YÂL: Bir adamın beslediği kimselerdir. Bir çatı altında bulunmaları şart değildir.

Başa Dön

 


K

KÂ'BE: Mekke-i Mükerremede kâin mukaddes binâdır ki Hazret-i Ibrâhim ve İsmâil Aleyhis-selam tarafından bina olunmuştur. Müslümanların kıble mahallidir.

KABRİSTAN: Cenaze defin edilmek için tefrik ve tahsis olunan yerdir. Tahsis sûreti itibariyle kabristanlar bazı kısımlara ayrılıseafoodplus.info kısmı köy ve kasabaların ilk te'sisinde devletce kabristan olmak üzere devletin tasarruf ve hükümranlığı altında olan yerlerden tefrîk ve tahsis olunan yerler ve bir kısmı arâzi-i memlûkeden iken sahibleri tarafından cenaze defni için vakf olunan mahallerdir. Kanunen memnû' olduğu halde mutasarrıfları veya onların izniyle başkaları tarafından mîrî arâzîden kabristan ittihaz olunan yerler vardıseafoodplus.info gibi kabristanlara en çok köylerde tesadüf edilir. Kabristanların ekserîsi umumîdir, Hususî olanlar da vardır. Bunların bazıları metrûk ve bazıları halen kabristan olarak intifâ olunmaktadır.
Belediyeler Kanunu'nun maddesiyle bazı mezarlıklar belediylere devredilmiş ve bu hususda bir de nizamnâme yapılmıştır. Kanunda tam bir vuzuh olmadığından bilhassa islam olmayanlara ait mezarlıklar hakkında belediyelerle cemaatler arasında ihtilâflar zuhûr etmektedir. Bkz: madde ve nizamnâme.

KADI: Hüküm manasında olan kaza maddesindendir Fıkıh lisanında halk arasında tehâdüs eden ihtilâf ve münazaaları görmek üzere selâhiyetliler tarafından tarafından nasb ve tâyin olunan zata kadı denir.

KADI-ASKER(Ordu Kadısı): Bazı vakfiyelerde Kadıaskerlerin tasdik ve mühürleri vardır. Bu cihetle Kadıaskerlerin sıfat, selahiyet ve vazifeleri hakkında izâhat vermeği faideli gördüm. Kadıaskerlik (Ordu kadılığı) daha evvel İslâm Devletleri'nden bazılarında vardı. Osmanlılarda Sultan Birinci Murad zamanına kadar kadıasker tayin olunmamıştı. Ondan evvel hükümet merkezi olan belde kadısı Kadil-kuzat makamında, ordu ile beraber gider Kadı-askerlik vazifesini yapardı. 
Orhan Bey zamanında İznik Kadısı olan Candarlı Kara Halil Efendi şehir ve kasabalara gönderilen kadı ve hatiplerin mercii idi. Sonra Sultan Murad zamanında asker sınıflara ayrıldığından ve ordunun şeri işleri çoğaldığından Bursa Kadısı olan Candarlı Kara Halil Kadı-asker tâyin olundu. Fatih merhûmun saltanatlarına kadar bir Kadı-asker olduğu halde bu tarihde Kadıaskerlik Anadolu ve Rumeli Kadı-askeri unvanıyla ikiye çıkarılmıştır.
Kaza teşkilâtının en büyük uzuvları Kazaskerlerdi padişahın kumanda ettiği seferlerde orduyu ta'kib ederlerdi. Ordu Avrupa'da harekata geçince Rumeli Kazaskeri, Asya ve Afrika'ya hareket edince Anadolu Kazaskeri giderdi. Kazaskerlerin en mühim vazifesi padişahın kanunî müşaviri olmaktı.Bununla beraber ganimet mallarının tevziine riyaset eder, ordu ve efradı arasında tekevvün eden hukukî davalarıı görürlerdi. Bunlardan başka Kazaskerler merkezde hakim vazifesini görür ve mevleviyyetlerden maada Rumeli'ne gönderilecek hakimler Rumeli Kazaskeri, Anadolu'ya gönderilecek hakimler Anadolu Kazaskeri tarafından ta'yin olunurdu. Bu hakimlere nâib denirdi ki Kazaskerin nâibi demektir.
Son zamanlarda Kazaskerlerin vazifesi İstanbul'da kendilerine ait olan davaları görmek ve hüküm vermeye münhasır kalmıştır.

KAİMMAKÂM-I MÜTEVELLİ: Mütevelli aleyhine dava açılmak veya mütevelli vekil bırakmaksızın uzak mahalle gitmek gibi bazı hallerde muvakkaten vakıf işlerine bakmak üzere hakim tarafından tayin olunan kimsedir. sayılı Vakıflar Kanunu kaimmakam-ı mütevelli tayini lazım gelen hallerde o vazifeyi Vakıflar İdaresi'ne tevdi ettiğinden Kaim-makam-ı mütevelli tayini usulu kaldırılmıştır.

KALENDERHÂNE: Kalender, dünya alakalarından elçekerek manevi hakikatlerden zevk duyan derviş demektir. Fakir dervişlerin barınmaları için yapılan zâviyelere kalenderhane denir. Burada zikir, ibadet, tasavvuf ve ma'rifetullaha müteallik bahislerle iştiğal olunurdu.

KAMERÎ SENE: Ay'a göre kabul olunan senedir. Kamerî denmesi bu cihetledir. Cahiliyet devrinde ayın hilâl şeklinde göründüğü gece ay başı olarak kabul ve diğer hilâl suretinde görünüşüne kadar geçen müddet bir ay ve oniki ay bir sene itibar olunmuştur. İşte İslam'da Hazret-i Ömer zamanında hicret tarihine göre başlangıcı Muharrem ayı olmak üzere Kamerî Tarih kabul olunmuş ve Avrupalılar Şemsî Tarihi tercih eylemişlerdir. İslamî eserlerde geçen ay ve sene kamerî ay ve senedir. Kamerî tarihle şemsî tarih arasında takrîben on ve küsûr gün fark vardır; yani, kamerî sene şemsî seneden bu kadar müddet noksandır.

KANAT: Yer altında su geçirilecek künk ve kâriz (lağam)dir.Çoğulu kanavât'tır.

KANTARA: Köprü demektir. Cisr de bu manadadır. Kamus şârihinin beyanına göre cisr daha geneldir. Kemerli ve kemersiz köprüye cisr ve kemer üzerine yapılan köprüye kantara denir. Bkz Cisr.

KAPAN: Vaktiyle yiyecek şeylerin toptan satıldığı yerlere kapan denmiştir. Un kapanı, bal kapanı gibi satılan şeylerin adlarıyle birlikte kullanılmıştır. Kapanlara dair bazı eserlerde muhtelif beyan ve izâhlar vardır. Heyet-i umûmiyesinden anlaşılıyor ki bunlar birer nev'i hal tarzında yenecek şeylere ait depolardır. Kabban Arapça'da kantar ve terazi manasındadır; fakat, kelime asıl Arapça olmayıp Farsça'dan Arapçalaştırılmıştır. Farsça'sı kebbândır. Kelime başka manalara da gelirse de onların mevzumuzla alakası olmadığından beyandan sarf-ı nazar olunmuştur. 

KARÂBET: Baba veya ana her ikisi tarafından İslâmiyet devrini idrak eden son babaya nisbeti bulunanları ifade eder. İslâm olamayanlarda, olmayanlarda da karabet bu manadadır. 

KARN: Devir ve yüz sene demektir. Buna asır da denir. Daha başka manaları varsa da vakfiyelerde yazdığımız manada kullanılmıştır. 

KARNEN BA'DE KARNİN: Devir devir, asır asır demektir. Süreklilik ifade eder. Fakat, tertibe delâlet etmez. Mesela, vâkıf vakfının gelirini karnen ba'de karnin evlad ve evlad-ı evladına şart eylese mukaddem ve muahhar batınlardaki evlad gelire hak kazanmış olur. 

KERVANSARAY: Büyük şehir ve kasabalar arasında kervanların konaklayıp kendi ve hayvanlarının dinlenmesi için mermerden yapılan binalardır. Yolcular memleketin dört tarafını birbirine bağlayan bu saraylarda tam bir emniyet içinde konaklardı. Kervansaraylar gayet muhkem bir tarzda yapılmış birer sanat abidesi halinde idi. Üzerlerinden asırlar geçtiği halde bazıları halen eski şekil ve metanetini muhafaza etmekte ve bazıları harab olup burada kuşlar barınmaktadır. Selçukîler memlekette seyr ü seferi kolaylaştıran kervansaraylara gereği gibi ehemmiyet verdikleri gibi Osmanlılar da fevkalade ehemmiyet vermiş ve yer yer kervansaraylar vücuda getirmişlerdir. Bunların ekserisi vakıftı. Bu yerlere inenler burada meccanen barınırlar, ücret vermezlerdi. Vakfı ve vâridâtı (geliri) olmayan kervansaraylarda konaklayanlardan cüz'î bir para alınırdı. Misafirlerin her türlü ihtiyaçları düşünülmüştü. Kervansaraylar yalnız yol üzerinde değil büyük şehirlerin transit merkezlerinde de vardı. Kıymetli araştırıcı Zeki Pakalın tarih deyim ve terimlerine dair yazdığı eserde kervansaraylara dair etraflı malumat vermiştir. seafoodplus.infoın, II, s 

KARZ-I HASEN: Faizsiz para vermek demektir. Bazı vakfiyelerde sağlam kefil ve kuvvetli rehin ile ihtiyacı olanlara faizsiz ödünç verilmek üzere paralar vakfedilmiştir. 

KÂSE-ŞÛY: Bulaşık yıkayan, bulaşıkçı. Tekye, imâret ve hastahâne vakfiyelerinde geçer. 

KÂTİB-İ HÂFIZ-I KÜTÜB: Kütübhânelerdeki kitapların miktar ve isimlerini kütüphâne defterlerine kayd ve harice vermek câiz olan kütübhânelerde her kime herhangi kitab verilmiş ise hususî defterine işaret eylemek ve hâfız-ı kütübün kütübhâne işlerine ait emirlerini ifa etmek vazifesiyle mükellef olan kimsedir. 

KÂTİB-İ İMÂRET: İmârete giren ve çıkan erzak ve eşyâyı hususî defterine kayd eden kimsedir. 

KAYYIM: Vakfın malını görüp gözetmek ve hıfz etmek üzere tayin olunan kimsedir. Mütevelliye de kayyım denirdi.

KEFÎL-İ MELİ: Servet sahibi kefil demektir. 

KEHHÂL: Arapça kehl maddesindendir. Müteaddit manalara gelen kehl, göze sürme çekmek demektir. Göz hekimlerine kehhâl denirdi. Hastahâne vakfiyelerinde göz hekimleri kehhâl unvanıyla zikrolunur. Saraydaki göz hekimlerinin başına kehhâlbaşı denirdi. Biz bunlara göz doktoru diyoruz. Araplar Tâbibü'l-uyûn demektedirler. Göz hekimlerine kehhal denmesi sürmenin göze ve göz hastalıklarına faidesi olması münasebetiyle olacaktır.

KENDÜM (GENDÜM) KUB: İmârethâne ve hastahâne gibi hayır müesseselerinin muhtaç olduğu buğdayları döğüp hazırlayan kimsedir ki bazı vakfiyelerde bir hizmet olarak zikrolunmuş ve ücret tayin kılınmıştır. 

KENNÂS: Kens maddesindendir. Kens Arapça süpürmek manasındadır. Kennâs abdesthâne süpürüp temizleyen demektir. Bazı vakfiyelerde kennâslık bir hizmet olarak yer almış ve ücret tayin olunmuştur. 

KIŞLAK: Kışın havasından, ot ve suyundan istifade olunan ve kar düşmeyen alçak yerlerdir ki iki kısımdır. Biri Tapu ile müstakillen veya müştereken tasarruf olunan yerlerdir ki bunların ekili araziden farkı olmayıp mirî arazi hakkındaki hükümler tatbik olunur ve sahiplerinden tahammülüne göre kışlak resmi alınır. Diğeri, bir köy ahalisine müstakillen veya üç beş köy ahalisine müştereken tahsis olunan kışlaktır ki bu yerin otundan suyundan yalnız kendilerine tahsis olunan köy ve kasaba ahalisi intifa' edip (faydalanıp) başkaları intifa' edemez. Bu yerlerin tahammülüne göre kışlak resmi alınır. Kışlaklar metrûk araziden olup, alınıp satılmaz ve ahalinin rızası olmadıkça ziraat olunmaz ve haklarında murûr-ı zaman cereyan etmez.

KIYYE-VUKIYYE:  dirhem demektir. Arapça'da ukiyye veya vukiyye olarak kullanılır. Yedi miskal vezninde ve kırk dirhem olan vezne de denir. Ekseri vakfiyelerde, eski kanun ve nizamlarda vukiyye tarzında kullanılır. 

KİBS: Bir yerin tarla haline getirilmesi için çukurlarına doldurulan topraktır. Çukur yerleri doldurup tesviye etmeğe de kibs denir.

KİLERDÂR: Yiyecek ve içecekleri muhafaza, verilecek ve sarf edilecek yerlere verip sarf eden vazife sahibidir. Kilerdâr-ı Âmire ve kilerdârbaşı saray deyimlerinden olup sarayın kilercisi ve kilerci başısı demektir.

KİSE: Vaktiyle yüz akçeye bir kise; yüzbin akceye bir yük; on yüke bir hazine denirdi. Vâhîd-i kıyâsî (birim) kuruş itibar edildikten sonra kese, yük gibi tabirler terk olunmuştur.

KURBET: Cenab-ı Hakka yakınlık ve ibadettir. Cenab-ı Hakka kurbet ve ibadet vakfın sebebi olarak kabul edilmiştir.

KÜRSİ ŞEYHİ: Cuma günleri büyük camilerde Cuma namazından sonra cemaate va'z ve nasihatta bulunan zattır. Kürsi şeyhlerine halk arasında Cuma vaizi de denirdi. Kürsi şeyhliği halkı irşad için tesis olunan bir tarik-i ilim ve ma'rifetti. Kürsi şeyhliğinin en son mertebesi Ayasofya Kürsi Şeyhliği idi. En evvel Eyüp Cami-i şerifinde başlayan kürsi şeyhliği sonradan yediye çıkarılmıştı ki Eyüp, Sultan Selim, Fatih, Bayezid, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Ayasofya kürsi şeyhlikleri idi. İnhilâl vukuunda (bu makam boşaldığında) yukarı dereceye doğru teselsülen terfi' yapılır ve nihayet münhal kalan Eyüp Cami-i şerifi kürsi şeyhliğine müstahikki tayin olunurdu. Tahsilde bulunduğumuz zaman Ayasofya Kürsi Şeyhi meşhur ve mümtaz âlim Manastırlı İsmail Hakkı Efendi merhum idi. Cuma günleri bu zatı dinlemek için ahali ve talebeden binlerce kişi Cuma namazına Ayasofya'ya gelir ve namaz sonunda kemal-i dikkat ve manevi zevk ile merhumu dinlerler ve bazıları muntazaman takrirlerini yazıp zabtederlerdi.

Başa Dön

 

L

LEYLE-İ BERÂT: Bu gece Şaban ayının onbeşinci gecesidir ki rahmet ve gufran gecesidir. Bu gecede mü'minlerin duaları kabul ve günahları afv olunur. Elmalılı Hamdi Efendi merhum, "İnnâ enzelnâhu fî leyleti'l-mübâreke" ayeti celilesinin tefsirinde, Hacı Zihni Efendi merhum "Nimetü'l-İslâm" adlı eserin Kitabu's-salât bahsinde Leyle-i berât hakkında 
etraflı izahatta bulunmuşlardır. Fahr-i kainat Efendimiz duaların reddolunmayacağı beş geceden birinin Berât gecesi olduğunu beyan buyurmuşlardır. Müslümanlar diğer mübarek geceler gibi bu geceyi de ibadet ve Allah'a niyazla ihya ederler. 

LEYLE-İ KADR: Vakıf denince Allah'a kurbet ve ibadet, kurbet ve ibadet denince mübarek günler ve geceler hatıra gelir. Leyle-i kader, cumhûr tarafından kabul olunduğu üzere Ramaza'nın yirmiyedinci gecesidir, en mübârek ve kudsî bir gecedir. Muhtelif tarîklerle rivayet olunan ve müttefekunaleyh olan hadîs-i şerîflerden birinde "Kadir gecesini Ramazan'ın son yedisinde arayın" ve diğer bir hadîs-i şerîfde Leyle-i Kadri arayın, kim aramak isterse Ramazan ayının yirmi yedisinde arasın" buyurulmuştur. Kadir gecesi çok mübarek bir gecedir. Cenab-ı Hak Kadir Sûresinde "Biz Kur'ân-ı Kerîm' Kadir gecesinde inzâl eyledik (indirdik). Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır." buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîfte de "Kim Kadir gecesinde ihlâs ile kâim olursa, o geceyi ibadetle geçirirse geçmiş günahları mağfiret olunur." buyurulmuştur. Bu gecenin kudsiyetinden dolayı müslümanlar Ramazan'ın gecesi sabaha kadar ibadet ve taatle meşgul olarak Allah'tan mağfiret ve saadet niyâzında seafoodplus.info bu gecenin şeref ve fazileti içindir ki bazı vakıflar her Kadir gecesi Kur'an okunup sevâbının ruhlarına hediye edilmesini ve vakfettikleri cami ve mescidlerde bu gecelerde sahablara kadar mum ve kandil yakmak suretiyle aydınlatılmasını şart etmişlerdir. 

LEYLE-İ Mİ'RÂC: Fahr-i Kainât aleyhi ekmelüt-tahiyyât Efendimizin Mescid-i harâmdan Mescîd-i Aksâ'ya ve oradan âlem-i semâvâta çıktığı gecedir ki Receb'in gecesine müsâdiftir. Bu esnada âlem-i semâvâtta nice acâib ve garâibe şâhid olmuş ve beş vakit namaz bu gece farz kılınmıştır. Mi'râc, inşikâk-ı Kamer (Ay'ın yarılması) gibi Resul-i Ekremin mucizelerinden biridir. Allah'ın kudret ve azametine nispetle Mirâc hadisesi iman ve idrâk sahibleri için tereddüd ve i'zâm olunacak bir hadise değildir; yeter ki Allah'ın varlığına, kudret ve azametine iman etsin. Müslimanlar bu mübarek geceyi de ibadet, hayır ve hasenâtla ihyâ ve tes'id ederler (kutlarlar). Mirâc hakkında tafsilât için merhûm Elmalılı Hamdi Yazır'ın Sure-i İsrâ tefsirine bakınız. 

LEYLE-İ REGÂİB: Receb'in ilk Cuma gecesidir; ister birinci, ikinci ya da yedinci gününe rastlasın. Siyer müellifleri ve bazı âlimler bu geceyi Fahr-i Kâinat Efendimiz'in sulb-i pederden rahm-i pâk-i mâdere (ana rahmine) düşdüğü gece olarak izah ederler. Fakat fıkıh ve hadis kitaplarında bu yolda bir sarahate tesâdüf olunmaz. Bu geceyi de müslümanlar Allah'a ibadet ve niyâzla geçirirler.

Lİ-EB: Baba bir demektir. Li-eb kardeş, baba bir kardeş ve li-eb amuca ve hala, babanın baba bir erkek ve kız kardeşi ve li-eb dayı ve teyze, ananın baba bir oğlan ve kız kardeşidir

Lİ-EBEVEYN: Ana baba bir demektir. Li-ebeveyn kardeş, ana baba bir kardeş, li-ebeveyn amuca ve hala, babanın ana baba bir erkek ve kız kardeşi ve li-ebeveyn dayı ve teyze; ananın, baba bir erkek ve kız kardeşi demektir. 

Lİ-ÜM: Ana bir demektir. Li-üm kardeş; ana bir kardeş, li-üm amca ve hala; babanın ana bir erkek ve kız kardeşi ve li-üm dayı ve teyze; ananın ana bir erkek ve kız kardeşi demektir. 

LONCA : İtalyanca'dan alınmış bir kelimedir. Aslında oda manasında olup esnaf ve tüccarın muamele ve münasebetlerine ait işleri görmek için seçilen esnaf ve tüccarın ileri gelenlerinin toplandığı mahaldir. Fakat Lonca denince burada toplanan hey'et murad olunur. 

LÜZÛMÎ VAKIF: Vakfın feshi kabil olmayacak bir halde bulunmasıdır. Vakfın cevazında ittifak vardır. Fakat lüzumu ihti1aflıdır. İmâm-ı A'zam'ın re'yine göre vâkıf, vakf eylediği malı mütevelliye teslim etse dahi ariyet kabilinden olup lüzum ifade etmez ve binaenaleyh vâkıf, vakfından her zaman rücu' edebilir (vazgeçebilir). Yalnız adı geçen imama göre vakıf iki suretle lazım olur. Biri hakimin lüzumuna hükmü ile ve diğeri ölümden sonraya izafetle yani vasıyet suretiyle. Hakim vakfın sıhhat ve lüzumuna hükmedince lazım olup artık bu vakıf fesh ve ibtal olunamaz. Buna tescîl-i vakf (vakfın tescili) de denir. Nitekim bir kimse vasiyet yoluyla vakıf yapıp da vasiyetinde ısrar ederek vefat ederse o vakıf fesh ve iptal olunamaz. İmam-ı Yusuf'un ictihadına göre, vakıf lazım olarak in'ikad eder, vücud bulur. Lüzumu hakimin hükmüne muhtac olmadığı gibi mütevelliye teslime de bağlı değildir. 
İmâm-ı Muhammed'in ictihadına göre vakıf teberru' kabilinden olduğundan vakıf mal mütevelli veya meşrûtunlehe teslim edilmedikçe lüzum ifade etmez. Vakıftan her zaman rücu' olunabilir. Fakat mütevelliye veya meşrûtunlehe teslim olunca lüzum ifade edip artık ondan dönüseafoodplus.info ihtilafa mebni vakıf yapanlar hakime müracaatla vakıflarının lüzumuna hüküm alırlar. Çünkü hakim ictihadî meselelerde herhangi kavl (görüş) ile hükmederse onunla amel vâcib olur.

Başa Dön

 

M


MAHALL-İ SADAKA : Sadaka alabilecek durumda olan kimsedir. Fakirler, miskinler gibi.

MAHALL-İ VAKF: Mevkûf lafzının mürâdifidir. Vakıf tasarrufu kendi üzerine vârid olan mal demektir. Meselâ, vakfeden falan mahalde kain falan hudutla mahdud falan dükkanımı ve falan mahalde kâin falan hudutla mahdud hanımı fukaraya vakfettim deyince dükkan ve han mahall-i vakf olmuş olur. 

MÂHİ'N-NUKÛŞ: Mâhî, yok etnıek manasında olan mahv maddesindendir. Nukuş, nakşın çoğuludur. Nakş, yazı ve emsali şeylerdir. Mâhi'n-nukûş yazı ve emsali şeyleri kaldıran, izâle eden demektir ki bazı vakıflarda ücretli bir hizmetlidir. Bu hizmete tayin olunan kimse cami, şadırvan, hela ve emsali vakıf binaların duvarlarına şunun bunun tarafından yazılan yazıları ve yapılan resimleri silmek ve izale etmekle mükellefdir. 

MAHKEME-İ EVKÂF: Vakfiyet, tevliyet, icâreteynle tasarruf gibi davalar1a gayr-i menkul mutasarrıflarının gaybûbetleri halinde icâre-i müeccelenin feshi, mütevelli muhasebeleri, vakfiye tanzimi ve tevcih-i cihata (görevlendirmelere) müteallik i'lâmlara muktaza beyanı gibi vakfa ait muayyen bazı hususları görmek üzere eski Evkaf Nezareti nezdinde teşkil olunan mahkemedir. Bu mahkemeye Meşrutiyette Mahkeme-i Teftiş-i Evkaf denmekte idi. H. tarihine kadar Evkaf-ı Hümâyûn ve Haremeyn Evkafı Müfetişlikleri ayrı olduğu halde mezkûr tarihte birleştirilerek Evkaf-ı Hümayûn Müfettişliği unvaniyle Mahkeme-i Teftiş teşkil olunmuş ve Şer'i Mahkemelerinin ilgası hakkındaki kanunla ilga edilerek evrakı İstanbul 6. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne devredilmiştir.

MAHLÛL: Mutasarrıfının intikal sahibi bırakmaksızın vefatı gibi bir sebeple vakfına rucu' eden müstegaldir. Bkz. Müstegal 

MAHLÛL GEDİK: Mutasarrıfının haklarından azâde kalarak rakabe mâlikine rücu' eden gediktir. İcâreteynli vakıf gedik sahibinin intikal hakkı sahibi olan varis bırakmayarak vefatiyle gediğin vakfına rücûu gibi.

MAHLÛL MUACCELESİ : Mukataa-i kadîmdeki müstegallât-ı vakfiye ile icâreteynli vakıf mutasarrıflarının hakkı intikale nâil bırakmaksızın vefatları vukuuyle mahlûl olan yani vakıflarına avdet eden akarların tekrar mukataa ve icâreteynle, tâliplerine icârında peşin alınan paradır. Tabirden ancak bu mana anlaşılır. tarihli Vakıflar Bütçe Kanunu'nda gelirler arasında mahlûl muaccelesi diye bir kalem vardır. Vakıflar Kanunu ile mukataa ve icâreteyn nıuameleleri lağvedilmiş olmasına göre Bütçe Kanunu'ndaki tabirden söylediğimiz manayı kastetmek değildir. Belki maksat mahlûl hisseler gibi satılacak akarlardan elde edilecek bedeldir. Ancak tabir bunu ifade etmez. Maksat bu ise mahlûl bedelleri demek iktiza ederdi. 

MAHYACI: Minareler arasına geceleri kandillerle dinî, ahlakî ve ictimâî vecizeler yazan ve şekiller yapan kimsedir ki Ramazan-ı şerîfte büyük camilerin arasında yapılır.

MAKLÛAN KIYMET: Yıkıldıktan sonra bina enkazının ve sökülen ağacın kıymetleridir. 

MAL: İnsan tabiatının meyledip ihtiyaç zamanı için biriktirilen şeydir. Elde etmek için çaba gösterilen şeydir diye tarif olunmuştur.

MAL-I VAKF: Vakfa ait mal demektir.

MA'LÛM: Vazife demektir. Çoğulu meâlîmdir. Mütevellinin ma'lûmu denince mütevellinin vazife ve ücreti anlaşılır.

MÂNİUN-NUKUŞ: Cami', medrese, türbe ve helâ gibi binaları dolaşârak bunların duvarlarına yazı yazılmasını ve resim yapılmasını men' hizmetiyle mükellef olan kimsedir. Vakfiyelerde bunlar bir hizmet olarak şart edilerek bu hizmeti yapanlara ücret tâyin olunmuşseafoodplus.infomâhin-nukuş 

MANSUR MÜTEVELLÎ: Mütevellî olması hakkında vâkıf tarafından bir şart olmayan münhâl tevliyetlere hakim tarafından tâyin olunan zattır. Vâkıfın şartı mucibince taayyün eden mütevelliye meşrûd mütevelli denir. 

MASÂRIF-I VAKF: Vakfın menfaatleri kendilerine meşrût olan cihetlerdir. Buna meşrutün-leh ve mevkûf ün-aleyh de denir. Bu maddelere bak. 

MEBERRÂT: Meberre'nin çoğuludur. Meberre iyilik ve ihsan demektir. Aslı olan bir kelimesi de iyilik ve ihsân mânasındadır. 

MEBNİYYEN KIYMET: Ebniyenin, yerinde bulunduğu halde kıymeti demektir ki arz bir kere ebniye ile bir kere de ebniye olmadığı halde takvim olunur, yâni, kıymetlendirilir. İki kıymet arasındaki fark ebniyenin kıymeti demek olur. Mesela, Arz ebniye ile lira ve ebniyesiz lira ise lira ebniyenin kıymetidir. 

MECLÎS-Î ŞER': Hakimin muhâkeme veya bir takrîr dinleme için akd eylediği celse demektir. Meclisin şer'a izâfesi şer'i hükümler tatbik olunmak itibariyledir. Bu manada meclîs-i şer'i münîrde, meclîs-i lazimü't-tevkîrde gibi ta'zîmi mutazammın tâbirler de sevk olunur. 

MEFHÛM-I MUHÂLİF: Kendisinden sükût olunan şeyin hükmünde mantûka yani söylenen hükme muhâlif olmasıdır. Buna delil-i hitâb da denir. Mesela, vâkıf vakfiyesinde vakfımın gallesi erkek evlatlarıma verilsin dese bunun mefhûm-ı muhâlifi kız evlatlarıma verilmesin seafoodplus.infoûm-ı muhâlif Hanefilere göre hüküm çıkarmakta delil olmazsa da musanniflerin sözlerinde, muhavere ve alel'ade beyanlarda muteberdir. Meselâ, fukaha vakfın mahalli mal-i mütekavvimdir deyince mütekavvim olmayan malın vakfı sahih olmadığı anlaşılır. Mefhûm-ı sıfat, ınefhûm-ı şart, mefhûm-ı gaye, mefhûm-ı aded, mefhûm-ı lakab hep rnefhûm-ı muhalif ka'bilindendir. 

MELİ: Mallı, zengin demektir. Mesela, vâkıf bir ciheti hayre "Hayır cihete" para vakf edip bu para kefil-i melî ve rehin-i kavî ile ahara ödünç verilip ribh'den fakir mekteb talebesine kitab ve kalem alına, diye şart etse bu para ancak zengin kefil ile, kıymeti borcu ödemeğe kifâyet edecek rehn ile ikraz olunabilir.

MENÂFİ-İ VAKF: Vakıf malların temin eylediği faide ve menfaattir. Kira, ribh, sükna, meyva vesair hasılat gibi.

MENKUL: Bir mahalden başka mahalle nakli mümkün olan şeydir. Nukud, urûz, hayvanat, mekilât ve mevzunata ve adediyyâta şâmildir. (Bu maddelere bak) 

MEN LEH ÜL-İSTİĞLÂL: Vakfın gallesi kendisine meşrûd olan kimsedir. Mesela bir kimse bir mal vakf edip te bu malın gallesini kızlarına ve bunlardan sonra fukaraya şart etse kızları ve fukara men leh ü1-istiğlâl olur.

MEN LEHÜS-SÜKNÂ: Bir vakıf binanın süknası kendisine meşrut olan kimsedir. Mesela, bir kimse bir ev vakf edip te süknasını batnen ba'de batnin fakir kızlarına ve onların fakir kızlarına şart etse kızlara men lehü's-süknâ denir.

MENŞÛR: Padişah tarafından tevcih olunan vezâret ve müşirlik rütbesi verildiğini havi ferman demektir. 

MERÂFİK: Mirfak'ın çoğuludur. Mirfak bir işi suhületle tutmak ve suhûletle muamele eylemek mânasındadır. Asıl madde rifk dır. Rifk, faidelendirmek menfaat vermek mânasındadır. Bu münasebetle bir mahallin ve bir evin kuyu, matbah ve su ayağı gibi faidelendiği şeylere denir. İrtifak bu mâna mülahazasıyla istimal olunmaktadır. 

MEREMMET: İslâh ve tamir etmek demektir.

MEREMMET-İ GAYR-İ MÜSTEHLEKE: İstihlâk edilmeden binâdan ayrılması mümkün olan meremmetdir. Merdiven, kuyu, dolap gibi.

MEREMMET-İ MÜSTEHLEKE: İstihlâk edilmeden binadan ayrılması ka'bil olmıyan meremmetdir. Boya ve sıva gibi.

MERKAD: Uyuyacak yer demektir. Bu münâsebetle Peygamberimiz Efendimizin Medine'de bulunan kabr-i şeriflerine merkad-i nebî denir.

MESÂLİH-İ MESCİD: Mescidden maksâd olan gayenin tahakkuku vücudlarına mütevakkıf bulunan kimseler ile levâzım-ı sairedir. İmam, hatip, müezzin, kayyum gibi vazife sahipleriyle mescidin tenvirât ve tefrişâtı gibi ihtiyaçları bu kabildendir.

MESÂLİH-İ VAKF: Vakıfdan maksud olan gayenin tahakkuku vücuduna mütevakkıf olan hususlardır. Muallim, tâbib, müderris, imâm ve hatib tâyini. Vakıf akarların tamir ve termimi, icâr ve ücretlerinin cibâyet ve tahsili gibi. 

MESCİD: Müslümanlara mahsûs ibâdet mahalli demektir. Küçüğüne büyüğüne mescîd denir. Örfümüzde Cum'a ve Bayram Namazı kılınmayan ibâdethâneye Mescîd, Cum'a ve Bayram Namazı kılınan ibadethanelere Cami denir ki mescid câmi' demektir. Mescîd-i Aksâ, Kudüs'deki meşhur ma'bed ve Mescîd'i Haram, Ka'be-i Mükerremedir. 

MESNEVİ :Celalüddin-i Rumi hazretlerinin Farisi manzum olarak vücuda getirdikleri meşhur mutasavvifâne eseridir. Farsça ve Türkçe bir çok şerhleri vardır ve bazı dillere tercüme edilmiştir. Bir vakfiyede mesnevi okutulması meşrûd olsa bu esere haml olunur.

MEŞRÛTÜN-LEH: Vâkıf tarafından vakfın menfaati kendisine şart olunan cihettir. Meselâ, vâkıf vakf eylediği hanın vâridâtını bir medresenin müderris ve talebesine veya bir Caminin imam ve hatibine şart etmiş ise bunlar meşrûtun-leh olmuş olur. 

MEVKÛF: Vakf olunan maldır. 

MEVKÛFUN-ALEYH: Vakıf tarafından vakfın menfaati kendisine şart olunan cihettir. Meşrûtun-leh mürâdifidir.

MEVLÂ: Mâlik, efendi gibi muhtelif mânalara gelen bu kelime azad eden ve azad olunan mânalarına da gelir. Kullanıldığı mevkiye göre mânalandırılır. Çoğulu mevâli'dir. 

MEZBÛR: Okuması ve yazması olmayan ve ismi geçen şahıs beyanında kullanılırdı. İkilinde mezbûren, çoğulunda mezbûrûn, kadın ise tekilinde mezbûre, ikilinde mezbûretan, çoğulunda mezbûrat kullanılır. Bkz. Mumâileyh, Müşârûnileyh. 

MİL: Evvelce Osmanlı Devleti'nde ve Avrupa'da zira' tulunde mesâfeye denirdi. Sonra, coğrafyacılar küre-i arzın münkasîm olduğu üçyüz altmış dereceden birinin yirmi cüz'ünden bir cüz'üne fersah ve her fersahın üçte birine mil dediler. Bu hesaba göre fersah bir saatlik ve mil yirmi dakikalık mesafe demektir. Maahaza ekser kavimlerin coğrafi milleri muhtelif olduğu gibi kara ve deniz milleri dahi muhteliftir. 

MİSKİN: Hiç bir şeye mâlik bulunmayan kimsedir. Çoğulu mesâkin'dir.

MUALLİM: Mekteplerde ders veren, öğreten zattır.

MUÂMELE-İ ŞERİYYE: Muâmele-i hukukîyye demektir. Faiz ilzâmı için yapılan muâmeleye de denir. Meselâ; vakıf bir para, muayyen bir müddetle bir kimseye ödünç verilir. O müddet zarfında ne kadar faiz tutuyorsa bunu borç haline getirmek için vakfın malından ödünç para alan kimseye o kadar para mukabilinde bir mal satılır ve o kimse o malı vakfa hibe eder. Bu suretle faiz hukukî bir borç halini alır. Bu muâmeleye muâmele-i şer'iyye denir. 

MUGÂRESE: Bir arz üzerinde ağaç dikip yetiştirmek ve meydana gelecek semereden muayyen bir hisse dikip yetiştirene ait olmak üzere yapılan akiddir. Eski ve yeni mevzuatımıza göre gerek bu mukavele mülk ve gerek sahih ve gayr-i sahih vakıf arz üzerine yapılmış olsun muteber değildir. Diken ancak arz sahibinden fidanların kıymeti ile ecr-i mislini isteyebilip semereden ve arzdan hisse isteyemez. 

MUHDES GEDİK:  Hicri tarihinden sonra ihdas olunan gediklerdir. 

MUİD: Lûgatte iade eden mânasındadır. Örfde medreselerde talebenin derslerini müzâkere ve hocanın takrirlerini iade ve izah eden zattır. Müderris muavini de denir. 

MUKATAA: Arsası vakıf ve üzerindeki bina ve ağaçları mülk olan akarda mutasarrıf tarafından arsa vakfına verilmek üzere arsa için kat' ve ta'yin olunmuş olan senevi ücrettir. Buna icâre-i zemin de denir. 

MUKATAA-İ KADÎMELİ MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: Mukataa ile icâr olunup henüz üzerine bina inşa ve ağaç dikilmeyen müstegallâttır. 

MUKATAA-I ZEMİN: Mîrî arâzî üzerinde yapılan binaların yerleri ile koru ve mer'a olarak intifa' olunan arâzî-i emîrîyyeden ücret olarak alınan vergidir. Buna icâre-i zemin de denirdi. Bu vergi Hazinenin öşür alamaması sebebiyle husûle gelen zararı telafi için vaz'edilmişti.

MÛMÂ-İLEYH: İsmi geçip okuması yazması olan şahıslarda kullanılır. Filân efendi geldi mûma-ileyh ile uzun müddet görüşdük gibi. İki şahıs olursa mûma-ileyhimâ, ziyâde olursa mûmâ-ileyhim denir. Bir veya ikisi kadın olup diğeri erkek ise yine böyledir. Eğer kadın ise mûmâ-ileyhâ, tesniyesinde mûmâ-ileyhimâ denir; çoğulu kullanılmaz Bkz. mezbûr, mûşarünileyh. 

MUNZAM MÜTEVELLÎ: İhtiyaç zamanında mütevellîye yardım etmek üzere hakim tarafından nasb "tâyin" olunan zattır.

MUSALLÂ:

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir