abdullah göymen hastasını öldürdü / Gaziantep'teki hamileler bakar mısınız? | Page 6 | Kadınlar Kulübü - Kadın Sitesi

Abdullah Göymen Hastasını Öldürdü

abdullah göymen hastasını öldürdü

1 Cemal Süreya - 99 Yüz İzdüşümler - Söz Senaryosu Şiir Galaksisinin Hülyalı Şairi Yoğun arkadaşlıklarda tarih düşmem. İlk lerin önemi yoktur. Tıpkı Cemal de olduğu gibi. Aydınlık, güler yüzü, donmuş bir kare gibi hala belleğimde. Gördüğüm, bürokrata en benzemeyen bürokrat. Elindeki çantada bence teftiş raporlarından, ömür törpüsü dosyalardan çok şiirler, yazılar, çeviri müsveddeleri vardı. Kızdığını, köpürdüğünü görmedim, ancak gözlerindeki sonbaharı keşfederdim. Konuşurken hep ufukta bir yere bakardı, şiir galaksisinin hareketlerini gözlediğini düşünürdüm. Hülyalı bir bakış. Şiiri çok severdi. Bir şair için söylenebilecek bu en sıradan söz, Cemal Süreya da başka bir anlam kazanır bence. Başına konan devlet kuşlarını kovmuş, şiirin korunmasız serçesini baş tacı etmişti. Konuşması çoğu zaman, ölçüsüz uyaksız mısralar gibiydi. Ya düzyazısı? Şiiri kadar iyi. Zekası, satırlarda ironik bir tavırla parlayıverirdi. Onun 99 Yüz deki tasvirleri, tespitleri, düzyazının kısırdöngüsüne karşılık, imge dünyasına yanaşıyor. 99 Yüz deki bazı tipleri anlatırken, mensur şiirin kapısını çalmış. 99 Yüz ün atında ne yazılı? İzdüşümler/Söz Senaryosu.

2 Gerçekten de 99 Yüz, bir izdüşümler toplamıdır. İzlenimlerin tanıklığıdır. Gördükleriyle, okuduklarıyla, duyumlarıyla, gözlemleriyle oluşturduğu bir tür kimlik kartı. Kimileri bu kartı bir iftihar levhası gibi yanında taşıyacak, kimileri de saklamak için yorgun düşecek. İyi şair aynı zamanda iyi de bir arkeologdur. Yüze vuranları da görür, dibe çökenleri de. 99 Yüz de yer alan insanlar hakkında Cemal Süreya yı okumadan karar vermeyin, yanılgıya düşersiniz. Mülkiyeli Cemal Süreya, onların siyaset karnesini doldurur, ikmale kalanlar, tard edilenler, hep sınıf birincisi olanlar Siyaset dünyasından kişiler ilk kez bir şairin fantastik bakışından, ironik süzgecinden geçiyorlar. Geriye ne kalıyor? Kimilerinden bizim de yararlanacağımız birikim, kimilerindense birikinti. Turgut Özal, Süleyman Demirel, Deniz Baykal, Türkan Şoray, Güngör Bayrak, Cihat Burak İlk kez insanlar antolojisinde bir araya geldiler. Ortak noktaları neydi? Aynı toplumun ürünleri, alanlarının simgeleri olmaları. Onları okurken, prototiplerden yola çıkıp bu toplumun anatomisini çıkarabilir misiniz? Evet. Biraz bilgi, biraz zeka, biraz sezgi yeter. 99 Yüz ü yazarken güneş saati kullanmış Cemal Süreya. Kimileri çiğ ışık altında daha çok sırıtıyorlar defolarıyla, kimileriyse günbatımında daha romantik, daha insancıl görünüyorlar. Karanlıkta kalanlara gelince Hades e inenlerin de rehberidir. Sınıfsız bir sınıflamanın önderliğini yapmıştır bu kitabında. Kalem ne libaslara bürünmüştür burada Karanfil gibi görünür, ısırgan otu gibi dalar, yarayı kendi açar kendi sağaltır, kimseyi ölüme terk etmez. Sevecenlik ise tatlı bir bela gibi kılcal damarlara kadar ulaşır. Her insanın biyografisi tek bir cümleye indirgenebilir. Bir sözü -ama hayatıyla özdeşleşmiş- bir eylemi onu tanımak için yeterdir. Bana, Cemal Süreya nın biyografisini tek cümleyle yaz deseler, şu cümleyle yetinirdim: Paris ten getirdiği Chevrolet arabayı satıp ev alacağına Papirüs dergisini çıkaran adam. Yergide ve övgüde aynı ustalığı göstermenin edebi dengesini kurabilmiştir. Bu kitapta ben de varım, sık sık andığım, yazdığım bir mutluluk kaynağı. Biyografimi isteyenlere söylemişimdir, Cemal Süreya nın yazısını alsanıza, diye. O metni okurken, kuru biyografilerin sığlığında yüzmekten kurtulur, kendimi keşfetmenin zevkini yaşarım. Cemal Süreya nın 99 Yüz deki ironisi bazen zalimliğin sınırlarını zorlar ama zalimliğin bu kadar sevecen olanına rastlamadım desem, doğru bir saptamada bulunmuş olurum. Okuyacağınız kitapta yazdıkları, kahin olmayanın kehanetleridir. Portrelerde -bu türe sıkıştırmak doğru mu! - bunca yıl sonra, edebi tadın yanında doğruluk oranının da eksilmediğini fark ederiz. 99 Yüz de yer alanların çoğunu tanıyorsunuz, sizin de onlar hakkında elbet bir fikriniz, bir görüşünüz var. Birden onları tanıyamadığınızı, üzerlerindeki kabuğu kıramadığınızı, belki de maskeyi çıkaramadığınızı anlayıverirsiniz. Eski deyimle -Cemal Süreya gibi- nüfuz edemediğinizi itiraftan çekinmeyin. 99 Yüz de ne okuyacaksınız? Türkiye nin tarihini, tarih içinde görev üstlenenleri, edebiyattan magazine hayatın bütün renklerini. Yaşarken mumyalaşanlar, tarihin külleri altında yok olanlar. Portrelerin değişik özellikler taşıyan, bir senfoninin ayrı ölçülerini andıran üslubuna dikkat etmelisiniz. Yer yer bir Yunan trajedisindeki tavır, yer yer fantastik romandan birkaç sayfa, bazan ironiye uğrayıp parodiye giden bir anlayış. Yazma yöntemine gelince Şiirsel imgelerle çizdiği portreler, fazlalığa tahammül edemezdi, o da yazı stilinde ayıklamayı ön plana çıkarmıştır. Sanki şiir yazar gibi Şair Cemal Süreya, düzyazıyı da tasarrufla kullanmıştır. Şiirden edindiği alışkanlıkla. Portrelerin bazısı, donmuş bir fotoğraf karesine hayatiyet kazandıran rötuşçunun maharetidir.

3 Portreler tek başına bir insanın, fiziki ve ruhi anatomisi değildir. Toplumsal bir katmanın da varlığı sezilir. 99 Yüz ün bazı bölümleri mensur şiirdir dedim. Neden? Cemal Süreya, vapurdan iner, Sirkeci den Yeni Edebiyat ın Altın Kitaplar daki yönetim yerine, sonraları Hürriyet Gösteri ye gelir, yolda gördüklerini, rastladığı olayları, kişileri anlatırdı. Dudaklarından dökülenler bir şairin dağınık notları, şiire dönüştürülmeyi bekleyen ham mısralardı adeta. Bu yüzlere Cemal Süreya yı eklesem ne yapardım? Onun yüz tasvirlerine neler eklerdim Yazının bütünlüğünü bozsa da araya girerek, bunları zenginleştirmeliyim. Devletin tepesinde olmakla şiirin tepesinde olmanın bağdaşmayacağını ama gene de onda bir sentez parodisine dönüştüğünü belirtirdim. Hayatından küçük notlarla bunu süslerdim. Cemal Süreya insanın yüzüne nasıl bakardı? Hep onu düşünürüm. Sevgiyle, bazen içinden geçen hüznün yüzüne akseden haliyle. İnişli çıkışlı, engebeli insan ilişkileri görünürdü dostluk grafiğinde. Alıngan, kırılgan, kin tutmayan, çıkarsız, ivazsız garazsız bir dost. Yok, araya düştüğüm portre notları bitmedi Yokuş yorgunuyken gelip de yayınevinde oturuşunu. Gözlerinden belli olan kızgınlığını. İhmal edildiği duygusuna kapıldığındaki tedirginliğini. İnandıklarındaki inatçılığını, bağışlamaktaki hercai gönüllüğünü. Bölüşülen kalabalık gecelerin anlatılmadıkça artan güzelliğini. Bir yediveren güle benzeyen imzasını. Her şeye direndiğini, sadece şiire teslim olduğunu. Taşıdığı şiir flamasının üstünde yalnız kendi isminin değil, başka şairlerin adının da bulunduğunu, gizli bir Zümrüdüanka olduğunu yakın dostları hala sevgiyle hatırlar. Şairliğin alçakgönüllülük olduğunu acaba kaç kişiye öğretebildi? Hangi dergiyi yönettiysem, hangi projeye başladıysam, Cemal Süreya yla her zaman birlikteydim. Çünkü onun edebiyat gustosuna her projemde ihtiyaç duyardım. 99 Yüz. Acımasızlığın bile şiirselleştiği üslubuyla günah çıkarma kulübesinde yargılayan ve bağışlayan bir papazın halidir. Dil lezzeti, Türkçenin doyulmaz güzelliği, üslup denilen okuru yazara bağlayan zamkın gücü. Hepsi bir arada. Doğan Hızlan Eylül Turgut Özal Petrolü olmayan bir ülkenin Yamani sidir; onun sakalsızı, gözlüklüsü, soylu sayılmayanı, biraz da Yahudisi. Yahudi bakışlı Müslüman. Binbir Gece kişisidir. Bilindiği gibi, Binbir Gece Masalları nın birkaç kaynağı var: Arap, İran, Hint. Bu masallarda, özellikle de bütün bir Yakındoğu geleneğinde, mahşer duygusunu eğlence öğesinden de geçiren, cesareti ikiyüzlülükte de onaylayan davranışlar öne gelir. Binbir Gece Masalları nın ana teması, ölümü erteleme, ama yalnız bir gün için erteleyebilme kaygısına dayanır. O bir gün her gün sürecektir: Erotik vakit geçirme yolları, tiryakiler. Kahire hırsızları, sihirli lambayı kapmak isteyen Alaeddin ler. Sultanahmet cinleri, ağulu çaylar, Tahtakale maymunları, Harun Reşid dönemindekileri aratmayan dolandırıcılar, bankerler, uzak ülkelerde olağanüstü Sindbad yolculukları Evet, kafadanbacaklı bir Sindbad, ama en az onun kadar akrobat. Anadolulu Sindbad: Dev parmak çocuk! Yani hep masal. Şeydir de o, Gargantua nın adamakıllı küçültülmüş ve oranları değiştirilmemiş bedenine salıverilen, orada çok rahat hareket edebilen bir Ali Baba. Ali Baba ve Kırk Haramiler i ülkemizde bilmeyen yoktur; hiçbir biçimde emeğe dayanmayan başarının, kolay ulaşılan zenginliğin, olağanüstü şansın öyküsüdür: Açıl susam açıl! serüvenini böyle özetleyebiliriz. Otururken nesnel ölçülerle değerlendiremezsiniz onu; çünkü o durumda çok doğal ve tutarlı bir Buda, daha doğrusu herhangi bir Dalay Lama gibi görünebilir. 12 Eylül den önce oturuyordu.

4 Ayakta ise, 12 Eylül den sonraki Turgut Özal ı daha çok karşımızda buluruz. Yeni rolüne soyunmuş, görsel olanaklar da taşıyor olmasına uzmanlarca çalışılmış biri. İlk çizgi filmlerdeki gibi oynatmaya başlamıştır gözünü kaşını. Ayakta, konuşurken, bir kolu, bir dirseği hizasından ve başparmağı ayrık duracak biçimde öne doğru kıvrılıyor. O arada bir omuzu da hafifçe kabarmış olacaktır. Bu tavırda güven arama duygusu mu saklı? Güç gösterisinde bulunma niyeti mi? İkisi de belki. Elini kalçasına koysa Bir iki bakımdan kolay değildir bu. Ceketinin cebine soksa ya da öyle bir yapsa Ama o da bürokrat döneminin jesti. Oysa, o artık Eflatun tedbirli bir başbakan! Eski Poujade çının (esnaf avcısı), şimdilerde büyük sermaye egemenliğini terk etmeye çalışırken, biraz da sıkılıyor gibi görünmesi gerekir, değil mi? Sarkan, işlevsiz kol o anlamı taşıyor işte. Gülümsemesinden zaman zaman geçen bir kırıklık anlamı da onu yansıtmalıdır. Alabildiğine mazlum bir ses. Sanki herkesin sesi. O anlarda aralıksız olarak mutluluk vaat eden Turgut Özal, mutsuzluğunu temize çıkarmak isteyen bir Suudi Arabistan Churchill i kimliğine girer. Üretilmemişse, Türkiye koşullarına çok uygun biçimde seçilmiş bir ses. Gözlüğü bile sanki hepimizin gözlüğü. Az sonra inanç terimleriyle yalan söyleyecek. Hesap verir gibi dikte edecek. Bu sese te şaka, da öfke tonları da yerleşti. İç hazinedeki eşyadan sikke kesmeyi ilk akıl eden Osmanlı veziri. Demirel in karikatürü; ama onun cücesi değil, devi. Kısmi seçimlerden sonra kendi kendisinin karikatürü. Kırk Haramileri bir sıfır atarak Dört Eğilimlere düşürdü. Böylece TL den üç sıfır atma olanağı da elde etti. Bu da gösteriyor ki, elimizdeki kitap Binbir Gece Masalları nın Washington baskısı olabilir. Ya da Chicago Biraz da İngiliz Keynes i okumuş, belli. Bunu herkes bilsin diye, her gün sokakları kazdırıyor. Ama hep aynı sokakları. Asıl işi inandırmak. Neye mi? Bizdeki erozyonun başka ülkelerin topraklarında alüvyona dönüşmesinin iyi bir şey olduğuna. 4 Ocak Demirel in Yeni Yüzü Süleyman Demirel in siyasal hayatı çeyrek yüzyıla yaklaşıyor. Bu süre içinde aynı çizgiyi sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Sağa sola, aşağıya yukarıya oynamalar olmuş elbet. Ama bunlar siyasal esnekliklerin sınırlarını aşacak cinsten değil. Parlamento, tekniğin sağduyuyla denetimi olarak tanımlanır. Demirel bunu sağduyunun teknikle yöneltimi biçiminde anladı. Avucuna kurulu düzeni koydular; onu belli bir doğrultuda işletti. Gerçekçi. Ecevit gibi o da her şeyi ciddiye aldı. Ama Ecevit gibi bazı durumları trajik planda görmedi. Bu, Demirel in kendi adına en sağlam yanıdır. Menderes teki duygusallığı silerken fazla ileri gittiği ve o arada duyarlığı da kazıdığı söylenebilir. Bunun tepkisi gecikmedi; her yanında duyumlar fışkıran natüralist küçük kardeş yıkıntılar arasında birdenbire boy attı: Turgut Özal, Demirel in patlama halidir. Dış görünümü de bunu doğruluyor. Pişmiş topraktan, kilden yapılmış İlkçağ heykellerini andırır. Başında, kafasına yapışmış ve onun tam biçimini almış siperliksiz bir kasket vardır sanki; evde yemek yerken bile çıkarmaz. Bu köylü görünümü, ağırbaşlı bürokrat ve çalışan öğrenci tavrıyla devinim kazanır. Kendine güven ve sakınma duyguları iç içe. İsmet İnönü yü hiçbir zaman karşısına almadı; Celal Bayar ı hiçbir zaman gerçek anlamda üstlenmedi; ordudan her zaman fazlaca korktu. Zaferleriyle kendisi övünüyor görünmedi. Atatürk resmine de, kutsal kitaplara da sadece birer nesne olarak baktı. Bülent Ecevit i göz ucuyla süzdü. Necmettin Erbakan a katlandı. Turhan Feyzioğlu nu kullandı. Evet, tek çizgi üzerinde bütün bunlar

5 Yine de üç ayrı Demirel görüyoruz o çizgide: arasındaki Demirel; arasındaki Demirel; den sonraki Demirel. İlk dönemini dış politikada Üs yok, tesis var, iç politikada Yollar yürümekle aşınmaz sözleriyle özetleyebiliriz. Kendini iktidara getiren güçlere borçlarını öderken, bir yandan da onlara güvence verir. İşçi sınıfının gerçek anlamda yükselemeyeceğini, öğrenci hareketlerinin etkisiz kalacağını vurgulamak ister gibidir o sözlerle. Yollar yürümekle aşınmaz demek, Yel kayadan ne alır! anlamındadır. Yine de elbet, cümle, başka türlü anlaşılmaya da açık tutulmuştur. İleride o türlüsünü de kullanacak. Maddi özgürlüklere hiçbir zaman yaklaşım göstermeyen Demirel, bu dönemde, hiç değilse siyasal yüzeyde demokratik olma zorunu içindeydi. Hatta mahkûmdu buna. Birinci Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluşu (), yüzüne acı renkler, sert çizgiler getirdi. Yeni Demirel, aralarında sıkıntı da duyduğu muhakkak olan iki kişi ile resim çektiriyordu: Sütkardeşi Necmettin Erbakan, kankardeşi Alparslan Türkeş. Demirel in asıl yitim yılları bu yıllardır. Mussolini sini arayan bir Hitler gibi hareket eden Türkeş e paçayı fena kaptırmıştır. Artık Türkiye nin başbakanı gibi değil, bir kesimin başkanı gibi davranmaya başlamıştır. 12 Eylül olmasaydı, eski imgesi silinecek, bu yeni izdüşümüyle anılacaktı. Demirel in 12 Eylül den sonra Türkiye nin siyasi sorunları üzerinde biraz daha derin düşünme fırsatı bulduğu da anlaşılıyor. Özellikle militarizmi cesaretle eleştirdi. Rejim sorununa el attı. Ne var ki yüzünün umutsuzken daha güzel olduğu da ortaya çıktı den sonra da iki ayrı portreden söz edebiliriz: Kısmi seçimlerden önceki ve sonraki. İktidar umudu belirince paralelkenarı hemeninden yumağa dönüştürüyor. Mantık düzenine yeni duruma uygun bir kodlama getiriyor. Söz ve öyküyü bilimmiş gibi benimseyen, eski siyasetname yazarları gibi konuşmaya başlıyor. Hiçbir özeleştiri girişiminde bulunmuyor. Çelişkiler umurunda değil. Demokrasi, cumhuriyet, özgürlük kavramlarını evrensel değerler olarak gördüğünü söylerken, bir de bakıyorsunuz, bunları sol ve sağ için ayrı ve yerel ölçülere vurmaktan çekinmemiş. Sözgelimi, Demirel e göre, demokrasi her ülke için aynı anlamı taşır; ama laiklik bizim memleketimizin tabiri değildir. Ayrıca laiklik dini korumak için açılmış bir şemsiyedir. Kısmi seçimlerden sonra, giderek en temel konularda bile belirsiz laflar etmeye başlar. Bir yerde, Bizim gibi düşünmeyenlere de eşitlik istiyorum derken, Türk Ceza Kanunu nun ve maddelerini kendi Cumhuriyetçiliğinin sınırları olarak göstermeye başlar. Bakarsınız, Beni sadece devlet adamı değil, bir entelektüel sayın demiş. Sonra bakarsınız, antikomünist kavramını sadece komünist olmayan anlamında ele almış. Faşizmin bir ideoloji değil, bir kötülük olduğunun ayrımına varamamış. İlerisi için bir iktidar olasılığı belirince, arada söylemiş olduğu sözleri teker teker geri alma eğilimi içinde mi? Söz dediğin nedir ki zaten? Onları belirsizleştirecek, iki üç anlamlı kılacak biçimde birçok kez tekrarlarsın Ocak Deniz Baykal Deniz Baykal ı öğrenci hareketleri sırasında tanıyanlar, onu kendisine çok güvenen politikaya iyice meraklı bir genç olarak anımsıyorlar. Demokratik, modern her şeyi seven, liberal bir öğrenci. DP ye karşı elbet: ama CHP ye de karşı. Turan Güneş in rahlei tedrisinden geçti; bir süre YTP (Yeni Türkiye Partisi) çevrelerinde dolaştı. Yine de o planda yer almadı. CHP de, DP nin 46 ruhunu sürdürmek isteyen genç adam, dan sonra AP ye de bir yaklaşım gösterecek. Bunu bir reddi miras olarak görenler, o günlerde üniversitedeki öğretim görevlilerinin büyük ölçüde solculaşmalarına bir tepki olarak bağlayanlar var.

6 Ama Deniz Baykal, bir süre sonra Bülent Ecevit in çağrısını değerlendirdi; onun beyin takımına girdi de doçent. Türkiye nin Siyasi Eliti Üzerine doktora çalışmasını yayımladı. Özgür İnsan da partisinin politikasını savunan ekonomik, mali yazılar yayımladı. Akılda kalan bir çalışması da Siyasal Bir Davranış İncelemesi (). ABD ye gitti. Antalya milletvekili, politikayı profesyonel bir uğraş, bir meslek olarak görür. İnsanlar için değil, durumlar arası düşünür. Popülisttir; elite karşı, bürokrasiye karşı, reel politikanın adamı. Düşünceden, ideallerden değil, güç dengelerinden çıkış yapar. Nurullah Ataç hayranı (oğlunun adı Ataç); Ataç ın düşüncedeki aşırı kuşkuculuğu, her düşüncenin doğru olduğu kanısı, onda her durum sağlam olabilir biçiminde belirir. Bu yanıyla biraz halk avcısı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı yken ATAŞ ı millileştirdi. Petrol şirketlerinden para bulmak için ABD ye giden Başbakan Bülent Ecevit in uçağı Atlantik üzerinde uçarken Yine de çözümlemeye dayanan politika yürüten biri olarak; ilginç bir yüz olarak belirdi. Kişiliğine, hatta kişiselliğine yaslandığı halde, zaman zaman kişiliklerin ötesinde var oluyormuş gibi görünen, kendini bu niteliğiyle daha uzun süre gündemde tutan bir politik hareket yarattı. Üniversiteye hiç yaslanmadı. Bunu onun olumlu yanlarından biri olarak görmek gerekir. Ama öğrenci derneği yönetim kurulu başkan yardımcısı gibi bir çalışma biçiminden de bir türlü kurtulamıyor. Burada bir ikilem doğuyor: Politika Deniz Baykal için hem bir hayat biçimi, hem de o kadar ciddiye alınmayabilen geçici bir şey (sanki). Yine de Deniz Baykal demokratik hayatın bir ürünü, demokrasinin çocuğudur. Salt var olması, orada, oralarda bir yerde durması bile demokratik bir hava yaratır. Kızamağını henüz geçirmedi. Üç kişinin içinde ahbap, yüz kişi içinde yol gösterici, bin kişinin içinde hiç. SHP de Güçlü Genel Sekreter istemi şu soruyu akla getirdi: Kendine uygun gelmeyen bir iktidarın da mı isteklisi? Ortada görünmeyen, ama göründüğü zaman görsel Saçları alnına düşer. Kennedy (bir Halk Cumhuriyeti Kennedy si) çağrışımı. Reel politika, ona görünmeden de varolma olanağını sağladı. Sosyal davranış kürsüsü doçenti, ustası, daha doğrusu ağabeyi Turan Güneş gibi sadece bir eda halinde kalmadı; belirsiz de olsa, bir tavır olarak boy göstermeyi bildi. Baştan sanıldığı gibi, Ecevit in bir karikatürü olmadı. Karizması yok, bu yüzden bilinçli biçimde, sloganı da yok. Tavrı sanki partinin, hatta bütün politika tarihinin olması gereken tavrı. Bağırmayı gerçekçi bulmaz. Ama küçük kardeşi Alyoşa (İsmail Cem) gibi aydınlık sayılabilen bir gülümsemesi de yoktur. Onun gibi miyop değil, geleceğe fazlaca uzaktan bakar. Ama miyopluk gibi bunun da bir adı yok mu? Şu tavır: Biz daha öyle birkaç kişiyiz ki Bedavacı. Reel politika, natüralist politika mıdır? Baykal bir yerde natüralizmi izlenimci bir ılıca turizmine bağladığının ayrımında mı acaba? Belirsizlikten çok şey umuyor; belirliliği de beklenmedik anda gövde gösterisi olarak alıyor. Köksüz, ama sürekli bir veliaht duygusu içinde. Tam denge yitimi noktasında dayılanma eğilimi bu duygunun sonucudur. Oysa kendisinin toplumdaki izdüşümünden çok daha nitelikli olduğu da belli. Gemi aslanı felsefesi Baykal ı yıprattı. Eskiden merak edilirdi. Bugün, biraz da yanlış bir düşünceyle adamakıllı özsüz sanılmakta. Yalnız gölgesiyle göründü; ışığın hemen önünde durarak, hep öyle yaparak gölgesini büyüttü. Öyle ki pelerini ürkütücü de sayılır oldu. Evet, CHP ye karşı bir CHP liydi. Bülent Ecevit in karşısında kimi zaman direnmeyi, eleştiri gibi gösterirdi.

7 Şimdilerdeyse, Erdal İnönü nün önünde eleştiriyi direnme olarak gerçekleştirmek ister gibi. Bu da onu SHP nin dışında bir SHP li durumuna getirebilir. Her şey bitti mi? Sayılmaz. Deniz Baykal ın o saç büklümü, alınyazısını bugün yine özenle gizlemekte. Eskisi kadar güvenli biçimde olmasa da. 18 Ocak İhsan Doğramacı Gülümseme hakkını da zaman zaman kullanmaktan vazgeçmeyen nobran yüz. Haydar Saltık ın sivili ve laiki Erbil (Kerkük) doğumlu İhsan Sabri Doğramacı nın TC yurttaşlığı de gerçekleşmiş; güzel şey. Ama bunun ABD den döndüğü gün, hemen o gün gerçekleşebilmiş olması da çok ilginç. Vakıf esprisini ABD deki anlamıyla ülkemize ilk getiren, hiç değilse bu espriye yatkınlık kazandıran adam. Entelektüel hayatımızın Özal ı. Fon ne demek? Doğramacı daki vakıf demek. Üstelik, Doğramacı daki, vakfı siyasal plana dönüştürme gücü, Özal ın fonlarla yaptırabileceğinden çok daha büyük. Çünkü işini duyarlıksız terazi sistemiyle gerçekleştirmekte. İlk özel üniversiteyi kurmak istedi; vakıf üniversitesi, kuracaktır. Ayrıca Fortune dergisindeki örneklere dayanarak vakıf devleti de kurmak isteyecektir. Nasıl? Kendi deyimiyle her işi başka kaynaklardan yürüterek, hiçbir yerden tek kuruş almadan oradan oralara milyarlar aktararak Ülkemizdeki iki ayaklı üslerin en sevimlisi; tesis de diyebiliriz. Çokuluslu (ABD, Fransa, Türkiye, İsviçre, Irak) profesör. Ferdinand Lundberg in Para Babaları (The Rich and Super Rich) adlı yapıtının bir yerinde şöyle bir cümle vardır: Sovyetler Birliği nde politika ile ilgilenebilmek için mutlaka Komünist Parti ye üye olmak gerekir. ABD de ise kişinin siyasa içinde etken rol alabilmesi için mal mülk sahibi olması şart. Doğramacı nın ülkemizde bu ikinci örneği tutundurmada büyük payı oldu. Vakıf, yani vergisiz servet ve gelir. Servetin belirsizliği, belirsizliğin gücü Doğramacı, Irak taki petrol ortaklığı paylarını satarak eşiyle birlikte İsviçre de bir Çocuk Sağlığı Vakfı kurdu. Vakıfların üst kademe yöneticilerinin son derece değerli, kusursuz politikacılar oldukları gerçeğini çok iyi bilir. İngilizcede vakıf yardımları için kullanılan bir deyim vardır; Doğramacı o deyimin yardımlardaki ön ya da art niyeti açıkladığının da pekala ayrımındadır: Aç köpekler! (Hungry dogs!) Hendek Savaşı sonrasında Selman-ı Farisi. Kimi zaman da, ne yazık, Yasef Nasi. Güler yüzlülüğü zorbalığın maskesi olarak kullanmakta usta. Dikkat edersek, 12 Eylül den bu yana yüzü her geçen gün biraz daha masummuş gibi geliyor bize. Gerçekte işlevi, oligarşiyi töhmetsiz göstermek. Hoşnutsuzluğu denetim duygusu, müdahaleyi ağırbaşlılık gibi kullanabiliyor. 12 Mart tan önce üniversitede hatırı sayılır ölçüde özerklik yanlısı göründüğünü de unutmayalım. Daha sonra, o da Demirel gibi (onunki kadar açıkça olmasa da) MHP eylemlerinden bir şeyler ummaya başladı: Tuttuğunu koparan milliyetçi! 12 Eylül den sonra ise özerkliğe tam karşı çıktı; onu kazıdı. Mamak Askeri Cezaevi talimatı ile YÖK yönetmelikleri arasında, tarihsel planda, gerçek içerik yönünden pek bir ayrım yoktur. Doğramacı, vakıf devleti için, boy atmasını özlediği elitin öğrenim yeri olarak bazı üniversiteleri pilot kurum saydı. Yeni elit, Özal ın lümpeninden çekilmiş kumla, kendisinin yumuşak başlı yüksek bürokrat gönüllü genç işadamı kireciyle oluşmalıydı. Yeni iç-evlilikler kurdu. O oluşumun gerçekleşmesi için rastlantı öğesine dayanmaktan da zaman zaman çekinmedi. Bayar, Atatürk ün yanında nasıl duruyorsa, Evren in yanında öyle durdu. Belki biraz daha iyi.

8 SBF köşeye gitti. ODTÜ kenara kaydı, Boğaziçi parıldadı. Hacettepe yerine tam oturdu. Kimi zaman kollarını sevinçle yukarı kaldırarak koşan bir Elam veziri gibi boy gösterdi. Kimi zaman kampuslarda bir şerif raconuyla yürüdü. Tutsaklığın rektörü. Sakal yorumcusu. Üniversite öğrencisini, hatta öğretim görevlisini kendi yapıtının adıyla görmek ve göstermek istedi: Prematüre Çocuk Vakıf devleti kurulduğu zaman, Milli Piyango büyük ikramiyeleri hemen her zaman satılmamış bilete çıkacak. Ve Doğramacı son derece inandırıcı bir tavırla, bunun dünyanın her yerinde böyle olduğunu söyleyecek. Atatürkçü olmaktan çok, Atatürkiyeci. Yurtsever elbet, ama daha çok da yurtsevici. Hacettepe Üniversitesi ni çocuk hastanesi olarak kurduğu yıllar, ne yazık ki, Ankara nın hava kirliliğinin de hemen başladığı yıllar olmuştu. Elbet, bir rastlantı olarak. 25 Ocak İsmail Cem İsmail Cem, bir ölçüde Deniz Baykal ın İstanbullusu ve temizidir. Ama Deniz Baykal ın onun Ankaralısı olduğu söylenemez. İsmail Cem in Ankaralısı yok. İkisi arasındaki ayrım SHP kadrolarının ön sıralarında (ön sıra, evet!) oturan kişilerin sosyal demokrasi çizgisindeki durumlarını da özetler: İsmail Cem yalnız düşünceleriyle var, Baykal ın ise sanki düşünceleri de var. Birincisinde salt düşünce pratiğin yerini doldurmak ister; ikincisinde salt pratik kendi yerini büyütmeye yönelmiştir. İsmail Cem dipnottur; Baykal ara başlık. Biri tavır, biri üslup. İsmail Cem: Sümbüllük taslayan leylak. Deniz Baykal: Dekoratif kaygılarla leylağın önbiçimi olarak sunulmuş sümbül. Biri açık yürek, öbürü yüce gönül. İsmail Cem, Eflatun dan icazet almış; Deniz Baykal, Macchiavelli den. Leylak, yani İvan ise başkanlık makamı sorununu görüşmek üzere ertesi gün Alyoşa ile öğle yemeği yiyecek. Dimitri yi güçlü genel sekreter sorunundan ötürü haşlamıştır; iki yüzünü de karaya çıkarmıştır onun. Güncel gerçeğe vurulursa, Deniz Baykal da, İsmail Cem de, SHP deki son çıkışlarında açıklanamaz bir biçimde başarısız ve eksik kalmıştır. Yine de İsmail Cem gerçek SHP li. Avcı Raif, istatistikçi, Yeşilkaya Savcısı; Göymen, Ayla Akbal gibi. Kusuru Zeyne l-abidin ışığını her şey sanmasıdır. Bu sanının zararı kendisinedir (seçilemez). Yarının çocuğudur İsmail Cem lı yıllarda yazı ve düşünce dünyasında ilk boy gösterdiği günlerde de öyleydi. Yazısı biraz çetrefildir; Üsküdar a gider. Ama çoğunca Anglosakson yazarlarında görülen bir açıksözlülük o yazının temel niteliğidir. Ülkemizde özeleştiri yapabilecek birkaç kişiden biri. Her şeye bakmak istemek Yaratıcı yanı buradan geliyor. İçinden geçtiğimiz güçlükleri önceden kestiremez; kestirdiği anda da, onu, mutlu geleceğin zorunlu dönemeci olarak kabul eder. Ütopyacı değilse de, aşırı iyimser. Gelişmeyi bugünle herhangi bir gelecek açısından tasasızca uzanan bir doğru çizgi gibi görür. Toplumun yazgısı, bütün toplumların yazgısıdır; bir arınmışlıktır. Toplum mutlaka arınacaktır. İsmail Cem 40 lılardan. Robert Koleji çıkışlı. Yükseköğrenimini de Lozan Hukuk Fakültesi nde tamamlamış. Hemen ertesi yıl da Milliyet te gazeteciliğe başlamış arasında Cumhuriyet te yayımladığı araştırmalarla (Toprak Reformu; Seçimleri ve Türkiye Gerçekleri: Geri Kalmış Ülkelerde Sermaye Birikimi) dikkati çekti. O günlerdeki

9 araştırma duygusuna canlılık getirdi. ABC dergisini çıkardı. Milliyet te köşe yazıları yazdı. CHP-MSP koalisyonu sırasında TRT Genel Müdürü ( ). Ardından Politika gazetesini çıkardı. Şimdilerde Güneş te. Bir yazısında günlük yazı yazmanın tuzaklarından söz eder; bunlardan biri de yazarın olaylara yakından bakması, geniş açının sağlamlığından yoksun kalmasıdır. İsmail Cem, temelde araştırmacı olduğundan ve bu niteliğini hiçbir zaman yitirmediğinden, öyle bir tuzağa pek düşmüyor. Yine de bir iki konuda (CHP de ortanın solu olayı, Ecevit, kısmi seçimleri, vb) görüngesinin görmezden gelinmez biçimde oynadığını kendisi de kabul ediyor. Daha önce umutla baktığı, hatta bağlandığı li yıllar bir süre sonra onun için harcanmış yıllar olacaktır. Bir noktada İsmail Cem için politikanın olanaksızlaşabileceğini söyleyebiliriz. TRT Genel Müdürlüğü sırasında bazı yayın ilkeleri adına CHP karşısında direnmişti. Ama kendisi zaten bu partinin üyesi değildi. Şimdilerde SHP nin kendisi gibi, doğrudan SHP gibi bir davranış bütünü içinde. Erdal İnönü ye karşın, başkanlık makamı sorununu ortaya atması da bir ilkenin (demokratikleşme) kendisinde maddi içerik kazanması, zorunlu biçimde abarması olarak yorumlanabilir. Ama o ilke niçin İsmail Cem de maddi içerik kazanıyor ve onda abarıyor? Bu soruyu şöyle bir ikinci bir soruyla birlikte yöneltmek gerekir. SHP nin kendisi olarak değil, İsmail Cem olarak davrandığında ne olacak? Yazılar da yazan bir politikacı değil İsmail Cem. Politikaya bulaşmış bir yazar. Bu arada yönetici olarak soyunmak da istiyor politikaya. Nasıl yapacak bunu? Politika onda düşüncenin dolaysız pratiği olarak yer etmiş. Salt düşünce, politik didişmeler içinde ölüdoğa (natürmort) biçiminde kalabilir. Tutup, İsmail Cem e naif siyasetçi sınırını yakıştırabilirler. 1 Şubat Hüsamettin Cindoruk Demokrat Parti kökenli politikacıların çok sevdikleri bir deyim vardır: ruhu. Hüsamettin Cindoruk u o ruh değil de Yassıada duygusu belirlemiştir. Yani ruhunun tersi. O duygu Hüsamettin Cindoruk a para, ün ve çeşitli alanlarda varolma şansı getirdi. DP-AP-DYP çizgisi üzerinde yer almış parti yöneticileri içinde söze onun kadar hakkını verebilen kişi gelmiş değil. Salon hatibi. Bir durumu eleştiri planında bir anda en iyi o özetler. Slogan ustası. Demagoji cümlesine özdeyiş temizliği sağlayabilir. Her durum için ayrı olmak üzere, sağlam bir düşünce yürütme biçimi var. Bu ona hizipçiliğe elverişli bir fırsat da kazandırmakta: Apayrı, birbirine ters iki şeyi aynı sağlamlıkta savunabilir. Belirsizliğe bel bağlayan, böylece daha büyükmüş gibi görünmeyi uman yetenek. Özünü titizce gizler gibidir. Oysa bütün bir DP-AP-DYP tarih zincirini ele alırsak, Hüsamettin Cindoruk un Tevfik İleri-Sadettin Bilgiç doğrultusunda olduğunu göreceğiz. Çok seyrek olarak yüzünde, adaşı Hüsamettin Tiyanşan ın çizgilerinin yer almasına da izin vermiştir. Ama çok seyrek. Ve Cindoruk u belirlemez. Yırtık bir Ferruh Bozbeyli, şakıyan bir Sadettin Bilgiç, düzey kazanmış bir Faruk Sükan düşünelim. Ama Bozbeyli İstanbul un ortalık bir yerinde, bir gazinoda yırtılıyor; Bilgiç hafif müzik de şakıyor; Sükan zehrini artık bir daha kullanmıyor olsun İşte, Hüsamettin Cindoruk, DP-AP-DYP çizgisinin hemen ikinci sıradaki adamlarının bireşmişi olarak karşımızda! Bu fotoğrafları iç içe geçirelim; onun yüzü çıkar ortaya. Şöyle diyor: Daima cumhuriyetçi, demokratik sağ partilerde görev aldım. Daima iktidarlara karşı çıktım ve iktidar partilerini terk etme cesaretini gösterdim. Çoğunca o fotoğraf adına mı? Aslında, Cindoruk için ayrıldığı ve girdiği siyasal kuruluşlar o kadar da önemli değil.

10 DP den Hürriyet Partisi ne geçti. Ama sonunda yeniden DP ye dönecek. Menderes in avukatı olacak. AP yi bırakıp Demokratik Parti ye girdi; ama sonunda yine Demirel e gelecek. Hem de kimlerle! İzmir de doğmuş. İç Anadolu da doğmuş olsaydı dünkü ve bugünkü gerçeğine daha bir ışık düşürmüş olurdu. Avukat olmasaydı liberal sözcüğünü de ağzına almayacaktı belki. Zenginlerin mutsuzluğu, içindeki ayeti hatır senedine dönüştürdü. Ali İpar var, yurtdışında yaşayan, yurtdışı ilişkileri pürüzlü kişiler var Bütün bunlar onu gençlik kollarındaki, Hürriyet Partisi günlerindeki yakışıksız, ama aynı zamanda karşılıksız cesaretten kopardı. Yazgısıdır, her olaydan biraz haklı ve çok karlı çıkar. Bugünkü durumunu Zincirbozan a (küçük Yassıada), daha çok da Mehmet Yazar a (sivil Sunalp) borçludur. 12 Eylül odakları ortanın sağı için çok yapay bir biçimde Mehmet Yazar ı öne getirmek isteyince, Cindoruk a gün doğdu. İdeal il başkanı. Başka şey de istemez. Yaşar Keçeli onun parti genel başkanı olması için çok uğraştı. Böylece kendini en büyük tehlikeye karşı korumuş oluyordu. Bir de şu var: Hüsamettin Cindoruk, Menderes e ve Demirel e karşı, baştan beri Bayar cı bir tutumla boy göstermiş. Ayrıntıları tam anlaşılmasa da gerçek bir ilişki bu. Hiç değilse Cindoruk, kamuoyunda böyle bir görüntü yaratmayı başardı. Bayar öldü: Hüsamettin Cindoruk şimdi boşlukta. Bayar ın ölümü parti içinde ona karşı zaten varolan güvensizlik duygusunu büyütmüş gibi. Şu anda gizlenmesine çalışılan bu duygu, bir gün, yeni, hatta belki haksız katsayılarla da çarpılarak dışavurulabilecek. Böylece o her yerinden zeka taşan Cindoruk un duyguyla başlamış serüveni yine duyguyla noktalanabilecek Bugün en parıltılı dönemini yaşıyor. Güzel sözleriyle demokrasinin kuyumcusu, daha doğrusu sarrafı. Ama Cindoruk un üst düzeyde kalabilmesi için tek yol, demokratik istemleri Demirel in de üstünden aşırabilmesindedir. O göz var mı onda! Kendi konumu adına iyice gerçekçi. Bugün iktidarı teslim etseler, alır mı sanıyorlar? Büyük Türkiye Partisi ne de şemsiye adam olarak Emekli Orgeneral Fethi Esener i götürmemiş miydi? Gerçek anlamda emanetçi. Şövalye olarak anımsanmak da istiyor. Hakçası, öyle bir yanı da yok değil. Ayrıca bu iş, işine gelir. Şemsiyeci. 8 Şubat Samime Sanay ın Sesi lu yılların sonlarında alaturka müzikte iki ses anlamlıdır: Münir Nurettin, Safiye Ayla. Münir Nurettin, o yıllarda, bir yerde Atatürk ün sesini de arar. Bunun için söylev tonu da taşır. Ama Münir Nurettin, daha sonra, lı yıllarda, alaturkadan Türkçe tangolar çıkarmaya, li yıllarda mevlit okumaya da çalışacak. Yine de, temelde bu sesin edebiyattaki karşılığı Halit Fahri Ozansoy, politikadaki karşılığı Hamdullah Suphi Tanrıöver dir. Bütün serüveninde bu noktalar ağırlık kazanmıştır. Münir Nurettin in sesi, atmosferine bırakıldığı dönemlerin renkleriyle öylesine özdeşleşmiştir ki, oralarda kalacaktır. Çocuğu yok. Son kırk-elli yıllık evre içinde tek doğurgan ses Müzeyyen Senar dır. Anaç, mırıltılı, daha çok da mırlama sözcüğüyle tanımlanabilir bir ses. Renginden değil, kıvamından söz edilebilir. Söylev e karşı haz cephesini açar. Yavaşça sağına sağına, soluna soluna dönen; noktalama işaretlerini kaldıran; sessizliği de kendi hanesine yazan bir ses. Cinselliği üstlendi. Bir sürü çocuğu oldu; torunları var.

11 Zeki Müren onun parıltılı çocuğu, Behiye Aksoy hayırsız kızıdır. Bülent Ersoy a gelince, ona da Müzeyyen Senar ın mafya ile birleşmesinden doğmuş, gizlice, ama özenle büyütülmüş, yasadışı çocuğudur diyebiliriz. Samime Sanay, Behiye den olma torunu. Arada ve yanda birçok ses geldi elbet. Bugün arkadaşları tarafından da 1 numara olarak gösterilen Muazzez Abacı, hayat serüveninin sunduğu bütün fırsatlara ve kamuoyu dopinglerine karşın, iki arada kaldı. Alaturkanın Ajda Pekkan ı olan Emel Sayın ın sesi ise tam anlamıyla bir antoloji. Yeni Müzeyyen olmaya özenen ve gerçekten eşsiz sesini haz değil, drama planında gerçekleştirmeye çalışan Sezen Aksu, hep aynı şarkıyı söylediği için şimdilik tıkanmış durumda. Ama şimdilik Ahmet Özhan mevlithanlığı seçti. Bir zamanlar Ümit Yaşar ı, Yahya Kemal sanıyordu. Sonunda dünyadan kopmak istedi. Ama, feleğin işine bakın ki, yalnız sesiyle bağlıydı dünyaya. Sökemedi. Kendisi koptu, sesi orada kaldı. Yeditepe nin Boğaz a bakmayan art eteklerinin sesi. Gönül Yazar: Kukla ses. Kuklanın dayanıklılığı. Semra İnanç: Cam kırığı. Müzeyyen Senar ın sesinde, bütün sırlarını bilen temizlikçi kadına bağırıp çağırdıktan sonra, telefonda testiden sızan su gibi konuşan kadının bütün halleri var. İş orada bitmez. Temizlikçi kadın da az sonra o telefonda aynı ses tonuyla konuşacak. Müzeyyen zamansızdır. Ama çocukları ve torunları belli zamanların, dönemlerin yansıtıcıları oldular. Kızları al cinsellik, oğulları mor cinsellikle dolaştılar. Zeki Müren DP dönemindeki eskiye özlemin, halk avcılığının simgesidir. Radyonun yeni işlevi. Köçek kavramını yeniden ve çok değişik biçimde yarattı. Yine testi örneğinden çıkış yaparsak, onun sesi, usul usul dolmak için yanıp tutuşan bir testinin serüvenidir. Banka ikramiyeleri, devlet eliyle zenginleşmiş bireylerin eğlence biçimleri; çok ilkel ama bin bir renkli reklam tasarımları; Bal Mahmut un yeniden sahneye çıkışı; sesin (hakçası, en değişik, en özgün ses) konuşma cümlesinde yitip gitmesi; yumuşakçalar arasında görünmez olması. Müzeyyen, belki sanırdı ki tatlı Yusuf undan firavunlar korkacak. Korkmadılar. Yine de Zeki Müren in gömleği muhafızlar tarafından yırtıldı. Gerçek parıltı. Ama alaturkanın göçmesi de onunla başladı. Behiye Aksoy: Vurmalı ses, teneke! Müzeyyen den ol da, çamurdan ol Behiye nin sesinde lümpenin adımları da duyulmaya başlar. Ayrıca günümüz feministleri, kulak verseler, o seste bir kadın direnmesi bulacaklardır. Behiye Aksoy, Müzeyyen i kendinde başlatmak için onu sıfıra indirir. Elinde tek silah efekttir. Bülent Ersoy kara paranın karşılığı oldu. Kara para yasallaşınca kalkıp gitmek zorunda kaldı. Müzeyyen ağzının kenarına çiçek gibi bir gülücük takardı. O gülücük Zeki Müren de köpük olarak belirdi. Bülent Ersoy da ise köpüğün salyaya dönüştüğü görüldü. Samime Sanay ın sesi ise Müzeyyen ailesinin 12 Eylül yansıtıcısı. Sadece mırlama var onda. Yumuşak sesli harfler konuşuyor yalnızca. Sessizlerin bir bölüğü de kendine başka iş aramaya başlamış. 15 Şubat Sivil Turhan Paşa Siyasal Bilgiler Fakültesi nin ders yılının birinci sınıf öğrencileri, Anayasa Hukuku Profesörü Bülent Nuri Esen in bir gün, uzun boylu, yüzünü gözlüğüyle finanse etmeye çalışan, belki de o gözlükten ötürü çevresine bulanıkça bakan bir genç adamla kürsünün önüne geldiğini anımsıyorlar. Bülent Nuri Esen, bundan böyle Anayasa derslerini Doçent Dr. Turhan Feyzioğlu ile paylaşacaklarını; derslere bir hafta onun, bir hafta kendisinin geleceğini belirtmiş, o

12 arada genç adam için anlamlı övgü sözleri sıralamıştı: Hukuk Fakültsi nde her yıl sınıf birincisi, son sınıfta ayrıca okul birincisi Demokrat Parti nin ilk iktidar yılı. O yılın Mülkiye birinci sınıf öğrencileri genç doçentten çok yararlandılar. Gerçekten iyi bir hocaydı. Onun derslerinde dalga geçen kişi kalmadı. Güzel ve esprili laf etmenin yerine, düzgün ve amaca uygun konuşmanın temellerini atmıştı. Hafifçe çıtlayan (ama hiç de çatlak sayılmayan) sesi, en dolu, en güvenli hukuk cümlelerine basa basa yükseliyordu. Bu uçuş sırasında (diyelim, ders aralarında), sürekli olarak ve dolaysız biçimde DP iktidarını sarsaladığı anlaşılıyordu. Daha ilk derslerinde politikaya soyunacağı belliydi. Bir zorun muydu bu onun için? Belki. Ama sınıftaki iki yüze yakın öğrencinin çoğunun, o günlerde çoğulcu demokrasi adına iktidara gelmiş DP nin yandaşı olduğunu unutmayalım. Kızarırdı onlara yanıtlar yetiştirmek isteyen Feyzioğlu. İsmet Paşa yı savunurdu. Hatta bir keresinde, Atatürk e karşı bile savunduğu unutulmadı: Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu nda den sonra daha insancıl sayılabilen değişiklikler gerçekleştirilmiş Feyzioğlu, Türkiye de yenisi kolay kolay gelmeyecek bir yetenek; büyük birikim; dev hazırlık Ne yazık ki yetenek fazlaca özsever (narsist) çıktı; birikim kişisellikte eridi; hazırlık ise işte sonunda, kendi deyimiyle göç hazırlığı haline geldi. Ve dağıldı. Her şey kişiseldir Turhan Feyzioğlu nda. Sözgelimi Ecevit gerçeği olmasaydı, ortanın solunu o savunacaktı (baştan savunuyordu da); İsmet Paşa ya karşı çıkmayacaktı. Önceleri CHP de ikinci Nihat Erim liğe hem soyunup, hem onu içine sindiremezken, birdenbire verilmiş bir kararla bu partinin Ferruh Bozbeyli si olmayacaktı. Burası çok kesin. Kamu Hukuku alanında onca derinleşmiş bir bilim adamının, Anayasası üzerine hiçbir şey söylememesi, bir yerde o anayasayı üstlenmesi ilginçtir. İşkence, yurttaşların fişlenmesi, enflasyonun özel bir yöntem olarak kullanılıp gelir ve servetlerin, kesimlerarası aktarım olayı, Aydınlar Dilekçesi, Tunceli köylülerinin göçe zorlanma gerçeği, sansür, kitap yakma, laiklik, polise verilen yetkiler, yurttaşlıktan keyfi çıkarma tasarrufları, doğa ve insan kirlenmesi Bütün bunlar karşısında kılı kıpırdamayan bir Turhan Feyzioğlu. Birinci MC nin (Milliyetçi Cephe) Atatürkeşçi hocası. Devleti iki üç kişinin egemenliği sayan bir hukuk ya da hayat anlayışının temsilcisi bir Feyzioğlu. 27 Mayıs a, hemen öncesinden başlayarak sahip çıkmak isteyen, bu uğurda lı yılların başlarında bazı tehditlere de başvurmaktan sakınmayan bir Feyzioğlu: Devrim Ordusu nda kimlerin bulunduğunu bilseniz, dudaklarınız uçuklar gibisinden sözler de söylemişti. Hazırlanmasında büyük katkıları olduğu Anayasası na daha sonra karşı çıkacak. 12 Mart sonrası yapılan değişikliklere ses çıkarmayacak, 12 Eylül ü, Anayasası nı sessizce evetleyecek. Tutuculuk diye bir şey varsa Feyzioğlu odur. Metternich gibidir, statükonun iyiye doğru kaymasını bile istemez. Atatürkçülüğün noteri ve genel yazmanı. YÖK e, milli parklara, SİT alanlarına paralel bir kuruluş olan AAMBYK (Atatürk Araştırma Merkezi Bilim ve Yürütme Kurulları) üyesi. Atatürk ü tutuverdi; tutucu yaptı. Atatürkçülük anlayışında adamakıllı gerçekçi. Ona göre Atatürkçülük, kapsaması gereken ilkelerle değil, kendi dışındaki öğelerle tanımlanmalıdır. Atatürkçülük için şudur, şudur diyemeyiz; şu da değil, şu da değil diyerek kavramalıyız onu. Bir kişi belli bir düşünceye, bir hayat görüşüne bağlanmıyorsa, Atatürkçüdür. Atatürkçülüğün belirleyici öğeleri yoktur; tek tek neleri kapsamadığını sayarsınız, sonuçta, elinizde kalan şey Atatürkçülüktür işte. Eskiden sesi çıtlardı; ama nasıl coşkuluydu o günlerde! Şimdi yaşlandı, sesi artık biraz da boğuk geliyor; ama ne ilkeler boğuluyor o seste! Öğrenciliğinde ve hocalığının ilk yıllarında öylesine başarılar kazandı ve iftiharlara geçti ki kendini Türkiye nin kendisi gibi görmeye başladı. Politikaya girdikten bir süre sonra da fazlaca esnedi; Kayserili olduğunu anımsadı. Pek

13 yalan söylemedi, ama bazı şeyler belli koşullarda o anlama gelmez mi? Gerçi hala bazı durumlarda yüzü kızarmaktaydı; ama pişmişti artık; pişkin bir politikacı olmuştu. O eski çıtlayan ses, boğukluk evresini de geride bırakmış; genizden gelen, umursamaz bir ton kazanmıştı. Öğretmenlerinden üstündü. Ama önce, kendi öğrencilerini yitirdi. Keşke Harp Okulu na gitseydi, sivil Turhan Paşa! Her şeyin hala başyardımcısı Şubat Bedrettin Özfatura Günümüzde iki general selamlaşıyorsa, orduyu selamlamış olur. Yine günümüzde iki belediye başkanının birbirini selamlamalarının altında pazar kavramı vardır. İki prototip (dört eğilimin ikisi) olarak, Bedrettin Dalan pazarlık gücüyle, Burhan Özfatura ise pazarcılık kaygılarıyla belirir. Son yıllarda belediyelerin gelirleri adamakıllı arttı; seçimleri belediye başkanlarının yüzlerine göreli bir demokratik çizgi ekledi. Bunlara, ANAP iktidarı döneminde oluşan denetimsizlik duygusunun belediye başkanlarına kazandırdığı hesapsızlık gücünü eklemeyi de unutmayalım. Büyük illerdeki ilçe belediye başkanlarının ve küçük il belediye başkanlarının yarattığı skandallar ve yolsuzluk söylentileri büyük il belediye başkanlarını ayrıca güçlendirdi. Onları o tür işlerin çok üstünde, çok ötesindelermiş gibi gösterdi. Bu arada, İstanbul ve İzmir belediye başkanları iyice öne çıktılar. Kişisel görüntüleriyle, partinin çerçevelerinden taştılar; ad yaptılar. Çıkışlarıyla başbakan yardımcılarını, bakanları sildiler. Aynı işleri yaptığı halde, Ankara Belediye Başkanı için aynı sözleri söyleyemeyiz. Ankara Valisi gibi Ankara Belediye Başkanı da, bu açıdan Yalova Kaymakamı konumunda. Küçük bir dernek başkanının sesi bile onlarınkinden çok daha gür çıkar Ankara da. Fotoğraflarına bakarsanız ikisi de düz, hatta sıradan adam görünümünde. Bedrettin Dalan mühendis. Müteahhitlik de mi yapmış? Yine de haksız olma hakkını savunabilmesi için bu bir neden olmamalıydı. Dalan ın bir de hesapsızlığı gönlü bol bir davranış olarak kabul ettirmeye çalışması var ki, kolay açıklanamaz. Özfatura daha önce maliye hesap uzmanlığı, İzmir defterdarlığı görevlerinde bulunmuş. Onun tavrını, temsil ettiği mistik görüşün varolma savaşı olarak düşünebiliriz. İkisi de fedai. Ama kişisel planda Dalan karlı; Özfatura zararlı, kendini olduğu gibi ortaya koyamamanın sıkıntısı içinde. Gazinoların her gece tıkabasa dolu olmasını genel bir refahın sağlıklı ölçüsü sayabiliyor. Tekkecidir Özfatura. Sessizliği özgürlük sayar. Kitle onun gözünde bir kullar topluluğudur. Dalan da ise birbirine karışarak anlamsız olmuş sesler arasında özgürlüğü dışlama ya da görünmez kılma özlemi var. Bu da yeni İstanbul peyzajlarının arkasında gerçekleştirilmelidir. Kitle bir hiçtir Bedrettin Dalan için. Buradan alınırsa, ne tuhaf, kul daha iyi. Demin ANAP taki dört eğilimin ikisi demiştik. Baskın çıkan ikisi, son ikisi desek daha doğru. Aralarında çatışma da var. Özfatura, ta İzmir lerden bağırıyor Dalan a. Erbakan, Demirel e bağırırdı ya Demirel de işbilirlik içinde susardı ya Özfatura, Dalan karşısında Bedir Savaşı nı kazanacak sanki. Beriki de kapalı fatura yöntemiyle işe nasıl olsa bir gün bir çizgi çekerim havasında. İkisi arasında şöyle bir ayrım da var: Dalan ı, bir küçük ilçe belediyesinin başına getirin, hiçbir şey yapamaz orada. Özfatura ise çok daha küçük bir birimi daha iyi yönetebilir. Buna karşılık Özfatura yı İstanbul a getirin, sıfırdır; Dalan, İzmir de de işi pişirir ya da pişirebilir. Dalan, belediyenin üstünde ama ilkesiz; Özfatura belediyenin dışında ama yönetim

14 duygusuyla silahlı. Yine de, Türkiye de yerleştirilmiş bulunan yeni çarkın, yerleştirenlerin gerçeklik duyguları adına, iyi seçilmiş iki başkan karşısındayız. Şu da ayrı bir gerçek: ANAP içinde ikisi de siyasal yönden zayıf halkaları oluşturmakta (burası da baştan hesaplanmışsa, bir ökelik söz konusu). Bedrettin Dalan, CHP deki Aytekin Kotil-Ali Topuz tavrı içinde. Kotil ve Topuz, bütün kişisel çabalarına karşın, AP nin ve İstanbul daki inşaat gücünün CHP içindeki uzantıları olma görünümünden bir türlü kurtulamamışlardı. Bir farkla: Dalan işin sıcak pratiği içinde; öbürlerinin yalnızca dolaylı ve muhalif işlevleri vardı. Kısacası, Dalan da kendi partisi içinde paralel bir konumda. Özfatura ya gelince, onun için tam öyle diyemeyiz. Yeni bir deney onunki. Yüzü de Türkiye de o planda rastlanmadık yeni bir yüz. Yakup şimdi Mısır da; uçakla gitti oraya; gelmesi de gecikti. Firavun un Ermeni hekimine dört damarını emanet etti. Yusufçuğu, işte, firavunun ekinlerini planlamakla görevli. Bünyamin (İsmail Özdağlar) zindandan çıkmış; Nil kıyısında ağlar. Bu öyküde asıl Yusuf, Bünyamin mi yoksa? Asıl konuya dönersek, Özal, Bedrettin Dalan ı belki daha önce; ama Burhan Özfatura yı kesin olarak kaybedecektir. Özal ın yerini, bir an için bile olsa Güzel in alması bunu hızlandırmakta. 1 Mart Vasfi Rıza Zobu nun Siyasal Hayatı 12 Eylül yönetiminin, özellikle ilk iki yılında, toplumumuzda tutucu nitelikleriyle belirmiş, unlarını çoktan elemiş, etki güçlerini yitirmiş ileri yaşta kişilere yaklaştığı; onlardan destek almak istediği görülür: Basında Burhan Felek; politikada Celal Bayar, Sadi Irmak; mizahta Bal Mahmut Örnekleri çoğaltabiliriz. Tiyatroda da Vasfi Rıza Zobu Üstat, adı bir bakıma kendi adıyla da özdeşleşmiş olan eski yuvasında (Şehir Tiyatroları) sanatçı temizliği yapma görevini üstlendi. Siyasal açıdan gerçekleştirecekti bunu: Sonradan seslendirilmiş bir pandomim gösterisi. Kulisi bastı. Sarı pudra sürdü. Gözdağı vermek için, gözlerinin kenarına çektiği cılk kırmızıyla büyüttü onları. Gerçi kısa süren bu siyasal hayat deneyinde de zaman zaman doğaçlamalara başvurmadan edemedi; ama ömründe, metne sadık kaldığı, yazarı en çok yücelttiği dönem de bu dönem olmuştur. Pirandello nun utanç dönemi yapıtlarını uyarladı: Bir Şahıs Beş Yazarını Arıyor. Bir de kılıç taktı beline. Macbeth mi? Bu işlere karışmasa, hiç değilse bir Bedia Muvahhit gibi kalmayı bilse daha iyi olurdu. Eski başarılarına, anılara gölge düşürmezdi. Ama o ki hükümet komiserliği görevini üstlenmiş bulunuyor, yeni jübile konuşmalarını da hak etmiş demektir. Zobu nun sözlük anlamını bilmek olanaksız. Ama Zo Latince hayvan; bu, Osmanlıca koku demek olduğuna göre, Vasfi Bey in siyasal hayatındaki rolünü şöyle tanımlayabiliriz: Osmanlı kokulu, Latin kökenli canlı. Tabii ki kürk hayvanı. Kavramı sahneye uyarlamak için eski Darülbedayi yöntemlerinden birini uygulayalım: Amerika hayvanı olmak isteyen kürk kokusu. Hani, şaka yollu, yazıhaneye diyerek, yumruktan iyice ayrılmış başparmağı yukarıya ve geriye doğru sallarlar. Zobu nun baştan beri komedi anlayışı bu olmuştur. Seyircinin de oyuncu üzerinde hakları olabileceğini aklının ucundan geçirmemiştir. Macbeth demiştik. Şimdi Macbeth te yüzünün bu karasıyla bir sürü gencecik oyuncu ve yönetmeni kıskanan bir tutumla, Lady nin öldürülmesine (kendisi öldüremez, bu da bir şey) göz yumuyor. Zobu tiyatroyu sanattan çok zanaat olarak görmüştür. Akşamları, kendi düşleriyle hiç yaralanmadı. Alkışları her şey sandı. Teatral başarıyla insani coşkunun farkını anlamadı. Daha

15 doğrusu anlamak istemedi. Vakti yoktu belki. Buna karşılık, sahnede hareketin en iyi anlatım biçimi olduğunu kavramıştı. Yine de Coquelin in ilkesine (Komedyen kendine hakim olmalıdır) uyamıyordu. Bir sürü kılığa girdi (postişler, boyalar, giysiler); ama hep aynı tipi canlandırdı. Sözcüklerin altını kendine göre fazlaca çiziyor ve aktı kendi kişiselliğinde yok ediyordu. Tipleri de hep Cumhuriyet öncesi tiplerin kalıntıları gibiydi. Gag larla yetindi. Mim e ulaşamadı. Onun bir yaşama sanatı olduğunu, tiyatro ile dans arasında bir yerde durduğunu algılayamadı. Anlık bir radar aygıtı gibi, bir TV anteni gibi gördü mimi. Bu onun iyi oyuncu (aktör) olmasını önlemedi; ama gerçek komedyen olmasını bir bakıma olanaksızlaştırdı. Oyuncu bazı rolleri oynar; komedyen, bütün rolleri. Vasfi Rıza Zobu nun sanki hiç morali bozulmamış; uykusu hiç kaçmamış sanki Hiçbir zaman bir tapınağa bakmamış; bir Afrikalının ellerinin en yalın gerçeklerin uzantısı gibi olduğuna hiç dikkat etmemiş. Hiç mumya görmek istememiş. Ya mumya rolü de payına düşerse! diye mi acaba? Komedyanın altında bir tragedya olduğunu ona 12 Eylül otoriteleri bile kabul ettiremez. İşi baştan kaçırmış. Bir ağaç rolünü üstlenemez. Bir otomobili. Bir atı. Üstelik bir ağacı, bir otomobili, bir atı olduğu da söylenemez. Gag, onda işaret sıfatlarıyla, bir de kritik anlarda sesin incelmesiyle gerçekleşir. Yalnız bu ikisiyle. Gelgelelim, hep aynı gag lar karşısındayızdır. Türk tiyatrosunun temelinde doğaçlama da yatar; Zobu, bunu, bir şeyi sürekli yinelemek biçiminde yorumladı. Ayyar Rıza. Aslında yalan söylemiyor; kendisi öyle. Goldoni nin Mussolini tipi çizdiğini düşünün: İşte o! Pazarola Hasan Bey, günün birinde sıkıyönetim müdürcüğü oluyor. Vestiyerde bile adam bırakmıyor. Bu görevinden ötürü ödüllendiriliyor; devlet sanatçısı seçiliyor: celladiye. Paydos taki Murtaza Bey kalkıyor, eski okulundaki öğretmen ve öğrencileri elektrik süpürgeleriyle süpürmeye soyunuyor. Üstüne üstlük, bir de alkış bekliyor. 8 Mart Kasım Gülek Beden, yabancı organı reddetti: Kasım Gülek in CHP deki, daha geniş anlamda da Türk siyasal hayatındaki serüveni böyle özetlenebilir. Yarım yüzyıl süren bu serüven içinde tek öneri getirmedi. Türkiye üzerine, Türkiye nin temel sorunları üzerine ne düşündüğü öğrenilemedi seçimlerinden sonra sözünü eder olduğu nereden buldun kanunu daha çok kamu görevlilerini kapsıyor, toplumsal içerik taşımıyordu. Hiçbir öngörüsü, hiçbir öncelemesi yok. Salt orada bulunduğu için bir rolü oldu. Kasım Gülek in siyasal arenada iyice etkin olduğu dönemini ve arasında olanları düşünelim. O süreler içinde seçimleri hep Demokrat Parti ve Adalet Partisi kazanmış, ama Türkiye nin sorunlarının, şimdiki zamanının, bir bakıma geleceğinin tartışıldığı yer (durumu kavramak için Sol u bir an görmezden gelelim) hep CHP olmuştur. Bu partide, İsmet Paşa dışında, önde gelen kişiler arasında kişisel oluşumu en zayıf adam, bütün dopinglere karşın Kasım Gülek tir. Nihat Erim, Turhan Feyzioğlu, İsmail Rüştü Aksal, Bülent Ecevit Kasım Gülek, bu adlar karşısında antik eşya ticaretiyle de uğraşan bir Yoga merkezi kursa, bugün için çok daha büyük başarı sağlardı. Eski Mısır dan çıkagelmiş bir Kıbt Gandisi ydi sanki. İkiyüzlü bir şiddetsizliği savunmak da istedi. Şiddetli besinler alan ve şölenler içinde yaşayan bir Gandi. Anadolu halkı mizah düşkünüdür; ama şakacıyı, soytarıyı, mizahçıyı hiçbir zaman olumlu anlamda efsaneleştirmez. Kasım Gülek hamamda basın toplantısı yaptığı gün, ülkenin yazgısında bir rol üstlenme şansını yitirmiştir. CHP, zorbalık imgesi yanında, bir de

16 ciddiyetsizlik imgesiyle birlikte düşünülür olmuş; adamakıllı yoz bir görünüm kazanmıştır o gün. Güneş yanığı yüzlü bir adam caddelerin ortasında duruyor, gelip geçen herkese elini uzatıyordu; böylece sanki ileride iktidara gelirse verebileceğinin yarısını peşin olarak ödemiş oluyordu. Hani banknotun yarısını kesip baştan verirler ya Öyle de değil. CHP nin kısmetsizliğini her seferinde ortaya koyan yüzde yüz sportif bir davranış Hem herkesin elini sıkacaksın, hem de ortanın solu lafı edilince fertiği çekmenin zamanıdır diyeceksin. Lord Hav Hav gibi konuşmaya başlayacaksın. Seksenine gelmiş Kasım Gülek. Ne kaldı? Playboy için Albay Fens mektubu; spor tarihi için Pierre Lermite imgesi; demokrasi anıları için o hamam. Ve bir yumuşaklık izlenimi. Yumuşak, ama uzun otlar sayesinde yol düzeyini tutturmuş bazı çukurlar gibi yumuşak. Günümüzde Deniz Baykal, kimi zaman inanılmaz biçimde onun uzantısı gibi görünüyor. Menderes in fotoğrafının arabı: muhalefeti o kadar oldu işte. Daha çok da İsmet Paşa ya karşı oldu bu muhalefet. Yukarıda hiçbir öneri getirmediğini söyledik; ama kendisi lu yıllarda Türkiye ye önerilmiştir: Amerikalı bir rektör tarafından. Büyük bir kitaplığı varmış. Hepsi tozluymuş. Toz kitabı korurmuş. Ülkemizde herkesin yandaşı, karındaşı, yöndeşi vardır. Kahvecinin de vardır, emekli genel müdürün de, tiyatro oyuncusunun da. Üç olur, beş olur, bin olur, mutlaka vardır ama. Kasım Gülek in yazgısını bu açıdan ayrık bir durum olarak görmek gerekir. Bugün tek bir yandaşı yok onun. Kitlelerin içine girmiş, yıllarca üst üste milletvekili seçilmiş, en büyük partinin üst düzey yöneticisi olmuş bir kişi için ne acı bir son! Ahbapları var elbet. Ağrı Dağı nda ne yaptığı belirsiz astronot Irwin gibi. Fotoğrafları var: Eisenhower, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mareşal Tito, Nehru, İsveç Kralı Gustav, Haile Selasiye ve bazı papalarla birlikte çektirilmiş. Sonunda işte, bir albümden ibaret Kasım Gülek. Bildiği yabancı dillerin sayısıyla da ünlendi: İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Arapça, Farsça, Korece, Urduca Sekiz dil, Kasım Gülek in siyasal hayat serüveni boyunca toplumumuzda uyandırdığı izlenimleri düşününce, bu konuda yıllarca önce yazılmış şu dizeleri de anımsamadan edemezsiniz: Sekiz yabancı dil biliyormuş Kasım Gülek Efendi; Bir de Türkçe öğrense Dokuz ederdi. Hayır on! El sıkmayı da bir dil saymayacak mısınız? 15 Mart Galatasaraylı Milli ligin kuruluşundan sonra, doğal olarak, üç büyük kulübe Anadolu dan yeni taraftar akışı azalmaya başladı. Hatta, işin bir yerde sonunun geldiğini varsayanlar da var. En iyisi bunun kolay bir önyargı olduğunu söyleyerek hemen konuya girmek. Galatasaray taraftarı ayrık kişidir; çoğu zaman da toplum içinde ayrılmış ya da kendini seçilmiş sayan bir kişi. Köşeye itilmiş değil, ayrı düşmüş. Roman kişisi. Posterini Fenerbahçeli gibi başucuna koymaz; Beşiktaşlı gibi arabasının camına yapıştırmaz. Hem posteri değil, albümü var onun; yastığının altında saklar. Albümünü kıskanır. Bu yönleriyle ilginçtir ve öbürlerinden hemen ayrılır. Bütün Fenerbahçelilerin ve bütün Beşiktaşlıların ortalaması alınabilse, ortalama yurttaşın profili çıkar karşımıza. Ortalama Galatasaraylı üzerine düşünüyoruz ya, gerçekte, Galatasaraylı tip Türkiye yüzeyinde hiçbir ortalamaya girmez. Bir marjinal, bir Vatikan, bir Halet Efendi, bir yara, bir

17 düş kırıklığı, bir üstünlük, bir başarılar zinciri, bir doğal yapaylık, bir insan sesi Maç günleri dışında enikonu soğukkanlıdır. Kibardır; hiç küfretmez; şemsiyesi her an hazır. Gizli çılgın. Drama içindedir. Bilir; Fenerbahçe nin baba ları, Beşiktaş ın dayı ları, Trabzonspor un sahipleri vardır; kendi kulübünün ise, yöneticileri Galatasaraylı kendini kulübüne ilişkin görmez, sanki kulüp ona ilişkindir. Fenerbahçeli doğulur. Galatasaraylı olunur. Kulüpte neler oluyor, yönetim kurulu, hatta onur kurulu üyeleri kimlerdir, bunları bilir. Menajerle antrenör, onunla da teknik direktör arasındaki ayrımları iyi değerlendirir. Rakip takımı nesnel biçimde irdeler. Fenerbahçelinin tavla, Beşiktaşlının dama (Trabzonsporlunun sağlam dokuz taş) oyunculuğu karşısında, satranççıdır o; Fenerli gibi yalnız kendi pullarına, Beşiktaşlı gibi yalnız boş karelere bakarak oynamaz; karşı hamleleri de izler. Stadyumlarda oyuncular değil, masa başlarında taraftarlar karşılaşsalar, şampiyonluk her zaman Galatasaray ın olurdu. Bizans ta Nika isyanına () yol açan olayların içinde Galatasaraylılar da (yeşiller) vardı; ama mutlaka, General Belizarius la birlikte o isyanın bastırılmasında da onların katkıları oldu. Sonuçta hipodromda 30 bin Fenerli ve Beşiktaşlı öldürüldü. Bugün de serbest giriş kartlarından en çok yararlananların Galatasaray taraftarları olduğunu söyleyemez miyiz? Anadolu da genelde Galatasaraylı olmak bir tepki sonucudur; Galatasaraylı olma süreci bir azınlık ya da ayrıcalık itisinin verimleriyle beslenir. Yalnız kişidir Galatasaraylı. Küçük, hatta görünmez tatlara fena alışmış gibidir. Değişik içkiler arar. İşyerinde ve çarşıda bir saygınlığı vardır. Ne var ki bu durumunu evde her zaman sürdürmesi zordur. Çünkü eşi ve çocukları Fenerbahçelidir. Her fırsatta Brezilya Milli Takımı nın, dünyanın Fenerbahçe si olduğunu söyleyiverirler. Ortalama Galatasaraylının soyluluk ya da yücelik tasladığını söylemek istemiyorum. Olduğu kadarıyla ve kişisel nitelikleriyle öyledir de. Ama genelev kadınlarının çoğunun Galatasaray taraftarı olduğu da sık sık vurgulanmıştır. Galatasaraylıda seçkinlik ve dışlanma duyguları iç içedir. Milletvekilleri, tiyatrocular, eşcinseller, bankacılar (özellikle özel bankacılar), yayımcılar Bütün bir Galatasaraylılar kitlesi için de bu duygunun belirleyici öğe olduğunu söyleyebiliriz. Galatasaraylı güç ve güçsüzlük gerçeğini, bencillik ve panik duygularını birbirine sarmalamıştır. Fenerbahçelilik bir dindir. Galatasaraylılık bir tarikat. Ortalama Galatasaraylı Nakşibendi dir; Sünni mason; Tanrıtanımaz mürit. Her şeyde kendine göre bir düzey arar. Yalnız ödül kazanmış kitapları alır. Cüzdanındaki yüz liraları bile törenle çıkarır. Çalıkuşu ndaki Kamuran ı anımsatır. Beşiktaşlıyı nedense küçümser; Fenerli dostlarının yanında hoşgörü sözcükleriyle konuşur. Aslında diyalog değil, sayrılı bir monolog içindedir. Kulüp yönetimini başkalarına karşı her zaman savunur. Geçmişiyle fazlaca övünür. Ve geçmişi, mutlaka okula bağlar. Evliya Çelebi nin anlattığı öyküyü kendi adına zenginleştirmek için çırpınır. Gül Baba, Fatih Sultan Mehmed e güller sunmuş; bunlar sarı, kırmızı güllermiş Oysa Evliya da sarı-kırmızı diye bir şey yok. Ama Galatasaraylı geçmişe sahip olmak için çok şey yapabilir. Hakkıdır da. Evet, roman kişisi. Fenerbahçeli bağıra bağıra çoğalır; Beşiktaşlı çığlıklarla tükenir. Galatasaraylınınsa ağzında, yerine göre alaycı, yerine göre çocuksu bir gülümseme vardır. O gülümseme alt dudağın bir yanını aşağı çeker. Galatasaraylı o sırada aynaya bakmaktadır: Cici Necdet mi, Cesare Borgia mı? 22 Mart

18 Aydın Güven Gürkan Ne demiş adam: Tarih tekerrür etmez; çünkü tarihsel dönemler art arda geldikçe, tutkular aynı kalsa da, düşünceler değişip durur. Alalım Cumhuriyet Halk Partisi nde çok eski olmayan bir geçmişteki yüzleri (Nihat Erim, Kasım Gülek, Kemal Satır, Turhan Feyzioğlu); sonra, alalım Sosyal Demokrat Halkçı Parti deki yeni yüzleri: Deniz Baykal, İsmail Cem, Tevfik Çavdar, Aydın Güven Gürkan. Düşünceler nasıl değişip durmuş. Aydın Güven Gürkan SHP içinde ve Türkiye yüzeyinde nerede duruyor acaba? Bizim için şimdilik SHP içindeki yerine bakmak yeterli. Yalnız adam. Eski Halkçı Parti den birlikte geldiği arkadaşlarının büyük bir bölüğü, onun gözüyle, bel bağlanacak durumda değil. Ayrıca, SHP içinde azımsanamaz bir güvensizlik çemberini kırması gerek. Gürkan, öfkeli ve ani çıkışları olan bir politikacı izlenimini yarattı. Son beş yılda oldukça hızlı bir devinim çizgisi çekti: Danışma Meclisi Üyesi; Halkçı Parti milletvekili, o partinin genel başkanı; DSP ye yöneliş; SODEP üyesi, bu partinin genel başkanı; SHP üyesi Gürkan ın davranış bütününü olaylar içinde değerlendirdiğimizde, bu hızlı gidişte zikzaklar olmadığı sonucuna varacağızdır. Doğal, kendini açıklayabilen bir uzanım söz konusu. Ona karşı duyulan güvensizlik iki olaydan kaynaklanmakta: DSP ile olan kısa serüven; SHP de belirsiz kalması, hatta kimi zaman yanlış anlaşılması için özen gösterdiği bazı davranışları. DSP serüveni, Ecevit lerin kesin yadsıma tutumlarıyla noktalanmıştı. Çaldığı kapı açılmayınca, Gürkan bu kez kendisi (ve herkes) için açılmış kucağa doğru yürüdü. SODEP Genel Başkanlığı ndan SHP üyeliğine geçişin Gürkan da uyandırdığı duygular tam olarak kestirilemez. Yine de, daha sonraki olaylar, kendisinin bazı davranışları, genel başkanlık deneyinin bir psikoza yol açmış olabileceğini göstermekte. Keşke Gürkan iki ayrı partide genel başkanlık yapmamış olsaydı. Yalın, tek ve eski doçent olarak işe başlasaydı. Geçmişteki iki genel başkanlık iki ökse gibi duruyor yolunun üzerinde. Böylece güvensizlik duygusuna bir de ürkme duygusu ekleniyor. Ya da öyle gösteriliyor. Gürkan ın kendine fazlaca güvenmesi de o duyguyu pekiştirmekte. Aydın Güven Gürkan da SHP, yeni CHP değil, yeni bir CHPdir; iş o noktada da kalmaz; hiçbir anlamda eskisiyle ilgisi olmayan yeni bir CHP söz konusudur. Zaman zaman partiyi aşıyor, kendi yeteneğini konuşturmak istiyor. Elbet bunun günümüzdeki koşullarda özel bir katkısı da olmuyor değil. Demokraside durulmanın ve kararlılığın ancak devinmeyle gerçekleşebileceğini kanıtlar gibi oluyor. O devinimin SHP ileri gelenleri arasında en doğal temsilcisi gibi görünüyor. Tutkunun, özgürlüğün ruhu olduğu onunla bir kez daha vurgulanmış bulunuyor. SHP ye bir doğrudanlık aşıladı. Başarı, çok net, çok daha net, bütünüyle net olmasına bağlı. Ne yazık ki iki genel başkanlık öyküsü kendisini şu anda bağlamış durumda. İkisini de sadece nominal değer taşıdığının ayrımında değil sanki. Böylece kişisellik beklenmedik biçimde öne geliyor Gürkan da. Olaylara amatörce bakamıyor. Politikada, şimdiki zamanla, gelecek zamanı dilbilgisi anlamında düşünmekten kurtulması, üçüncü genel başkanlığı baştan (hiç değilse bir an) yok sayması gerekiyor. Dostlarının başarılarına en azından karşıtlarınınkiler kadar geniş yürekle katlanmayı da öğrenmeli Gürkan. Gürkan ın sömürüyü yalnız yıkmayı değil, aynı zamanda aşmayı da özlediği belli. Buna karşılık, ekonomi konularındaki önerilerini ve gösterebileceği seçenekleri pek bilmiyoruz. Bunu sadece sosyal demokrasinin yeni anayasa ve güçler statükosu karşısındaki çekingen tavrına

19 bağlayamayız. Her konuda (özellikle siyasal haklar konusunda) adamakıllı gözüpek sözcüklerle konuşan, konuşurken sık sık partisini aşan bir Gürkan ın ekonomi planında geçişsiz, çoğunca da belirsiz cümlelerle yetiniyor olması ilginçtir. Bir giz mi var? Kopya vermek mi istemiyor? Temel taşlarından biri olduğu SHP nin işlevini üstlenmekten mi kaçıyor? SHP de üst düzeyde görünen politikacılar arasında benzeri yok. Eşdeğeri ise bir başka partide, DYP de: Nazif Kocayusufpaşaoğlu. Elbet, Kocayusufpaşaoğlu nun, partisinde, uzmanlığını her an ortaya koyabileceği gerçeğini saymazsak. Gürkan bir umut. Ama nergis çiçeği gibi bunun fazlaca farkında. Bu onun açık alnına gölge düşürmüyor. Ama giderek renkkörlüğü yaratabilir. 29 Mart Erdal Atabek kuşağının serbest mesleklerde yönetici ve yöneltici durum kazanmış temsilcileri, çoğunca öğrenci derneklerinin etkin üyeleri cemiyetçi tipler arasından çıkmıştır. Erdal Atabek öyle değil. Öğrencilik yıllarında dernek çalışmalarına pek katılmadı. İşin içine girdikçe sorunları kavradı; kavradıkça üstlendi, üstlendikçe onlara sahip oldu. Aile doktoru değil o, nöbetçi hekim. Türk Tabipler Merkez Konseyi Başkanı yken de, Sosyal Sigortalar Genel Müdürü yken de, Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşarı yken de öyleydi. Ceyhun Atuf Kansu ışığını sürdürenlerden. Ceyhun Atuf Kansu da hekimlik bir sevgi öğretisini de içerirdi. Erdal Atabek de onun gibi, saatinin akrebini koparmış. İşinin gereği olarak doğa içinde elbet; ama gün günden derine düşmüş yaraları toplum içinde görmeye başlayan bir kuşağın da prototiplerinden biri. Hippokrates yeminini şöyle bir dekor içinde yaptığı varsayılabilir. Geniş bir bahçe, bir yanı silme yaprak, bir yanında kitaplık; kuşlar uçar, kalabalık, bahçeyi Türkiye yüzölçümüne doğru genişletmektedir; analar, babalar, çocuklar, hava raporunda mayıs ortalaması; uzaktan bir gemi geçer, güvertesinde bakımlı bir orman; Erdal Atabek in elinde bir bardak arı su; yeminine Einstein ın sözlerini de eklemeden edemez: Bilim, günlük düşüncenin zamanla arınmasıdır. Bugün tıp alanında bazı babaların bulunduğunu, onların varlığının birtakım hekimleri de tek tek yozlaştırdığını kim yadsıyabilir? Vardır böyleleri. Ak yakalılar, hatta mavi yakalılar için yazdıkları reçetelerde zemzem suyuna, havyara yer ayıranlar; öldürmek ya da kayırmak için deli raporu çiziktirenler; tapu işlerinde usta, kambiyo alanında uzmanlaşmış tabipler Başkaları da var. Zengin olmayan hastasını (Liman Lokantası ndaki Garson) kitabında ve solcu dostunu (Rıfat Ilgaz) TV de zor duruma düşürmekten tat alan; Tevfik Fikret i piknik tip diye aşağılayıp Yahya Kemal e öyle oluşundan ötürü sorular biçen bir Ayhan Songar; Readers Digests okuru olup Mesmer lik taslayan bir Besim Darkot; ölümkurgu uzmanı Dr. Haluk Nurbaki Hastasının başına lastik kaplama çekiçle vurup trajik sözler paralayan profesörler; bilinçaltını yalnızca lağım olarak gördükleri için orayı hep kapalı tutan ünlü psikiyatrlar; sporcuları eşcinsel tatlarla yüceltmeyi seven rahmetli hocalar Kara Dizi kişileri. Çocuk hırsızları. Hiç bilmedikleri bir dil (öz Türkçe) aracılığıyla gençleri tedavi ettiklerini sanan Osmanlı ruh hekimleri. Var böyleleri. Şu da var: Ülkemizde kadavranın açılışı olayına II. Mahmud un ölümünden birkaç ay önce olanak tanındı; olay, gerçek anlamda Abdülmecid li ( lı) yıllarda pratik kazandı. Daha öncesi yok. Batı ya göre iki-üç yüzyıllık bir gecikme söz konusu. Bu büyük zaman ve birikim boşluğuna karşın, Türkiye de gerçekten değerli hekimler yetiştiği söyleniyor. Olayın, Türk hekimlerine dış belirtiler yöntemini geliştirme olanağı kazandırdığı da söylenemez mi?

20 İttihat ve Terakki Cemiyeti, Askeri Tıbbiye de, özellikle de öğrenciler arasında dirim bulmuştu. Jön Türkler e bakalım; bunlar daha çok Tıbbiye de ve Mülkiye de tutunacak dal bulmuşlar. Ama arada bir ayrım var ki görmezden gelinemez: Mülkiye deki devinimler, hoca, öğrenci öğelerinin ikisine birden dayanır: Hoca-öğrenci ortak eylemi Tıbbiye de ise öğrenci eylemi hemen her zaman hocalardan bağımsız olmuş. Bugün de paralel bir durum yok mu? Aydın tavrını, ülkenin yazgısı üzerine düşünme geleneğini daha çok, büyük hocaların, Karunlaşmış ustaların, Evliya Çelebi nin de deyimiyle celladmisal cerrahların dışında kalan kalabalık bir tıp çıkışlılar çoğunluğunda görüyoruz. Erdal Atabek bu ayrımın köşebentlerinden biridir. İşlevi, fotoğrafı burada. İstedi. İstemese de orada olacaktı. O işlevi, bir derviş alçakgönüllüğü içinde sessizce üstlendi. Saygınlığı buradan lı yıllarda çağının bir tanığıydı; daha sonra, o tanıklık, kendi deyimiyle, sanıklıkla iç içe geçti de Barış Derneği nin öbür yöneticileriyle birlikte tutuklandı. 8 yıl hüküm giydi. Kararın bozulması üzerine yeniden tutuklanarak yargılandı. 38 ay içeride yattı. Yukarıda sözünü ettiğimiz tavır, Erdal Atabek te, başlangıçta bir siyasal sorun olarak değil, günlük hayatın zorunlu yansıları, bir yaşama tutamağı halinde oluşmuş görünüyor. Maratoncu. Uçmayı da bilir, ama kullanmaz. 5 Nisan Cemal Süreya* Maliye müfettişliği devletin en büyük kariyerlerinden, yılda üç-beş üniversite mezununun girebildiği memuriyet. Diğer adı ile HEYETİ MÜMTAZE, büyük başlangıç ve bunu SBF nin genç öğrencisi Cemal Süreya başardı. Başlangıçta Cemal Süreyya diye yazardı, iki y ile ama herkes Süreya diye bilir. Nereden bilsinler ki iddiada kaybetti ikinci y harfini ve o günden sonra bir daha kullanmadı. Borcuna bu kadar sadıktır Cemal, güvenilir insandır, dosttur, arkadaş canlısıdır, ama tutkuludur Cemal Süreya. Nedir bu tutku, şiir mi? Elbette şiire de aşık. Ama Süreya nın esas tutkusu şiir değildir; onu yakıp tutuşturan kendini ispat etme arzusu, önemli, tanınan biri olmadır. İnsan şair olunca başka şey olmaz mı? Olur, işte Cemal Süreya ortada, başkaları da var tabii, ama onlar Cemal kadar değişik, renkli alanlara yayılmadılar. Süreya için şiir dışındaki uğraşısı yalnız ekmek teknesi değildir ki! Yaptığı işte mutlak başarı sağlamalıdır. Yoksa demeyin, yenilgiyi kabul etmek kolay mı? Tatmadı mı hiç yenilgiyi? Hem de nasıl tattı; Papirüs macerası belki hak etmediği ilk yenilgi. Dergi günümüzde hala yer yer atıf yapılan bir yayın, ama iflastan kurtulamadı. Bugün sayfasını kaybetti, yalnız bir hafta için, herkesin izdüşümünü yazarken, kendi izdüşümünü okuyacak. Kelimeler dilin özü, onları kullanabilmek büyük ustalık işidir. Cemal Süreya tam bir kelime kuyumcusudur. Şiirlerinde bu özelliği gözükür de, yaptığı tercümelerdeki akıcılık hiç dikkate alınmaz. Nankör iştir tercüme, pek bilinsin istenmez. Başkasının yazdığını çevirmekle ne ispat edebilir? Bir Tanem adı ile yayımlanan bir tercümesi var. Ben aslını da okudum, hangisi daha akıcı ve sürükleyici tercih cidden zor. Enflasyon parası ile aldığı şapkayla başlayan Cemal Süreya, Afrika kıtasını konu alarak devam etti sosyo-ekonomik içerikli şiire, diğer şiirlerinin yanında. Papirüs serüveninden sonra tekrar döndü memuriyete. Bu kez iddialı olarak; Maliye Tetkik Kurulu üyeliği ile başlayan çizgi Darphane ve Damga Matbaası Müdürlüğü ile noktalandı. Artık kendini memuriyette ispat etmişti; emekli olabilirdi ve de oldu. Kartviziti de çiftleşti: Şair ve eski genel müdür.

21 Memuriyeti sırasında görevle gidip 1 yıl kaldığı bir Paris dönemi var, pek anlatmak istemez. Bilinmeyen, tanınmayan sıradan adamdı o şehirde. Peki Türkiye de nedir? En azından tanınır, hiç olmazsa belli çevrelerde; sanat-edebiyat çevrelerinde. Babıali de ve de devlet bürokrasisinde; az şey mi bunlar. Eski Genel Müdür Cemal, tekrar hız verdi yazar çizerliğe, eleştirmenliğe, sanat yönetmenliğine; ta ki politikayı, çevresinden sarıp bir türlü aşamadığı politikayı hedef alıncaya dek. Daha doğrusu politikacıları koydu tüfeğinin nişangahına, kimini vurdu kimini kasten ıskaladı, beğendiğine de karavana atarak sürdürüyor bu sütunda yeni uğraşını. Kendini tatmin mi, yoksa topluma hizmet mi? Süreya bocalar bu ikisi arasında; tıpkı bilimsel sosyalizm mi, yoksa hümanizm mi diye arandığı gibi. Solculuğu moda yapanlar ya da paraya çevirenler arasında çok bulundu, kızar onlara ama sesini yüksek sesle çıkarmaz. Ah Babıali! Sen kimleri barındırıyorsun içinde! Altınla bakırın eşdeğer tutulduğu başka neresi var? Cemal den daha iyi kim bilir bunları! Paranın egemen kılınmak istendiği bir dünyada yalnız şövalyelerden biri de Cemal Süreya. Kalemini (kılıcını) çıkarıp en önde hücuma geçecek diye boşuna beklemeyin. Süreya güçlüğe açık hücum etmez; düşene de tekme atamaz, yüreği kaldırmaz. O vakit ne yapar? Oturup şiir yazar. Üç çeşit anayasa gibi. İster ki anlaşılsın dedikleri. Bu da onun üslubu. Nice demokrat geçinenlerin cüceleştiği bir ortamda hiç olmazsa taviz vermeden, boyun bükmeden, el etek öpmeden kenara çekilip dik kalabildi ayakta. Kendi hiç baktı mı yaşamına, bilmem ama ben bir göz atacağım: Cemal Süreya Maliye Müfettişi Cemal Süreya Naşir Cemal Süreya Çevirmen Cemal Süreya Genel Müdür Cemal Süreya Eleştirmen Cemal Süreya Yazar Cemal Süreya Sanat Yönetmeni Bütün bu çizgi boyunca Cemal Süreya Şair Canı sıkılınca şiir yazar, başı sıkışınca şiir yazar, boş zaman bulursa yalın şiir yazar. Cemal Süreya Şair Kendini öyle tanıtmak istediği için değil. Gerçek şair. 12 Nisan Halit Kıvanç Spor yazarlığından çıkış yaptı Halit Kıvanç. Spor, onu maç spikerliğine; yazarlık da mizahçılığa doğru götürdü. Sunuculuk bu son ikisinin bir sonucu. Doğal bir sonuç mu? Doğal demek doğru olur. Boşluklar yarattı Halit Kıvanç ı. Ama boşlukların hep yanı başında durup beklemek de bir yetenek belirtisi değil midir? Öyleyse gelin, şöyle diyelim: Gereksinimlerin yan ürün olarak ortaya koyduğu yedek yetenek. Üretildi. Ama bugün o da, Orhan Boran gibi, Erkan Yolaç gibi, eğlence dünyasında bir firma olmuş durumda. Sunuculuk büyük ölçüde ezbere dayanan, ama aynı ölçüde de doğaçlama gücü gerektiren bir sahne sanatı. Ülkemizdeki bu sanatın gerçek öncüsü Orhan Boran dır. Çetin Altan ın o alandaki ikizi. Sunuculuğu hem sanat, hem meslek olarak yerine oturtan barok adam. Eskimo ya buzdolabı satabilir. Orhan Boran da espri son derece kibar bir saygısızlığa dayanır. Gazino ortamında bu çok daha belirgindi. Ama radyo deneyi saygısızlık öğesini sarı gülümsemeyle (bıyık altından) dengelemeyi bilmiştir. Assunucudur Orhan Boran; başoyuncu. Bencildir; benmerkezci: One man show. Ezberindekileri o an yaratılmış, kendine özgü ürünlermişçesine kullanabilir. Yine de, bugün TV deki, kökteki öğeyi (saygısızlık) ayarlayamadığı için bocalamakta. Sıkıntısını gözleyemiyor ama. Daha doğrusu yarattığı tipten ödün vermek istemiyor. Kendi dalında sahne sempatisinin gerçek örneği olan Erkan Yolaç bugün rokoko olmuş durumda. Ama, hakçası, o da Zenci ye kalorifer radyatörü okutabilecek bir inandırıcılığa erişmiştir. Eğlence dünyasının doğal çocuğu. Bu dünyada her şeyin karşılıklı kanmacakandırmaca işlevi taşıdığını bilir. Çok şeyin ötesine geçmiş, bir bakıma işin saflığına

22 ulaşmıştır. Sabit bakışlarıyla illüzyoncu. Karşısındakileri uyutmaya çalışırken kendisi de farkında olmadan havalanıverir. Bu yönüyle Hollandalıdır; ama gerçekte yeni dünya esprisini kendi bedeni aracılığıyla Ortadoğu ya uzatmaktan da geri kalmaz. Cenk Koray var bir de; insansevmezlik ve insansevilmezlik bağlamında naif bir adam. Mizahı hep tersten alan çocuk. Sürekli olarak kendine çelme atmaktan korkmaz. Tek olanağı bu olduğu için, büyüyecektir. Naif dedim demin, içten pazarlıklı bir naif. Bir yerde de Keloğlan ın ta kendisi. Kimseye bir şey sattığı yok. Devletin malını ona buna dağıtıyor. Sunuculukta yerli bir gerçekçiliği başlattı. Formasyonu da, bence öbürlerinden daha zengin. Yalnız Medeni Kanun u bilmekle kalmıyor, birkaç şiir kitabının da üzerine oturmuş. Kökbitki güveni içinde. Bunların karşısında Halit Kıvanç ın gazetecilik deneyine yaslanmaktan başka silahı yok. Şansına güvendiği için, her şeyi kendini yaratan güce, yani boşluğa havale eder. Üslubunu şöyle özetleyebiliriz: Tek tek hiç kimseye özgü olmayanı derleme biçimi. Konuşurken yalnız küçük dilini kullanır. Alüminyum adam. Düğün salonu hatibi. Sunucu değil de, yalnız o gece için mikrofon başına çağrılmış bir davetli ya da seyircidir sanki. Her şeyi gibi sözcükleri de yeni. Bir de camdan bir mekan içinde yürürken düşlüyorum onu. Kime, ne mi satar? Hani panayırlarda, pazar yerlerinde, kaynana esprileri yaparak leke ilacı vb satan sevimli kişiler vardır; gazete kağıdının içinde yılan mılan yakarlar; pazar yeri ortamına uygun sözel ve görsel bütün olanakları kullanarak küçük montaj sanayiinin, milli yaratıcılığın başyapıtlarını sunarlar; enikonu kurnaz görünümlü, ama biraz da bozulmuş birer Ahi gibidirler Stadyumlar sesini toklaştıramadı Halit Kıvanç ın. Gazinolarda yırtılamadı. Üslubu için bir gözlem daha: Bahariye kumaşlarının reklamını en iyi o yapabilir. Ne kadar benziyor o kumaşlara! Politikacılar arasındaki eşdeğeri olarak da fizik, sanat ve adım atmak sınırları gözetilmek kaydıyla, Kaya Erdem gösterilebilir. Ünlü bir yazar Halit Kıvanç. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi ne Orhan Boran alınmamış; ama Halit Kıvanç, Şükran Kurdakul un saygın Şairler ve Yazarlar Sözlüğü nde nicedir boy göstermekte. Hem de Köroğlu dan, Erzurumlu Emrah tan, Şerif Mardin den ve Pınar Kür den daha geniş yer kaplayarak. Eğlence dünyası kavramı ister istemez, cenneti de çağrıştırıyor. Cennette gülmek, kahkaha atmak diye bir şey yokmuş; ama herkes, her an gülümseyip dururmuş orada. Bu çok eski özdeyişe inanırsak, gülmenin ve kahkahanın çok şey gibi cehenneme kaldığı sonucuna varırız. Erkan Yolaç ın, nasıl olmuşsa olmuş, canı cennette. Orhan Boran cehennemde, Spor ve Sergi Sarayı Gösteriler Genel Koordinatörü. Cenk Koray ise aynı yerde zebanilik görevini sürdürüyor. Sözcükten ürkmeyelim. Zebani demek, bekçi demek. Halit Kıvanç? O da Araf ta kelepir bir dükkan düşürmüş. Topladığı nalları Cennet e Cehennem e ve Dünya ya ihraç ediyor. Oradan biri çıkıp şöyle diyecek: Yazının başlığını niçin Halit Kıvanç koydun? Yanıt hazır: Öbürlerini anlatmak için. 19 Nisan Emre Kongar ın Çocukluk Yılları Emre Kongar 27 Mayıs ta on dokuz, 12 Mart ta otuz, 12 Eylül de otuz dokuz yaşında. Yaşamın Anlamı nı yayımladığı da ise kırk beş. Bu kitapta okuduğum her şeyi unutmaya çalışarak düşünmek istiyorum onu. Hayatını anlatmış Yaşamın Anlamı nda; kendini söylemiş. O dediklerinden kurtulmak kolay mı? Yine de, deneyeyim dedim. Emre Kongar gerçeğine, Emre Kongar serpintisinden, yansımasından; doğru olsun, yanlış olsun, bizdeki izdüşümlerinden çıkış yaparak yaklaşmalıyım. Kendi lafı kendinin olsun. Ayrıca, fazla değilse de, biraz tanıyorum onu. Bir merhabamız var. Geçen aylardan birinde üst üste iki

23 mekanda bir hafta arayla karşılaştık. Elbet, kişisel duygularımla da yazıyorum bu yazıları; ama her seferinde o duygulardan kurtulmaya çalışarak Sonunda yeri ve formülü buldum. Emre Kongar ı benim için en uzak bir yerde görmeye çalıştım. Bir çocuk korosunda düşündüm onu. On iki, on üç yaşında Emre Kongar. Bir başka fotoğraf da olabilirdi, ne bileyim. Ama, sanırım, onu açıklamaya uygun gelen bir biçimdi bu. Önemli yapıtlarını (Toplumsal Değişme; Türkiye nin Toplumsal Yapısı; Türk Toplumbilimcileri) değil de, yukarıda sözünü ettiğim deneme kitabını örnek alışım da belki bunun bir sonucu. Çocuk korosunda ne var? Her koro ölenleri, ölecekleri pastel renklerle yansıtır; çocuk korosunda, ayrıca çok daha geniş bir zaman (geniş zaman), sanki bir zamansızlık, bir duruluk dilekçesi de vardır. Emre Kongar, koroda, kendini dal dal dağıtan bir saflık içinde; aynı zamanda da harika çocuk gerçeğinin girdilerini kullanmadan edemiyor. Bir harika çocuk düşünüyorum; kendisine özgür ve bağımsız bir kişilik ve düşünce yapısı veren babası; klasik Türk müziğinin en tok sesli ustası olan amcası Ekrem Kongar; sporcu ağabeyi Engin Kongar Anneannesi Midilli den, dedesi Bafralı, anası İstanbul da doğmuş; babası Nişli bir aileden. Ama Emre Kongar yeni bir İttihat ve Terakki yi özlemez. Özlediği eskisidir; bunu da kimselere söylemez kuşağı bilim adamlarını düşünelim. Mümtaz Soysal, hayatın her yanına düşünce olarak akmayı ve dürüst tutumuyla karşıtlarını bile etkilemeyi bildi; Cevat Geray hayatın doğrudan içinde devinmeyi kuramsal açıdan da kendi yapısına uygun gördü; Mete Tunçay tarihe önyargısız ve çok cesur biçimde dadandı. O bağlamda ayrıntılar aradı. Yalçın Küçük, bilim terimleriyle sanat ve yazgı terimleri arasında sürekli gidip geldi. Bunlar ve daha sonraki kuşaktan kişiler (Doğu Perinçek, İsmail Beşikçi, Murat Belge, Emre Kongar) Türkiye nin toplumsal-siyasal hayatında eski kuşak bilim adamlarından daha fazla etkili oldular. Bir dönüşümde büyük rolleri oldu. Bunun zamanla daha bir belirginlik kazanacağı söylenebilir. Bir metamorfozun sözcüleri. Beşikçi, tarihsel olgu karşısında çıkarsız düşüncenin en büyük ivmesini çizdi ve ödülünü (!) aldı. Perinçek soldaki konvansiyonel konjonktürün bilimsel ve dokunulmaz sayılan durumunu bozdu. Murat Belge, ideolojiden, belli tutamaklarını yitirmemeye çalışarak, toplumbilimsel verilere kayma gereksinimini duydu (biraz da yitirmek zorunda kaldı, elbet). Emre Kongar ne yaptı? Çocuk korosundaki seçeneğini (hem de hiç seçme yapmadan) koruma durumunu yaşadı. İşbölümünü işlerbölümü olarak da algılamaya yöneldi. İlk kez çocuk korosundaki saflığını yitirirken (o saflık bilimdir Emre Kongar için; baştan beri böyledir) gerçeği elden kaçırmamak için, hiç değilse sözel planda, gerçeküstüye dadandı. Bilim adamı, sanatçı oldu. Tam sanatçı. Babasını, amcasını, ağabeyini çok erken yitirdiğini sık sık anımsamaya başladı. Üniversiteden dışlanacağını anlamış ve kendi kendisini dışlamıştı. Babası var ya, babası kendisiydi. Diyebilir miyiz! Bir bakıma da babası, amcası, ağabeyi aynı zamanda bilim, sanat, Türkiye anlamına da geliyordu. En büyük oluşumlardan ve yeteneklerden birinin doğal ortamından kopartılması karşısındayız. Bu onun başka yeteneklerini de ortaya çıkardı. Emre Kongar ın hayatı sonra sonra bir esneklik kazanmış. Bu bir bakıma (hayatında ilk kez) bir belirsizlik anlamı da taşıyor. Nedense, erken bir hayıflanma içinde. O hayıflanmaya hümanist bir kötümserlik de diyebiliriz. Keynes, modern resim kuramlarıyla da ilgileniyordu; tıpkı Valery nin matematikle ilgilenmesi gibi. Aydın Yalçın ın bir (Forum un ilk yılları) ekonomist olarak belirmesi, etkili olması, geçmişindeki başka bir disiplinin, toplumbilimin varlığına da bağlanabilir ve kuşağının toplumbilimlerdeki temsilcileri kendi uzmanlık alanları dışında kalan alanları da kolaçan ettiler; sanatın dünyadaki ve ülkemizdeki serüvenine yabancı kalmadılar; hatta kimileri birinci elden izlediler sanatı. Emre Kongar bunların başında gelir. Sakalı ele vermeyişinde, bir Sokrates davranışı yok mu?

24 26 Nisan Anayasası nın Kravatları Zaman zaman gözleri gururla parlayarak, o arada elbet içten sevgi ve kardeşlik duygularını da hiç eksik etmeyerek, gardırobunu açar: Üniformalar, fraklar, Amerikan yadigarı kravatlar, Uzakdoğu anısı ipek gömlekler, şiltler, kutular, fötrler, sanayici kasketleri, perukalar, miğferler, kasklar, harmaniyeler, gece takkeleri Duvarda yılın işadamı seçildiğini gösteren plaket; masanın üstünde bir cep saati (Rolex), birkaç sayı Red Kit (İngilizce), üstüne, Arapça rakamlı bir bilgisayar konmuş bir Kuranıkerim. Kitaplıkta, hafif yan yatırma ve kafa kafaya üçgen kurma beğenisiyle düzenlenmiş kitaplar, broşürler; birinci elden ansiklopediler, görkemli sırtlarıyla eski sarayları, bedenleriyle de İkinci Dünya Savaşı ndaki tankları anımsatan Kanunlarımız adlı diziler. Aralarda, önlerde ve her yerde biblolar. Kim kimdir? Profesördür. Hukuk Fakültesi nde, başka fakültelerde dersler verir. Uzayda Monroe doktrinini savunur. Malı kimi zaman alıp kaçar, kimi zaman da sadece götürür. Danıştay üyelerinin dörtte birini o seçer; bayan adlarını çağrıştıran müzeler açmış, özürlü çocuklar için bakımevleri kurmuştur. Belirli aralıklarla sanat festivalleri düzenler. Böylece gençleri cehaletten koruma önlemlerini devlet adına gerçekleştirmiş olur. 24 Ocak uzmanı olarak TV de boy gösterir ve Meteoroloji ye bakan Devlet Bakanlığı nca önüne konmuş hava durumunu okur. Gazetesi vardır; bilim ve sanatı serbestçe açıklama ve yayma hakkını kullanır. Düşüncelerini, radyo, televizyon, sinema ve benzeri araçlarla reklam biçiminde yayma olanağı da vardır. Haberleşme özgürlüğü eksiksizdir; bu konuda eşsiz bir gizliliğe de sahiptir. Yerleşme özgürlüğünü gerektiği ölçüde, seyahat özgürlüğünü ise hemen her zaman gerçekleştirir. Boş zamanlarında çalışır. Çocukları, vatan hizmeti konusunda bedel yönteminden yararlanmaktadırlar. Torunları da öyle. Bunun güzel bir şey olmadığını kim ileri sürebilir ki? Temel hak ve özgürlüklerin önündeki istisnai kısıntıları bir yerde aralamak fena mı? Ayrıca, üretim niçin dursun? Moda o dur. Kurt köpeği ek güvencesini de belirli bir beğeni düzeyinin simgesi olarak görmeliyiz. Çok güler. Gülme sırasının artık sonsuza dek kendisine geldiği kanısındadır. Bunu açık yürekle ortaya koymaktan da çekinmemiştir. Hem de bir sendika liderini öperken söylemiştir. İncedir. Narin kumaş dokur Ege de. Gülmesinin bir nedeni de şu: Artık lokavt yapmasına gerek kalmamıştır. Aslında karışık bir iştir bu. Hani Ankara da sigaranın zararı yokmuş ya, onun gibi bir şey. Demokratik ve laik cumhuriyete bağlı kalacağına ant içmiştir. Ara sıra da viski içer. İçerken bazı şeyleri unutmuş gibi görünür. Yine de bunun çok seyrek olduğunu belirtelim. Çünkü milli içkiye daha önem verir. Rakısını kendi ürettiği arı içme suyuyla kefenlemeyi sever. Bürosunda yürekli. Sofrada iyi yürekli. Hüzünlendiği olur: Beyaz Zambaklar Ülkesi nden kendisine pek bir şey kalmamıştır. Ama, boş ver. Derinleşmek daha iyi. Derinleştikçe bir çeşit tasavvuf duygusuna ulaşır. Öyle ki Hacıbayram Veli nin uzak yeğeni olduğunu da söyleyebilmektedir artık. Gerçeküstücü bir ressama soyağacının resmini yaptırırken bu yeğenlik gerçeğini temel bir hak ve özgürlük gibi kullanmıştır. Resim ticareti yapar. En temiz iş! Sanatın ta kendisi! Fotoğrafa da merakı vardır. Skandallarla beslenen haftalık magazinlerin sosyete sayfalarında dostlarıyla yan yana mahmur ve gülümser fotoğrafları yayımlanır. Büyük otellerin kumar makinelerine hiç itibar göstermez. İlkokul öğretmenini arayıp bulma ve onu abat etme tutkusu içindedir. Ortaokul ve lise

25 öğretmenlerine ise hiç yüz vermez. Bir zamanlar sevdalı bir banker gibi banka alımlarına koşardı. Artık koşmuyor. Üzerinde koşulacak kaldırımlar yapıyor. Makine parkları unutuyor komşu ülkelerde. Amerika yı seven ve Amerika tarafından çok sevilen bir ruh. Ayrıca Pakistanlı bir yanı da var. Bu yüzden mi bilinmez, gözünün biri şaşı. Ama asıl olan öbür gözüdür. Aşağıdaki dizelere kızmış olması beklenemez; çünkü daha önce okumamıştır: Üç anayasa ortasında büyüdün: Biri akasya, Biri gül, Biri zakkum. Beyaz zambaklardan kırmızı zakkumlara 3 Mayıs Marjinal Başkan: Turgut Sunalp Şöyle tanımlamış kendini Turgut Sunalp: Askerlikte, büyükelçilikte, özel sektörde başarı kazanmış; demokrasiye haddinden fazla inanmış ve imkanı nispetinde sivilize edilmiş bir insan. Yine kendi anlatımına bağlı kalırsak, annesinin ve babasının özenleriyle akıllı bir insan olarak doğmuş, askerliğe ilkokulda başlamış. Biri ABD de olmak üzere, iki harp akademisi bitirmiş; Kore de savaşmış; Kıbrıs ta kumandanlık yapmış. Kendi kurduğu Ege Ordusu nun kumandanı, Kanada Büyükelçisi, banka yönetim kurulu üyesi, şirket yönetim kurulu başkanı, milletvekili, parti genel başkanı. Çalışkan öğrenci. General Sadık Aldoğan ın çok bilgilisi; üst ü. Ali İhsan (Sabis) Paşa nın esprilisi ve kişisel kontrolünü yitirmeyeni. Fransız olsaydı, larda yaşasaydı, cumhurbaşkanı seçilseydi, General MacMahon u da biraz anımsatacaktı. Klasik Türk müziği sanatçıları arasında eşdeğeri Metin Milli. Basında çalışsaydı Altemur Kılıç gibi olurdu. Benmerkezci. Her an kendini seyreden, bu yüzden seyirciyi sonsuza dek dışlamış tiyatro oyuncusu. Neden denizci olmadı? Orada zaten bir Turgut (Reis) var diye, belki de. Buradaki Turgut? Turgut Özal? Buradakini boşverin. Sunalp ın ona yakıştırdığı tek sıfat eciş bücüş. Sunalp, Swift in yapıtı yalnız Cüceler Ülkesinde bölümünden oluşsaydı, Güliver liği pir aşkına kabul edebilirdi. Elbet, asık ve ciddi yüz efsanesinin erdemlerinden hiç vazgeçmeyerek Gülümseyenleri hiç sevmez de Hariciyeci yanının ayrıca öne çıkmasına özen gösterir. Emekli bir kumandan için, Türkiye de, büyükelçiliğin hiç de aşama değeri taşımadığı açıktır. Ama Sunalp burada başka bir incelik arar gibidir. Büyükelçi olmak var, bir de başarılı büyükelçi olmak var. Hariciyeci olmak başka, özellikle başarılı hariciyeci olmak yine başka. Turgut Sunalp öyle olduğuna inandığı (ve gerçekten öyle olan) bu niteliğiyle kendini öbür askerlerden de ayırma olanağı elde etmek ister. Her şeyin en seçkini kendisidir. Sunalp ın özel sektördeki başarılılık kanısına katılmak ise kolay değil. Bankanın ya da şirketin inşaat ve personel işlerine büyük katkıları olmuş Marjinal politikacı. Madalyalara ve madalyonlara bayıldığı biliniyor. Bu yönüyle az buçuk darphaneci de sayılır. Nitekim, partisinin horozlu amblemini de eski darphaneci bir kalemkara yaptırttı. Yaptırtmasına yaptırttı da, horozun uçuşu küllüğe kadar oldu. Ömrü boyunca politikanın hemen kenarında yürüdüğünü söyleyen Turgut Sunalp sonunda politikanın tam ortalık yerinde buldu kendini. Daha doğrusu düştü oraya. Başka deyişle köy düğününde güveyi suya atarlar ya, öyle şenlikli bir biçimde kaldırıp fırlattılar. Nedir ki, fazla yukarıdan fırlattılar. Paraşütü açılmayan Laz ın öyküsünü yaşadı. Üstelik halkın arasına değil, üstüne düştü. Hiçbir deneyi yoktu. En bildiği kentte, Ankara da, bir Merihli gibi dolandı.

26 Yalan söyleyemiyordu. Ama sözleri de anlaşılmıyordu. Basın bu yanıyla acımasızca oynadı. Uyumsuzluk Sunalp ı önce bir sürü küçük tutarsızlığa götürdü. Siyasal yenilgisinin ardından (hemen o gün) kendisini ortada bıraktılar. Şaşırmıştı. Buna bir türlü anlam veremiyordu. O ara, gafil avlanma sanatı üzerine bir şeyler öğrendi mi, bilinmez. Ama gerçeğin öbür yüzü ortaya çıkmıştı: Bu kez Swift in yapıtı sadece Devler Ülkesinde bölümünden oluşmuş da, yolu oraya düşmüş gibiydi. Her şeyi operetleştirdi. Saçmalamaya da başlamıştı. Demokrasiye haddinden fazla inandığını söylüyordu. Keşke yeteri kadar inanmakla yetinseydi. İmkan nispetinde sivilize edilmiş bir insanım diyordu. Kanada Büyükelçisi bazı sözcüklerin anlamını da unutmuş görünüyordu. O cümlenin anlamı şu: Olabildiğince uygarlaştırılmış, terbiye edilmiş adam Kişi kendini böyle aşağılar mı? Hele Sunalp gibi yücegönüllü, narsisçi bir kişi! Bir çeşit intihar mı? Burada Türk Dil Kurumu binasının yeni konuklarına intihar kavramı için kendi yapılarına uygun bir sözcük öneriyorum: Otocinayet. Biz gelelim yine Turgut Paşa ya. Turgut Paşa, horoz öldükten sonra, sanırım, sağlığını yeniden kazandı. Fazla uzun değilse de, oldukça büyük burnundan ötürü çektiği Cyrano acılarını anıya dönüştürmüş bulunuyor. Düşünceleri yine anlaşılmıyor. Ama bunlar onun iyi adam, maiyet canlısı, başarılı adam gerçeğiyle çatışmamakta. O düşünceler artık cürümleri kadar yer yakıyor. Horoz yok. Tavuk da. Sıkıntının getirdiği kara mizah da. Yine de bir soruyu yinelemeden edemeyeceğim. Kişi kendisi için Akıllı bir insan olarak doğdum der mi? Biri daha demiş: Nietzsche. Nietzsche nin Ecce Homo adlı yapıtının bir yerinde de şöyle bir arabaşlık var: Ben niçin bu kadar akıllıyım? Böyle dedi Turgut Paşa. 10 Mayıs Çağlayangil in Saygınlığı Ülkemizde öteden beri dışişleri bakanının kim olduğunu kimse umursamamıştır. Devletin işi görülsün diye, bir dışişleri mensubu da, işte, o bakanlığın başına getirilmektedir. Dışişleri bakanlarına hep aynı gözle bakılmıştır. İki olay bunun dışında görüldü ve tartışıldı: Fuat Köprülü ve İhsan Sabri Çağlayangil. Fuat Köprülü ye, büyük uzmanlık alanı karşısında, dışişleri bakanlığı uygun görülmedi, bir bakıma yakıştırılmadı. Yine de, Demokrat Parti nin dört büyük kurucusundan birine düşen üçüncü post anlamına geliyordu bu. İhsan Sabri Çağlayangil in dışişleri bakanlığı ise tam bir tepkiyle karşılandı. Bu kez kişi bakanlığa yakıştırılamıyordu. Tepki de Köprülü nünkinin tersi bir nedenden kaynaklanmaktaydı: Çağlayangil de arkaplan (background) sıfırdı. Uzun yıllar Emniyet Genel Müdürlüğü nde çalışmış, bir emniyet uzmanı olmuş; Fuat Köprülü nünkiler gibi olmasa da, kendi dalında, hayat öyküsü yönünde ses getirici bir kitap da yazmıştı: Polis Taktiği ve Polis Psikolojisi. Ayrıca Polis Şairler Antolojisi ne girebilecek şiirleri de vardı. Bugün yayımlansa Muzır Komisyonu nun hemen yakasına yapışabileceği bu şiirlerinde o sonsuz kadın-erkek tartışmasına, erkekler adına yeni kanıtlar da getirmiş; Orhan Veli yi bayağılaştırarak, saptırarak, kadınlara Ayakta işe de göreyim gibisinden sözler de döktürmüştü. Ama bunlar yetmiyordu. Olgun yaşta (57) dışişleri bakanı oldu. Politikaya da, zaten resmen 53 yaşında girmişti. Üç yabancı dil (Fransızca, İngilizce, Rusça) bildiği ilan edilince, basında, Rusçayı Karpiç teki garsonlardan öğrenmiş olabileceği yorumu yapıldı. Oysa, ömrünün en uzun yıllarını geçirdiği emniyet görevleri sırasında da öğrenmiş olamaz mıydı bu dili? İşin bu yanıyla kimse

27 ilgilenmedi. Fransızca ve İngilizceye gelince, o iş kolaydı. Lingafon yöntemleri vardı. Üstelik Çağlayangil, sonunda, görevi sırasında zorunlu olarak öğrenecekti de bütün bu dilleri. Valilik yılları da var. Ancak Çağlayangil in bunların başında (Yozgat Valiliği) emniyetçi, daha sonrakilerde bütün bütüne Demokrat Parti partizanı olarak belirdiği de bir gerçek. Özellikle Bursa Valiliği Demokrat Parti İl Başkanlığı ile özdeşleşmişti. AP hükümetlerinde İsmet Paşa nın bir masada yemek yiyemeyeceği birinci kişinin o oluşunda bu partizanlık gerçeğinin de payı olsa gerek. Dışişleri bakanı olmuş yegane emniyetçi. Peki valilik yılları? Çağlayangil valilik de yapmıştır, çalışma bakanlığı da, senatörlük de. Ama onun portresini belirleyen çizgiler emniyetçiliği ve dışişleri bakanlığı günlerinden yansıyan niteliklerdir. Bunların iç içe değil, art arda gelen nitelikler olduğunu da belirtmeliyiz. İhsan Sabri Çağlayangil, dışişleri bakanı olduktan sonra yukarıda sözü edilen yapıtındaki polis taktiği ve psikolojisini bir yana koymayı bildi. Yıllar geçti. At boynuna kelebek konmuş gibi resimler çektiren, çapkın enişte bakışlı adam değildi artık. Bir yumuşaklığı, yaşlanmanın çok az kişiye sunabileceği bir üstat tavrıyla birleştirdi. Gençliğini artık hiç anımsatmayan, yaşında bir Maurice Chevalier yüzü düşünün, öyle bir yüz edindi. Çubuklu pantolonunun hemen ucunda görünmeye çalışan bu yüz, aradaki gövde gerçeğine bir Japon feneri hafifliği kazandırmasını bildi. Tek büyük buluşu olan ekose etekli levrekin tarifesini hangi lokantanın garsonlarından ya da aşçıbaşından aldığını bilmiyoruz. Ama bu deyim de Çağlayangil in topluma yansıyan yüzünü en iyi anlatan öğelerden biridir. Maurice Chevalier dedim demin. Bir revü filminde, şapkası elinde, eli kalçasının hizasında, bir ileri bir geri, dans adımlarıyla yürüyen, güzellik kraliçeleriyle uçaklarda buluşan, şantözlerle şemsiyeler arasında şarkılar söyleyen, yanında her türlü ilaç bulunduran bir Maurice Chevalier. Bu tavır, Dışişleri nde Semih Günver gibi sözlü-sohbetli bedavacı kültür adamları da yetiştirecek. Diplomat Nuri gibi, Kerkük canavarları da. Politikayı hazla birleştirdi. Hazzı görünmez kılmayı başardı. Aydınların Dışişleri Bakanı Çağlayangil e baştaki tepkileri sürekli artan bir güvensizlikle beslenerek 12 Mart a kadar sürdü. O tarihten sonra geçmişe dönük bazı açıklamaları ve yorumları birden aklattı onu. Adam ne kadar açık konuşuyordu! Altımı oymuşlar falan diyordu. İşte liberal adam! Büyük bir saygınlık kazanmıştı. Oysa Çağlayangil in liberalliği artık sofra çerçevesine indirgenmiş kişisel tat serbestliğinden ibaretti arasındaki Milliyetçi Cephe serüvenleri de bunu gösteriyor. Biri 31 Mart ta kurulan bu cephelerde bakan olarak yer almış Çağlayangil nedense hiç kınanmadı. İleride, orada olan bitenler için de bir açıklama yapacağı mı bekleniyordu? 12 Eylül den sonra yine konuşmayı denedi. Bu kez sözleri daha belirsizdi. Öyle de olsa, saygınlığını korumasına yetti. Tanrım, bize büyük bir felaket ver; o felaketin hazırlayıcıları arasında Çağlayangil de bulunsun; felaket geçtikten sonra Çağlayangil orada dönenler arasında üzerine iki laf etsin, biz de onu başımızın üstüne koyalım. 17 Mayıs Hasan Fehmi Güneş Alain bir yazısında şöyle der: Her iktidar hüzünlüdür! Hasan Fehmi Güneş i düşünürken nedense bu söz aklıma geldi. Sonra onun, daha çok bir iktidarda yararlı olabileceğini düşündüm; muhalefette değil. Memurdur. Aldığı görevi o saat doldurur. Sıradan olayda olağanüstü gelişmeler Bu cümle Hasan Fehmi Güneş için ne anlamlı bir resimaltı olurdu! Düz adamın gösterişsiz çetinliği. General Özaydınlı nın istifasından sonra

28 İçişleri Bakanlığı na getirilirken de öyleydi. CHP nin asları, hele Özaydınlı dan sonra, bu bakanlığın işlerini üstlenmekten korkmuşlardı. Millet köşe bucak kaçıyordu. İş Hasan Fehmi Güneş e gelip dayandı. Zaten adı da ilk kez o zaman duyuldu. Olayın dışarıdan görünümü böyle. Bizim gibi olaylara uzak yurttaşlar için bilinebilen tek şey paşanın yerini savcının aldığıydı. Yalnız savcı mı? Hasan Fehmi Güneş in tavırlarında eski bir ilkokul öğretmeninin güven arayışı da vardı. Ayrıca, hiç beklenmedik biçimde, uluslararası araştırma örgütlerinin üyelerine özgü bir serinkanlılık izlenimi. Bu son izlenimin nereden doğduğunu açıklamak çok zor. Belki Özaydınlı nın yerini dolduran kişiden bir an için fazla bir şeyler umulmuştur. Hasan Fehmi Güneş bütün bu olandan ya da varsayılan niteliklerle İçişleri Bakanlığı na, hiç değilse bir süre, yeni bir imge de kazandırdı. Daha sonra SHP de dünyanın en ketum il başkanı olacak. Umudunu hiç belli etmez; ama hiçbir zaman umutsuz da değildir. Litvanyalı tarım bakanları gibi yürür (Araştırmacı izlenimi oradan mı doğuyor yoksa?) Beyaz bakar, sevilmez gibi. Tek başına bir örgüt içinde tuhaf ve rastlantısal, ama kendisi gibi iki üç kişi daha olsa, yapıtaşları belirir. On kişiyle, yapının bedenleridir. Sessizliği manyetik bir gücü dönüştürüyormuş gibi çalışır. Bu yanıyla öbür Güneş in (Turan) tam tersi. Yüzünde turizm sıfır. Önümde bir iki not var. Doğru mu bunlardaki bilgiler, bilmiyorum. Ama doğru olarak alsak da, toplumdaki yansılarına hiç ters düşmez. Hasan Fehmi Güneş Köy Enstitüsü çıkışlı. İlkokul öğretmenliği yaparken dışarıdan liseyi bitirmiş. Daha sonra da otel katipliği, inşaat işçiliği yaparak Hukuk Fakültesi ne devam etmiş. Savcı olduktan sonra kendi kendine İngilizce öğrenmeye başlamış. O günlerde söz vermiş karısına: Kırk yaşında milletvekili karısı olacaksın. Sigarayı bu sözünü yerine getirdikten sonra içmeye başlamış. Kendine ilk kez bir şemsiye alma gereğini savcı olduğu gün duymuş. İlk paltosunu da Meclis e girdiği zaman edinmiş. Çocuklarını, emeğin değerini anlasınlar diye, yazları, tanıdığı kişilerin yanında, inşaatlarda çalıştırırmış. Ücretlerini de, kendi cebinden ödermiş gizlice. İçişleri Bakanı yken de sürmüş bu inşaatlarda çalıştırma işi. Onlar, yani çocuklar, bugün de babalarının yanında sigara, kahve içmezlermiş. (Kahveye ne oluyor?) Hasan Fehmi Güneş i tanıyan, ama birbirlerini tanımayan kişilerden edinilmiş bu bilgilere hemen bir ek yapalım: O, politikada yeni bir tipin zafer kazanmasıdır. Bugün SHP de büyük bir curnata var. Kimisi koşuyor, kimisi dans etmekte, kimisi güneşleniyor. Hasan Fehmi Güneş in o hayhuy içinde çok özel bir durumu var: bir yandan da iş arıyor o. Bulacaktır. İlkokuldan sonra bir süre bahçıvanlık okuluna devam etmiş olan bu adamda şans yeteneği de var. Tarih nedir, çiçek ne, biliyor. Herkesin özgürlüğünün herkesin eşitliğine bağlı olduğunu kavramış. CHP den SHP ye geçişte, arkadaşları arasında en büyük doğallık onunkindedir. Bir gün başka bir partiye de aynı doğallıkla geçecektir. Bakanlıktan ayrılmasına yol açan gönül macerası pek de skandal sayılmadı. Düşmanları bile bu işin üzerine fazla gitme gereği duymadılar. Çünkü Hasan Fehmi Güneş hemen istifa etmiş ya da ettirilmişti. Bir anda sıradanlığa, hiç in kurşun işlemez ortamına girivermişti. Herkes birden öylesine hiçleşemez. Hem, yalnız hiçleşme işi de değil bu, Hasan Fehmi Güneş in aile hayatı da en ufak yara almadı, o gönül (gönül değil de acele erotizm) serüveninden. FKÖ militanları olayında ise abartma olduğu anlaşılıyor. Hasan Fehmi Güneş, FKÖ militanlarıyla, onlar o gün teslim olduktan sonra, sarılıp öpüşmüş Toplumda bugün böyle bir izdüşüm yok. Ama Hasan Fehmi Güneş in imece duygusunu zaman zaman yeni ve kendisi için elverişsiz sınırlara götürdüğü, sözgelimi FKÖ olayında, polis memurları arasında, bir bakan

29 gibi değil, onlardan biri gibi hareket ettiği de bir gerçek. Bir savcı düşünün, sabah akşam gardiyanla dokuz taş oynuyor. Böyle bir yanı da var Güneş in. Tutanakçı Hasan Fehmi Bey. Mutlaka kazanılması gereken bir hak gibi duruyor orada. 24 Mayıs Patriyot Hayati Her toplumda, art arda gelen üç dört kuşağın üyelerini tanıyan, onların prototipleriyle ayrı ayrı, kimi zaman da bir arada haşır neşir olmuş kişiler vardır. Kendi nitelikleri yanında bu özellikleriyle de var olurlar. Sözgelimi Agop Arad bu tür insanlardandır. Elif Naci de öyleydi. Sağcıların bir Fethi Gemuhluoğlu ları vardı. Genç yaşta ölen bu geniş ufuklu adam kendi kesiminde önemli bir işlev kazanmıştı. Her söz ya da her olayın yorumu bir de ondan geçerdi. Sağcılar onu veli derecesine yükselttiler. Ölünce de hemen unuttular. Çok seyrek rastlanan bu ortak yıldızlardan biri de Patriyot Hayati. Bakarsınız, lı yılların ilk yarısında Aka Gündüz ün, Nurettin Artam ın masasında; sonra bakarsınız, o yılların ikinci yarısında Şükran Lokantası nda Dıranas la, Cahit Sıtkı yla, Orhan Veli yle beraber; Kürdün Meyhanesi nde acılı kuşak şairleri arasında; Mehmet Kemal le tavla oynuyor; Ruhi Su ile Nusret Hızır ın arasına oturmuş da Osman Bölükbaşı nın kişisel dostu olmuş ta Milli Birlik Komitesi üyelerine Bulvar Palas ta demokrasi söylevleri veriyor. Yassıada Savcısı Altay Egesel le o sırada Yassıada sanığı olan eski Birinci Şube Müdürü Niyazi Bicioğlu na, bir olayı anımsatmak için, üç paket Birinci sigarası yolluyor. İstanbullu. O kadar ki, Ankara da bile Üsküdar da oturmuştur. Liseyi Ankara da bitirdi. Taşmektep in son mezunlarından. Bir yıl Yüksek Deniz Ticaret e devam etti. Daha sonra Ankara da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ne girdi. Türkiye Gençler Derneği ni kuranlar arasında o da vardı de, hocaları (Boran, Berkes, Boratav) üniversiteden uzaklaştırılınca girdiği boşluk duygusu sonucu yükseköğrenimini yarıda bıraktı de TKP davası dolayısıyla tutuklandı. 5 yıl içeride yattı. 18 ay da Niğde de sürgünlük. Mübadele de (), Manastır ın Nasliş kasabasından ailesi ile birlikte İstanbul a geldiğinde beş yaşındaydı. Aile varlıklıydı: Yunanistan daki mülklerin karşılığı Çatalca da ev, tarla, tapan verilmişti; daha sonra, Marmara Adası ndaki hemen bütün emvali metruke onların; Avşa da zeytinlikler. Patriyot Hayati nin hayatı bugüne dek birkaç kez varlık ve tam yoksulluk arasında akıp gitmiş. Yoksul düşmek diye bir şey var. Ama Patriyot Hayati için ek bir durum da söz konusu. Onun için, bir şey yapmak, o alanda tam sıfır noktasını yoklamakla mümkündür de babası ölünce, annesine ve iki kardeşiyle kendisine 33 er bin lira miras kalmış. Hayati, bu parayı son kuruşuna kadar hemen yemek istediğini söyleyince, annesi dayanamayıp kendi payını da ona vermiş. Patriyot bu parayı üç ayda, Beyoğlu nda Jorj un eski kulisinde ve bir kadın arkadaşıyla birlikte Kilyos ta bitirecek. Sıfıra düşünce de iş aramaya başlayacak. Nerede? Hemen oracıkta, Kilyos ta. Nerelerde çalışmamış ki!.. Öğrencilik yıllarında Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü nde, Beden Terbiyesi nde Mayıs tan sonra Gazeteciler Cemiyeti lokantasının yöneticisi; daha sonra Devlet Su İşleri nin ilk dinlenme kampını kuruyor. Niğde de sürgündeyken, otel katibi ve özel Fransızca öğretmeni. İstanbul da, Yeniköy Turizm Oteli nin (bugünkü Carlton) müdürü; Edirne deki Kervan Oteli nin kurtarıcısı; bir gıda sanayi kurumunda satış şefi; salyangoz ihracatıyla uğraşan bir şirkette müdür; Türkiye Öğretmenler Sendikası nın (TÖS) muhasebe müdürü; Özer Sağnak la kurbağa bacağı ihracatı için çalışmalar; başka bir salyangoz ihracat firmasında genel müdürdür de bu son işinden emekli oldu. Mali durumu da şu anda fena sayılmaz.

30 Yargıç önüne ilk kez, bir yılbaşı gecesi olayından ötürü çıkmış u ye bağlayan yılbaşı gecesi, Ankara da, Maltepe nin üstünde, Süleyman Bey Mahallesi nde, Bekarlar Apartmanı ndaki odalarında üç arkadaş (öbürleri Ahmed Arif, İbrahim Erdem) gelecek iyi yıllara kadeh kaldırdıkları için o sırada orada konuk olarak bulunan biri tarafından ihbar edilmiş ve mahkemeye verilmiş: Hangi iyi yıllarmış o kadeh kaldırdıkları! Patriyot sanını çok sever. Bu sanın gerçek adını bile unutturmasından memnundur. Yaşıtları ve gençler için sadece Patriyot, yaşındaki en gençler için Patriyot Amcadır. Patriyot sözcüğü burada sanılabileceği gibi Fransızcadan ve Fransız Devrimi nden gelmiyor. Yunanistan muhaciri ya, Yunanca da hemşeri anlamına geliyor bu sözcük. Ayrıca Hayati nin çocukluk arkadaşı Çatalcalı Şevki Akşit ona boyuna Patriyot, yavaş ol; patriyotluğun sırası değil şimdi deyip dururmuş. Coşkunluk, ataklık karşılığı olarak da daha çocukluk günlerinde takılmış bir ad. Bir adı da Prens Hayati. Çok güç günler geçirmiş, hatta düpedüz aç da kalmıştır. Ama kuru ekmeğin bile zor boy gösterdiği sofrasında her zaman lacivert takımı, kolalı beyaz gömleği, şık kravatıyla oturmuştur. Bu yönüyle de bir söylencedir Hayati. Taşlıtarla da gecekonduda otururdu: Dışı dobra konak, içi bahanesiz saray. Mihri Belli şöyle demiş: Bana kim muhalefet ederse etsin aldırmam; ama şu Sevim le (Belli) Patriyot un muhalefetine dayanamam. Edip Cansever de şöyle demiş Patriyot Hayati için: Bir gün bile ölmezsin benim sözlüğümde. Ahmet Oktay da şöyle demiş: Patriyot konuşuyor, elleri kuşlarmışçasına 31 Mayıs Görünmeyen Adam: Keçeciler Görünmeyen adam. ANAP ta karizması olan ikinci kişi. Partinin geveze olmayan tek yöneticisi. Ağzı sonsuz sıkı. Turgut Özal la birlikte var; onun gölgesi, zaman zaman tek rakibi, silahı, tamamlayıcı parçası; hatta, yerine göre, belki de kendisi. Ya da öbür kendisi (ne demekse!). İsmail Özdağlar olayıyla lirizmini yitiren ANAP ta, etli ekmek atıştırıp dursa da, bunu loş bir mekanda ve kederli kederli yaptığı için üstüne bir türbe penceresinden kutsal menevişler düşen bir adam, lirik kalmayı bilirdi: O. Fotoğrafı belirsiz; portresinde siyahlar ve beyazlar gri fonların ardına çekile çekile yitip gider. Özal ın kendisi, dedim demin. Ölüsü olarak da görünüyor. Sessizlik başlangıçta bir savunma aracıydı Mehmet Keçeciler için; ortada fazla görünmemek zorundaydı. Bu araç giderek etken bir silah oldu. Arada sırada söylediği net, kesin kaçamaksız birkaç cümle sessizliği bozan değil, pekiştiren mesajlardır. Hepsi de savunma biçimli olan böyle çıkışlarında kendini Özal dan bütün bütüne bağımsız olarak belirler. Uzman takımını ayrı tutarsak, milletvekili olmadığı halde partisinde elinin altında güç bulunduran birinci kişi. Bütün namlular üstüne çevrilmiş. En çok da kendi partisinden. Geçmişi ve yüzü tek bir olayla, 12 Eylül öncesindeki MSP mitingiyle açıklanmak isteniyor. Başka hiçbir serüveni, bir niteliği yok sanki. Böylece, Keçeciler, niteliklerinin büyük bir bölüğü varsayılmış bir adam olarak çıkıyor karşımıza. Varsayıla varsayıla, belli bir çerçeve içinde, onun olduğuna inanmamız gereken bir profil çizdi. Gerçekten de, araziye uyma zorunu Keçeciler e fiktif bir güç kazandırdı. Belirsizlik ve suçlamalar onu yaratırken, o da belirsizliği ve suçlamaları bir güzel kullanmasını bildi. Yüzü de kutsal kitaplardaki yazılar gibi silikleşti; iç içe değişik anlamlar taşımaya başladı. Bugün Keçeciler e uzaktan baktıkça, sadece meal olarak bir şeyler çıkarabiliyorum. Oysa belli ki eski bir belediye başkanı karşısındayız. Ayakları yere basan biri. Konya daki gazino dizisini bilmiyor olamaz. Çumra daki oturak alemlerinin ayrıntılarını

31 en azından başkalarından öğrenmemiş midir? Ayrıca ANAP gibi her yerde çuvalla para dağıtılmasını ilke edinmiş bir partinin teşkilatlanma başkanı olmak ne demek? Yine de, mimar olsaydı hep çapraz tonoz yapardı. Dinamizme hiç gereksinimi yokmuş imgesini kabul ettirdi. Dalan ın karşısında duruk ve güzel. Mustafa Taşar la aynı odada, mavi ve temiz, onun gözünde Mustafa Taşar at hırsızının tekidir. Ama işi fazla büyütmüştür. Mükerrem Taşçıoğlu toplum, sanat ve sosyal güvenlik etkinliklerini gülümseyerek izler. Bir olay oldu mu soluğu hemen Konya da alır. M. Kalemli ye orada antik hokkalar arar. ANAP ın hiç de aceleci olmayan Sadettin Bilgiç i. Ama işin sonunda iyice geç kalmak da varmış; düşünmek bile istemez bunu. Üzerinde ördüğü koza zırhtır aslında. Namlulara karşı. Konya da belediye başkanı seçildikten hemen sonra, belediye meclisi üyeliklerini kazanan MSP lilerin aldıkları oylar geçersiz sayılınca, o mecliste öbür partilerin temsilcileri arasında bir başına kalmıştı. Keçeciler i yaratan biraz da bu yalnızlık durumudur. Bugün ANAP içinde, Teşkilatlanma Başkanı olarak, o durumu sürdürmek istemez havasında. Ne var ki yaşanmış gerçeğin etkilerini de bütün bütün yok sayamayız. Dıştan bakarsak görürüz: Bunu, nice tuhaf olayın döndüğü günümüz Türkiyesi nde bir erdem, hiç değilse bir demokratik tavır göstergesi olarak değerlendiremez miyiz? Bugün partide parıltılı yeni bir kişi daha var: Hasan Celal Güzel. En iyisi, Keçeciler i onunla karşılaştırmak. Çünkü zaten önünde sonunda ikisi karşılaşacak. Hasan Celal Güzel, Turgut Özal ın yenisi olarak boy göstermek istiyor. İşi de hemen ve bodoslamadan yapma niyetinde. Üslubu da değişik: Keçeciler in sessizlik yöntemine karşı, görsel olanaklardan yararlanmayı ihmal etmeden politika bahçesini silme lafla donatıp güç kazanmak istiyor. Aslında, bürokrasi hayatında. Keçeciler in ANAP taki bugünkü durumunu (sessizlik durumu) anımsatan bir konumdaydı. Meclis e girdikten, bakan olduktan sonra ağzı açıldı. Ayrıca, seçimlere Gaziantep ten girerken de Süleyman Demirel e sürekli biçimde, açıkça saygılarını sunduğunu unutmayalım. O günlerde, gazeteleri karıştırırken, ikincil sayılan noktalarda birincil görevler verilmiş bu bürokrata bunca rahat konuşma olanağı tanıyan koşullar nelerdir diye düşünmüşümdür. Turgut Özal nasıl izin verir buna? Yoksa Hasan Celal Güzel bizim tanıma şansına ulaşamadığımız çok büyük bir kişilik mi? Gerçekten, politika sahnesinde ilk adımlarını bu kadar rahat atan adam az bulunur. Bu taşbebeğe, bu sütçocuğu yüzlü arkadaşa nasıl da özerklik alanları tanınmaktaydı! Çok sürmedi, partisi içinde savaş terimleriyle de konuşmaya başladı. Savaş Elbet yaman savaşçı Hasan Celal Güzel. Köroğlu gibi saldıracağını önceden karşı tarafa bildiriyor. Köroğlu ndan farkı, bu bildirilerin sanki başkalarınca hazırlanmış olması. Böyle bir izlenim var. Öte yandan, Köroğlu gibi pusuya yatmanın kurallarını da tam öğrenememiş. Pusuya yattığı zaman kıçını biraz fazlaca kaldırıyor. Belli ki kurşunu da hemen her zaman oradan yiyecek. ANAP kalıcı bir parti değil. Üstelik kalıcı olmayan başka partiler gibi yıkıldıktan sonra geriye bir sürü sınanmış adam bırakmayacak. ANAP tan ileriye kalsa kalsa şu kişiler kalır gibi: Özal, Semra Hanım, Keçeciler, Hasan Celal Güzel, Vural Arıkan, Bedrettin Dalan ve Amerika. Keçeciler Turgut Özal ın ölüsü de, öbürü onun dirisi mi? Hayır! İkisi birden var; ikisi birden ölür. Bunun nedeni de şu: Özal, Keçeciler in gözbağcı olarak yücelmesine farkında olmadan izin verirken, gözaçıcılara da ileriye dönük bir işlev tanımış oldu. 7 Haziran Çetin Altan ın Birkaç Yazısı Hayat, coşku ve devinim: Budur Çetin Altan. Atın gökyüzüne çifte atması; ilkyaz ikindisinde gübre kokusunun hiç de kötü olmayışı; manken yürüyüşündeki evrensel, bir bakıma uzaysal tat; Nazım ın bir şiirindeki gibi, denizde öpüşmek

32 Çetin Altan, ülkemizde bu denli sömürü olmasaydı, dünya olaylarını böylesine izlemeseydi, siyasete girmeseydi, eski edebiyatımızı bunca iyi bilmeseydi, yeteneğinin bunca ayırdında olmasaydı, daha çok Epikürcü yanıyla yaşayacak, bu anlamda, bir Rousseau gibi, Mutluluk Sözleşmesi ni yazacaktı. Çetin Altan ı bir yazar olmayarak düşünmek istedim, olmadı. Yine de o durumuyla daha da büyüdü gözümde, anlatmaya cesaret edemedim. İkisi arası bir yerden bakabilir miyim ona? Kim ne derse desin, Çetin Altan ı anlatmak riskli, aynı zamanda coşku uyandırıcı bir şey. Hiç değilse son birkaç yılını? Birkaç yazısını? Gazeteci olarak?.. Çetin Altan tan sonra boy gösteren yenilik edebiyatımızın (Orhan Veli, Ataç), Nazım dan da geçerek, basın ve siyaset alanında boy gösteren temsilcisidir. O edebiyat, o alanlarda kendi insan ve toplum değerlerini, özellikle de yadsımalarını onunla sınadı. Çetin Altan son 10 yılında ABD deki yeni gazetecilik yönsemesinin ülkemizdeki bağımsız örneği gibi. Sözünü ettiğim yönsemenin en belirgin adı Art Buchwald. Bu adam Batı basınında köşe yazısı, daha özgül niteliğiyle fıkra geleneğini başlatıyor. Batı da yok diye bizde yok edilmek istenen bir yazı türü, Batı da yeni mass media nın getirdiği bir gereksinim olarak can bulmakta. Burada hemen ekleyelim, Çetin Altan yaşadıkça köşe yazısız gazete olmaz. Olsa da yaşayamaz. Art Buchwald genelde mizaha dayanır. Bütün dünyayı, her yönüyle hayatı kapsayan bir mizahtır bu. Çetin Altan eskiden de mizahı aşan bir çalışma içindeydi. Son yıllardaki yazılarında daha da aşıyor onu (ütopya mizahı dışlıyor). İyice yaratıcı ve çok kökenli bir tavır geliştiriyor. Belki de 80 li yıllarda oyun, roman vb yazmayışı köşe yazılarına daha bir yaratıcı doku kazandırmakta. Kendi gazeteci kuşağı içinde eski edebiyatımızı da, Batı edebiyatını da birinci elden değerlendirebilen birinci kişi de o zaten. Ayrıca gerçek bir edebiyatçı o. Orhan Kemal in bir edebiyat soruşturmasında en beğendiği yazıları sıralarken başta onu ve İlhan Selçuk u saydığını anımsıyorum. Gerçekten tan sonra beliren bu iki yazarın Türk düşüncesine, Türk gazeteciliğine katkıları çok büyük. Şoförler, bakanlar, işçiler, öğretmenler, şairler, işsizler, herkes çok şey öğrendi onlardan. Eleştiri Çetin Altan dan pek bir şey koparamaz. Hatta, onu daha da zenginleştirir belki. Çünkü düşüncesini iyice kişiselleştirmiştir de. Polemiğe gelince, o, hiç Çünkü Çetin Altan ın saygınlığında, saygı kavramının yanında güç ve dokunulmaz ilginçlik kavramları da ağır basmaktadır. Üstelik kimse kolay kolay polemiğe giremez onunla. Bir nokta vardır, yumurta küfesinin beş kuruşluk değeri kalmaz; Çetin Altan için hiçbir zaman o noktaya gelme gereksinimi söz konusu değildir; ama bir karşıtlık diyaloğuna da girmeyecektir, ağzını bir bozuverir ki Değerli bulduğu kişilere karşı ise her zaman kibardır. Yine de, denebilir ki, kendi özeleştirisi Türkiye nin romanını verecektir. Roman dedim 40 lı yıllarda şiir, 60 lı yıllarda oyun, 70 li yıllarda roman yazmış. Romanlarında ve oyunlarındaki kişilerin kendinin doğrudan sözcüleri olduğunu söyleyenler var. İncelenmeye değer. Değer de, varılan sonuç düşünce yazılarıyla çelişirse değer, çünkü Çetin Altan düşüncesini gazete yazılarıyla, politika serüvenindeki davranış ve sözleriyle açıkça ortaya koymuş bir kişi. Değişmekten, değişebilmekten korkmayan bir kişi. Bu yüzden düşüncesini sanat ürünlerine bağlamaktan çok, sanat ürünlerinde düşüncesinin yansılarını aramak daha doğru olacaktır. Kendi payıma, Çetin Altan ı her şeyi denemeye hak kazanmış bir yazar, bir sanatçı olarak görüyorum. Ama o şoförler, o bakanlar, o işçiler, o öğretmenler, o şairler, özellikle de işsizler, iki konuda (yalnız iki) özeleştiri isterler Çetin Altan dan. Bir, Türkiye İşçi Partisi Kongresi nde yaptığı ve bu partinin o günlerinde yazgısını değiştiren konuşması için bugün ne düşünüyor? Beş yıl önce ne düşünüyordu? İki, Güneş te son yıllarda yazdığı yazıların da göze fazlaca battığı anlaşılıyor. Köylülüğü çok şeyin olumsuz nedeni olarak gören Çetin Altan ANAP a karşı tavrına daha açıklık

33 getirmeli, bunu da hayat serüveni boyunca ortaya koyduğu tavırla yan yana koyarak yapmalıdır. Bir de üç var. Fütürist görünümlü, ütopya tadı taşıyan, aslında günümüz gerçeklerinin eleştirisi olan, yine de biçim öğesinden ötürü tam anlaşılamayan yazılar için özellikle yöneltilen ayrı bir soru: O yazılarda forsalar, zincirleriyle oynamaya başlamış da olmuyorlar mı? Çetin Altan dogmalarla savaşmaktan bıktı mı? Böyle deniyor. Çetin Altan yanılmaktan korkmayan bir yazar. Ama zaman zaman bunu bir hak gibi gördüğü sanılıyor. Çetin Altan da çok şeyimizle hepimiz varız. Yıllar önce yazılmış şu iki dizedeki gibi: Hepimizin kanı onda aktı Temiz kanla birlikte kirli kan. Bütün bunlar da yetmiyor Çetin Altan ı anlatmaya. 12 Temmuz Meksikalı Bir Eskimo Toroslar la Orta Amerika daki dağ zincirleri arasında eski jeolojik zamanlardan kalma bir akrabalık bağı var mıdır, bilinemez. Olsa da herhalde ilk zamanlardadır. Ama o, Toroslar da doğduğu halde bir Türkten çok bir Meksikalıyı andırmaktadır. Aslında Toroslar da değil, Antitoroslar da doğmuş. Bu yüzden olacak, görünümünde bir Eskimoluk da var galiba. Kısacası Meksikalı bir Eskimo. Hele gözlük takınca. Öğretmendi. Milli Eğitim müfettişliği de var. Yolu Paris e düşmüş bir Zenci gibi şık giyinir. Giysisi maviyse, gömleği de o renktedir; çorabı da, çakmağı da, kalemleri de, pabucu da, iç çamaşırı da. Bir başka gün, diyelim beyaz giysilerini çekti, o gün, akla gelebilecek her şeyi beyaz İş saatlerinin dışında içki içer, onun dışında da yazı yazardı; roman, öykü, deneme Roman, öğretmenliğin; öykü, içkinin; deneme de, yazarlığın karşılığı oluyordu. Emekli olunca romanı bırakması bundan mıdır? Çok şaşırmışımdır, bunca çok içtiği halde, işini ve yazarlığını birbirinden, o ikisini de içkiden nasıl öyle ustalıkla ayırabiliyor diye. Ve romanı öyküden, onu da denemeden neden hiç ayıramıyor diye. Yücelik ve soytarılık gözlemi neden iç içe?.. Bu üç uğraş başka bir şeyle perçinlenir onda: Aşk, kadınlar. Hayatının asıl köşebendinin kadınlar olduğu söylenebilir. Tek bir aşk söz konusu değil ama. Sürekli, nesnelerini zaman içinde değiştire değiştire akan, hiç durmayan bir aşk. Kadınlar olmasaydı roman yazmayacaktı belki de; deneme, öykü hiç. Hatta öğretmen de olmayacaktı. Hatta hatta, içki de içmeyecekti. Bir keresinde sayrılarevine düşmüştü. On yedi gün kaldı orada. O arada, açık kalp ameliyatı geçiren çok genç bir kadını sevdi. Evlenecekti onunla. Ne yazık ki kendisini çabuk taburcu ettiler. Haftalarca düşündü, sayrılarevinde yeniden yatabilmek için yollar aradı. Sonunda buldu da. Kadıköy iskelesinde bir özel arabaya çarptı; elverişli biçimde kolu kırılmış ya da incinmişti. Rüzgar gibi gitti sayrılarevine. Ne yazık ki sevdiği kadın o sabah taburcu olmuş ve meçhul bir ilçeye gitmişti. Saygılı bir sarhoş. Bugüne dek kimseye öyle büyük zararı dokunmamıştır. Kendisini saymazsak. Çok da sakıngandır. Bazı içkievlerinin patron çekmecelerinde iki bin, üç bin liralık depozitoları vardır. Üstünde ev adresi yazılı zarflar içine konularak içkievi ilgililerine teslim edilmiş paralar şu işe yarar: Bizimki bir gün içkiyi fazla kaçırabilir, cebinde parası kalmamış olabilir. İşte o zaman içkievi ilgilisi hemen bir taksi çağıracak, o parayla onun rahatça evine dönmesini sağlayacaktır. Tutkulu bir yazar Hayatı bunca kalabalık olan, evli olduğu halde gömleklerini bile temizleyiciye verdiğini söyleyen bir adamın onca yazıyı nasıl kotarabildiğini her zaman düşünmüşümdür. Hatta, kimi zaman, bunları bir başkası mı yazıyor diye kuşkulandığım olmuştur. Yine de biraz az içseydi daha iyi bir yazar olacaktı kuşkusuz. En büyük

34 gazetelerimizden birinin ikinci sayfasında zaman zaman yazıları yayımlanır. Yıldönümleriyle ilgili bu yazılar (İkinci İnönü Utkusu, Atatürk ün X ilçesine girişinin şu kadarıncı yıldönümü) arkadaşımız tarafından üç dört ay önce hazırlanır ve ilgili tarihten bir hafta önce yazı işlerine teslim edilir. Rastladığı kişiyle hemen dost olur. Bir bakarsınız, kahvede briç oynayan Kadıköy yargıç ve savcılarının yanında. Bir bakarsınız vapurda tanıştığı bir adamla Antalya nın Kaş ilçesine gidiyor. İranlı bir mollayla Ankara yolculuğu yapıyor ve başkentteki Sanat Kurumu nda yöneticileri birbirine düşürüyor. Yeni tanıştığı kişiyi hemen kendine bağlar. Çünkü o gece intihar edebileceğini sezdirmiştir ona. Kendi hayatının sorumluluğunu yüklemiştir. İçkievinde ya da bir taşıtta kurduğu dostluk, askerlik arkadaşlığı gibi değildir. Arayacaktır, yeniden arayacaktır dostunu. Pipo mipo armağan edecektir. İlişkiyi giderek sıklaştırır. Dost da onun intiharını önlemek için insanüstü bir çabayla didinir durur: Bu gece lokantadan sonra bize gitsek Bizimkiyse bir yandan eski dostlarını yitirmemek için didinip duracaktır. Bunun kolay bir iş olmadığını kim inkar edebilir ki! Yakın dostu Mehmed Kemal bir yerde söyleşi yaparken, koşar, son derece iyi niyetle güç durumda bırakır onu. Sait Faik i anma günlerinde, Burgaz Adası nda, Salah Birsel i hüzünlere atar. Emekli olmadan önce büyük düşleri vardı. Alacağı ikramiyenin bir bölümüyle Cağaloğlu nda bir yazıhane tutacaktı. Deney sahibi bir arkadaşıyla bir sanat dergisi çıkaracak, kitaplar basacaktı. Bir bölümüyle de Toroslar daki babadan kalma dağ evini onartacak, sanatçıların yazlık cenneti (her şey şirketten) haline getirecekti. Soyadı kendisininkiyle aynı olan bir sinema oyuncusuna karşı dava açacak, o oyuncunun soyadını değiştirtecek, böylece kendi soyadının tekliğini gerçekleştirmiş olacaktı. Sonra da oturup bir sürü roman yazacak, hepsini kendi olanaklarıyla basacak Düşlerin hiçbiri gerçekleşmedi. İkramiye uçtu gitti. Şimdilerde dağ evini nasıl paraya çevirebilirim diye düşünüp duruyor. Tek tek öykülerle sanat ödüllerine katılıyor. Zaman zaman içkiyi bırakıyor. Gazeteciler Derneği nin kafeteryasında garsonu çağırıyor: Bir duble su! Ayık günlerinde generali (Madanoğlu) ziyaret ediyor. Düşler gerçekleşmedi dedim. Vakit var daha. 19 Temmuz Posta Kartalı: Altemur Kılıç Cihat Baban, İhsan Doğramacı, İhsan Sabri Çağlayangil, Feridun Çölgeçen, Halife Osman Altemur Kılıç adı bunları da çağrıştırıyor. Kimiyle benzeşiyor, kiminin bazı bakımlardan yerini tutuyor, kimiyle de yazgı birliği içinde. Son yıllarındaki Cihat Baban ın silik olmasına özen gösterilmiş ikinci nüshası. Doğramacı nın basın dünyasında iyice rokoko olmuş eşdeğeri. Gazeteci olmuş ve gözü başka yerlerde kalmış bir Çağlayangil. Yabancı firmayla ortak yapım olarak gerçekleştirilen sarı dizi bir filmde önemlice rol üstlenmiş bir Feridun Çölgeçen. Düşünce ve iman planında Muhammed i hiç olmamış, daha doğrusu Muhammed ini güle oynaya yitirme becerisini göstermiş bir Osman. İşadamı-gazeteci. İşadamı-bürokrat. Altemur Kılıç ın mutlaka kendine özgü kişisel yanları, sevecenlikle eğildiği kimseleri vardır; üyesi olduğu kuruluşlara ödentilerini düzenli olarak yatırıyordur; yıkanırken banyoda şarkı da söylüyordur belki. Sözgelimi unutkanmış. Kendi telefon numarasını bile başkalarına sorduğu olurmuş. Kıskançmış sözgelimi. Vatan da çalıştığı yıllarda çok sevdiği Marilyn Monroe nun posterini odasının duvarına yapıştırır, sonra da posterin üstündeki askıya pardösüsünü asarak gözlermiş

35 onu. Dikkatsizmiş de. Başbakan Adnan Menderes e oldukça değerli bir çift kol düğmesi armağan etmiş; üstlerine de başbakanın ad ve soyadının ilk harflerini işletmiş; tabii, A. Menderes hiç kullanamamış o düğmeleri. Aslında bunlar da önemli. Unutkanlığı ve dikkatsizliği onun temiz yanlarıdır. Ama biz burada Altemur Kılıç ın topluma, çevresine yansıyan ve kendi adıyla belirlenen yanlarına bakma durumundayız. Öğrenimini ve yetişimini ABD de tamamlamış. Gazeteciliğinin yanı sıra Birleşmiş Milletler Teşkilatı basın uzmanı, Washington da basın ataşesi olarak çalışmış. İki önemli ve açıklayıcı dönemde iki kez Basın Yayın Genel Müdürlüğü yapmış; Menderes in son iktidar yılı ( ); Demirel in şapkasını alıp gideceği yıllar ve 12 Mart döneminin başı ( ). 27 Mayıs ta çok korktuğu söyleniyor. Demirel den sonra 12 Mart iktidarının da kendisini bir süre tuttuğuna tanık olmaktayız. Şöyle özetleyelim, ilericiliğin üste çıktığı evrelerde Altemur Kılıç ortadan kayboluyor; gericilerin öne geldiği evrelerde yıldızı parlayan bir adam olarak beliriyor. Ayrıca o evrelerin damgasını en çok taşıyan adam oluyor. Diyelim, 12 Mart bütün kurumlarıyla oturdu; ama Ecevit ve Demokratik Sol gerçeği de tırmanma içinde; te, Altemur Kılıç hemen yeni bir planda denenecek, işadamlarının doğrudan sözcüsü olan Devir dergisini çıkaracaktır. İleriyi gören bir adam mı? İleriyi görenlerin adamı mı? Her ikisi de. 24 Ocak Kararları nı ve Özal iktidarının koşullarını önceleyerek işadamlığına soyundu. Rothmans ın Türkiye Mümessili ve Grup Başkanı oldu. Ortadan kaybolduğu zamanlarda da aslında silinmiyor, dibe iniyor. Yabancı dostlarının da yardımıyla yeni çıkışlar için birikim sağlıyor. Armatör yüzlü bir SİSAV üyesi amatör mü? Varsayımlı Halife Osman örneğini vermiştik. Altemur Kılıç ırkçı düşüncelerle büyüdü. Ancak bugün o düşüncelere bağlılığından söz edilemez. Aslında düşüncesi değil, işlevi var Altemur Kılıç ın; hayat biçimi var. O işlev ve o biçim onun bir yerde değer yargılarını da oluşturmakta. Bir düşüncesi yok. Ama sürekli olarak karşı-düşünce üretmeyi sever. Görevi solda ne söyleniyorsa, tersini bulup yazmak Görevi bu onun. Yazılarındaki rapor tadı da buradan geliyor olmasın? Bunlarda sözcükler cümle içinde akmaz; kendi yerlerine çekiçle çakılırlar birer ikişer. Yalan söyleyecektir. Bir Amerikan dergisinin adından aldığı Ufuk Turu başlıklı sütununda sakalı ve kısık gözleriyle Anadolu ufkunu süzerken kendi gerçeğini dile getirir: Sakalı çenesinden değil, sanki doğrudan canından bitmiştir ve yonga biçimindedir; süzüş ise, boy ölçüşme anlamı taşır. 12 Eylül e tek bir noktada karşı çıktı. O da yine sakalla ilgili. Kendi sakalını çok sevdiğini belirtti. Üniversite öğretim üyeleri için getirilen sakal yasağını yumuşakça değerlendirdi. Keşke sevdiği bir kitabı, mahpusta bir yakını, asgari ücretle çalışan bir dostu da olsaydı. Son yıllarda Türkiye nin ABD ile ilişkilerinde birincil kişiler daha somut biçimde görünmeye başladı. Bu da ikincil kişileri etkisizleştirdi. Kişi, Atlantik i aşan bir posta kartalı özlemiyle göneniyorsa, bir anda, ya da tarih süreci içinde, kendini niyet çeken akbaba durumunda görmüş olmaktan hüzünlenmez mi? Ne dedik, Altemur Kılıç için o hayat biçimi de çok önemli. Parası pulu var. Ama işlevi son derece azalmış. Çünkü etkisiz. Özellikle yayın konusundaki bütün girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Gerçi kuşçuların niyet kutularına ilkel birer bilgisayar olarak da bakılabilir, otuz kadar bilgi ya da yazgı yüklenmiş bilgisayarlar Ama özlenen o posta kartalıdır. 26 Temmuz Perihan Abla

36 Perran Kutman, Müjdat Gezen in dişisi ve Ayşen Gruda nın temizidir. Ancak Müjdat Gezen in güldürü serüveninde büyük sayılabilecek bir emek, gözlem, deney birikimi de bulunduğu halde, Perran Kutman yalnızca sahne sempatisine dayanıyor. Hıdrellez güzeli. Ama bohçacı kadını oynarken, onu gülsuyu propagandisti gibi canlandırıyor. Yine de terzi kız imgesi Perran Kutman ın yüzünde öylesine canlıdır ki, oyunculuğa gerek kalmaz. TV nin yarattığı birçok arkadaş gibi, tiyatro değil para-tiyatro kişisidir. Rolünü, Figüran Osman ın dişisi olan gece güzeli Ayşen Gruda dan devralırken yapaylıktan da kurtardı. TV de, aynı planda, Tekin Akmansoy un da sık sık yer aldığını gördük; Gazanfer Özcan ın da. Nedir ki onlar daha önce kendilerini şu ya da bu biçimde kanıtlamış sanatçılar. TV nin yerli dizilerde ünlendirdiği, kapı açtığı kişiler var; kurumun yayın politikasının ayırıcı özelliği onlarla belirleniyor. Bunun için, yukarıdaki adları ele alırken onlardan doğruca sahne ya da perde sanatçıları olarak söz etmiyoruz; bir çeşit ekran sanatçıları olarak bakıyoruz kendilerine. Çünkü TV gerçeğinin güncel gücünü aradan çıkardığımızda, Türkiye de güldürücüler yelpazesi bambaşka kişilerden oluşur. TV yaygın ün sağlıyor. Ama dayanıksız ünler bunlar. Küçük bir zaman kesintisi, unutulma yazgısı da demek. Hatta diyebiliriz ki, halkımızda bu tür sanatçılara karşı bir unutma açlığı da var. Bizim Sınıf diye bir dizi anımsıyorum. Özinel diye biri vardı. Yüzünü üç çeşit buruşturabildin mi güldürü ustasısın. Buruşturamıyorsan daha iyi, jön sün. Bunu da yapamıyorsan, daha da iyi, aracı olursun. Der demez Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisi geliyor aklıma. Akpınar gerçek bir oyuncu. Alasya ise onun elinde karnından konuşarak var ettiği (hani vardır ya şovmenlerin ellerinde), Hacı Bekir in vitrini önünde fotoğrafı çekilmiş ilkokul öğrencisi bakışlı dört yaşında bir bebek gibi. Ne demişti Türk Fernandel i olan o at suratlı arkadaş, (Kemal Sunal): Çok mutluyum, Allah bana böyle bir yüz ihsan etmiş. Belli bir fizik yapı günümüzde güldürü sanatçısını belirlemeye yetiyor. Suna Pekuysal sonunda her şeyi kambur duruşa bağlamadı mı? Adile Naşit de bir bakıma öyle değil mi? Ama Adile Naşit pekala bir kraliçeyi, bir boksörü, bir cumhurbaşkanını da oynayabilir. Oynamamışsa, gerek kalmadığındandır. Özellikle 12 Eylül den sonra Türkiye ye deri değiştirtmek isteyen akım, sanat hayatında bir karışıklık yaratmayı da becerdi. Kim daha değerli, ne daha iyi, belli olmamaya başladı kamuoyunun gözü önünde. Öykücüler bilirim, romancılar; öykülerinin ve romanlarının daha ilk cümlelerinde bir gün TV ye uyarlanabilsin amacıyla kendilerine göre görsel biçimler kuruyorlar. Her şey sinopsis. Öykücüler, romancılar öyle yapıyorlar, bir yerde görsellik adına yazının özgül olanaklarından vazgeçiyorlar da, TV ne yapıyor? O da, bu resim altı yapıtları, söz üstü fotoğraflar haline getiriyor. Süreç ve drama yok TV ürünlerinde. Perihan Abla yı düşünüyorum. Bir grup fotoğrafı Perihan Abla. Şakir ve bütün öbürleriyle birlikte çektirilmiş. Bir de resim arkası var; önemli. Orada ne yazıyorsa, banda almışlar. Perihan Abla, Kuruntu Ailesi, Kaynanalar, ilginç bir rastlantıyla aynı dönemde, kimi zaman yan yana gelerek TV dizisi oldu. Sivri akıllı bir gazete yönetmeni kamuoyu araştırması yaptırmış. Perihan Abla büyük bir çoğunlukla en sevilen yerli dizi olmuş. Öbürleri bir bakıma o soruşturmanın da sonucu devre dışı kaldılar. Perihan Abla dizisi (giderek daha bir kötülemekte) niçin bu kadar ilgi gördü? Bence hemen iki noktayı belirtmek gerekir: Bir, ne olursa olsun, bir yazar var Perihan Ablanın temelinde. Daha doğrusu, öbür iki dizinin arkasında yazar emeği hemen hemen hiç yok. Başoyuncuların kaprisleri, Kuruntu Ailesini de, Kaynanaları da kısa metrajlı bir yapıtı sonsuz

37 uzatmaya götürmüş gibi. Sonuçta yoğunluk kalmamış, mesaj yitmiş, her şey silikleşmiş. Kuruntu Ailesinde bir çöp bidonu Gazanfer Özcan ı 50 dakika oyaladı. Yoksa bu iki dizi de elbet, Perihan Ablaya göre çok yönden daha değerli yapıtlardı. Perihan Abla belirsiz. Tıpkı ANAP gibi. Esnaf saçma uçlara kadar yüceltilir. Hiçbir gerçekçi yanı yok bu dizinin. Perihan Abla nedir, necidir? Şakir küçük eleman mıdır, bazı büyük giderleri hangi kaynaklarıyla gerçekleştirir? O semtte öyle hayat olur mu? Kasap neden o kadar sevimli ve zavallı? Paralar nereden geliyor? Perran Kutman bu dizide Turgut Özal ın ve Semra Özal ın simgesi sanki. Kaynanalar, rövanşı almak isteyen ve büyük sermayeyi yeniden temsil etmeye soyunmuş Doğru Yol Partisi yandaşlarını ve yöneticilerini akla getiriyor. Kuruntu Ailesinde elini başına koyup düşünen Gazanfer Özcan da sosyal demokratların iyi niyetlerini, cansızlıklarını, beceriksizliklerini simgelemiyor mu? 2 Ağustos Sakıp Sabancı Karun, çok zengin adam demek. Her ülkenin Karun ları vardır. Kitaplarda Karun un, eski Batı Anadolu da Lydia Kralı Kroisos (Krezüs) olduğunu da okumuşuzdur. Ülkemizde de Karun lar, Kroisos lar var. Bunların başında Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı geliyor. İkisi de Karun. Ama fark var aralarında. Vehbi Koç, Solon unu her an sezmek isteyen bir sakınganlık içindedir. Hatta, bir gün gelir diye, onun için Divan Oteli nde oda da ayırtmıştır. Kyros tan (Keyhüsrev) çok Solon dan çekinmektedir. Vehbi Koç ta havasını solumuş eski CHP yönetici görüntüsü var; iş dünyasının İsmet Paşa sı. Sakıp Sabancı da ise Solon öğesi sıfır. Öyle bir yeniyetme Krezüs ki, Keyhüsrev i ile de tavla oynayarak işi idare etmeyi tasarlayan bir tavın içinde. Tarih planında son derece deneysiz. Ayrıca başarı fena halde başını döndürmüş. Gazetesini bedavaya getirmiş bir Rockefeller. Yazılar yazan bir Ford. TV de öğütler verirken komiklikler yapmayı da ihmal etmeyen bir G. Carnegie. Hababam Sınıfı oyununda rol almak için can atan bir Karun düşünebilir misiniz? Hem profesör (zaten profesör), hem sunucu, hem şarkıcı, hem kadı, hem tanık, hem savcı, hem ilim irfan tüketicisi. Neredeyse sanık da Başarı, bir melek de çıkardı ondan. Ölüm meleği değil elbet; şey meleği; asgari düzeyde yaşasınlar, ama daha aşağıya da inmesinler ha! meleği. O tür meleklerin de en iyisi. Başı dönmüş dedik. Ama bu daha çok oyunculuk, yazarlık, spikerlik için geçerli. Yoksa Sakıp Sabancı kendi işinde son derece akıllı. Barış içindeki bir alışveriş düzenini savaş durumuna dönüştürmek istemez. Bunu sadece gerektiğinde yapar. Faşizmin silahlanmış sermaye olduğunu bir yerde işitmiştir. Bu yüzden tabanca taşımaz. Yardımseverlik bilmecesini Amerikancadan tercüme yoluyla çözmüştür. Serveti, vakıflara gömmeyecek kadar genç ve enerjik görür kendini. İşadamlarının yeni velisi (eskisi yok). Bilek gücü var. İyilikler toplumunun havarisi. Eşiyle gider, otoparkta oturur. (Koç, Yıldız Parkı nda güzellik kraliçelerini seyreder; Şarık Tara, makine parkında kaçamak yapar; Halit Narin milli parklarda sendika lideri avındadır.) Menderes-Demirel-Özal ın birbirinde buluşmuş ve bundan son derece memnun görünen ortak profilleri arasında Osman Kibar ın yüzünü cepheden görmeye çalışalım: İşte Sakıp Bey! Batı da büyük vakıfların kötü yanları yanında iyi yanları da vardır. Sözgelimi bir Kinsey Raporu Rockefeller ın parasıyla; Gunnar Myrdal ın Zenci sorunu üzerine yaptığı ünlü araştırma G. Carnegie nin parasıyla gerçekleştirilmiştir. Bizim Sabancı bu tür araştırmaları da kendisinin yapması gerektiği kanısında sanki. Bunu da kendisi için bir üstün hizmet olarak görüyor gibi. Madalya verilsin. Özel hayat skandalları olmadı. Skandal, para kazanmak ve kabineye bakan sokmaktır onun için. Erdem de odur.

38 Güncel ve toplumsal-siyasal olaylar içinde bir Aziz Nesin ataklığı. Aziz Nesin in iş dünyasındaki karşı değeri. Nuri Kantar. Para sevinci. Hız. Para kazanmanın yöntemlerini anlatan bir kitap da yazdı: Para Başarının Mükafatıdır. Hani, Ovidius un Sevme Sanatı adlı bir yapıtı vardır; adına karşın, hovardalık yöntemlerini anlatan bir kitaptır. Sabancı nınki de o. Para niçin mutlaka başarının ödülü olsun? Çalma da bir çeşit para kazanma değil midir? Başarının başka ödülleri yok mudur? Bağ-Kur süper emekliliği de bir çeşit toplumsal aşırma değil midir? İkinci bin lirayı kazanmak için ikinci milyarı doğrultmaktan daha mı kolay? Ne diyelim, melek işte, hoşnutluk meleği Proforma iş güzeli Güler yüzlü provizyon. Görkemli par(sa)cı. Lobici değil ama. Lobide oturmaz. Neden otursun ki? Yazılı ve sözel basın nicedir emrinde. İnsansal. Ama insancıl olduğunu yeterince kanıtlayamadı. Ailesinden bir bayanın bir büfeciyle aşkını herkes biliyor. Evlendiler de. Eşler birbirinden acımasızca koparıldı. Parayı harcama sanatı, para kazanma sanatından daha zordur. Hele günümüzde. Sabancı bundan habersiz görünür. Artık-değeri yeniden, yeniden yaratacaksın ve ondan devletçe pay alınmasını önleyeceksin. Budur öğretisi. 12 Eylül ü hazla imzaladı. Şimdi sevimliliğiyle bunu örtmek istiyor. Şöyle diyor kitabında: Gerek Müslüman dininden gelen vecibeleri ve gerekse insanlığa karşı sorumluluğu, insanın mümkün olduğu kadar para kazanmasını zorunlu kılar. Benzetmek gibi olmasın, Hacı Ömer in oğulları ile ünlü Rothschild ailesi arasında çok ufak da olsa bir benzerlik var: Rothschild in de beş oğlu olmuş. Benzerlik bu kadar. Ayrım da var: Rothschild lerin kendi bankalarından yüzyılda bir adet cumhurbaşkanı (G. Pompidou) çıkarmış olmalarına karşın, Sabancılar başbakanlarla, bakanlarla yetiniyorlar. O da olur elbet. Daha kaç günlük aile ki Sabancı ailesi. Beş altı yıl önce ABD de bir sağlık operasyonu geçirip yurda döndükten sonra Hürriyet te bir yazı yayımlamış ve Rockefeller gibi konuşmuştu, artık Tanrı ya daha çok inanıyormuş. Bir şair de o yazı üzerine oturup şu dizeyi düşürmüştü: Bende de o kadar para olsa, inanırdım. Zengin olmasaydı ne olurdu diye düşündüm. Aklıma Patrona Halil geldi. 9 Ağustos Banker Kastelli Balzac, roman kişisi Tefeci Gobseck için altından yapılmış adam der. Banker Kastelli yi (Cevher Özden) tanımlamak için benzer bir söz bulamıyorum. Toz duman içinde, tasarruf bonoları, sertifikalar yakan adam desem?.. Olmuyor. Adı bir karışıklığın üzerine yazılmış. Orada hem çok büyük, hem çok küçük. Gerçek çizgileriyle çıkmıyor ortaya. Eskiden bankalar tefeciydiler, bir ara tefeciler banker olarak göründüler, şimdi de bankalar banker Bu belirsiz ve eksiltili cümlede Cevher Özden in yüzünü seçer gibiyim. Banka sistemindeki değişmez ve acımasız yüzde 5 faiz geleneği, elbet, enflasyon olgusuyla yıkıldı. Ama o arada bankerler çıkarmasının rolünü de yabana atmamak gerekir. Kastelli nin çok kurbanı oldu. Onun yüzünden birçok kuruluş ve birkaç banka battı. Yine de toplumda sevimli bir yüzü oluşmuş. Bugün de, sözgelimi bir Suphi Baykam gibi sevimsiz değil. Bunu nasıl açıklayabiliriz acaba? Milyarder işportacı. Bir banka neyse, o. Yürüyen, çay içen, küfreden banka. Öyleydi. Serüven duygusunu bugün de yitirmemiş görünüyor. Bu kez paranın fiyatını gayri menkullerle saptayacakmış. Sanırım, Kastelli de, bir an için bile olsa, büyük görünme, güncel olma itisi para kazanma itisinden daha güçlü. Parayı zaten kazanmış. Sevimliliği buradan da

39 geliyor olabilir. Dayı odur sanki. Arabesk de. Başıbozukluğunda güzel bir yan var, diyorum. Lümpen neşesi. Başarı, bazı kişilerin içlerindeki karaduyguyu giderek daha bir öne getirir. Bazı kişilerde de tersi olur bunun. Toplumdaki yansılarına göre bir yargıda bulunmak gerekirse, Cevher Özden ikincilerden. Nasıl olmuşsa, iyi adam imgesi de yaratmış. Keloğlan dı. Padişahın kızından tokat yedi. Ardı sıra gelen koca bir Veledi zinalar ordusu yenilgiye uğradı. Çoğu kaçtı, öldü, canına kıydı, yıkıldı, yok oldu. Kastelli nin ise her şeyini yitirmediği anlaşılıyor. Açıklanmaz bir yanı var bu olayın. Bir mucize! Nasıl oldu? Nasıl kurtardı peştemallığı? Evet, bir zamanların para Sindbad ı, 24 Ocak Kararları nın Küçük Karun u, tam da şehit olması beklendiği bir sırada, gazi olarak çıkageldi. Sesi bir çocuk sesiydi. Kolay başarı biraz tokluk kazandırdı ona. Kasım Gülek gibi herkesin elini sıkmaya başlayınca da yapaylaştı. Yaşlandı. Ahmet Kahraman ın İşte Biz adlı kitabında Cevher Özden le cezaevinden çıktıktan hemen sonra yapılmış bir konuşma da yer alıyor. O konuşmada Cevher Özden, doruğa yükseldiği günlerdeki gibi söz etmekte: Ben kaçmadım. Genelde bin kişi benden istifade etti. Ekonomik konjonktürün dinamosu olduk. İflas ne demektir biliyor musunuz? Karakterini de kaybetmek demektir. Karakteri olan bir adam iflas etmez. Ben bir pratisyenim. Beni üniversitede ders vermeye davet ettiler. Gerçekten, konferans çağrıları almıştı üniversiteden. Menkul Kıymetler Borsa Bankeri Cevher Özden de Fenerbahçe Kulübü nün başkanlığı özlemi de var. Zaman zaman bu özlemi dile getiren demeçler verir. Kolay ve denk düşmüş başarı, onda, her alanda boy göstermesi gerektiği konusunda peşin ve sarsılmaz bir güven yaratmıştır. İkinci Boğaz Köprüsü nün finansman biçimi konusunda Turgut Özal a akıllar verip; sürekli olarak yasaların boşluklarını incelemiş ya da inceletmiştir. Cahilliği bir sanata dönüştürmek istedi. Bir zekası, bir yeteneği vardı. Ama, onlara gereğinden fazla güvendi. Özellikle yükseliş günlerindeki gerçeğinin, bir boşluğun karşılığı, geçici bir durum olduğunu kavrayamadı. Konuşması da giderek kabalaştı, sözgelimi Nokta da şu sözleri de kapsayan bir demeci yayımlandı: Ben aracıyım. Paranın Lüks Nermini yim. Benim bütün yaptığım orospuyla zamparayı buluşturmaktan ibaret. Bankerlerin çökertilmesi olayı üzerine Cevher Özden tatil yapmak için Türkiye den kaçtı. İsviçre ye gitti. Bu ülkede tonlarca altını olduğu söyleniyordu. Tatili uzatmak için gittiği Tunus ta yakalanarak Türkiye ye gönderildi. Tutuklandı. 8 ay kadar cezaevinde kaldıktan sonra salıverildi. Her alanda altın arayıcısı olduğuna inanmış bir kere. Cezaevine düşene kadar hiç kitap okumadığını söyler. Bir bakıma övünür de kitap okumamış olmakla. Ama bir kitap yazmaktan da kendini alamamıştır. Sorunlarla Sermaye Piyasası adlı yapıtında oldukça yüksekten konuşur. Kitap okumaz ama sanatı yüceltir. Özellikle sinemaya ve tiyatroya tutkuyla bağlı. Bu sanatlara yakınlık duymasının başka nedenleri de var. Gençliğinde bir sinema ortaklığının muhasebesini tutmuş. Daha sonra bir sinema salonunun sahibi olmuş, bir de tiyatrosu olmuş. Dahasını da söyleyelim, yine gençliğinde bir derginin düzenlediği ve Ayhan Işık ın birinci olduğu artist yarışmasında ilk 6 ya girmiş. Bununla da kalmadığını, kendi kuşağının en ünlü jönleri (Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Orhan Günşiray), TV deki kendi eküri sine kattığını hep biliyoruz. Artist çi. İki de ödülü var: Bakırköy Akıl Hastanesi nden ve Kızılay Şişli Şubesi nden. Kim Kimdir de bunlarla ilgili bir açıklama yapılmamış. Ama adlarından da belli ki yardımseverlik ödülleri. Başı hala dönmekte. Yine o soru: Peştemallığı nasıl kurtardı? 16 Ağustos

40 Kısa Türkiye Tarihi O yıllarda ülkemizde Çeşitli hükümlerle Yetmiş iki dilden İkisi yasaklanmıştı: İkincisi Türkçe 23 Ağustos Sanatçı Olmayarak Bülent Ersoy Lirik bir olay Bülent Ersoy olayı. Hatta, kendi bağlamında destansı bir yanı da yok değil. Alaturkanın dehası tartışılabilir Rimbaud suna, cinsiyet değiştirme girişiminden sonra soluk aldırmadılar. Bir kez bile insan gözüyle bakılmadı ona. Hukukçular, nedense, kendilerini hekim yerine koydular; hekimler deseniz, hukukçu kesildiler. Yöneticiler belge sorma merakını en uç noktalara götürdüler. Basın acımasız bir davranış bütünü içinde oldu. Bülent Ersoy iyi bir zamanlama da yapamamıştı. İki arada kaldı. Acıları, büyük olaylarla sarsılan Türkiye de çok geri planda bir magazin öğesi olarak örtülüverdi. Aradığını bulamadı. Sanırım, ne aradığını da bilmiyordu. İlginç yanı burada. Reşat Ekrem Koçu nun şiirlerini, yarım kalmış İstanbul Ansiklopedisi ni düşündüm. İsmet Ay ı düşündüm; gerçek bir kişilik olarak kalmış aklımda. İşin bilgesi, dervişi olmuş. Her işte bilgelik yolu açık Geçende Ece Ayhan la beraberdik. Bu yazı için, Zeki Müren le Bülent Ersoy arasındaki bağlantı ya da ayrımı anlatan bir cümle söylemesini istedim. Şöyle dedi: Zeki Müren gençken gerçekten kelebekti; Bülent Ersoy da şimdi kelebek Kelebek sözcüğüyle ne demek istemişti acaba? Soramadım da. Ne olursa olsun, Bülent Ersoy, umulmadık biçimde, bir şeyi sonuna kadar götürme yürekliliğini gösterdi. Daha önce başka deneyler olmamış değil. Ama o bunları kendi malzemesi olarak kullandı; bir olayı kendinden başlatmış oldu. Aslında transseksüel kişi eskiden neyse yine odur. Bazı para canlısı hekimlerin aldatıcı sözlerine karşın, gerçek bir dönüşme olanaksızdır. Yeni bir orgazm olasılığı, hiç Erkek eksik bir erkektir, kadın eksik bir kadın, eşcinsel ise yine eşcinsel Ama bir yerde umar insan. Deneyebilir. Denedi. Müren le aralarındaki ayrım mı? Ersoy eşcinselliği bir noktada aşmaya da çalıştı. Müren öyle değil. O salyangoz gibi görünmeyi ayrıca ister. Salyangozların cinsel hayatı konusunda Plexus dergisinde bir yazı okumuştum. Sezar gibiymiş salyangoz: bütün kadınların kocası, bütün erkeklerin karısı. Zeki Müren öyle değil elbet. Kadın sevgilileri olduğunu da söyler o kadar. Eşcinsellik konusunda sorulan sorulara adamakıllı incelikli, çağrışımları sözcük labirentlerinde yitiveren karşılıklar verir. Gerçekten zeki kişidir. Bir Sezar ki her an düşsel bir Kleopatra yı da joker olarak pantolonunun arka cebinden çıkarabilir. Ama kendini hiçbir zaman ortaya koymamıştır. Ersoy un şans ve yazgı serüveni onda kazanç ve güven serüveni oldu. Eşcinsel cepheyi de sadece AIDS konusunda yaptığı çıkışla savundu. Ama orada oldukça akıllıydı. Bodrum da bir sokağa adı verildi. Bence Alanya daki bir anacadde daha uygundu ona. Ersoy a da Nişantaş ta bir çıkmaz; Zorla Güzellik Çıkmazı. Kinsey Raporu, ABD de 40 yıl kadar önce, yaklaşık 12 bin kişiye yöneltilmiş soruların sonuçları değerlendirilerek hazırlandı. Toplumbilimci Kinsey, kalabalık bir bilim adamı kadrosundan da yararlanarak anket karşılıklarını bir araya getirdi; yorumladı. Sonuçların daha bir kısmı alınmıştı ki, bilim adamları büyük bir şaşkınlığa kapıldılar. ABD toplumunda eşcinsel oranı toplam nüfusun üçte birini geçiyordu (yüzde 37). Sonuçlar yanlıştır diye yeni araştırmalar yapıldı. Hayır, anket bir gerçeği yansıtmaktaydı. Dünyanın yeni Roması olan Amerika da milyon eşcinsel ya da eşcinsel duyumlu kişi! O arada başka bir gerçek daha ortaya çıktı: Amerikan toplumunda bakireliğe çok önem verildiği için gençler arasında sevişme teknikleri doğal sayılmayacak biçimlere de yönelmişti. Günümüzde AIDS hastalığının eşcinseller açısından biraz fazla abartılmasında ABD deki o ürküntünün de payı var belki.

41 Burada Mercimek Ahmed i anımsamamak olanaksız. Onun İranlı Keykavus tan Türkçeye uyarladığı Kabusname de cinsel bir öğüt vardır: Yazın kadınlara meylet, kışın oğlanlara Bu cümle kişisel bir kanıyı olduğu kadar, yaygın bir pratiğe ilişkin bir değer yargısını da yansıtmıyor mu? Osmanlıda eşcinsellik, baskın ve bencil bir erkek cinselliği olarak vardır. Zulmün, doğrudan rekabetin, cezalandırmanın da bir parçasıdır. Eşcinsel tanınan yaşlı bir şair yıllar önce kafasını kızdıran iki genç eleştirmen için şöyle bağırmıştı: Pasiftir onlar! Yeri geliyor, eşcinsel de eşcinsele insan gibi bakmayabiliyor. Tersine de rastlanmakta. Bugün, hala, Anadolu nun bazı yörelerinde, bir adamı cezalandırmak, aşağılamak için onu dağa kaldırır ve beş on kişi birden üstünden geçerler. Geçenler de, geçilen de eşcinsel değildirler. Yunan eşcinselliğiyle İran eşcinselliği Anadolu da karşılaşmış, iç içe geçmiş ve kolay açıklanmaz bir biçim oluşturmuş. Bülent Ersoy zulmü aşmak için mi zulümden yararlanmak için mi o dönüşsüz transseksüel yolculuğa çıktı? Başka nedenler de sıralanabilir. Sözgelimi çokkökenli ve belirsiz bir yarışma tutkusu. Bence asıl olan kendini kadın olarak duyumsamaya başlamasıdır. Belli ki bıçağın altına onun için yattı. Kendini bunca riske atabilmek bir suçsuzluk göstergesidir. Ne var ki toplum ilgilileri (o hukukçular, o hekimler, o yöneticiler) hemen yoluna dikildiler. Kadın olmamıştı. Erkek de sayılmazdı artık. Boyuna fotoğraf çektirdi. Memeleri çenesinin hemen altından başlıyordu, eli yeni kalem tutmaya başlamış çocukların yaptığı resimlerdeki gibi. Yani naif bir yanı da vardı o fotoğrafların. Bir cinsellik vatansızı Bülent Ersoy bugün. Bunun da bazı ayrıcalıkları var mıdır, bilemem. Peki o hukukçular, o hekimler? Toplumumuz, bir yerde dondurduğu eşcinseller kadrosu daha da fazla daralsın istemiyor mu yoksa?.. 30 Ağustos Melek Yüzlü lı yılların ikinci yarısının ortalarında dergi yönetim yerlerinde yeni bir yüz görülmeye başlamıştı. Öyküler yazan, sonsuzcasına ufak tefek bir genç. O sıralarda lise öğrencisiydi. Ama çelimsiz bedeniyle, özellikle yüzüyle, olduğundan da küçük gösteriyordu. Kendi olanaklarıyla bir de öykü kitabı yayımlamıştı. Belki de erken ve hazırlıksız bir çıkışın sonucu olarak, öyküleri belli bir nitelik düzeyini tutturamıyordu. İlk aşamada büyük güçlüklerle karşılaştığı söylenebilir. Ama yılmadı. İçinde bir tutku, büyük bir tutku olduğu anlaşılıyordu. Gerçek anlamda direndi. Bugüne geldi. O tutku, delikanlının hayat öyküsünde, öykülerinkinden de belirgin çizgiler taşımıştır. Bedensel bir şanssızlıkla örselenen bir hayat. Ama aynı zamanda beklenmedik çıkışlarla dolu bir hayat. Bakarsınız, bir devlet kuruluşunda memur olarak çalışmaya başlamış. Sonra, bakarsınız, işe başladıktan birkaç ay sonra, bütün gemilerini yakarak soluğu bir Orta Avrupa ülkesinde almış. Artık hep orada kalacak, yurtdışında kendine yeni bir hayat kuracak. Ama, o ne? Bakarsınız, Orada yaşayamayacağımı anladım diyerek bir hafta sonra geri dönmüş. Hem de bavulunu mavulunu orada, bir otelde bırakarak. Bir kızı sevmiş, karşılık görmeyince intihar etmeye karar vermiştir. Kararını tam yerine getireceği akşam bir edebiyat ödülünü kazandığını öğrenerek kurtulmuştur. Edebiyat yalnız bir yaşama biçimi değil, bir kurtuluş alanıdır da onun için. Biri çıkıp herkes için öyle diyecek. O da haklı, ama bizimki için biraz daha fazla öyle. Ayrıca şu: Yalnız bir gereksinim, vazgeçilmez bir şey değil onun için edebiyat; bir görünüm yeri, bir uyum çaresi, yerine göre saldırı için de kullanılabilen bir silah. Bir giysi. Bir zırh. Belki de bundan, yazmaktan çok, yazar oluş önemli onun hayatında. İnsan toplumunda ilk sanatçının belirişini gerektiren nedenlerle de ortaya çıkmış biri karşısındayız. O ilk ve çıplak nedenlerle. Görünme yeri, arena, sığınma köşesi, kimi zaman pusu, kimi zaman ağlama duvarı Bunların hepsidir yazı. Yine de onun şanssızlığı, yoksunluğu hiçe saydığı, sayrılığa değil de

42 bilgeliğe yöneldiği, giderek hayatındaki her şeyi bilgelikte toparladığı görülüyor. Şanssızlığına bir tuhaf sarılmış, ondan mizahlar, özseverlikler, her çeşidinden parıltılar çıkarmıştır. Bulduğu yol en iyi yol olmasa da, kendisi için elverişli yoldur. Yakışmaktadır da. Anlamıştır yakıştığını. Daha yakışsın diye de, iki gün yaşayamayacağını anladığı Avrupa ülkesinin yolunu ikinci kez tutar. Bu kez iki yıl kalır orada. Ülkenin dilini öğrenmek için en küçük bir çaba göstermeden, belki de böyle bir çabaya gerek de olmadığından, her gün iki günlüğüne gelmiş gibi kentleri dolanır durur. Aç, susuz, zorluklarla dolu iki yıl. Bir ara hayatını kazanmak için resim ve heykel atölyelerinde çıplak model olarak çalışmayı tasarlar. Sonra tasarısını çılgınca ya da ütopik bularak hemen vazgeçer ondan. Bir birahanede tanıştığı ve bir şeyler (eski nesneler) sattığını sandığı bir adamın yardımcısı olmak ister. Bir kadınla kısa bir aşk serüveni yaşar. Dönüş. Gelir Ankara ya, gider İstanbul a. Sonra yine gelir Ankara ya. Sonra yine İstanbul a. Ve kalır orada. Yayınevlerinde çalışır. En uzak semtlerde ev tutar. Ev çok uzak olduğu için gecelerini otelde geçirir. Tabii, yakın otellerde. Yeni bunalım. Çok sürmeyecek. Bir yeni ödül yetişecek, kurtaracak onu. İkinci ödülü aldığı zaman şöyle demiştir: Kırk yaşımda ölürüm diyordum. Bu ödülle yaş sınırı artık yetmişe doğru açıldı. Yetmiş yaş sınırını berkiten bir olay daha var: Evlenmiştir. Kitaplar çıkardı. Bir yayınevi kurdu. Onu da intihar eder gibi yönetti. Babasının kendisine ayırmış olduğu küçük malvarlığının büyük bölüğünü (hepsini değilse) orada tüketti. Aralarında bazı ünlü yazarlar da bulunan birçok kişi, incelemesi için ona kitaplarını getiriyorlardı. Bir hafta sonra da telif haklarını almak için uğruyorlardı. Yüzü tutmadığından ödemeyi hemen yapıyordu. Sanırım, basmayacağı kitaplar için de telif ücreti ödeyen tek yayımcı odur dünyada. Yayınevi bitkisel hayata geçince bir reklam kurumunda çalışmaya başladı. Bürosu yapayalnız duruyordu orada. Sonunda depoyu olduğu gibi sergicilere devretti. Yine görünme isteğiyle dolu. Hiçbir düş kırıklığına bana mısın demiyor. Makasla kesiyor düş kırıklıklarını. Nötr, hatta güzel denebilecek biçimler, nesneler çıkarıyor onlardan. Bembeyaz. Ama uzun yıllar bir elinin iki parmağı zenciydi. Sigaradan. Yüzünün yarısı bıyık. Melek yüzlü jest havarisi. Mat yolcu. Ebruli tanık. 6 Eylül Erdal İnönü Çevresine belirsiz bir mizah da yaymakta. Uzun vadede düzeltici, gözaçıcı, yerine oturtucu bir mizahtır bu. Gülmece değil de, gülümsemece Yarısı kendinden, yarısı hesaplanmış. Acemi görünüm, Erdal İnönü de, yalınlığın, iyi niyetin, çıkarsız çabanın sadece kabuğu ya da süsü değil, tanıtım ilanıdır da. Kravatının öyle hafifçe yana kayıvermiş olması, yalnızca kumaşının çok hafif olmasından mıdır acaba? Demokrasimizin utangaç jokeri. Gerçek anlamda cesaret sahibi. Yasal kuruluş temsilcileri arasında, 12 Eylül uygulamalarına ve General Evren e karşı ilk çıkışı o yaptı. İlk yarayı, daha MGK döneminde, ondan aldı Kenan Evren. Doğrudan kişiliğinden geliyor. Fotoğraflar. Bir sürü fotoğraf. Yan yana çekilmiş ya da gizlice çekilmiş resimler. Erdal İnönü gri, solgun, silik, uzaklara bakıyor. Objektife sanki rüzgargülü niyetiyle bakıyor. Fen Fakültesi ni bitirdiği

43 yılından bir gençlik anısı de, Princeton da, koyu yeşil ağaçlar altında, hüzünlü da yine dünyanın bir ucunda, bir laboratuvarda, konuk araştırmacı olarak elini alnına götürmüş te, ODTÜ de, öğrenciler arasında biraz memnun, biraz da memnun görünmek zorunda. Fotoğraflar. Yüzü balıkçıl yüzü. Biraz da turna gibi olsun isteniyor. Hem, ne olacak, üst tarafı ikisi de su kuşu. Özal ın yanında: Güzel günler anteni! Hiç değilse, kötü günlerin sonu anteni! Özal onun yanında, olduğundan da acımasız, yontulmamış, yalancı görünüyor; hatta, olmadığı kadar da eğlendirici, nursuz, mevlit diskcokeyi Ecevit in görev tutkusundaki bencillik katsayısı fena işlemeye başlıyor. Erbakan, hiç de fenni olmayan bir sünnetçiye düşmüşçesine ağzını açıyor. Türkeş, kıymeti harbiyesine tatil hakkı tanıyor. Kısacası, Erdal İnönü, yandaşlarınca yadırganan, azımsanan bazı nitelikleriyle, başkalarının birtakım özelliklerini açığa çıkardı. Politika sahnesine düzey getirdi. Mavi Melek filmini görmüş müydünüz? Yaşlı profesörle genç kızın aşkı. Ama başrolde Curd Jurgens değil de, James Stewart oynayacak Kız, demokrasimiz gibidir, kabak çiçeği gibi Erdal İnönü o çiçek karşısında herhangi bir sapınç göstermedi. SHP Genel Başkanı olalıberi kendi kişiliğiyle açıklanmaz sayabileceğimiz bir tek yanlış yaptı bence; Turgut Atalay olayında fazla aceleci davrandı. Bir süre sonra da, olaylar geliştikçe, o davranışlarıyla çelişik bir duruma girer gibi oldu. Daha doğrusu girmek zorunda kaldı. Aynı sonuca gitse de, bunu kendine özgü ritim içinde gerçekleştirebilirdi. Özal, Demirel için bir bela: İnönü, Ecevit için yazgıya da dönüşebilecek bir şanssızlık. Çünkü Özal, Demirel in karikatürüdür; onun kusurlu yanlarının da adamakıllı abartılmış imgesi Erdal İnönü ise Ecevit in iyi yanlarının da yansısıdır. Ecevit kendi iyi yanlarıyla savaşma durumuna düştü. Biraz da düşürüldü. Ne olursa olsun, bu tutumuyla, hele pazar ekonomisi gibi hemen buluşturulmuş sanısı uyandıran ve kendi çizdiği çizgiyle uyuşmayan sözlerle rövanşı kolay kolay alamaz. Şu da var ama: Bir Ecevit olayı olmasaydı, bugün Erdal İnönü de olmazdı. Nasıl acımasız bir toplumuz biliyor musunuz! Ama Ecevit de sanki az mı acımasız?.. Ecevit e gerçek anlamda elini uzatan tek SHP li. Daha nasıl olsun? Geçici adamın kalıcılık olasılığı: Budur Erdal İnönü. Konuşma yeteneği olmadığı söylendi. TV deki birinci referandum konuşmasına ve İzmir mitingine kadar birçok gazete yazarı o kanıdaydı. Çok daha önce Gösteri dergisinde tersini düşündüğümü yazmıştım. Bir de Melih Cevdet Anday yazdı. Ne söylediğini bilen bir iki politikacıdan biri de o. Boş laf etmez. Sorunlardan kaçarken bile. Coşkusuz diyorlar. Ama o istemiyor ki öyle bir coşkuyu. Hamasi olmak, öfkeli görünmek, bağırıp durmak mıdır coşku? Hem, sosyal demokratım diyen kişide o tür coşku niye olsun? Devrim mi yapacak? Yine de, Erdal İnönü nün konuşmalarındaki tek sapma, zaman zaman başkalarının vurgularına yenildiği, onlar gibi olmak istediği anlarda ortaya çıkıyor. Demek, o yargılara yine de kulak vermiş. Erdal İnönü yü Conrad ın Ölüm Seferi başlığıyla dilimize çevrilen ünlü romanındaki zeki, ama idaresiz İkinci Kaptan Baker sananlar var. Kendi partisinde de var böyleleri (Hasan Fehmi Güneş, vb). Oysa, o, aynı romandaki kaptan Allistoon gibi sakin ve güçlü Ne romandır o! Gemi okyanusun ortalık yerinde birdenbire doğruluverir. Sol a her zaman gerçek bir demokrat aydın gibi baktı. Babasına benzememek için bıyık bırakmak istemiyor. Turna işini düşünsün. 13 Eylül Karanlık Kule Kamran İnan

44

Tüp bebek tedavisinde yeni gelişmeler

Medical Park Gaziantep Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü Op. Dr. Abdullah Göymen tüp bebek tedavisinde yeni gelişmeler hakkında bilgiler verdi.
Op. Dr. Abdullah Göymen, toplumun kısırlık olarak bildiği infertilite doğal yollardan korunmasız, düzenli ilişkiye rağmen 1 yıldan daha uzun süre hamile kalınamaması durumu daha sık olarak karşılaşıldığını belirterek, " yıllarda yüzde 2 civarı olan bu durum bugün yüzde Sağlıksız hibrit GDO tohumlarla beslenme, global ısınma, stres, sigara, alkol, cinsel yolla bulaşan hastalıklardaki artış, hava kirliliği ve kanser oranlarındaki artışa bağlı 10 kat yükseliş göstermiştir. Bu durum yüzde 30 erkek, yüzde 30 kadın, yüzde 20 karı-koca her ikisi birden ve yüzde 20 sebebi bilinmeyen (açıklanamayan) olarak kategorize edilmektedir. Tüp bebek çocuğu daha basit tedavilerle olmayan çiftler için bir umut olmuştur. Tüp bebek ile ilk doğum İngiltere'de yılında gerçekleşmiş ve tedavi teknolojik gelişmelerle paralel olarak evrim geçirmiştir. civarında başarısı yüzde iken bugün yüzde 'lere ulaşılmıştır. Şimdilerde ise yeni teknik ve tedavilerle daha yüksek oranlar hedefleniyor.
Uygulanmakta olan en önemli yenilik tedavinin bireyselleştirilmesidir. Önceden ezbere bazı protokoller uygulanırken günümüzde hastanın yaş, laboratuvar sonucu, ultrasound bulgularına bakarak o hastaya uygun tedavi veriliyor. Bu tedavi başarısını arttırırken ortaya çıkan yan etkileri azaltıyor. İkinci en önemli yenilik ICSI, kaliteli spermi direkt yumurta içine enjekte ediliyor ve özellikle erkek sorunu olan hastalarda klasik tüp bebek tedavilerinden çok daha başarılı sonuçlarla karşılaşılıyor. Yine şu an uygulanan önemli bir gelişme yumurtanın yada embriyonun dondurularak saklanıp ilerleyen dönemde tekrar kullanılmasına imkan sağlamaktadır. Bugünlerde en popular konulardan birisi gebelik aşısı" dedi.
Gebelik aşısı
Tüp bebek tedavisinde gebelik aşısını da anlatan Göymen, " Gebelik aşısı özellikle birkaç başarısız tüp bebek deneyimi olan hastalarda rahim zarının uyarılarak embriyonun daha iyi tutunmasını sağlamak için yapılan bir uygulamadır. Kadının kendi kan hücrelerinin kültürde üretilip rahime uygulanması işlemidir ve bazı çalışmalarda başarılı neticeler vermektedir. Bir diğer yeni gelişme PGD işlemidir. Bu işlem rahime konulacak bebeğin genetik ve kromozomal olarak sağlam olduğunun tespitini sağlamaktadır. Özellikle sakat çocuk hikayesi olan ve 40 yaş üstü bayanlarda bu yöntem kullanılarak daha sağlıklı hamilelikler elde edilmektedir. PGD ayrıca bazı ülkelerde cinsiyet belirlemek, istenilen cinsiyetin rahim içine konulması amacı ile kullanılmaktadır. Bu Türkiye'de yasal bir uygulama değildir. Bir diğer yeni uygulama; işlem öncesi rahmin içine çizik atılması (endometrial scratching) işlemi ile bazı özel durumlarda başarıya katkı sağlamaktadır. Lazer yada mekanik yöntemler ile rahime yerleştirilen embriyonun zarının yırtılması işlemi (assisted hatching yöntemi) 5 .gün ve hatta 3.gün transferinde olumlu sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Son günlerde ise belki de adından en çok söz edilen test ERA testidir. ERA (endometrial receptivity assay) testi embriyonun rahime yerleştirilmeden önce rahimden alınan biyopsi ile elde edilen dokudan genlere bakılmasını sağlamaktadır. Bu bize embriyonun rahime yapışmaya uygun olup olmadığını gösterebilen bir testtir. Yine bazı ülkelerde uygulanan yumurta yada sperm bankacılığı ile donasyon sağlanmakta ve hiçbir şekilde hamile kalma olasılığı olan hastalara bir umut olabilmektedir. Ama bir gerçek var ki bir bebeğin oluşumu ile ilgili bilmediğimiz çok sayıda bilgi bulunmaktadır. Biz buzdağının sadece üstte görünen kısmından haberdarız (iceberg theory). Bunları çözebildikçe ileride daha yüksek gebelik oranları ve daha sağlıklı nesillere ulaşmanın yolunu da bulabilecek" diye konuştu.

Anadolu Ajansı, DHA, İHA tarafından geçilen tüm Gaziantep haberleri, bu bölümde seafoodplus.info editörlerinin hiçbir editoryal müdahalesi olmadan otomatik olarak ajans kanallarından geldiği şekliyle yer almaktadır. Gaziantep Haberleri alanında yer alan haberlerin hepsinin hukuki muhatabı haberi geçen ajanslardır.

Entrega
48 horas asegurada

30 días cambios y devoluciones

Envío gratis a partir de 50 euros

% FABRICADO EN ESPAÑA

Pago % seguro

% ARTESANAL

Todos nuestros productos están hechos a mano.

Hechos con amor

Atención al detalle

Tejidos de calidad

Gran suavidad y comodidad

Colores nítidos y luminosos

Fácil lavado

Subscríbete a nuestra newsletter y consigue un 5% de descuento en tu próximo pedido

Y además, accede a contenidos exclusivos y ofertas especiales.

% MADE IN SPAIN

Todos nuestros productos están diseñados y confeccionados en España, permitiéndonos así mimar cada fase del el proceso, de principio a fin. Además todos nuestro proveedores son españoles.

Novedades

VER COLECCIÓN

Aquí encontrarás nuestros últimos diseños para esta temporada. Continuamente estamos creando nuevas colecciones para sorprenderte con looks de bebe muy especiales. Ponemos toda nuestra experiencia, técnica y creatividad al servicio de la moda infantil.

CANASTILLAS

VER PRODUCTOS

Si lo que quieres es hacer un regalo exclusivo para bebé confía en nosotros, los papás nunca olvidarán este regalo para el nacimiento de su bebé.
Personalizar jersey y mantita siempre es un acierto!

ROPA
PERSONALIZADA

VER PRODUCTOS

¿ Tienes una amiga embarazada? ¿ un babyshower a la vista? Necesitas hacer un regalo muy dulce a esos papás que acaban de tener un bebé?
Además tenemos canastillas de empresa para que puedas felicitar a tus compañeros y empleados en ese momento tan especial. Diseñamos sin compromiso 2 opciones. Llámanos al y te la preparamos.

Reviews by Revi

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir