kaynağı değiştir]
Bakara Suresi
Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.
Kur’an-ı Kerîm’in kendine mahsus tertip ve üslûbu içinde şu ana konuları ihtiva etmektedir: İslâm’ın getirdiği inanç, ibadet ve hayat düzeniyle ilgili temel bilgiler; münafıklar, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, insanın yaratılışı, kabiliyetleri, imtihanı; İsrâiloğulları tarihinin önemli kesitleri, kâmil bir din olan İslâm’ın, daha önceki dinlerin evrensel kısmını ihtiva ettiği, buna karşılık onların –değişmesi, ıslah edilmesi, düzeltilmesi gereken– hükümlerini de ıslah ettiği; Hz. İbrâhim kıssası, Kâbe’nin yapılışı ve kıble oluşu; yiyecekler, kısas, vasiyet, oruç, savaş, hac, nikâh, boşama, dulluk, yetimlik, şarap, kumar, faiz, akidlerin yazılması, din ve vicdan hürriyeti, Allah-kul ilişkisi, örnek dualar vb. hususlarla ilgili hükümler ve irşadlar.
Bakara sûresi daha ziyade Fâtiha’nın, “doğru yolu bulanlarla ondan sapanlar”a işaret eden kısmının, örnekler ve tarihî vâkıalarla açıklanması gibidir.
Bakara sûresinin değerini ve özelliklerini anlatan sahih hadisler vardır: “Evlerinizi (içinde Kur’an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürker ve uzaklaşır” (Müslim, “Müsâfirîn”, ). “Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaat edecektir. İki nur yumağını, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya gölgelik ya da kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyunuz; çünkü ona sahip olmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir; ona sihirbazların güçleri yetmez” (Müslim, “Müsâfirîn”, ). “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet –o gece– ona yeter” (Buhârî, “Fezâil”, 10).
Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece hurma yığınının yanında Kur’an (Bakara sûresi) okurken atı birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd atın, çocuğu Yahyâ b. Üseyd’i çiğnemesinden kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir tavan gördü. Tavan gözünün alabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp gidiyordu. Üseyd, Resûlullah’a gelerek durumu anlattı. Resûlullah ondan Bakara sûresini okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber’e söyleyince şöyle buyurdular: “Onlar seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi” (Müslim, “Müsâfirîn”, ).
﴾1﴿
Elif-lm-mm.Çoğu Mekke’de nâzil olan yirmi dokuz sûrenin başında ya bir âyet ya da bir âyetin başlangıcı olarak, kelime oluşturmayan bazı harfler yer almakta olup bunlara hurûf-ı mukattaa (ayrı ayrı harfler) denir. Bunlar Arap alfabesinin on dört harfidir ve bazı sûrelerin başında tek harf olarak, bazılarının başında ise birden fazla harfin yan yana dizilişi şeklinde yer almışlardır. Bu harflerin Kur’an-ı Kerîm’den bir âyet veya âyet parçası olduğunda şüphe yoktur. Mânaları ve hikmetleri üzerinde ise farklı görüşler ve yorumlar ileri sürülmüştür. Sıradan insanların bilgi vasıtalarıyla mânalarını ve kullanılış maksatlarını (hikmet) bilmek ve anlamak mümkün olmayan bu harflere, kezâ lügat mânalarında kullanılmamış olup ne mânaya geldikleri de açıklanmamış bulunan bazı kelimelere müteşâbihat adı verilmektedir. Selef denilen ilk devir din bilginleriyle onların yolundan giden sonraki bazı âlimler müteşâbihatı yorumlamazlar, oldukları gibi benimseyip iman ederler. “Kur’an’da bulunmasının elbette bir hikmeti vardır, Allah ve Resulü bunları açıklamadığına göre aklımıza dayanarak açıklamaya kalkışmak bizim işimiz değildir, yetki sınırımızı aşar” derler. Kelâm, felsefe ve tasavvuf ehli bazı âlimler ise tefekkür veya ilham yoluyla müteşâbihatın mânalarının anlaşılabileceğini ileri sürmüş ve her biri için çeşitli yorumlar yapmışlardır.
Bakara sûresinin ilk âyetini teşkil eden “elif-lâm-mîm”in mânasıyla ilgili olarak yirmiden fazla yorum vardır. Bunlardan şu üçü nisbeten daha tutarlı görünmektedir: a) Bunlar, mânaları olmayan alfabe harfleridir, Kur’an-ı Kerîm’in vahiy yoluyla Allah’tan geldiğine inanmayanlara meydan okumak ve âciz olduklarını ortaya çıkartmak için bazı sûrelerin başına konmuştur ve “Bu Kur’an, şu gördüğünüz harflerden yapılan kelime ve cümlelerden oluşmaktadır. Siz harfleri de biliyorsunuz. O halde haydi yapabiliyorsanız siz de böyle kelime ve cümlelerden oluşan ve Kur’an’a benzeyen bir kitap yazın!” denilmek istenmiştir. b) Başında bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek için yemin olarak gelmiştir. c) Başlarında bulunan sûrelerin isimleri olarak indirilmiştir (İbn Aşûr, I, ).
İmâm-ı Rabbânî önce Selef âlimleri gibi düşünürken bilâhare Allah Teâlâ’nın kendine, bu harflerin mâna ve sırlarından bir kısmını açtığını; böylece “müteşâbihatın mânalarının, Allah’ın bildirmesiyle bilinebileceğini ve bunların, açık mânalı âyetlerin (muhkemât) özü ve amacı olduğunu” anladığını ifade etmiştir (Mektûbât, I, ).
Şah Veliyyullah, “Arap dilinde tek başına veya kelimelerin başlarına gelen harflerin özellikleriyle kelimelerin mânaları arasında bir ilişkinin bulunduğu” tesbitinden yola çıkarak sûrelerin başlarında bulunan harflerin de muhtevalarına delâlet ve onların özünü ihtiva ettiğini ileri sürmüştür. Buna göre “elif-lâm-mîm”in mânası, “Yaratılmışların çeşitli oluşlar ve ilişkilerle belirlenmiş hayatlarının gerekli kıldığı, ihtiyaç duyduğu irşadlar gayb âleminden gelerek onların hayatlarına girmekte ve yollarına ışık tutmaktadır” demektir (el-Fevzü’l-kebîr, s. 64; hurûf-ı mukattaa konusunda genişbilgi için bk. M. Zeki Duman-Mustafa Altundağ, “Hurûf-ı Mukattaa”, DİA, XVIII, ; müteşâbihat konusunda bk. Âl-i İmrân 3/7).
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası da faide-i haber ibtidai kelam olan mazi fiil cümlesidir.
Cümledeki fiiller mazi sıyga ile gelmiş, müminlerin ve rasulün imanlarının yerleşmiş, içlerine işlemiş ve onlardan ayrılmayan bir hakikat olduğuna işaret etmiştir.
Zira mazi fiil sübuta, temekküne ve istikrara işaret eder. (Mümtehine/6, Âşûr) رَبِّه۪ izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.
الرَّسُولُ , الْمُؤْمِنُونَۜ ‘ye matuftur. وَ ’ın istînâfiyye, الْمُؤْمِنُونَۜ ’nin mübteda olması da mümkündür.
الرَّسُولُ kelimesindeki ال ahd içindir. (Âşûr)
الْمُؤْمِنُونَۜ burada Allah’ın Rasulüne icabet edenler için bir sıfattır. (Âşûr)
اٰمَنَ - الْمُؤْمِنُونَۜ arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rab isminin zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.
[Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler).] Hasan-ı Basrî, Mücâhid, İbn Sîrîn ve Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiğine göre bu üç ayet dışında Kur’an’ın tamamını Hz. Muhammed aleyhisselama Cebrail indirmiştir. Bu üç ayeti ise Miraç gecesinde Yüce Allah vasıtasız olarak inzal etmiştir. Bu üç ayet dışında, Bakara Suresi Medine’de nazil olmuştur. Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Abdullah b. Abbas’tan gelen bir rivayete göre Cebrail (as) bu ayetleri Medine’de indirmiştir.
Zeccac şöyle demiştir: Allah bu surede birçok hüküm ve kıssalar zikretmiş ve konuyu nebisine ve ona uyanlara tazim, tekid ve önceden zikredilenlerin hepsini ifade eden اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ sözüyle bitirmiştir. Bu demektir ki; vaaz, hidayet ve şeriat ve bu maksatlara yardımcı olan şeylerden; bütün bunlara halis bir imanla inandıkları ve bu imana bağlı olarak amel ettikleri için Resulünü ve müminleri övmeye geçilmiştir. Çünkü Resule ve Kitaba iman, O'nun yapılmasını istediği amellere riayet etmeyi gerektirir. (Âşûr)
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu surenin başında (iman bölümünde) muhatap olarak, burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şehadete uygun üslup, kendisi için şehadet edilenin muhatap alınmamasıdır.
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) burada, şanlı şerefli bir kitap ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risalet (Resul) unvanıyla zikredilmesi, بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ [kendisine indirilene..] ifadesine bir hazırlık ve ilave bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerine iman edilen peygamberlere dahildir.
Burada icmalî ifade kullanılması اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ [Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti] denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat bu aynı zamanda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) imanının, kendisine gelen vahyin bütün tafsilat ve muhtevasını içerdiğinin bir başka suretle beyanıdır.
اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ [Rabbinden kendisine] ifadesiyle rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden denmesi), Peygamberimiz için büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’an'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilahî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)
Allahu Teâlâ, "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara. ) buyurunca; bizim ne gizli ne açık ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O'na asla gizli kalamayacağını beyan etmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hak, bizim için bir medh ve övgü ifade eden açıklamaları getirerek,
[O Peygamber de kendisine (Rabbinden indirilene iman etti, müminler de…] (Bakara, )” buyurmuştur. Cenab-ı Hak sanki, lütfu ve keremi vesilesiyle şöyle demektedir: "Kulum, her ne kadar ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan ancak senin için bir medh-ü sena olacak olanları zikrederim.. Öyle ki sen böylece benim mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi aynı şekilde cömertlik ve merhamet, iyilikleri izhar ve hataları da örtme hususunda da kemâl sahibi olduğumu bilir, anlarsın!" (Fahreddin er-Razi)
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ
İkinci mübteda olan كُلٌّ ’deki tenvin mahzuf muzafun ileyhten ivazdır. Yani كلّهم demektir. Haber olan اٰمَنَ , müsbet mazi fiil formunda gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil sıygasıyla gelmesi onların imanının sübutuna, temekkününe ve istikrarına delalet eder. (Âşûr, Mümtehine/6)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
İman edilenlerin Allah, melekler, kitaplar ve peygamberler şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ sözü ayrıntıların zikrinden sonra bir toparlamadır. (Âşûr)
مَلٰٓئِكَتِه۪ - كُتُبِه۪ - رُسُلِه۪ۜ izafetlerinde Allah’a ait zamire muzâf olan melekler, kitaplar ve peygamberler şeref kazanmıştır.
مَلٰٓئِكَتِه۪ - كُتُبِه۪ - رُسُلِه۪ۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الْمُؤْمِنُونَۜ kelimesinin الرَّسُولُ kelimesine matuf olduğu düşünülecek olursa, o zaman كُلٌّ ‘deki tenvinin temsil ettiği zamir, Peygamber’e ve müminlere işaret eder. Bu durumda anlam [adı geçenlerin tamamı; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler] şeklinde olur ve وَالْمُؤْمِنُونَۜ kelimesinde vakıf yapılır. Eğer وَالْمُؤْمِنُونَۜ mübteda ise, o zaman كُلٌّ kelimesindeki tenvinin temsil ettiği zamir, müminlere işaret eder. كُلٌّ ‘deki tenvinin temsil ettiği zamir, اٰمَنَ fiilinde tekil olarak ifade edilmiştir; zira anlam, [onlardan her biri iman etti] şeklindedir. Ancak bu zamirin وَكُلٌّ أَتَوۡهُ دَ ٰخِرِینَ [hepsi boynu bükük vaziyette O’na gelirler.] (Neml 27/87) ayetinde olduğu gibi çoğul olması da mümkündür. (Keşşâf)
كُلٌّ kelimesinin muzâf olarak kullanılmaması ve böylece tenkir ifade etmesi, buna paralel olarak fiilin tekil sıygada kullanılması, inanma eyleminde hiçbir müminin istisna yapılmadığına güçlü bir vurguyu içerir. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)
Müminlerden maksat, bu isimle mâruf olan fırkadır.
اٰمَنَ [iman etti] fiilinin zamiri, müminlere racidir ve tekil varid olmuştur. Çünkü burada: [Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler.] (Neml 27/87) mealindeki ayette olduğu gibi maksud, toplanma manasına itibar edilmeksizin müminlerin her ferdinin iman etmiş olmasıdır.
Bu cümlede üslubun makablinden farklı oluşu, Peygamberin müşahede ve görgüye dayanan imanı ile müminlerin hüccet ve delilden doğan imanı arasındaki açık farkı tekid ile bildirmek içindir. Peygamberin imanı ile müminlerin imanı, her yönden birbirinden farklıdır. Hatta onları ifade eden tertip biçimleri de birbirinden farklıdır.
Burada isnad tekrarlanmış (Allah'a, meleklerine iman hem müminlere hem de hepsine) müminlerin her ferdinin imanına hükmedilmiştir. Ama takviye ve tekide muhtaç bir nevi kapalılık vardır.
Biz Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ına indirilenlere; Musa ve İsa'ya verilenlere ve Rablerinden diğer nebilere verilenlere iman ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/) mealindeki ayette, peygamberler منْهُمْ [onlardan] zamiri ile ifade edilmiş iken, burada وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ ‘den sonra zamir kullanılmayıp مِنْ رسله [O'nun Resullerinden] ifadesinin tercih edilmesi;
1- Ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha önce ayette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması halinde zamirin melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi),
2- Ya aralarında ayrım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller kelimesi kullanıldığından hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım yapmayız, anlamı ifade edilmiş olur),
3- Ya da ayrımı konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, peygamberler arasında peygamberlik (risalet) bakımından hiçbir ayrım yapmamaktır. Fakat bu, peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz etmedikleri anlamına gelmez. (Ebüssuûd)
Bu ayet, şu dört mertebenin bilinmesinin, imanın şartlarından olduğunu gösterir:
Birinci mertebe: Allahu Teâlâ’ya iman etmek. Çünkü alemin, her şeye kâdir olan, herşeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan azade bir Yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. İşte bu sebeple Allah'a iman edip, O'nu tanıma imanın temeli olmuştur. Bu sebeple de Hak Teâlâ, burada öncelikle "Allah'a imanı" zikretmiştir.
İkinci mertebe: Allahu Teâlâ melekleri vasıtası ile peygamberlerine vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: [O, kendi emriyle kullarından dilediğine vahiy ile melekleri indirir] (Nahl, 2) Allah'ın vahyinin insanlara melekler vasıtası ile ulaştığı sabit olunca, melekler de Allah ile insan arasında bir vasıta gibi olurlar. İşte bundan dolayı meleklere iman ayette ikinci mertebede zikredilmiştir.
Üçüncü mertebe: Kitaplara imandır. Kitap, meleğin Allah'tan alıp insanlara ulaştırdığı vahiydir. Bunu ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifade olunan vahiyden öncedir. İşte bu sebeple, ayette "kitaplar" sözü meleklerden sonra zikredilmiştir. Yine bundan dolayı Allahu Teâlâ kitaplara imanı meleklere imandan sonra zikretmiştir.
Dördüncü mertebe: Peygamberlere imandır. Peygamberler vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler mertebe bakımından kitaplardan sonradırlar. Bu sebepten ötürü Allahü Teâlâ peygamberlere imanı dördüncü sırada saymıştır. Bil ki bu şekilde yapılan bu dörtlü tertipte ince sırlar ve kitaplarda açıklanması yerinde olmayan büyük hikmetler vardır. (Fahreddin er-Razi)
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle mahzuf يقولون fiilin mekulü’l-kavlidir. Menfi fiil cümlesi formunda gelmiştir.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan mahzuf يقولون fiilinin mekulü’l-kavli olan bu cümle, iman edenlerin hali konumundadır. Hal cümleleri ıtnâb babındandır.
اَحَدٍ ’deki tenvin ‘’hiçbir’’ manasındadır. Olumsuz siyakta nekre, umum ifade eder.
رُسُلِه۪ izafetinde, Allah Teâlâ’ya ait zamire muzaf olması رُسُلِ ’ye şeref kazandırmıştır.
وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
وَ istînâfiyyedir. Cümle müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl cümlesi de faide-i haber ibtidaî kelam olan müsbet fiil cümlesidir.
سَمِعْنَا , اَطَعْنَا ‘ya matuftur.
İstînafiyye olarak fasılla gelen غُفْرَانَكَ kelimesi amili gizli olan mef’ûlü-mutlaktır. Amilin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. İzafet az sözle çok anlam ifade etmek maksadıyla gelmiştir.
İtiraziyye olan رَبَّنَا cümlesi nida üslubunda gelmiş ıtnâb sanatıdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif nida edenin münadaya yakın olma isteğinin göstergesidir.
رَبَّنَا izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.
وَ ’la gelen son cümle mahzufa atfedilmiştir. Takdiri; قائلين منك المبدأ وإليك المصير (Başlangıç sensin ve dönüş de sanadır diyerek) olur.
Haberî isnad formunda gelen سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا ve وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ cümleleri dua manası taşıdığı için muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşmuştur. Bu nedenle mecaz-ı mürsel mürekkebtirler.
Nida üslubunda gelen cümle de dua manasında olduğundan mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Kulaklarımız ile سَمِعْنَا [duyduk] ve bedenlerimiz ile اَطَعْنَا [itaat ettik.] Bir görüşe göre “duyduk”, “Aklettik ve anladık” demektir. [Rabbimiz! Affına sığındık.]
[“bağışlaman!] anlamındaki غُفْرَانَكَ ifadesinin mef‘ûl kullanımı dua anlamındadır. Yani “Rabbimiz! Bizi affet!” derler. Yahut da ifade, “Onlar ‘Senin affını talep ediyoruz.’ derler.” anlamına gelir ki surenin sonundaki [Bizi affet] kısmının tekrarı olmaması açısından bu yorum daha uygundur. Her iki yorumu birleştirerek anlamın, “Rabbimiz! Senin affını istiyoruz. Bizi affet!” şeklinde olduğunu söylemek de mümkündür. وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ [Dönüş sanadır.] Yani dünyada muvaffakiyet, ahirette sevaba kavuşmak için dönüş sanadır. Bu ayet ölümden sonra dirilmeyi ve cezayı ikrar etmektedir. Ayrıca bu konulardaki herhangi bir istisna iddiasının batıl olduğuna ve iman adının onunla gerçekleştiğine delildir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
غُفْرَانَكَ kelimesi, سبحانك kelimesine benzer. Semaî masdardır. İzafet şeklinde gelmiştir.
وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا cümlesi اٰمَنَ الرَّسُولُ cümlesine matuftur. اَلسَّمْعُ burada rıza, kabül ve itaatten kinayedir. Tersi, işitmezler yani ‘’itaat etmezler’’ demektir. (Âşûr)
المَصِيرُ kelimesi hakikat manasında olabilir. Bu durumda ba’s in itirafıdır. Dönüş Allah’adır, çünkü günün sonudur. Ya da Allah'ın gücünün zorunlu olarak ortaya çıktığı bir alemdir. Tam bir iman ve itaat için bir mecaz olması da mümkündür. Sanki onlar İslam'dan önce baki idiler, sonra Allah'a dönmüşlerdir. فَفِرُّوا إلى اللَّهِ [Allah’a kaçın] (Zâriyât/50) ayeti de buna benzer. Allah’a dönmek; O’nun emrine ve yasaklarına uymak manasındadır. (Âşûr)
اِلَيْكَ mecrurunun takdimi hasr içindir. Yani dönüş sadece sanadır. Senden başkasına değildir. Hakiki kasrdır. Bununla kastedilen onların sadece kendisine döneceklerini ve dalalet ehlinin ibadet ettiği başka şeylere dönmeyeceklerini bilmeleridir. (Âşûr)
سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا [işittik ve itaat ettik] ifadesi, mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden (istenen, talep edilenden) önce zikretmek, icabet ve kabul için daha uygundur. (Ebüssuûd)
Allahu Teâlâ'nın bu ayetteki, غُفْرَانَكَ hitabının manası, "senden mağfiretini isterim. Sen, bu sıfatta kâmil bir zatsın" Bir sıfatta kâmil olan zattan kamil bir şekilde bağışta bulunması beklenir. Buna göre, غُفْرَانَكَ ifadesi, kâmil ve tam bir mağfireti talep etmek olur. Bu ise, Allah'ın fazlı ve rahmeti ile bütün günahı bağışlaması ve onları hasenata tebdil etmesi ile olur. “Mağfiretini isteriz” diyen bu topluluk mükellefiyetleri kabul edip, onlarla amel ettiklerine göre daha niçin mağfiret talebinde bulunma ihtiyacını duymuşlardır? Şöyleki; Onlar, mükellefiyetlerini yerine getirme hususunda her ne kadar bütün gayretlerini sarfetmiş iseler de kendilerinden bir kusurun sadır olmasından korkmaktadırlar. İşte bunu mümkün gördükleri için, "Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz)" demişlerdir. Bunun manası, "yaptıkları ve sakındıkları şeylerde kusurlarından ötürü, Allah tarafından bir mağfiret isterler" şeklindedir. (Fahreddin er-Razi)
Ayetteki غُفْرَانَكَ ifadesinin takdiri "Mağfiretini bize ver" şeklindedir. Dua cümlelerinde masdar, fiilin yerini tutar. Mesela, سَقْيًا "sulamak" (yani bizi sula) ve رَعْيًا "gözetmek" (yani, bizi gözet) masdarlarında olduğu gibidir. (Fahreddin er-Razi)