istiğfar zinciri nedir / İstiğfar Duası Nasıl Okunur? Türkçe Ve Arapça Tefsiri İstiğfar Etmek İçin Okunan Dua Hangisidir?

Istiğfar Zinciri Nedir

istiğfar zinciri nedir

Tövbe ve istiğfar duası okumak isteyen binlerce Müslüman, Kadir Gecesi tövbe etmenin anlamını ve önemini araştırmaya devam ediyor. Müslüman alemi için büyük bir önemi olan Kadir Gecesi'nde ibadetlerini yerine getirecek vatandaşlar için Tövbe ve İstiğfar duasının anlamı, Türkçe okunuşu, tefsiri ve fazileti haberimizde

KADİR GECESİNDE TÖVBE ETMENİN VE TÖVBE DUASI OKUMANIN ÖNEMİ NEDİR?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadisinde, "Her namazdan sonra, üç kere "Estağfîrullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etebü ileyh" okuyanın bütün günahları affolur" buyurmuştur. Bunun anlamı, "Bu ana gelinceye kadar benim elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim." demektir.

İstiğfârlardan en bilineni, Peygamberimizin (s.a.v.) bildirdiği, "Estagfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanirrahîm el-hayy-ül-kayyûmüllezî la-yemûtü ve etûbü ileyh Rabbiğfir lî" şeklinde okunur.

TÖVBE DUASI ARAPÇA OKUNUŞU

"Estağfirullah. Estağfirullah. Estağfirullahe'l-azîm el-kerîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüve'l-hayyü'l-kayyûmü ve etûbü ileyhi, tevbete abdin zâlimin li-nefsihî, lâ yemlikü li-nefsihî mevten velâ hayâten velâ nüşûrâ. Ve es-elühü't-tevbete ve'l-mağfirete ve'l-hidâyete lenâ, innehû, hüve't-tevvâbü'r-rahîm."

TÖVBE DUASININ TÜRKÇE ANLAMI

"Ya rabbi! Bu ana gelinceye kadar benim elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim, pişman oldum. Küfür, şirk, isyan, günah ve kusur her ne türlü hâl vaki oldu ise, cümlesine tevbe ettim, pişmanlık duydum. Bir daha yapmamaya azm ü cezm ü kast ettim. Sen bu tevbemi kabul eyle. Nefsime uyup, şeytana tabi olup da aynı günah ve kusurları bir daha tekrar etmeme imkan verme, yâ Rabbi. Bir daha iman ve ikrar ediyorum ki, Peygamberlerin evveli Âdem Aleyhisselâm, ahiri ise Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, bu ikisi arasında her ne kadar peygamber gelip geçtiyse, Bunların cümlesine inandım, iman ettim, hepsi de haktır ve gerçektir. Bütün peygamberlere, onlara gönderilmiş olan İlâhi kitaplara ve içindeki emirlere şeksiz ve şüphesiz iman ettim, dilimle ikrar, kalbimle tasdik ediyorum ve yine iman ve ikrar ediyorum ki en son kitap Kur'ân-ı Azimüşşân ve en son Peygamber de Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır."

TEVBE İSTİĞFAR DUALARI

Tevbe istiğfar duaları, günahlarımızın kusurlarımızın affı için Allah'a yakarış olarak bilinmektedir. Bu yüzden bu duayı ederken günah ve kusurlarımız için pişmanlık duyarak üzülerek samimi bir şekilde yapılması önceliklidir.

Peygamber Efendimiz (SAV) bir Hadis-i şerifte, "İstiğfâre devam edeni, çok okuyanı, Allahü teâlâ, derdlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu, hiç ummadığı yerden rızklandırır" diye buyurarak istiğfar etmenin önemine işaret etmiştir. Âyet ve hadîslerde dua teşvik edilmiştir: "Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)" (Mü'minûn, 23/60).

NASIL TÖVBE EDİLİR?

İslam âlimleri bu ve benzeri âyetlerle hadislerden hareketle tövbenin geçerli olması için gerekli şartlar olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre, edilen tövbenin makbul olabilmesi için:

  • Ä°ÅŸlenen günahı terk etmek
  • Günah iÅŸlediÄŸine piÅŸman olmak
  • Günahı bir daha iÅŸlememeye azmedip söz vermek
  • EÄŸer iÅŸlenen günah kul haklarıyla ilgili ise, bu durumda, hak sahibi ile helalleÅŸmek
  • Son olarak da Allah'tan af dilemek gerekir.

Kul hakkından kurtulmak, ihlal edilen hakkı, sahibine veya varislerine iade etmekle ya da affını istemekle olur.

TEVBE SURESÄ°NÄ°N FAZÄ°LETÄ° NEDÄ°R?

DiÄŸer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında "besmele"nin olmaması ÅŸu iki sebeple açıklanmaktadır: a) Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber'den bu sûrenin Enfâl veya baÅŸka bir sûrenin parçası olduÄŸuna dair bir açıklama nakledilmiÅŸ olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuÅŸtur. Bu görüş ÅŸu açıdan da eleÅŸtirilmiÅŸtir: EÄŸer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye baÅŸlarken de besmele okunmaz (Elmalılı, IV, ). b) Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaÅŸmanın bozulup savaÅŸ ilân edilmesi tâlimatıyla baÅŸlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduÄŸundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiÅŸtir. BaÅŸka bazı sûrelerin de savaÅŸ buyruÄŸu içerdiÄŸi (Derveze, XII, 66) veya "yazıklar olsun" gibi ifadelerle baÅŸladığı (Âlûsî, X, 61) gerekçesiyle bu izah eleÅŸtirilmiÅŸse de, baÅŸka bir sûrenin başında böyle ÅŸiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır.

Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah'ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur'an'ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın, aynen Hz. Peygamber'den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarılması konusunda sahâbenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır (Râzî, XV, ; Mevdûdî, II, ). Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur'an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece "eûzü" çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzü-besmele okumaksızın kıraate devam edilir.

TEVBE SURESÄ°NÄ°N DÄ°YANET TEFSÄ°RÄ°

İnsanî ilişkilerin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesinde ve toplumsal düzenin tesisi ve korunmasında antlaşma ve sözleşmeler çok önemli bir yere sahiptir. Sözleşmelerin güvenilir olması ve işlevini ifa edebilmesi de ahde vefâ ilkesinin korunmasına bağlıdır. Kur'an gerek insanın kendisini yaratan Allah'a verdiği söz, gerekse başka insanlarla yaptığı sözleşmeler anlamında ahid kavramı üzerinde önemle durmuş ve değişik vesilelerle ahde vefâ ilkesine vurgu yapmıştır (Bakara 2/40; Mâide 5/1, 7). Daha peygamberlik öncesi dönemde yakın çevresi tarafından güvenilir, sözünde durur bir kişi olmasıyla tanınan Hz. Muhammed de peygamberliği süresince karşılaştığı bütün zorluklara rağmen bu ilkeden ödün vermemiş ve bu konuda çevresindeki müminlere iyi bir örnek olmuştur. İşte yaklaşık yirmi iki yıllık bir süre içinde İslâmiyet'in amansız düşmanları olan Mekke putperestleriyle ilişkilerinde bile sözünde durma ve ahde vefâ konusunda titiz davranan ve ashâbı tarafından bu husustaki duyarlılığı çok iyi bilinen Resûlullah'ın daha önce yapılmış bir antlaşmayı yok sayıp birdenbire sahip olduğu gücü ön plana çıkarması beklenemezdi. Fakat içten içe yıkıcı faaliyetlerde bulunarak müslümanları birbirine düşürmeye çalışan ve bunu temin için münafıklarla iş birliği yapan müşriklerin mevcut antlaşma hükümlerini fiilen bozmaları karşısında, içi boşaltılmış bir antlaşmayı istismar etmelerine de müsaade edilemezdi.

Müşriklerin antlaşma hükümlerini sinsice ihlâl etmeleri ve hıyanet içinde bulunmaları karşısında Resûlullah'ın da bu antlaşmaları bozabileceği Enfâl sûresinde bildirilmiş (8/58) ve bu konuda müslümanların fikrî bir hazırlık içinde olmaları sağlanmıştı. Tebük Seferi'nde yaşanan birçok olay da müslümanlarla birlikte hareket ediyor görünen kişilerin gerçek yüzlerini açığa çıkarma açısından onlara önemli tecrübeler kazandırmıştı. Nihayet Tebük Seferi'ni takiben bu bildirimin yapılması zamanının geldiği Resûlullah'a vahyedildi: Müslümanların antlaşma yaptığı müşrikler artık bu antlaşmanın geçersiz olduğunu bilmeliydiler! Peygamber'in bizzat bulunmayıp emîr olarak Hz. Ebû Bekir'i görevlendirdiği hac esnasında bu duyuru yapılacak ve buna bağlı sonuçlar kendilerine hatırlatılacaktı.

Türkçe'de "berat" şeklinde telaffuz edilen berâe, sözlükte, "bir işten veya sorumluluktan sıyrılmak, kötü bir durumdan uzaklaşmak, katışık halden çıkıp duru hâle gelmek" gibi anlamlara gelir. Borçlu için "berî oldu" denince borçtan, hasta için "berî oldu" denince de hastalıktan kurtulduğu ve aslî durumuna döndüğü kastedilir. "Berâet-i zimmet asıldır" şeklindeki hukuk kaidesinde geçen berâet kelimesi suçsuz ve borçsuz olmayı ifade eder. Bu kelimenin bir de toplumlar arası ilişkiler ve savaş hukuku bakımından ifade ettiği bir anlam vardır ki, o da taraflar arasında dostluk ilişkisinin kopması, dokunulmazlık ve güven ilkesinin geçerliliğine son verilmesi, daha önceki taahhütlerin sorumluluğundan kurtulma, kısaca ilişki kesmedir.

1. âyette geçen "berâe" kelimesini yapılan bildirimin içeriği dikkate alınarak ve bunun şiddetli bir ihtar olduğunu belirtmek üzere "ültimatom" şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat milletlerarası ilişkiler terminolojisinde bu kelimenin kullanıldığı anlam ile âyetteki berâe kelimesinin tam olarak örtüştüğü söylenemez.

Âyette bildirimde bulunan taraf Allah ve resulü, bildirimin yapıldığı taraf ise müslümanların kendileriyle antlaşma yaptıkları müşrikler şeklinde ifade edilmiştir. Burada şöyle bir anlatım inceliğinin bulunduğu görülmektedir: Müşriklerle muahede konusunda "kendileriyle antlaşma yaptığınız" ifadesi kullanılarak yüce Allah'ın böyle bir antlaşmaya taraf olamayacağı, sadece belirli şartlarda müslümanların bu tür bir akdin tarafı olabilecekleri ima edilmiş olmaktadır (Râzî, XV, ). Hz. Peygamber'in bu akde taraf olması ise Allah'ı temsilen değil müslümanların temsilcisi ve yöneticisi sıfatıyladır. Nitekim bu duyurunun ne zaman yapılacağını bildiren 3. âyette Allah ve resulünün müşriklerle hiçbir bağının bulunmadığı ayrıca ifade edilmiş ve Hz. Peygamber de müşriklerin bulunabileceği hicretin 9. yılındaki bu hacda bulunmamıştır. 7. âyette de bu ince mânayı koruyan bir ifade kullanıldığı görülmektedir. Resûlullah'ın sefere gönderdiği kumandanlara şu meâlde bir tâlimat vermesi de bu yorumu güçlendirici niteliktedir: Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden Allah ve resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme, kendin ve arkadaşların adına antlaşma yap; zira kendinin veya arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl etmen Allah ve resulünün taahhüdünü ihlâl edilmiş hâle düşürmekten iyidir. Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden kendileri hakkında Allah'ın hükmünü vermeni isterlerse, bunu kabul etme, kendi hükmünü ver; çünkü onlar hakkında Allah'ın hükmünü isabet ettirip ettiremeyeceğini bilemezsin (Müslim, "Cihâd", 3).

Muhatapların hiç süre verilmeksizin, âniden antlaşmaya son verildiği ve böylece haksızlığa uğratıldıkları iddiasında bulunamamaları için 2. âyette kendilerine dört ay süre verildiği bildirilmiştir. Bu âyetteki "serbestçe dolaşın" şeklinde çevrilen "sîhû" emrinin masdarı olan "siyâha(t)", Arap dilinde sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi aykırı davranışları sebebiyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven içinde dolaşarak kendilerini korumak için her türlü önlemi alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatılmakta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık sorumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir (Elmalılı, IV, ). Bununla birlikte âyetin devamında müşriklerin Allah'ı asla âciz bırakamayacakları ve Allah'ın inkârcıları rüsvâ edeceği yönünde bir uyarı yapılmaktadır. Müteakip âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, burada müşriklere şu hususlar bildirilmiş olmaktadır: Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden yararlanamazsınız. Şayet eski tavırlarınızda ısrar ederseniz ve İslâm'ın müslümanlar için en kutsal mekân ilân ettiği Kâbe'nin çevresinde varlığınızı ve egemenliğinizi sürdürmeye çalışırsanız müslümanlara karşı savaş açmış sayılırsınız ve bunun sonuçlarına katlanırsınız. Fakat biliniz ki bu şekilde süre verilmesinin sebebi âcizlik değil, size düşünüp taşınma ve tövbe etme imkânı sağlamaktır; yine biliniz ki Allah'ın iradesini aşamazsınız, O'nu âciz bırakamazsınız ve rezil rüsvâ olmayı göze almış olursunuz; eğer tövbe ederseniz bu sizin için daha iyi olur (Râzî, XV, ).

Burada verilen dört aylık sürenin başlangıcı ve bitimi hakkında tefsirlerde farklı açıklamalar yer almaktadır (Taberî, X, , ; Zemahşerî, II, ; Râzî, XV, , ). Bazı müfessirler Tevbe sûresinin Şevval ayında indiği bilgisinden hareketle bu sürenin Muharrem ayının sonunda bitmesi gerekeceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat âyetin, Hz. Ebû Bekir'in hac için gönderilmesini takiben indiği, burada antlaşmanın feshini takiben belirli bir müddet tanınmasının amaçlandığı ve bunun hac esnasında (Zilhicce ayının 9 veya günü) tebliğ edildiği dikkate alınınca, dört aylık bu sürenin Zilhicce'nin 10'undan Rebîülâhir'in 10'una kadar olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Taberî, süre verilen tarafın bunu bilmesi gerektiği ilkesine ve bu bildirimin de hac esnasında yapıldığı olgusuna dikkat çekerek anılan görüşü eleştirmektedir (X, 66). Bununla birlikte, o yıl Zilhicce'nin onu sayılan hac gününün gerçekte Zilkade ayına tesadüf ettiği rivayeti esas alındığında, bu süre 10 Rebîülevvel'de sona ermiş olmaktadır; zira o sırada henüz müşriklerin "nesî" âdeti kalkmamıştı ve aylar Resûlullah'ın haccında yerine oturmuştu ("nesî" hakkında bilgi için bk. âyet 37).

Âyette belirtilen dört aylık sürenin ilgilileri hakkında birçok izah yapılmıştır. Bu izahlar ile 4 ve 7. âyetlerde ahidlerine sadakat gösterenler için getirilen istisnalar birlikte deÄŸerlendirildiÄŸinde, buradaki süre ile müşriklerle yapılmış antlaÅŸmaların süreleri arasındaki iliÅŸkiyi şöyle açıklamak uygun olur: AntlaÅŸmalarına sadakat gösterenler bakımından daha önce belirlenmiÅŸ süreye uymak gerekir; burada belirlenen süre antlaÅŸma hükümlerini çiÄŸneyenler hakkındadır. Bunlardan müddeti âyette belirtilenden daha fazla kalmış olanlar hakkında bu süre kısaltılmış, daha az kalmış olanlar ile süre tayin edilmeden antlaÅŸma yapılanlara ise bu kadar süre verilmiÅŸtir (Taberî, X, , ,77; Râzî, XV, ). Şu var ki Taberî, buradaki "dört ay"ın müslümanlarla aralarında antlaÅŸma bulunan, 5. âyetteki "haram aylar"ın ise müslümanlarla aralarında antlaÅŸma bulunmayan müşrikler hakkında olduÄŸu kanaatindedir. Buna göre, süresiz antlaÅŸması bulunan veya süreli olmakla beraber ahdini bozmuÅŸ bulunan müşriklere o yılın hac gününden itibaren dört ay (10 Rebîülâhir'e kadar) müddet tanınmış, antlaÅŸması bulunmayan müşrikler bakımından ise verilen süre muharrem ayının sonunda (yapılan bildirimden elli gün sonra) bitmiÅŸ olmaktadır (X, 66). Fakat 5. âyetteki "haram aylar"ın Ä°slâmî terminolojide "eÅŸhür-i hurum" diye bilinen (bk. âyet 36) aylar ÅŸeklinde anlaşılması ve böylece antlaÅŸması bulunmayan müşriklere iki aydan az bir süre tanındığı sonucunun çıkarılması bu sûre ile getirilen düzenlemenin ruhu ile baÄŸdaşır görünmemektedir. Zira antlaÅŸmasını bozan müşriklere bile dört ay güvence ve düşünme fırsatı veren bir düzenlemede, –antlaÅŸması bulunmayanlar sürekli savaÅŸ halinde kabul edilse dahi– hiç deÄŸilse ahdi bozmuÅŸ durumda bulunmayan bu kesim için diÄŸerine göre çok kısa bir süre tanınması anlamlı görünmemektedir.

3. âyetin "büyük hac günü" diye çevrilen kısmıyla ne kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birine göre Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra yapılan umreye hacc-ı asgar (küçük hac) dendiği için, İslâm'da ilk defa hicretin 9. yılı yapılan bu hacca da onun mukabili olmak üzere hacc-ı ekber (büyük hac) denmiştir. Taberî'nin de tercih ettiği bu yoruma göre âyette geçen "büyük" sıfatı sırf o yılın haccına özgü değildir, umre mahiyetinde olmayan hac ilk defa o yıl başladığı için böyle anılmıştır ve daha sonraki bütün haclar için bu sıfat geçerlidir (X, ). Bazı âlimler bu haccın böyle nitelenmesinin sebebini, o yıl müslümanların ve müşriklerin bir arada bulunmaları ve haccın bir Ehl-i kitap bayramına tesadüf etmesi şeklinde açıklamışlar, gerek daha önce gerekse daha sonra böyle bir durumun benzerine rastlanmadığını belirtmişlerdir (Taberî, X, 75; Zemahşerî, II, ). Bazı âlimler de inkârcıların bayramının Allah'ın hoşnut olmadığı günlerden olduğu gerekçesiyle bu yoruma karşı çıkmışlardır. Râzî bu eleştiriyi isabetsiz bulur ve burada maksadın, bütün bu inanç gruplarınca o günün büyük telakki edildiğini belirtmek olduğunu kaydeder (XV, ). Diğer bir yorum da şöyledir: Âyette o yılın haccı için böyle niteleme yapılması, İslâm'ın başarı ve üstünlüğünü, putperestliğin zelil hale düştüğünü ilân eden hac olması sebebiyledir. O yılın haccı bu açıdan özel bir önemi haiz olmakla beraber, müslümanlar nezdinde en yüce değere sahip hac kuşkusuz Resûlullah'ın ertesi sene yaptığı Vedâ haccıdır ve âyetteki niteleme bunu da kapsamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber kendi bulunduğu hac hakkında "Bu en büyük hac günüdür" buyurmuşlardır. Bu sebeple âyetteki hacc-ı ekber tabirini, ilânın yapıldığı hac günü açısından hicrî 9. yılda yapılan hac diye, bu ilânın sonuçlarının tam olarak gerçekleşmesi açısından ise Vedâ haccı diye anlayanlar olmuştur. Bazı müfessirlere göre ise buradaki "büyüklük" vasfı, o yılki haccın başka haclarla veya ibadetlerle karşılaştırılması anlamını içermemekte, hac ibadetinin en büyük kısmına işaret etmektedir; bu anlamıyla büyüklük bütün hacların o önemli kısmı hakkında geçerlidir. Âyette önemli kısım yevm kelimesiyle ifade edilmiştir. Arapça'da yevm kelimesi hem "vakit" hem de "gün" anlamına geldiği için burada belirli bir günün değil hac vaktinin tamamının kastedildiğini ileri sürenler olmuştur (Taberî, X, 74). Fakat burada bir süre tanıma hükmünün bulunduğu ve sürenin başlangıcının muayyen olması gerektiği için bunu belirli bir gün olarak anlamak bağlama uygun düşer. Bu günün ise arefe veya bayram günü olabileceği söylenmiştir. Gerek haccın tamam olmasını sağlayan fiiller gerekse bu âyet uyarınca yapılan duyuruya ilişkin tarihî bilgiler (Zemahşerî, II, ) dikkate alındığında, buradaki maksadın bayram günü olduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir (Taberî, X, ).

Âyette sözü edilen duyuru, sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken açıklandığı üzere, Hz. Ali tarafından yapılmıştır. Bunu, konuyla ilgili bazı rivayetler ve o günkü Arap âdetleri ışığında Hz. Ali'nin Ehl-i beyt'ten olması ile izah etmek mümkündür (Elmalılı, IV, ). Fakat bazı Şiîler'in yaptığı gibi bu rivayetleri ve olayı ön yargılı bir yoruma tâbi tutarak bundan Allah'ın elçisine gelen vahiyleri tebliÄŸ görevinin, dolayısıyla halifelik hakkının Hz. Ali'ye ait olduÄŸu sonucunu çıkartmak tamamen mezhep taassubuna dayalı bir yaklaşımdır (Şiî tefsirlerinde tebliÄŸ görevinin Ebû Bekir'e verildikten sonra ondan alınıp Ali'ye tevdi edildiÄŸi hususuna vurgu yapılır, bk. Tabersî, V, ). Bu tür saptırılmış yorumlarla her ikisi de ilk müslümanlardan ve Ä°slâm büyüklerinden olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali'nin karşı karşıya getirilmesi, Resûlullah'ın önemi üzerinde ısrarla durduÄŸu birlik beraberlik ruhuyla ve tarihî verilerle baÄŸdaÅŸmaz. Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'i hac emîri olarak görevlendirdiÄŸi ve hac esnasında tebliÄŸ edilecek bu âyetlerin, onun yola çıkmasından sonra nâzil olduÄŸu ortadadır. Böyle bir durumda Hz. Ali'nin bu iÅŸ için görevlendirilmesi gayet normaldir. Zira –onun diÄŸer vasıfları yanında– Hz. Ebû Bekir'e göre daha genç olduÄŸu, tebliÄŸ iÅŸinin ise gür bir ses istediÄŸini göz ardı etmemek gerekir. Yine unutmamak gerekir ki, bu âyetler indiÄŸinde onları Resûlullah'tan öğrenip ezberleyen Hz. Ali'dir. Hz. Ebû Bekir'in bunları Hz. Ali'den öğrenip tam olarak ezberlemesi ve halka duyurması yerine doÄŸrudan Hz. Ali'nin tebligatı yapması daha mâkuldür. Kaldı ki hadis kaynakları da, duyuru esnasında Hz. Ali yorulunca buyrukları Hz. Ebû Bekir'in tebliÄŸ ettiÄŸini haber vermektedir (AteÅŸ, IV, 32).

Siyer kaynakları incelendiğinde, müslümanların putperestlere bu bildirimi yapabilecek duruma gelinceye kadar ne büyük haksızlıklara mâruz kaldıkları ve dayanılmaz acı ve eziyetlere katlandıkları açıkça görülür. Böyle bir mücadelenin sonunda büyük bir başarı elde eden tarafın, bütün beşerî istek, eğilim ve zaaflarını yenip karşı tarafa yeni fırsatlar tanıması kolay bir iş değildir. Fakat İslâmiyet'in temel hedefi insanlığı hidayete ve aydınlığa eriştirmek olduğu için Kur'an hemen bu muhtemel zaafların önüne set çekip karşı tarafa tövbe imkânı verilmesini istemektedir. Ardından, müşriklere tövbeye yanaşmadıkları takdirde müslümanlara savaş açma iradesi ortaya koymuş olacakları, fakat asla Allah'ı âciz bırakamayacakları tekrar hatırlatılmaktadır.

İnkârcıların azabın dünyadakinden ibaret olmayıp asıl şiddetli azabın âhirette olduğunu bilmeleri için ve onların dünya görüşünü hafife alan bir üslûpla âyetin sonunda "İnkârcıları elem veren bir azapla müjdele!" buyurulmuştur (Râzî, XV, ).

4. âyette ahde vefâ ilkesinin önemine yeni bir vurgu yapılarak 2. âyette verilen genel sürenin ahdi bozanlarla ilgili olduğuna işaret edilmekte, müslümanlarla yaptıkları ahidlerine tam olarak riayet etmiş ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermemiş olan müşriklere antlaşmadaki süre doluncaya kadar mühlet verilmesi istenmektedir. Sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken belirtildiği üzere Hz. Ali tarafından özellikle ilân edilen dört husustan biri şu idi: Verilen söz tutulacak. Resûlullah'ın tâlimatına binaen yapılan duyuru âyetteki bu hüküm hakkında duyarlı davranılmasını ve antlaşmayı bozanlarla ahdine vefâ gösterenlerin bir tutulmamasını sağlamayı hedefliyordu. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, kalan en uzun süre Kinâne kabilesine bağlı bir kol ile yapılan antlaşmada yer alıyordu ve bu sürenin dolmasına dokuz ay kalmıştı (Râzî, XV, ; bu konuda ayrıca bk. âyet 7); bu müddet tamam olunca Arap yarımadasında özel antlaşması bulunan hiçbir müşrik kalmamış oldu. Âyetin sonunda Allah'ın müttakileri (sakınanlar) sevdiği belirtilerek ahde vefânın takvânın icaplarından olduğu da hatırlatılmaktadır.

5. âyette, haram aylar çıkınca artık müşriklerin sıkı bir takibe alınmaları gerektiği bildirilmiştir. Zira süre verilerek yapılan bildirimden sonra karşı tarafın ilân edilen yasak bölgede müşrik sıfatıyla varlığını sürdürmeye çalışması savaşı tercih etmiş oldukları anlamına gelecektir. Onlara bu aşamada toleranslı davranılması ise, inançlarının icaplarını yerine getirmelerine müsaade etme, dolayısıyla tevhid inancının sembolü olarak inşa edilen Kâbe'yi tekrar putperestliğin eline teslim etme sonucunu beraberinde getirirdi. Bu sebeple âyetteki buyruğa göre onların takibi konusunda asla gevşek davranılmayacak, geçit başlarını tutup gözetleme, muhasara altına alma, esir alma ve gerektiğinde öldürme dahil, Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden ebedî olarak arındırılması için lüzumlu her tedbir alınacaktı. Resûlullah'ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan dinden dönme hareketleri de, bu kesin tavır ve köklü icraatın ne kadar isabetli olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Fakat aynı âyete göre, onlara tövbe yolu açık tutulacak, namazlarını kılar ve zekâtlarını verirlerse, yani en azından dış dünyaya yansıyan davranışları itibariyle müslüman kimliği sergilerlerse onlara dokunulmayacaktır. Çünkü Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine sınır yoktur.

Râzî (XV, ) âyetin bu kısmında ince bir mâna bulunduğunu belirtip bunu şöyle açıklar: Yüce Allah bu kimselerin lehine olan yolları daraltıp onları ağır cezalara müstahak saydıktan sonra, inkârlarından vazgeçerek tövbe edip namazlarını kılmaları ve zekâtlarını vermeleri halinde dünyada bütün bu felâketlerden kurtulmuş olacaklarını ifade etmiştir. O'nun engin lutfuyla âhirette de durumun böyle olacağını umarız. Zira tövbe, kişinin fikrî potansiyelini cehaletten, namaz ve zekât ise davranış potansiyelini insana yaraşmayan eylemlerden arındırması demektir. Bu da, tam anlamıyla mutluluğun bunların gerçekleşmesine bağlı olduğunu gösterir. Yani onlar tövbenin ve sayılan amellerin hakkını verirlerse karşılığı dünyadaki kurtuluşla sınırlı kalmaz, Allah'ın lutfuyla âhirette de kurtuluşa erip kâmil anlamda mutluluğu yakalayabilirler.

Burada dikkat çeken bir husus müşriklerin takibine iliÅŸkin tedbirlerin mahiyeti ile ilgilidir. Âyette sayılan önlemlerin kendi içinde tutarlı olabilmesi için "öldürme" son çare olarak düşünülecektir. Zira önce öldürme cihetine gidildiÄŸinde diÄŸer önlemlerin bir anlamı kalmamaktadır. Düşmanı öldürme zaten savaÅŸ sürecinin tabii sonuçlarından olduÄŸuna göre, burada öldürmenin özellikle tasrih edilmesi ise –muhtemelen– diÄŸer önlemler göz ardı edilerek bu yola gidilmemesini hatırlatmak içindir. Nitekim müteakip âyette hemen tövbe edip Ä°slâm'a girmemekle beraber Ä°slâm'ı müslümanların içinde görüp öğrenmek, üzerinde düşünmek için fırsat ve bunu saÄŸlayacak bir güvence verilmesini isteyen müşriklere bu imkânın tanınması istenmiÅŸtir. Bu anlayış Kur'an'ın öldürme konusundaki diÄŸer ifadelerine de uygun düşmektedir. Zira Kur'an'da "öldürmek" anlamına gelen katl kökünden türetilmiÅŸ kelimelerin defa kullanıldığı, fakat müslümanlara yöneltilmiÅŸ emir kipi olarak "uktulû" (öldürün) ÅŸeklinde sadece üç sûrede (burada, Bakara 2/'de ve Nisâ 4/89, 91'de) geçtiÄŸi, bunların da doÄŸrudan öldürmeye yöneltme anlamında olmayıp karşı saldırı ve savaÅŸ baÄŸlamında yer aldığı görülür.

"Haram aylar" (el-eşhürü'l-hurum) tamlaması ile bu sûrenin âyetinde sözü edilen vuruşmanın yasaklandığı haram ayların kastedildiği kanaatini taşıyan âlimler bulunmakla beraber (Taberî, X, , 78), 2. âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, burada maksadın 2. âyette verilen dört aylık süre, yani duyurunun yapıldığı hac gününden itibaren dört aylık müddet olduğu şeklindeki yorum (Râzî, XV, , ; Mevdûdî, II, ) bu sûrenin getirdiği hükümlere ve ifade akışına daha uygun düşmektedir (Zemahşerî de bunu "ahdini bozanlara dolaşmaları için verilen süre" şeklinde açıklamakta ve onun Taberî'den farklı düşündüğü anlaşılmaktadır, bk. II, ).

Genellikle müfessirlerce bu âyetin seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmesi ve müşriklerle iliÅŸkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruÄŸunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduÄŸuna hükmedilmesi, çağımızdaki bazı müellifler tarafından eleÅŸtirilmiÅŸtir. Bunlardan Derveze, Taberî'nin bu âyetin antlaÅŸması bulunan ve bulunmayan bütün müşrikleri kapsadığı kanaatinde olmasını yadırgayarak zikreder ve Kur'an'ın bu konudaki baÅŸka âyetleri ışığında âyete bu mânanın yüklenemeyeceÄŸini savunur. Ona göre buradaki müeyyideler sadece antlaÅŸmalarını bozmuÅŸ olan müşrikler hakkında söz konusudur ve müslümanların ahidlerini bozmadıkları veya hıyanet sayılacak davranışlarda bulunmadıkları sürece müşriklerle yeni antlaÅŸma yapmaları veya mevcudu uzatmaları için bir engel bulunmamaktadır. Âyette müşriklerin serbest bırakılmalarının, ÅŸirkten tövbe edip namaz kılma ve zekât vermelerine baÄŸlanması ise, antlaÅŸmalarını bozmaları ve müslümanlarla savaÅŸ haline girmeleri neticesinde ikinci defa antlaÅŸma haklarını kaybetmelerinden ötürüdür ve bu durumda müslümanların onlardan bunu talep etme hakları doÄŸmaktadır; yoksa bu, dine girmeleri için zorlama anlamında deÄŸildir. Hatta müslümanların yararına olacağı kanaatine varılırsa ahdini bozanlarla ikinci bir antlaÅŸma yapılmasına da mâni yoktur (XII, ). Bu âyetten, bundan böyle müşriklerle iliÅŸkilerde diÄŸer âyetlerde yer alan hüküm ve ilkelerin tamamen yok sayılmasının istendiÄŸi anlamının çıkarılamayacağı noktasında yazara katılıyoruz. Fakat kanaatimizce burada –yukarıda açıkladığımız amaç doÄŸrultusunda– Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliÄŸinden temizlenmesi için özel bir düzenleme yapılmış olduÄŸundan, âyetteki müeyyide müslümanlarla aralarında antlaÅŸma bulunmayan müşrikleri de kapsamaktadır. Bir baÅŸka anlatımla, bu sûrede yapılan bildirim Ä°slâm tebliÄŸi bakımından bir dönemeç noktası oluÅŸturmakta, müslümanlar için en kutsal mekân olan Beytullah çevresi müşriklere yasaklanmaktadır. Tevbe sûresinin tarihî çerçevesine dair bir makale kaleme alan Hüseyin Mûnis de bu sûrenin Ä°slâm mesajının ilk muhatapları olan müşrik Araplar bakımından yeni bir dönemin baÅŸladığının habercisi olduÄŸu, artık Câhiliye anlayışına baÄŸlı ve putperest kalarak Kâbe'ye girmenin serbest olmadığı bir döneme geçildiÄŸinin bildirildiÄŸi kanaatindedir ("el-Ä°târu't-târîhî li-sûreti Berâe", Mecelletü Mecmai'l-luÄŸati'l-Arabiyye, LXVII, , ). Bununla beraber ahde vefâ ilkesinin Ä°slâmiyet'te çok önemli bir yeri bulunduÄŸundan, antlaÅŸması olanlara –antlaÅŸmalarını çiÄŸnemiÅŸ bile olsalar– belirli bir süre tanınmakta, bu süreden sonra hangi gruptan olursa olsun müşriklerin bu mekândan uzaklaÅŸtırılmaları istenmektedir. Nitekim bu sûrenin âyetinde bu husus kesin bir kurala baÄŸlanmıştır ve Derveze de bu âyetin hükmünü –önceki âyetlerle baÄŸlantısına dikkat çekmeye çalışmakla beraber– farklı yorumlamamaktadır (XII, ).

Şu var ki, bu âyetlerde anılan amaç doÄŸrultusunda kapsamlı bir düzenleme yapılmış olmasına raÄŸmen, Resûlullah'ın herkes için rahmet olduÄŸu gerçeÄŸi ve Ä°slâm'ın hoÅŸgörü anlayışı böyle kesin tavır almayı gerektiren bir durumda dahi hemen dikkat çekmektedir; zira 6. âyette Hz. Peygamber'den, verilen sürenin tamamlanmasından sonra bile olsa bir müşrik kendisinden himaye ve güvence isterse ona güvence verilmesi istenmiÅŸtir. Bu buyruÄŸun 5. âyetin sonundaki yüce Allah'ın bağışlama ve rahmetine sınır bulunmadığını belirten ifadenin hemen ardından gelmesi manidardır. Âyetten anlaşıldığına göre böyle bir güvence saÄŸlanmasının amacı, yeterli bilgi sahibi olmayan putperestlerden isteyenlere Allah'ın dinini daha yakından tanıma ve üzerinde düşünme fırsatı vermektir. Böylece 5. âyetin yanlış anlaşılması da önlenmiÅŸ olmaktadır. Zira böyle bir imkân tanınmasa, 5. âyette bir dayatmanın söz konusu olduÄŸu ve sırf canını kurtarmak amacıyla tövbe etmiÅŸ görünmeye, dolayısıyla Müslümanlığın icaplarını sadece görüntüde yerine getiren riyakâr ve münafık insan tipinin geliÅŸmesine kapı aralandığı yorumu yapılabilirdi. Ayrıca bu âyetten, verilecek güvencenin her türlü baskı ve kaygı ihtimalini ortadan kaldıracak biçimde olması gerektiÄŸi de anlaşılmaktadır. Çünkü âyete göre güvence verilen kiÅŸinin sadece Allah'ın sözüne muttali olması, yani Ä°slâm dinini tanıması saÄŸlanacak, asla baskı yapma yoluna gidilmeyecektir. Şayet bu imkân saÄŸlandıktan sonra o kiÅŸi kendi tercihiyle baÅŸ baÅŸa kalmak istiyorsa sadece serbest bırakılmakla yetinilmeyecek, güvende olacağı yere kadar ulaÅŸtırılacaktır. Ä°slâm'ın mahiyetini ve hakikatini bilmeme mazeretini ortadan kaldıran bu aÅŸamadan sonra ise bu kimseler artık yaptıkları bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya yukarıda açıklanan gerekçeyi dikkate alarak kutsal bölgeden uzaklaÅŸacaklar veya müslümanlara savaÅŸ ilân etmiÅŸ kabul edileceklerdir. Bu husus, bulundukları yerde öldürülecekleri hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduÄŸunu ve onun ötesinin –kural olarak– güvenli sayılacağını da göstermektedir.

Ä°slâm âlimleri bu âyetten, müslümanların, –kendilerine savaÅŸ açtıkları bir topluluÄŸun üyesi bile olsa– Allah'ın birliÄŸi ve Hz. Muhammed'in peygamberliÄŸi konusunda delil gösterilmesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah'ın dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle yükümlü oldukları sonucunu çıkarmışlardır. Yine bu âyetin yanı sıra Resûlullah'ın söz ve uygulamalarından, ister Ä°slâm dinini yakından tanıma amacıyla isterse ticarî, turistik veya diplomatik bir amaçla Ä°slâm ülkesine güvence alarak girmiÅŸ kimseye (müste'min) verilen teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesinin farz olduÄŸu hükmüne ulaşılmıştır (Elmalılı, IV, ).

Âyetteki "Allah'ın kelâmını işitme" anlamına gelen ifadeden hareketle bazı müfessirler Allah'ın sözünün mahiyeti konusundaki tartışmalara yer verirler (bk. Râzî, XV, ; bu konuda bir değerlendirme için bk. Giriş).

Mostafa Mohamed s&#;rprizi! Nantes
Dzeko'dan sonra bir golc&#; daha! Resmi a&#;ıklama geldi

Tövbe duası nasıl okunur? İstiğfar duası okunuşu ve anlamı nedir? istiğfar duası diyanet

Tövbe duası nedir nasıl okunur? İstiğfar duası okunuşu ve türkçe anlamı nedir? Şeklindeki sorular Ramazan ayının son günlerinde gününü ibadet ederek geçirmek isteyen vatandaşların gündeminde. İşte tövbe ve istiğfar duası okunuşu ve anlamı haberimizde

TÖVBE DUASI NASIL OKUNUR?

“Estağfirullah. Estağfirullah. Estağfirullahe'l-azîm el-kerîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüve'l-hayyü'l-kayyûmü ve etûbü ileyhi, tevbete abdin zâlimin li-nefsihî, lâ yemlikü li-nefsihî mevten velâ hayâten velâ nüşûrâ. Ve es-elühü't-tevbete ve'l-mağfirete ve'l-hidâyete lenâ, innehû, hüve't-tevvâbü'r-rahîm.”

İSTİĞFAR TÖVBE DUASI ANLAMI NEDİR?

“Ya rabbi! Bu ana gelinceye kadar benim elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim, pişman oldum. Küfür, şirk, isyan, günah ve kusur her ne türlü hâl vaki oldu ise, cümlesine tevbe ettim, pişmanlık duydum. Bir daha yapmamaya azm ü cezm ü kast ettim. Sen bu tevbemi kabul eyle. Nefsime uyup, şeytana tabi olup da aynı günah ve kusurları bir daha tekrar etmeme imkan verme, yâ Rabbi. Bir daha iman ve ikrar ediyorum ki, Peygamberlerin evveli Âdem Aleyhisselâm, ahiri ise Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, bu ikisi arasında her ne kadar peygamber gelip geçtiyse, Bunların cümlesine inandım, iman ettim, hepsi de haktır ve gerçektir. Bütün peygamberlere, onlara gönderilmiş olan İlâhi kitaplara ve içindeki emirlere şeksiz ve şüphesiz iman ettim, dilimle ikrar, kalbimle tasdik ediyorum ve yine iman ve ikrar ediyorum ki en son kitap Kur'ân-ı Azimüşşân ve en son Peygamber de Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır.”

Hadis-i şerifte, “Her namazdan sonra, üç kere “Estağfîrullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etebü ileyh” okuyanın bütün günahları affolur” buyuruldu. Anlamı ise “Bu ana gelinceye kadar benim elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim.” demektir.
İstiğfârlardan meşhûr olanı, Peygamberimizin bildirdiği, “Estagfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanirrahîm el-hayy-ül-kayyûmüllezî la-yemûtü ve etûbü ileyh Rabbiğfir lî” istigfarıdır.

İSTİĞFAR DUASININ ARDINDAN AMENTÜ DUASI OKUNMALI

“Amentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve Rusulihi ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi, hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ ve’l-bâsü bade’l-mevt. Hakkun, eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh.”

Tevbe duası ile ilgili Hadis-i şerifte buyuruldu ki: Tevbe, günahtan sonra o günahı bir daha yapmamaktır. (seafoodplus.info)

Tevbeyi geciktirmek de büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek gerekir. (Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever.) (Bekara )

İstigfarın fazileti çok fazladır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: İstiğfar okuyunuz! İmdadınıza yetişirim. (Hud 52)

İstigfar eden, günde 70 defa aynı günahı işlese ısrar etmiş sayılmaz. (Tirmizi)

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir