niye böyle anne dinle / Niye Böyle Anne

Niye Böyle Anne Dinle

niye böyle anne dinle

Son Güncellenme:

SOL YANIM ACIYOR ANNE

Haberin Devamı

Merhaba anne, yine ben geldim
Merak etme okuldan çıktım da geldim.
Anneler de babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama,
Ali "okula gitmezsem annem çok kızar merak eder" demişti de onun için söylüyorum.
Geçen hafta öğretmen sağ elimde sarımsak,
sol elimde soğan dedirte dedirte
Öğretti sağımı solumu.
Ben biliyorum artık anne, sağım neresi solum neresi,
Ağrıyan yanımın neresi olduğunu şimdi iyi biliyorum anne…
Hani geçen geldiğimde, şuram acıyor, şuram işte demiştim de,
Bir türlü söyleyememiştim ya acıyan yanımı anne,
Bak şimdi söylüyorum.
Şuram işte sol yanım çok acıyor anne,
Hem de her gün acıyor anne, her gün…
Dün sabah annesi Ayşe'nin saçlarını örmüştü.
Elinden tutup okula getirdi.
Yakası da danteldi. Zil çalınca öptü, hadi yavrum sınıfa dedi…
Bende ağladım… Ağladım işte utanmadım.
Öğretmen ne oldu dedi. Düştüm dizim çok acıyor dedim.
Yalan söyledim anne,
Dizim acımıyordu ama, sol yanım çok acıyordu anne!
Bu gün bende saçım örülsün istedim.
Babam ördü ama onunki gibi olmadı.
Dantel yaka istedim, babam ben bilmem ki kızım dedi
Bari okula sen götür dedim.
Kızım iş dedi. Bende bana ne dedim ağladım.
Kızım ekmek dedi babam.
Sustum ama , okula giderken yine ağladım anne.
Ha bide sol yanım yine çok acıdı anne…
Herkesin çorapları bembeyaz, benimkiler gri gibi.
Zeynep "annem beyazlara renkli çamaşır katmadan yıkıyormuş" dedi.
Babam hepsini birlikte yıkıyor,
babam çamaşır yıkamasını bilmiyor mu anne?
Of babam, her gün domates peynir koyuyor beslenmeme.
Üzülmesin diye söylemiyorum ama,
Arkadaşlarım her gün kurabiye, börek, pasta getiriyor.
E biliyorum babam pasta yapmasını bilmez anne.
Hava kararıyor, ben gideyim anne,
Babam bilmiyor kaçıp kaçıp sana geldiğimi?
Duyarsa kızmaz ama, çok üzülür biliyorum.
Kim bozuyor toprağını, çiçeklerini kim koparıyor!
izin verme anne, ne olur toprağına el sürdürme!
Eve gidince aklıma geliyor, bide bunun için ağlıyorum anne.
Bak kavanoz yanımda, toprağından bir avuç daha alayım.
Biliyor musun anne, her gelişimde aldığım topraklarını,
Şu kavanozda biriktirdim,
üzerine de resmini yapıştırıp baş ucuma koydum.
Her sabah onu öpüyor, kokluyorum.
Kimseye söyleme ama anne, bazen de konuşuyorum onunla.
Ne yapayım seni çok özlüyorum anne.
Ha unutmadan! Öğretmen yarın
anneyi anlatan bir yazı yazacaksınız dedi.
Ben babama yazdıracağım,
öğretmen anlarsa çok kızar ama, bana ne,
Kızarsa kızsın. Ben seni hiç görmedim ki, neyi nasıl anlatacağım anne,
Senin adın geçince, sol yanım acıyor anne, Hiçbir şey yutamıyorum.

Haberin Devamı

Bazen de dayanamayıp ağlıyorum. Kağıda da böyle yazamam ya anne.
Ben gidiyorum anne, Toprağını öpeyim, sende rüyama gel beni öp,
Mutlaka gel anne. Sen rüyama gelmeyince,
sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne
Sol yanım açıyor anne. İşte tam şurası,
Sol yanım… Çok acıyor anne.
Seni çok özledim, çok…anne…

Haberin Devamı

AYLA AYDEMİR

İşte Böyle: Yaşadıklarım, Gördüklerim, Duyduklarım. Benim Annem

                    Türk edebiyatında, analar üzerine en çok şiiri, galiba ben yazdım. Bunu, Şiirimizde Ana isimli antolojiyi hazırlarken gördüm. En meşhur şairlerimizin, analar üzerine bir şiirleri ya var; ya yok. Halk şiirimizde de bu konu çok öksüz. Sevgilisinin kaşına, gözüne; boyuna, posuna yüzlerce şiir döktüren halk şairlerimiz, analarını bir tek şiirle olsun yazmamışlar. Hâlbuki analarımız, bizim varlık sebebimiz. Betimiz bereketimiz! Yol gösterenimiz. Bizi en çok sevenimiz; bizi en çok düşünenimiz.  Velinimetimiz! Bize saçını süpürge eden analarımızdır.

         

                    Biz de atasözlerimizde analarımızı unutmamışız, onlar için demişiz ki: “Ana yüreği, dağ çiçeği! Ana hakkı Tanrı hakkı! Analı kuzu, kınalı kuzu! Anasız çocuk evde, babasız çocuk çölde kaybolur. Anasından ayrılan kuzuyu kurt kapar! Ağlarsa anam ağlar gayrısı yalan ağlar. Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz. Anamın ekmeğine kuru, ayranına duru demem. Anamın ak sütü gibi helal! Ananın bastığı yavru incinmez.”

         

                    Biliyorum, şimdi ben, burada size analarımızla ilgili bir destan anlatsam siz de bana bir başka destanla cevap verirsiniz.

         

                    Benim hiç unutmadığım, unutmayacağım destanlarımızdan biri: Sivas’ta, ilkokul yıllarımda yaşlı bir aile dostumuz beni yanına çağırdı:

         

        -          Gel bakalım yanıma yeğenim. Anlat hele bana. Nuh Tufanı’nda en son kimler boğuldu?

         

        -          Bilmiyom emmi!

         

         

        -          Bunları size mektepte belletmiyorlar mı?

         

        -          Belletmiyorlar vallaha!

         

         

        -          Öyleyse gel şimdi benden dinle: Hazreti Nuh, büyük bir tufan kopacağını ümmetine anlatmaya çalıştı, ama onu kimse dinlemedi. Ona kimse inanmadı. Nuh peygamber de gemisini yapmaya başladı. Sonra her canlıdan gemisine bir çift alıp koydu. Sonra bir yağmur yağmaya başladı ki sorma! Bardaktan boşanırcasına değil, fıçılardan boşanırcasına bir yağmur. Sular yükselmeye başlayınca, milat dağlara doğru koşmaya başladı. Niye biliyon mu yeğenim? Boğulmamak için.  Peki, en önde, dağlara doğru kimler koşuyordu biliyon mu?

         

        -          Kimler koşuyordu emmi?

         

         

        -          En önde analar koşuyordu, analar. Çünkü anaların kucaklarında bebeleri vardı. Analar, bebeleri boğulmasınlar diye, kalabalıkların en önünde, dağlara doğru koşuyorlardı. Yarış atları gibi koşuyorlardı. Analar koştular, koştular, koştular dağların en yüksek tepelerine çıktılar. Yalnız unutma, kucaklarındaki bebeleri katiyen bırakmadılar. Kundaklardaki bebelerle, kucaklarındaki çocuklarla çıktıkları dağ başlarına. Artık çıkacakları başka bir dağ, başka bir tepe kalmadı. Ama sular da yükselmeye devam ediyordu. Derken sular, anaların topuklarına kadar ulaştı. Sonra diz kapaklarına, oradan göğüslerine yükseldi. İşte o zaman, bütün analar kundaklardaki bebelerini, kucaklarındaki çocuklarını başlarının üzerine kaldırdılar. Sular yükselmeye devam ediyordu. Bir ara, bütün analar sulara gömüldüler. Suların üstünde sadece kundaklardaki bebeler ve çocuklar kaldılar. Ama suların kabarması durmuyordu. Sular durmadan yükseliyordu. Derken sular bebeleri de çocukları da içine aldı. Böylece Nuh Tufanı’nda analar boğulduktan sonra bebeler de suların içinde kaybolup gittiler. Anladın mı şimdi Nuh Tufanı’nda en son kimlerin boğulduğunu?

         

        -          Anladım emmi!

         

         

        -          Sakın unutma bunu, olur mu yeğenim.

         

        -          Unutmam emmi! Unutmak mümkün değil ki.

         

         

                    Ben, ana yüreğini ortaya koyan bu efsaneyi 65 yıl kadar önce dinledim. Aradan yıl geçse bile unutmam mümkün değil. Şimdi burada annemle ilgili hatıralarımı yazarken, kendimi, Nuh tufanında suların üstünde yapayalnız kalan bebeler gibi, çocuklar gibi hissediyorum.

         

         

                    Analar şiirimi ilk defa yılında, Ankara Türk Ocağı salonunda okudum. En ön sırada oturanlar arasında Halide Nusret Zorlutuna da vardı. Yüzü birdenbire hüzünle gerildi. Sağında solunda oturanlara soruyordu:

         

         

        -Yavuz Bülent’in annesi sağ mı? Yavuz Bülent’in annesi sağ mı?

         

         

                    yılında annem sağdı. Ama şimdi annem Sivas toprağında yatıyor. Biri hariç bütün ana şiirlerimi onun sağlığında yazdım ve Hisar dergisinde yayımlanan şiirlerimi, annemin yanına oturarak, elimi boynuna atarak ve iki de bir uzanıp yüzünden öperek kendisine okuyup, durdum. Şimdi hüzünle hatırlıyorum: Anamın Namazları isimli şiirim, yine Hisar dergisinde yayımlanmıştı. Şiirin üzerine karakalemle yapılan bir kadın resim konulmuştu. Tığla örgü işleyen bir kadın resmi. Dergiyi elime alarak, Sivas’daki evimizde annemin yanına gittim.

         

        -Anne, dedim, bak senin için yeni bir şiir yazdım. Dinlemek ister misin?

         

        -İstemez miyim oğlum? Oku bakayım bana!

         

        Yanına oturarak, elimi boynuna atarak okumaya başladım:

         

 

 

        Anam, namaza durur günde beş vakit!

        Bir serinlik duyarız ondaki büyük huzurdan

        Aydınlanır içimiz, odalarımız

        Yünündeki ince, mübarek nurdan!

         

        Beyaz başörtüsüyle, savrulur, gider sanki

        Yakalar büyük sırrı, her yeni ezan sesinde.

        Kehribar tespihinde, sabır boynunu büker

        Şükür çiçek açar seccadesinde

 

 

 

        Üçleri, yedileri kırkları mı düşünür

        Bir gariplik çöker, üzerine her akşam

        Hem ağlar iplik iplik sessiz sedasız

        Hem namaz kılar anam.

         

        Anamın duaları üzerimde olmasa

        Yıkılır sırtımı verdiğim duvar.

        Kopar elime gelir uzandığım dal

        Kapımı çalmaz bahar.

         

         

Ne şikâyet ne kin, ne şüphe biraz

Sessizliği, yüreğinin niyazındandır.

Elinin bereketi, iffeti, merhameti…

Kıldığı sonsuzluk namazındandır.

 

 

        Ben, şiiri okuyup bitirdikten sonra, dergiyi elimden alarak bir süre o karakalem resme bakakaldı. Yüzünde ayan-beyan bir şaşkınlık vardı.

         

        -Oğlum, dedi, bu resim benim resim değil! Başka bir kadının resmini kim koymuş buraya? Olacak iş mi bu?

         

        -Anne, dedim, o resim elbette senin resmin değil. Onu oraya bir süs olsun diye koymuşlar. Bak başka şiirlerin üzerinde de başka resimler var. Bu şiiri okuyanlar, o resmin sana ait olmadığını zaten bilirler.

         

        -Nerden bilirler oğlum. Beni hiç görmeyenler nerden bilecekler o resmin bana ait olmadığını. Üstelik çirkin de bir resim! Bana hiç benzemiyor!

         

                    Annemin en büyük özelliği, çok saf, çok inanmış, çok sarsılmaz duygularla Müslüman bir ev kadını olmasıydı. Okula gitmemişti. Okumayı yazmayı, genç kızlık yıllarında kendi gayretiyle öğrenmişti. Ama zamanla okuma yazma kabiliyetinin büyük ölçüde kaybetmişti. Gazetelerin başlıklarını ve el yazısı dışında, küçük harfle yazılmış metinleri kekeleyerek okuyordu. Ben, ömrü boyunca annemin Hz. Ali’nin Cenknameleri’nden başka bir kitabı, başından sonuna kadar okuduğuna veya bir derginin sahifelerinin çevirdiğine şahit olmadım. Yalnız sözlü kültürümüzden faydalanmıştı; biraz da Saatli Maarif Takvimi’nin günlük yapraklarından faydalanmıştı. Entarisinin ceplerinde, her zaman ya takvim yaprağı olur veya benim hep küçük harflerle yazıp gönderdiğim mektuplarımdan bir ikisi bulunurdu. Annem o takvim yapraklarını döne döne okur, oradan öğrendiklerini bize de anlatırdı. Benim Ankara’dan kendisine gönderdiğim mektuplar, lime lime oluncaya kadar ceplerinde kalırdı. Benim sevgili annem,  kitabın, kitaplığın aydınlığından maalesef haberdar değildi. Babamın üç yüz civarında kitabı vardı ve babam bütün milliyetçi dergilerin takipçisiydi. Ben de üniversitede okuduğum yıllarda, sömestir tatillerinde Sivas’a döndüğümde, evimize bir bavul dolusu kitapla girerdim. O kitapları, kendi kendime yaptığım alelade bir kitaplığa yerleştirirdim. Annem çok acıyan bir yüzle bana bakardı ve her defasında derdi ki:

         

        -Benim aslan oğlum! İyi yürekli oğlum! Güzel oğlum! Oğlum bu kitaplara verdiğin parayı, leblebiye, üzüme verip yesen senin için daha iyi olmaz mı? Bıktım bu senin, bu babanın kitaplarından! Bir yandan sen yüzünü bu kitapların arkasına saklıyorsun. Bir yandan da baban. Bıktım bu sizin kitaplarınızdan! Bıktım vallaha!

         

                    Ben ömrüm boyunca anneme ve babama bir defacık olsun “öf” bile demedim. Annemin itirazlarına, sitemlerine, her defasında boşu boşuna açıklamalar getirdim. Kitabın öneminden uzun uzun boşuna bahsettim. Çünkü o, benim gerekçelerimin hiç birisine kulak asmadı. Ama bir gün birkaç cümlem, annemi çok duygulandırdı ve bir daha kitaplarımın aleyhinde bir cümle bile söylemedi. Ablamın düğün hazırlıkları başlamıştı. Çeyiz eşyası için annem de büyük bir gayret içerisindeydi. Bir gün:

         

        -Anne, dedim, ablamın çeyizi için gece-gündüz çalışıyorsunuz. Fakat benim çeyizim için hiçbir hazırlığınız yok. Olur mu bu? Allaha reva mı yani?

         

        -Vay toprak benim başıma! Erkek çocuğun da çeyizi olur muymuş?

         

        -Olur, tabii anneciğim. Bak bu kitaplar da benim çeyizimdir! Bak bu kitaplar da benim çeyizimdir! Benim kolum-kanadım, benim dilim yüreğim bu kitaplarda. Onlarsız yaşayamam anne! Sen o kitapları sevmediğin için çok üzülüyorum. Ne olur, benim çeyizimi kötüleme anne! Evlendiğim zaman onların hepsini almadan bu evden çıkmayacağım. Ablam, çay bardaklarına, fincan tabaklarına kadar çeyizinde ne varsa, alıp götürmeyecek mi? Ben de evlendiğim zaman bu kitaplardan burada bir yaprak bile bırakmayacağım. Benim çeyizime söylenme anne! Gerçekten çok üzülüyorum. Ayrıca senin üzülmene de üzülüyorum. Benim çeyiz eşyam olan bu kitaplar karşısında, ne olursun biraz sabırlı ol benim güzel annem!

         

                    Bu sözlerim, annemi çok duygulandırmış.  O konuşmadan sonra kitaplarım aleyhinde ondan tek kelime olsun duymadım. Hatta o kadar ki, küçük kardeşim, zaman zaman kitaplarımı karıştırmak istediğinde annem onu şiddetle ikaz ediyormuş:

         

        -Oğlumun çeyizine dokunma! Oğlumun çeyizine dokunma, diyormuş.

                   

                    Benim şiiri sevmemde, şiire yönelmemde ve marazi derecede hassas olmamda, annemin de çok önemli tesiri var. Diyebilirim ki bu konuda, birinci derecede halk şairlerimizin, sonra da sevgili annemin tesirinde kalmışımdır. Sivas, halk şair ve şiirimizin harman olduğu şehirlerimizin başında bulunuyor. Sivas, dünden bu güne, yetiştirdiği halk şairiyle mağrur. Türkiye’de bu sayıda şair yetiştiren bir başka şehrimiz yoktur sanıyorum. Benim çocukluk yıllarımda, bizim halk şairlerimiz, sazlarının siyah bir torba içerisine sokarak sırtlarına vurur, sonra sokak sakak dolaşmaya başlardı. Bir yakınını kaybeden, oğlunu askere gönderen, hastası olan, sevdalanan, kızını bir başka şehre gelin eden velhasıl derdi olan, derdine derman arayan kimseler, o halk şairlerine kuruş uzatırlardı ve

        -Haydi, âşık, derlerdi, benim bahtıma bir şeyler çal, söyle!

         

         

                    Parayı alıp cebine koyan halk şairi, sazını kılıfından çıkarır, sonra münasip bir yere oturarak, çalıp söylemeye başlardı. Biz de mahallenin çocukları olarak, o şairin etrafına toplanır, sazına-sözüne kulak kesilirdik. Şairlerin vezinli-kafiyeli sözleri, dikkatimi çekerdi. Bazen başka sokaklara, mahallelere yürüyen âşıkların arkasına takılırdım. Okunan şiirlerin veznini bilmezdim, ama ilk kafiyeden sonra gelecek kafiyeleri merak ederdim. Mesela bir halk şairi, okumaya başladığı bir şiirin, bir türkünün birinci mısraına “başlarım” diye söyleyince, ben içimden derdim ki:”Şimdi ikinci mısraı taşlarım, kaşlarım, yaşlarım, kuşlarım, yokuşlarım… diye bitirecek.” Halk şairi, aklımdan geçirdiğim kafiyeleri kullanınca çok sevinirdim. Dünyalar benim olurdu. Yeni kafiyeleri bilmeyince hayıflanırdım. Arkasına takılmadığım, sazına sözüne kulak vermediğim halk şairi olmazdı.

         

         

                    İlkokul yıllarımda, ben hep yer yatağında yatardım. Oturma odamızda, bir sedirimiz sandalyemiz vardı. Sivas’da elektrikler saat ’den sonra kesilirdi. O zaman, annem kalkar gaz lambasını yakardı. Sonra o lambayı alır, duvardaki çivilerden birine asardı. Babam, yemeğini yemiş, evden çıkmaış olurdu. Annem o gaz lambası altında bağdaş kurarak oturur, gecenin bilmem hangi saatinde gelecek olan babamı beklerdi. Ben de her gece yatağımı annemin yanı başına sererdim. Annem o gaz lambası altında, mutlaka bir şeyler örerek, bir şeyler dikerek, bir şeyler yamalayarak oyalanırdı. Yatağıma uzanınca, yorganımı çenemin altına kadar çekerdim.  Annemden bana masal anlatmasını isterdim. O masallar türkülü masallardı. Annemin sesi güzeldi. Yeri gelince masalın türküsüne başlardı. Annemin türkülü masalları, sokaklarda çalıp söyleyen halk şairlerimizin türkülerine benzerdi. Kendimi annemin türkülerine de, masallarına da kaptırırdım. O masalları derin bir hazla dinlerdim. Dinlediğim masallar içinde, ‘Boş Beşik’ isimli olanı, beni yüreğimden kavrardı. Kendimi bir kartal tarafından kaçırılan bebeğin yerine koyardım. Genç annenin ‘Bebek oy!’ diye başlayan ağıtlarına dayanamazdım. Usul usul ağlamaya başlardım. Annem, ağladığımı görmesin diye, başımı yatsımın altına sokardım. Annem ağladığımı bilirdi, ama bilmemezliğe gelirdi. Her gece, ama her gece ben o ‘Boş Beşik’ masalının ağıtlarıyla iplik iplik gözyaşı dökerek, uykuya dalardım. Babamın ne zaman geldiğini, gaz lambamızın gecenin hangi saatinde söndürüldüğünü Bilmezdim. Sonraki gecelerde de, yine Boş Beşik masalı ve annemin türküler söyleyen sesi ve benim gözyaşlarım. Sonraki geceler yine Boş Beşik, yine gözyaşlarım… Diyebilirim ki, annemin yanık sesi, güzel türküleri ve kınalı masalları, benim şiir dünyamın ve sade Türkçemin kanatlı kapısı oldu. ‘Anamın Türküleri’ isimli şiirimin ilk basamakları, çocukluk yıllarımda ve yer yatağımdadır:

         

         

         

Anam türkü söylerdi bana masal yerine

Hüzünlü, boynu bükük, hep Azeri türküler

Yüzüme bakamazdı, acısını anlardım

Rüzgârlarla savrulur, yağmurlarla yağardım

Ya yer yatağımda ya serin sofalarda

Anamı dinlerken ağlardım.

 

Ben süt gibi mübarek türkülerle büyüdüm

Bir yanım aydınlık, bir yanım gurbet

Anamın ‘ay balam’lı türkülerinde

Bin yakarış gibiydi baştanbaşa memleket.

 

Bir kınalı türküdür dilim Türk’ü söyleyen

Bu Sivas türküsü, bu Kars, bu Eğin…

Ölürsem bana bir Yasin okuyun

Sonra başucumda türkü söyleyin.

 

Sevda türkülere benzer, anama benzer

Anadolu’ma benzer, bereketli, katıksız.

Bir sabah türkülerle düştüm yollara

Yeni türkülerle döndüm sonra her yerden:

Bağlardan, harmanlardan, damlardan, sekilerden

Kanıma iliğime işlemeseydi türküler

Farkım kalmazdı bitkilerden.

 

Bir gün baktım, her şeyde bir başka hal var:

Toprağa düşen tohum, ellerime yağan kar

Yediveren güllerle ansızın gelen bahar

Selçuklu çinisinden yüzüme esen rüzgâr

Bir ince mermer sütun, bir kerpiç duvar

Anadolu: Dağından kara taşına kadar

Hep anamın diliyle türküler söylüyorlar.

 

Şimdi burda Sakarya, orda Seyhun, Deli Kür

Bir yanık bozlak gibi yüreğime dökülür.

Yüreğim ‘ay balam’lı türkülerimle büyür

Beni sonsuzluğa hep türkülerim götürür

Gel ey Kırımlı Sinan, atını ufkuma sür

Sesim Estergon’da yine gümbür gümbürdür

Benim bayrağım bile tarifsiz bir türküdür.

 

 

 

                    Annem, babamın dayısının kızı. Babam , annem doğumlu. Annemin çocukluğunun büyük bir kısmı Sivas’ın Gürün ilçesinde geçmiş. Bir gün bana dert yandı: “Babanın korkusundan kolay kolay dışarı çıkamazdım. Çeşitli meyve ağaçlarıyla bereketli bir bahçemiz vardı. Ben arkadaşlarımla oynamak için evimizin önüne bile adım atamazdım. Duvarların arkasından beni elma yağmuruna tutardı. –Gir içeri, gir içeri! diye bağırırdı. Oynadığımız oyunu bırakır, eve koşardım. Çok kıskanç bir adamdı. Daha 18 yaşıma girmeden beni istedi. Evlendikten sonra beni peçeye soktu. Bir yere faytonla gitseydik bile, arabanın içinde yüzümü açtırmazdı. Ellerim hep eldivenli olurdu. Siz olduktan sonra, kendisi peçeden çıkmamı istedi. Bir gün baktım, bana manto alıp getirmiş. Doğrusu baban istemeseydi ben mantoya kol takmazdım!”

         

         

                    Size garip gelecek, ama gerçek. Ben, annemin ömrü boyunca bir defa olsun çarşıya çıktığını, alış-veriş yaptığını görmedim. Annem kendisine ayakkabı mı almak istiyor. Babam, çarşıdan onun ayağına göre takım ayakkabı alıp getirirdi. Annem getirilen ayakkabılar içerisinden beğendiğini seçip alırdı.

         

         

                    Annem bir kilo etin, bir kilo şekerin, bir paket çayın… kaç lira olduğunu ömrü boyunca öğrenemedi. Çünkü eve lazım olanları ya bana yazdırır veya babama söylerdi. İstedikleri, sepetlerle veya paketlerle hazır olarak eline gelirdi. Mesela hiç unutmadığım, unutamayacağım davranışlarındandır. Mutfak için lazım olanları bir bir yazdırırdı bana. Sonra çıkarır elime bir on lira sıkıştırırdı. Derdi ki: “Bu yazdırdıklarımı tek başına getiremezsin. Bir fayton tutar eve öyle gelirsin. Bak dikkatli ol, paranın üstünü sakın kaybetme. Haydi, seni göreyim.” Gülmeye başlardım. Anne derdim, Vallahi! Billahi! Bu yazdırdıkların on liraya, yirmi liraya alınmaz. Bana en az elli lira vermelisin. Bu verdiğin iki kilo et parası bile değil. Bir de benden paranın üstünü istiyorsun.

         

         

                    Yüzü birdenbire ciddileşirdi. Kendisini kandırmaya çalıştığımı zannederdi ve öfkeli bir sesle:

        -Hadi oradan it eniği! Derdi. O da o aklıyla beni kandıracak! Sen söyledin ben de inandım hemi! Sen çocuk mu kandırıyorsun?

         

         

                    Parayı alır doğru babama giderdim. Baba derdim, annem şunları, şunları, şunları ısmarladı. Üstelik bir de paranın üstünü sakın kaybetme diye, tembihledi.

         

         

                    Babam da gülerdi. Birlikte pazara gidip, söylenenlerin hepsinin alırdık. Eve bir faytonla dönerdik. Babam derdi ki:

         

         

        -Sen o on lirayı götür, yine annene ver. Aldıklarımızın kırk lira tuttuğunu da sakın söyleme.

                    Dediği gibi yapardım. Annem parayı alır, cebine kordu:

         

         

        -Ben sana demedim mi paranın üstünü getir diye! Bak dediğim çıktı işte diyerek, gülümserdi. Evin havası birdenbire değişirdi. Bizim de yüzümüzde güller açardı.

         

         

                    Ekmeğimiz, uzun yıllar evimizde yapıldı. Birinci katta, ocağın yanında bir tandırımız vardı. Tandırı annem yakardı. Hamuru annem yoğurur, annem açardı. Hamuru lavaş haline getirdikten sonra rapatanın üzerine koyarak tandır duvarına annem yapıştırırdı. Sonra kızaran ekmekler; eğiçle alır, ekmek teknesine atardı. Annem daha sonra 15 günlük ekmeğimizi mahalle fırınında pişirmeye başladı. Ama çapı bir metre kadar olan bakır teştlerde hamurunu yine kendi yoğurur, sonra o hamuru mayalanmaya bırakır, hamur, fırına verilme kıvamına gelince, iş kolaylaşırdı. Artık ekmek pişirme işini birkaç ekmek karşılığında Cemile Bacı yapardı. Pişirilen ekmekleri mahalle fırınından eve ben taşırdım. Onları, ekmek sandığına, düzgün bir şekilde annem yerleştirirdi. Soframız 15 günde bir defa taze ekmeklerle açılırdı. Sonra sıra bayat ekmeklere gelirdi. Annem bayat ekmek yemenin hem çok sevap olduğunu hem de sağlık açısından bayat ekmeğin çok faydalı olduğuna bizi inandırırdı. İşte onun içindir kişimdi ben, hep bayat ekmekle karnımı doyuruyorum. Evimizdeki bütün bayat ekmekleri, büyük bir iştahla yalnız ben yiyorum. Sonra nedense, annem, mahalle fırınında ekmek pişirme işinden de vazgeçti. Günlük ekmeğimizi, sabahın erken saatlerinde, çarşı fırınına giderek ben alır gelirdim.

         

         

                    Evimizde buzdolabımız yoktu. Çamaşır makinemiz yoktu. Gaz ocağımız yoktu. Annem, pişirdiği yemekleri tenceresiyle birlikte, geniş ağızlı ve karınlı bir sepetin içine kor; sonra o sepeti, bahçemizdeki kuyunun su seviyesine kadar iple sarkıtırdı. Öğlen ve akşam vakitlerinde sepeti kuyudan kendisi çekip alırdı.

         

         

                    Annemin çamaşır yıkamasına yüreğim dayanmazdı. Gerçi ayda iki defa çamaşır leğeninin başına otururdu, ama sağ yanına tepe gibi üstümüzü başımızı yığardı. Çamaşırlarımızı tek başına yıkardı. Sonra bir hafta “Vay belim! Vay kolum! Vay dizlerim!” diye sızlanırdı. Annemin yorgunluğuna çok üzülürdüm. Onun çamaşır günlerinde kaç defa yanına oturduğumu: Anne ben de yıkayayım mı? diye yalvardığımı hatırlıyorum.

         

         

                    Evimize çamaşır makinesi girdiği zaman, ben üniversite talebesiydim. Bu yeni imkâna annemden daha çok ben sevinmiştim. Bu sevincimi anneme anlattığım zaman bana demişti ki:

        -“Biliyor musun oğlum, bu çamaşır makinesini icat eden cennetliktir. Eskiden ellerim parçalanıyordu. Bir hafta oturup kalkamıyordum. Şimdi, parmağımın ucuyla şu düğmeye dokundum mu tamam! “

         

         

                    O zaman, kendi kendime karar vermiştim. Çamaşır makinesi almadan evlenmeyeceğim! Annemin çektiklerini eşime de çektirmeyeceğim! demiştim. Düşündüğüm gibi de oldu. yılında Hower marka bir çamaşır makinesi almadan evlenmedim.

         

         

                    Annem şişman bir kadındı. Yüz kilodan aşağı indiğini görmedim. Ama aynı zamanda güzel bir kadındı. Eskilerin güzellik anlayışına sahipti. Ona göre bir dirhem et bin ayıp örterdi. Mahalli düğünlere gidip eve döndükten sonra, özellikle sorardım:

         

         

        -Anne gelin nasıldı?

         

        -Çok güzeldi! Çok güzeldi! Beyaaaz, tavluuu, tumbuuul, kırmızı yanaklıydı.

         

        Bazen de suratının ekşiterek, buruşturarak cevap verirdi:

         

        -Karaaa, kuruuu, süpürge gibi bir kız! Tahta kapılar gibi yamyaslı!

         

                   

                    Fakülteyi bitirdikten, askerliğimi yaptıktan sonra Sivas’a geldim.

         

         

        -Anne, dedim, ben evlenmek istiyorum. Bana kız bakmaya başlayın.

         

        Amcamın karısıyla, sağa-sola kız bakmaya çıkmışlar. İlk müjdeyi vermekte gecikmedi.

         

        -Oğlum bugün Sabiha yengenle falanın kızına gidip baktık. Çok iyi çok güzel ailemize layık bir kız! Bir de sen gör hele!

         

        -Nasıl bir kız anne? Boyu posu nasıl? Tahsili ne? Yaşı kaç?

         

        -Oğlum, komşularından öğrendik: Kilimi tek başına çırpıyormuş. Güçlü kuvvetli bir kız.

         

        _Güzel annem ben sizden güreşçi istemiyorum ki, bana bir eş istiyorum. Kız, kilimi tek başına çırpar, ama akılsız olur, cahilin biri olur. O zaman ben ne yapayım kilimi tek başına çırpan kızı?

         

                    Birkaç gün sonra annemden yeni bir müjde alırdım:

         

        _Oğlum! Bugün filanın kızına gidip baktık. Kız çok iyi vallaha. Sokak kapılarının önünün bile tertemiz süpürmüş! İnsan basmaya kıyamıyor. Bahçeleri, sofaları, odaları pırıl pırıl, tertipli.

         

                    Bir gün, amcam beni bir tarafa çekti:

         

        -Oğlum, ananla bizimki, sağa-sola gidip sana kız bakıyorlar. Olmaz. Bunların beğendiği kızla, sen katiyen yapamazsın. Gel beni dinle. Sen git, evleneceğin kızı kendin beğen. Gel bana söyle. Ben de ağabeyime açayım. Bu iş olsun bitsin, dedi.

         

                    Amcamın söyledikleri doğruydu. Evleneceğim kızı kendim seçmeliydim. Sivas’tan Ankara’ya geçtim. Bir akşam Nejdet Sancar’lara gittim.

         

        - Reşide abla, ben evlenmek istiyorum. Bana tavsiye edeceğiniz bir kız var mı? diye sordum.

        Yılanlıoğlu’nun büyük kızını çok methettiler. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okuyor. Necmettin Sefercioğlu’nun talebelerindendir, git, gör! dediler. Sefercioğlu Türk Ocağı’ndan arkadaşımdı. Fakültede bizim görüşmemizi o sağladı. Uzun uzun konuştuk. Kızı beğendim. Yalnız ona annemin güzellik anlayışını da özellikle anlattım. Aldırmamasını söyledim. Sonra, durumu amcama yazdım. Annemle babam, kızı istemek için Ankara’ya geldiler. Onları alıp Yılanlıoğlu’nun evine götürdüm. Annem içeri girer girmez, daha hiç kimseyle tanışmadan, konuşmadan müstakbel gelinine dedi ki:

         

        - Kızım bana bir seccade ser, akşam namazını geçirmeyeyim!

         

        Annem alelacele namaza durdu. Müstakbel gelini seccadesini toplamak için odaya geldiğinde, annem, gözlerini kızcağızın ayaklarından yüzüne doğru, dikkatlice bakarak kaydırmaya başladı. Bir de tepeden tırnağa doğru süzdü. Sonra ona ilk cümlesini rahatlıkla söyledi:

         

        - Kızım seni çok zayıf gördüm! Biraz şişmanlamalısın! dedi. Annem, eşimin de kendisi gibi yüz kilo civarında olmasını istiyordu. Gülüştük.

         

                    Annemle babam 58 yıl evli kaldılar. Bu sürenin 50 yılını, ben çok iyi hatırlıyorum. 50 yıllık evlilik dönemlerinde, ben annemin bir defacık, sadece bir defacık, babama ismiyle hitap ettiğini duymadım. Bizim yanımızda, babamın ismi, annemizin ağzında yoktu. Ona bir şey söylemek istediği zaman, söze ya “Babası!” diye başlıyordu veya sözünü doğrudan doğruya ortaya söylüyordu:

        -“Bu akşam eve gelirken, benim ilaçları sakın unutma!” veya  “Akşama mantı mı yapayım yoksa yaprak sarması mı istersin?” diye sorardı. Babam da anneme ismiyle hitap ederdi. Annemin ismi: Hayriye idi. Babam ‘H’ harfini mutlaka gırtlaktan söyler, ‘A’ harfini de ‘E’ye çevirirdi.

         

        - Heyriye! derdi,            Heyriye!

         

        Ben, bir güne bir gün, babamın da anneme bir fiske bile vurduğunu, bağırıp çağırdığını hatırlamıyorum. Annem, bütün anneler gibi azarlanacak bir kadın değildi.

         

                    Babamın küçüğü İbrahim amcam, Adalar hâkimiydi. Eşinden ayrılmıştı. Yalnızdı. İstiyorduk ki Büyükada’da yalnızlığını giderecek birileri olsun yanında yöresinde. Bu bakımdan bizim için Büyükada’dan bir ev satın aldı ve Sivas’tan oraya taşınmamızı istedi.

         

                    Babam bana dedi ki:

         

        - Al git anneni Büyükada’ya. Göster o evi kendisine. Bakın bakalım ne eksiği var. Bir tadilat yapmak gerekiyorsa, bunu taşınmadan evvel yapmalıyız.

         

                    Hiç unutmadığım bir hadisedir. yılının Temmuz ayında otobüsle yola çıktık. Annemin üzerinde mantosu vardı. Başı eşarplıydı. Hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. İstanbul’daki kadınlar, japone kollu entarileriyle sokaklardaydılar. Ayaklarında çorap, başlarında eşarp yoktu. Annem onları o rahat halleriyle görünce adeta dehşete kapıldı. Sağına soluna bakamaz oldu. Ve bana dedi ki;

        - Sivas’tayken hep kendi kendime soruyordum: Neden bu kadar çok cinayet oluyor, neden hayat böyle pahalı? Neden insanımızda merhamet yok, terbiye yok, birlik beraberlik yok? diye düşünüp duruyordum. Oğlum, yine iyi ki Allah başımıza taş yağdırmıyor. Kadınları böyle açık-saçık bir memleketin beti-bereketi kalır mı? Doğrusu, ben kadınlığımdan utanmaya başladım. Eğer Büyükada da böyleyse yandık, demektir.

         

                    Vapurla Büyükada’ya geldik. Amcamın bizim için aldığı ev, Pervane Sokağı’nda, tam da bir Rum kilisesinin hemen karşısında olmasın mı? Annem kiliseyi görür görmez kıpkırmızı oldu. Daha evin kapısını açmadan:

         

        - Yooo! dedi. Kırk sene kalsa ben bu evde oturmam. Sabah-akşam burada çan sesi mi dinleyeceğiz? Ayağımın altına altın serseler buralara gelmem. Bu evde oturmayı katiyen istemem.

         

        - Kiliseden bize ne anne? Herkesin dini kendine! Burada senin namazına orucuna karışan mı olacak? Neden böyle düşünüyorsun?

         

        - Oğlum buralarda bizim rızkımız kesilir. Buralarda biz aç kalırız. Cenab-ı Allah’ın melekleri her sabah insanların rızıkların dağıtmaya çıktıkları zaman, bu kilisenin yanına, yöresine uğrarlar mı hiç?

        Anneme Büyükada’daki evi katiyen beğendiremedim. Ölünceye kadar oraya adımını atmadı. Sivas’da her sabah şafakla beraber kalkar, evimizin bütün pencerelerini ardına kadar açardı. Neden böyle yaptığını sorduğumuzda:

         

        - Rızıkların dağıtıldığı saattir. Allahın rızkına karşı, kapılarımızı, pencerelerimizi sıkı sıkıya kapamak olur mu? derdi.

         

         

        Otuz yıldan beri, yaz aylarını, Büyükada’daki o evde geçiriyoruz. Kısmetimizde bir sıkıntı olmadı.

         

        İslam âlimleri, vecd halinde kılınan namazlara sonsuzluk namazı diyorlar. HZ. Ali buyuruyor ki; “Bütün ömrü boyunca iki rekât sonsuzluk namazı kılanın ahireti aydınlıktır.” Benim sevgili annem, zaman zaman iplik iplik ağlayarak akşam namazlarına dururdu. Bütün özellikleriyle İslam, onun için hem dünya hem de ahiret saadetiydi. Şu hadise, annemin dini konulardaki misilsiz hassasiyetini ortaya koyması bakımından çok önemli. Babam bana dedi ki; “…Annenin romatizma ağrıları artınca, onu alıp Bursa’ya götürdüm. Çekirgede banyolu bir otele yerleştik. Bir gün onunla Bursa’nın o çok meşhur Ulu Camii’ne gittik. Annen ilk defa öyle büyük, öyle güzel, öyle esrarlı bir cami görüyordu. Kapıdan içeriye adım ya atmıştık ya atmamıştık; annen heyecandan titremeye başladı. Duvarlardaki kocaman yazılar, caminin mihrabı, minberi ve şadırvanı karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Onu, şadırvanın mermer basamaklarından biri üzerine oturttum. Elini yüzünü yıkadım ama kendisine gelemedi. Adeta yığıldı kaldı. Oturduğu yerden zor kaldırdım. Mihraba doğru yürüdük. Ben istedim ki müsait bir yerde, iki rekat bir namaz kalsın. Kılamadı. Bana, yanımdan ayrılma dedi. Secdeye varırsam, tehiyyatı, oturursam kendimi toparlayamam, yeniden kıyamda duramam diye inledi. Öyle olacağını ben de anlamaya başladım. Onu camiden çıkarmak istedim. Fakat taç kapısı önüne geldiğimiz zaman ayağını kaldırıp eşik üzerine koyamadı. Öylesine kendinden geçmişti. İçeriye girdim. Sağ ayak bileğini ellerimin içine aldım; kaldırıp eşiğin üzerine koydum. O da sağ eliyle kapının yan mermer çerçevesine dayandı. Ben de cami dışına çıkarak ellerinden tutup kendime doğru çektim. O zaman sol ayağını da eşiğin üzerine alabildi. Eşik üzerinden yere indirmem de aynı şekilde oldu. Bir taksiye binip otele çok zor geldik. Annenin bu büyük hassasiyetini hiç kimsede görmedim.”

         

        İslâm inancında ve ibadetinde anlatılmaz bir hassasiyet içinde olan annem, ölünceye kadar birtakım şaman adetleri içinde de yaşadı. Bazı davranışlarının İslamiyet’le hiçbir ama hiçbir ilgisi olmadığını ben de lise ve üniversite yıllarımda öğrendim. Bazılarını da Türk cumhuriyetlerine gidip geldikten sonra fark ettim. Mesela benim annem tekkelere-türbelere gidip mum yakar, bir ağacın dallarına paçavra bağlandığını görünce, içinden bir niyet tutarak eski şaman inancına göre bir ince bez de kendisi düğümlerdi.

         

        Sivas’da, İstasyon caddesinde, Sigorta Hastanesi’nin bahçesinde bir türbe var. Orada kimin yattığını bilmiyorum. Ama o türbe, bütün Sivas’da Mum Baba olarak meşhur. Oraya, hiç kimse ile konuşmadan gidip mum yakanların dileklerinin kabul edileceğine dair etrafta kuvvetli bir inanç yaşıyor. Annem zaman zaman Mum Baba’ya giderek mum yakıyor, dilekte bulunuyordu. Ve yemeklerden kalktıktan sonra ablama soruyordu:

         

        -Kızım ocağı temizledin mi?

         

        -Temizledim anne!

         

        Ben araya girip soruyordum:

         

        -Anne niçin ocağın temizlenmesinde bu kadar titizlik gösteriyorsun?

         

        -Ocakların sahipleri var oğlum!

         

        -Anne ocağın sahibi varsa, tuvaletin de sahibi var. Oranın da çok temiz tutulması lazım.

         

        -Bak sen yine günah işliyorsun! Dinin dışına çıkarak konuşuyorsun! Tuvaletin sahibi olur mu oğlum.

         

        -Bak anne vallahi billahi şuraya buraya götürüp mum yakmanın, bez bağlamanın, ocakların sahibi var diye düşünmenin İslamiyet ile kıl kadar ilgisi yok. Bizi eşikte oturtmuyorsun, eşiğe basmayı uğursuzluk sayıyorsun ve güneş tutulunca, ay tutulunca bana teneke çaldırıyorsun. Diyorsun ki; “ güneşi veya ayı cinler tutuyor. Teneke çalalım ki güneşi tutan cinler, korkup kaçsınlar.” Anne bunların hiçbirini İslam kabul etmiyor. Hatta şiddetle reddediyor. Bunlar bizim, Müslüman olmadan önceki Şaman inancımızdan kalma adetlerimizdir. Vazgeç bunlardan anne!

         

        -Şaman inancı da ne oğlum?

         

        -Şamanizm bizim Türk milleti olarak, Müslümanlıktan önceki inanışlarımız, adetlerimizdir anne. Şimdi Hristiyan Türkler de, Musevi Türkler de, Şaman Türkler de aynen senin gibi şuraya buraya mum yakıyor, eşiğe oturmuyor, çalılara bez bağlıyorlar. Ay tutulduğu zaman dümbelek çalıyorlar. Görüyorsun, dinler ayrı ama adetler bir.

         

        -Tövbe de oğlum! Tövbe de! Bir Türk nasıl Hristiyan olabilir, nasıl Musevi olabilir, nasıl Şaman olabilir? Türkler Müslüman’dır oğlum. Günaha giriyorsun!

         

        -Bak anne Şaman Türkleri inanıyorlardı ki, aileden biri öldüğü zaman, onun ruhu evin ocağı üzerinde durur ve o evi bütün kötülüklerden korur. O ruhu ocak üstünden kaçırmamak için, ocaklar temiz tutulurdu. Şimdi İslam her yerin temiz tutulmasını emrediyor. İslam  “Temizlik imandandır” diyor. Eski Türkler, eşik tanrısının varlığına inanıyorlardı. Eşiğe basmamamız, eşiğe oturmamamız işte o inançtandır. Şaman Türkleri, eşik tanrısını memnun etmek için, eşiğin üzerindeki kapıyı çok süslü yaptılar. Bizim bin bir şekille süslü kündekâri kapılarımız hep eşik tanrısı inancımızdandır. Bugün Türkmenistan’da, Müslüman Türkler de katiyen eşiğe basmıyor, eşiğe oturmuyorlar. Türkmenler de Müslüman olmuşlar ama Şaman inancını bırakmamışlar.

         

        Mehmet Akif, Taşkent’i, Buhara’yı anlattığı zaman diyor ki:

         

        “Ay tutulmuş, kovalım, kovalım, kalkın diyerek

         

        Dümbelek çalmada yüzlerce kadın, kız erkek!” Anlatabildim mi anne?

         

        Bütün açıklamalarım, annemin eski kanaatlerinde hiçbir değişiklik meydana getirmedi. Ben de samimiyetle inandım ki, bazen bir inancı değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zor.

         

        Annem kızınca bana bazen “it eniği”, bazen de “yezid” diyordu.

         

                    Eşiğe basmamamız, eşiğe oturmamamız işte o inançtandır. Şaman Türkler, Eşik Tanrısı’nı memnun etmek için

         

        Eşiğin üzerindeki kapıyı çok süslü yaptılar. Bizim bin bir şekille süslü kündekâri kapılarımız hep eşik Eşik Tanrısı inancımızdandır. Bugün Türkmenistan da Müslüman Türkler de katiyen eşiğe basmıyor, eşiğe oturmuyorlar. Türkmenler de Müslüman olmuşlar ama Şaman inancını bırakmamışlar.

         

                    Mehmet Akif, Taşkent’i, Buhara’yı anlattığı zaman diyor ki:

         

                    “Ay tutulmuş, kovalım, kalkın diyerek

         

                    Dümbelek çalmada yüzlerce kadın, kız erkek!” Anlatabildim mi anne? Bütün açıklamalarım, annemin eski kanaatlerinde Hiçbir değişiklik meydana getirmedi. Ben de samimiyetle inandım ki, bazen bir inancı değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zor.

         

         

                    Annem kızınca bana “it eniği” bazen da “Yezid” diyordu. Ve onun Şaman inancından doğan davranışlarını tenkit ettiğim zaman, beni dinden çıkmakla suçluyordu.

         

                    Eskiden mahalle aralarında çerçiciler dolaşır, para veya yumurta, buğday ekmek vs karşılığında ufak tefek ev eşyaları veya kitap satarlardı. Kitap satan çerçicilerin boyunlarında bir metre uzunluğunda20 cm eninde, 25 cm yüksekliğinde bez torbalar olurdu. O torbaların içinde, muntazam sıralanmış kitaplar bulunurdu. Babamın civarında kitapları arasında, annemin 25 kuruşa aldığı bir tek kitap vardı: HAZRETİ ALİ’NİN CENKNAMELERİ. Annem o kitabı çerçicilerden aldığının söylemişti. Ben ortaokula gidinceye kadar, dört halifemizden sadece ikisini biliyordum. Cesaretiyle, kahramanlığıyla, İslamiyet’e büyük hizmetleriyle Hz. Ali; adaletiyle Hz. Ömer. Biz ailecek Hz. Ali’yi de Hz. Ömer’i de çok severdik. Hele annem! Hele annem! O, okumayı, yazmayı rahatlıkla sökebildiği, unutmadığı yıllarda, Hz. Ali Cenknamelerini büyük bir huşu içinde –başı daima yazmalı olarak- okurdu. Sonra o cenknameleri bana okutmaya, yine büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Ben okurken, annemin sureler okuduğunun, bazen gözyaşlarını yazmasının ucuyla sile sile dinlediğini görüyordum. Doğrusu ben de o cenknameleri, önceleri inanarak okuyordum. Ama ortaokul sıralarımda, anladım ki Hz. Ali’yi seven bir takım kimseler, onu bizim eski masallarımızdaki kahramanlar gibi anlatmışlar. Övmekte ölçüyü çok kaçırmışlar. Aklın, mantığın, izanın, idrakin dışına çıkmışlar. Bu bakımdan ben, zaman zaman annemin isteğine uyarak, Hz. Ali Cenknamelerini ona okumaya başlayınca diyordum ki: Bak anne üzülme ama söylemek mecburiyetindeyim. Biz zamanımızı boşa harcıyoruz. Çünkü bu cenknamelerde yazılanlar katiyen doğru değil. Hepside masal çerçevesinde yazılmış uydurmalar. Hz. Ali’nin bunların hiçbirisine ihtiyacı yok. O, ilimin kapısı İslam’ın kılıcıdır. Bu cenknameler, ona da, milletimize de hiçbir şey kazandırmaz. Ancak çocukları avutabilir. Biz bu cenklerle Hz. Ali’yi sevdiremeyiz. Gel ben sana başka kitaplar okutayım.

         

         

        -Sen yine dinden çıkmaya başladın. Nasıl sözler bunlar oğlum?

         

         

        -Yok, anne, İslam’ın içinde kaldığım için böyle söylüyorum. Bak şimdi şu kesik baş destanına: Bir gün Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin bululduğu bir meclise, bir keşik baş yuvarlanarak geliyor. Onlara diyor ki, benim karımı bir dev kaçırdı. O dev filan kuyunun dibinde yaşıyor. Hemen Hz. Ali, bu kesik başa yardım için kalkıp, atına biniyor. Bir kesik baş konuşabilir mi anne? Haydi diyelim ki konuştu. Hz. Ali atına binip dörtnala sürünce, kesik baş da daima Düldül’ün önünde gidiyor. Bu olur mu anne? Bu nasıl kesik baş? Sonra kuyunun başına geliyorlar. Hz. Ali Düldül’ün terkisindeki kulaç uzunluğundaki ipi alıp kuyunun dibine inmeye başlıyor. İp bittiği halde kuyunun dibine varamıyor. Sonra ellerini bırakarak düşmeye başlıyor. Tam 7 gün 7 gece düştükten sonra kuyunun dibine iniyor. Bir insan 7 gün 7 gece boşluğa düşse, en az bin kilometrelik bir derinliğe düşer. Bu nasıl bir kuyudur anne? Sonra Hz. Ali, sedirden yere atlayan bir adam rahatlığıyla kılıcını çekerek, devin sarayına doğru yürüyor. Görüyor ki, yedi başlı bir dev muhteşem bir sarayın önünde uyumaktadır. Orada da elleri bağlı beş yüz adam vardır. Yerin en az bin kilometre altında muhteşem bir sarayı kim yapabilir anne? Adamlar diyorlar ki Hz. Ali’ye: “Biz beş bin kişi idik. Bu dev her gün bizimi beşimizi yiyerek karnını doyuruyor. Azala azala beş yüz kişi kaldık. Günde beş insanla karnının doyuran yedi başlı bir dev, nasıl bir devdir anne? Sonra Hz. Ali, uyuyan devi uyandırıyor. Çünkü onu uykuda öldürmeyi kendisine yakıştıramıyor ve ilk hücumun dev tarafından yapılmasını istiyor. Dev beş yüz batman ağırlığındaki gürzüyle üç kere Hz. Ali’ye saldırsa da onu öldüremiyor. Bu defa Hz. Ali önce deve Müslüman olmasını teklif ediyor. Dev diyor ki: “Ben bin sene yaşadım, Müslüman olmadım. Yine Müslüman olmam.” O zaman Hz. Ali, kılıcını çekip o yedi başlı devi ikiye bölüyor. Bin yıl yaşayan yedi başlı devi, akıl-mantık sahibi hiç kimse kabul edemez anne! Ama bütün bunlar, bizim Hz. Ali sevdalıları tarafından uydurulmuştur. Hz. Ali’yi böyle masallarla sevmenin hiçbir faydası olmaz anne. Biz Hz. Ali’yi gerçek yapısıyla bilmeli, sevmeliyiz.

         

         

                    Sonra nedir o Kuş Hikâyesi anne? İddiaya göre, bir kuş Hz. Ali’nin ve Hz. Peygamber’in bulundukları odanın önüne geliyor. Kuşun gövdesi o kadar büyüktür ki odanın içine sığmıyor. Kuşun sadece başı odaya girebiliyor; gövdesi dışarıda kalıyor. Bu kadar kocaman kuş olur mu anne? Kuş Hz. Ali’ye ve Hz. Peygamber’e diyor ki: Ben yedi yüz elli yıldır, Kaf Dağı’nda yaşıyorum. Benim bir de dişim vardı. Bir yılda iki yavru çıkarıyorduk. yıldan beri bu böyle devam etti Ama bir ejderha türedi ve bütün yavrularımızı yedi. Bu yıl da eşimle yumurtalarını yuttu. Ben de Kaf Dağı’ndan buraya kırk gün kırk gece uçarak geldim. Sizden bana yardımcı olmanızı istiyorum! Bir kuş nasıl Arapça konuşur anne? Ama bizimkiler aklı-mantığı bir kenara iterek, yedi yüz elli yaşındaki kuşu bile Arapça konuşturuyorlar. Sonra Hz. Peygamber’in işareti üzerine Hz. Ali kalkıp Düldül’üne biniyor ve bir odanın içine ancak başı sığabilen o koskocaman kuşu da terkisine alıyor ve göz açıp kapayıncaya kadar Kaf Dağı’na varıyor. Orada bir nara atıyor ki, kat be kat olan yerler sarsılıyor. Bütün devler yerlerinin terk edip, kaçışıyorlar. Kocaman kuşun yavrusunu yutan dev de korkusundan bayılıyor. Uyanıp Hz. Ali’den af diliyor. Hz. Ali de o deve aç ağzını diyor. Dev ağzını açıyor. Bu defa Hz. Ali, devin karnındaki kuş yavrularına “çıkın dışarıya” diye sesleniyor. yıldan beri o devin karnında dipdiri kalan kuş yavrular, kanat vurup çıkıyorlar. Allah’ı zikrederek uçuşuyorlar. Sonunda koca kuşun eşi de devin karnından çıkıyor. Hz. Ali de Kaf Dağı’ndan kalkıp Medine’ye dönüyor. Bütün bu işler bir saat gibi kısa bir zaman içinde oluyor.     Şimdi bu ne biçim hikâyedir anne? Bu hikâyeleri sen büyük bir vecd içinde okuyup dinliyorsun. Bir Müslüman olarak bunlara nasıl inanıyorsun anne?

         

         

        - Sen inanmıyor musun oğlum?

         

         

        - Anne bu yazılanlar, anlatılanlar, baştan sona kadar uydurma, bunlara ben nasıl inanayım?

         

         

        - Asırlardan beri bu hikâyelere inananların, senin kadar akılları yok muydu oğlum? Milletimiz inanıyor da sen niçin inanmıyorsun?

         

         

        - Milletimizin bu yazılanlara inanması, zamanla büyük bölünmelere sebebiyet verdi. Bu ve benzeri yakıştırmaları okuyanlar, yazılanlara inananlar, Hz. Ali’yi haşa, haşa Allah gibi gördüler, göseafoodplus.info Ali yüzünden milletimiz ikiye bölündü.

         

         

        - Oğlum, o ne biçim söz? Hz. Ali’ye Allah demeden daha büyük bir günah olur mu? Böyle söyleyenler, buna inananlar, ebediyen cehennemliktirler.

         

         

        -Doğru söylüyorsun, ama Hz. Ali yüzünden ahiretlerini de ateşe atanlar var. Bütün bu yanlışların çıkmasında, işte bu senin satın aldığın, okuduğun Hz. Ali Cenknameleri’nin de büyük tesiri oldu. Bak anne, sen her 10 Muharrem’de Ehl-i Beyt için oruç tutuyorsun. Bize de tutturuyorsun. İyi ediyorsun. Benim buna bir itirazım oludu mu?

         

         

        - Olmadı.

         

         

        - Sen her 10 Muharrem’de helva pişirip konu komşuya dağıtıyorsun. Orucun da helvanın da sevabını hem Hz. Ali efendimize hem de Hz. Hasan’a ve Hz. Hüseyin’e bağışlamamızı istiyorsun. Ben hiç sana yapma anne, etme anne dedim mi?

         

         

        - Demedin!

         

         

        - Anne, Hz Ali’yi ve bütün Ehl-i Beyti’ni sevmek Peygamberimizin emridir. Yani aynı zamanda sünnettir. Yaşadığımız müddetçe Hz. Ali’yi ve Ehl-i Beyti’ni sevelim sevebildiğimiz kadar. Ama bu uydurma, bu saçma-sapan cenknamelerle günaha da girmeyelim. Ben Arap edebiyatında da Hz. Ali üzerine yazılanları okudum. Onların da bizden kalır tarafları yok. Arapların yazdıklarına göre, Hz. Ali doğduğu zaman Mekke’deki bütün dağlar, ona secde etmişler. Yazıyorlar ki, Hz. Ali’nin annesi oğluna hamileyken Kâbe’deki putların önünde duruyormuş da, aylık Hz. Ali, anasını içerden tekmeliyormuş. Onun putlara bakmasına bile tahammül edemiyormuş. Olur mu bu anne?

         

         

                    Şimdi sana bir soru anne: Hz. Ali daha dünyaya gelmeden, yani aylık iken, anasının Kâbe’deki putlar karşısında durmasını, anlara tapınmasını hissetmiş de, annesini içerden tekmeliyormuş da 63 yaşına girdiği halde, İbn-i Mülcem isimli bir alçak tarafından şehit edilmesinin neden anlayamamış, neden hissedememiş?

         

         

        -Ben nem (ben ne bileyim) oğlum!

         

         

        -Bilmezsin, çünkü bunlar akla-mantığa uygun değil anne!

         

         

                    En az, elli yıldan beri, zaman zaman düşünüyorum. Bütün açıklamalarıma, yalvarıp yakarmalarıma rağmen annemi Hz. Ali Cenknameleri’nden koparamadım. Benden gizli okumaya devam etti. Kendi kendime çok düşünmüşümdür: Bir Sünni olan annemi, Hz. Ali üzerine uydurulan masallardan çekip alamadığıma göre, bir takım doğruları, Alevi vatandaşlarımıza nasıl anlatabiliriz?

         

         

                    Babam her ramazan ayında mutlaka, ama mutlaka hatim indirirdi. Her akşam, Kur’an’ın bir cüzünü, bazen sesli bazen içinden okuyarak bitirirdi. Hiç birimizi, kendisini dinlemeye çağırmazdı. Babama rağmen annem de, konu-komşuyu evimize davet ederek, birilerine Kur’an okuturdu. Ben annemin düzenlediği mukabelelerden daha çok zevk alırdım. ESKİ RAMAZANLAR ve ÇOCUKLUĞUM isimli şiirimde benim çocuksu zevklerimi, sevinçlerimi siz de göreceksiniz.

         

         

                 ……………………

                

                 Bakardım her sabah kadınlar, kızlar

                 Bütün konu-komşu bizde

                 Ve beyaz tülbentli ince bir kadın

                 Kur’an okuyor evimizde.

         

                 Beyaz papatyalar gibi beyaz tülbentli gelinler

                 İlahiler okurlardı sonra derinden

                 Bir bulut geçerdi nemli, ıpıslak

                 Gelinlerin sürmeli gözlerinden.

         

                 Uhrevi bir âlem başlardı nakış nakış

                 Bütün yüzlerdeki nurdan

                 Ve tüter dururdu dualarla yakılmış

                 O serin sofalarda buhurdan.

         

                 Büyürdü her akşam minarelerle beraber

                 Mavi göklerdeki varlık.

                 Kulaklarım okunacak ezan sesinde

                 Ceplerimde çeşit çeşit iftarlık.

         

                 Hâlbuki ben o zamanlar, çocukluk bu ya

                 Tutup herkesten gizli

                 Bozardım orucumu bir bardak suya

                 Ama kimseler bilmezdi.

                 ………………

         

         

         

                    Ben annemin büyük ilgisi ve sevgisiyle, on yaşımdan itibaren oruç tutmaya başladım. Çocukluk yıllarımın bazen çok sıcak aylarında, gerçekten orucumu, gizlice içtiğim birkaç yudum su ile bozduğum olmuştur. Ama sonraları, bütün kaideleriyle, edebiyle birlikte ve anlatılmaz bir huzurla oruç tutmaya başlamışımdır. Diyebilirim ki ramazan aylarını ve güzelim oruç ibadetini bana sevdiren sevgili annemdir.

         

         

                    Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’a, uzun bir mektup yazmayı çok istiyordu. Bu isteği seçim zamanlarında, daha çok ortaya çıkıyordu. Kekeleyerek okuduğu gazete haberlerinden; gördüğü resimlerden ve saatli maarif Takvimi yapraklarından edindiği bilgilerden Türkiye’nin geleceğini iyi görmüyordu. Hayat pahalılığı, işsizlik, orman yangınları, kadınların erkeklerle birlikte denize girmeleri, boşanmaların artması, bitmez tükenmez cinayet haberleri onu çok kaygılandırıyordu. Öfkesinin yükseldiği zamanlarda, çok ciddi olarak:

         

         

        -Celal Bayar’a bir mektup yazacağım. Mektubumu oy zarfının içine koyacağım. Diyeceğim ki: Kör Bayar, sen, bu cinayetleri, bu ahlaksızlıkları, bu orman yangınlarının, hayat pahalılığını görmüyor musun? Kör Bayar! Sen Allah’ın huzuruna nasıl çıkacaksın? Sen ne biçim cumhurbaşkanısın?

         

         

                    Annemin öfkesinin, şikâyetlerini ben çok ciddiye alıyor görünüyordum. Sadece imzasının atabilen, bir-iki cümlelik bir düşünceyi bile katiyen yazamayan anneme diyordum ki:

         

         

        -Yapma anne! Yazma! Adamcağızı çok üzersin! Vazgeç Allah aşkına!

         

         

        -Üzülürse üzülsün oğlum! Nedir bu memleketin hali? Öyle bir mektup yazacağım ki ona göreceksin! Sabrım kalmadı artık. Görmüyor musun memleketin halini?

         

         

                    Annem Celal Bayar’a bir satır bile yazamadı. Ama hep yazacakmış gibi öfkeyle dolup taştı.

                    Yüksek derecede şekeri vardı. Uykuları azalmıştı. Şikâyetleri günden güne artıyordu. Onu alıp üç doktor arkadaşıma götürdüm. Kendisini dikkatle dinlediler. Reçeteler yazdılar. Birbirleriyle sözleşmiş gibi:

         

         

        -Teyze, dediler, üç be

01 - Ağlama Bebeğim ()
1. Ağlama Bebeğim
2. Kara Yaz&#x;
3. Suskun
4. Geçmiyor Günler
5. Hasretinden Prangalar Eskittim
6. K&#x;z Kaç&#x;ran
7. Şahin Gibi
8. Ayn&#x; Daldayd&#x;k
9. Maviye Çalar Gözlerin
B&#x;rak Beni
Hikayemiz (Bizim)
Karanl&#x;k
Kurtuluş Savaş&#x; Destan&#x;
Uğurlar Ola

02 - Ac&#x;lara Tutunmak ()
1. Amenna
2. Öyle Bir Yerdeyim Ki
3. Ac&#x;lara Tutunmak
4. Yusuf Yusuf
5. Gayri Gider Oldum
6. Kad&#x;nlar
7. Macera
8. Neden
9. Bu Dert Beni Adam Eder
Güzel Günler
Sivastopol Marş&#x;
Ortadoğu

03 - An Gelir ()
1. An Gelir
2. Büyüdün Bebeğim
3. Lili Marlen Türküsü
4. Çiğdem Çiçek
5. Tezkere
6. Metrisin Önünde
7. Üşür Ölüm Bile
8. Sen &#x;nsans&#x;n
9. Şeyh Bedrettin
Neyleyim
Halay Havas&#x;

04 - Şafak Türküsü ()
1. Şafak Türküsü
2. Kimdi Bunlar
3. Tutuşur Dizelerim
4. Geleceğim
5. Haramiler
6. Sel dağ
7. Kore Dağlar&#x;
8. Zeytin Karas&#x;
9. Haydi git
Potbori- Cama Ç&#x;kma Cama, Fabrika Önü, Fabrika K&#x;z&#x;.
Haydi Gül

05 - Yorgun Demokrat ()
1. Hani Benim Gençliğim
2. Aln&#x;nda Dağ Ateşi
3. Yorgun Demokrat
4. K&#x;l&#x;ç Bal&#x;ğ&#x;n&#x;n Öyküsü
5. Haçan, Ölesim Gelir
6. Unutulmayanlara
7. Tut ki Gecedir
8. Yüreğim Kan&#x;yor
9. Katlime Ferman
Yaşamad&#x;n Sen
Bir Veda Havas&#x;
Bu Gala Daşl&#x; Gala

06 - Başkald&#x;r&#x;yorum ()
1. Beni Tarihle Yarg&#x;la
2. Baş Kald&#x;r&#x;yorum
3. Ac&#x; Ninni
4. &#x;çeriden Ç&#x;kan Adam
5. Herkes kendi &#x;şine
6. Gül Diken
7. Sorgucular
8. Koru Kendini
9. Uçun Kuşlar Uçun
Denizin Ad&#x; Özgürlük

07 - Resitaller-1 ()
1. Önce Dişlerimiz Döküldü
2. Lili Marlen Türküsü
3. Odam Kireçtir Benim
4. Ağlama Bebek
5. Kara Y&#x;lan
6. Amenna
7. Hani Benim Gençligim
8. Geçmiyor Günler
9. Katlime Ferman
Şafak Türküsü
Dersim Dört Dağ &#x;çinde
Yüreğim Kan&#x;yor
Metris Türküsü
Ac&#x;lara Tutunmak
Bacalar
Kara Toprak
Kad&#x;nlar

08 - &#x;yimser Bir Gül ()
1. Gökyüzü
2. &#x;yimser Bir Gül
3. Birazdan Kudurur Deniz
4. Bu Yaln&#x;zl&#x;k Benim Değil
5. Çek Mustafa çek
6. Evlerinin Önü
7. Doğum Günü
8. Kaçak Ve Anne
9. Kardelenler Aç&#x;nca
Kaçakç&#x; Kurban
Yollar&#x;na Baka Baka
Amanin Minnoş

09 - Resitaller-2 ()
1. Ölürem Kardaş
2. Dağlarda Kar Olsayd&#x;m
3. Bahtiyar
4. Yemen Türküsü
5. Turna Semahi
6. Doğum Günü
7. Diyarbak&#x;r Türküsü
8. Hey Göklere
9. Değirmen Baş&#x;nda Vurdular Beni
Duman Çökmüş Munzura
Ne Yandas&#x;n
Baş Kald&#x;r&#x;yorum
Hadi Sen Git &#x;şine
Üşür Ölüm Bile
Oy Leli

10 -Sevgi Duvar&#x; ()
1. Darday&#x;m
2. Eylüle &#x;syan Gibi
3. Sevgi Duvar&#x;
4. Kendine iyi bak
5. Gaş sabah
6. Karar vermek zor
7. Şiddet
8. Hep Sonradan
9. Şiire-Gazele
Doruklara Sevdaland&#x;m

11 - Baş&#x;m Belada ()
1. Baş&#x;m Belada
2. Tezgahtar Nebahat
3. Hiç Bir Şeyimsin
4. Kalan Kal&#x;r
5. Bir Acayip Adam
6. Entel Maganda
7. Ayr&#x;l&#x;ğ&#x;n Hediyesi
8. Yang&#x;n Gecesi
9. O Vahşi At
Gel Hadi Gel
Hasretinden Prangalar Eskittim
Oy Havar

12 - Dokunma Yanars&#x;n ()
1. &#x;çimde Ölen Biri
2. Dokunma Yanars&#x;n
3. T&#x;ka Basa Past&#x;rma
4. Böyle Bir Sevmek
5. Bir Anka Kuşu
6. Rinna Rinan Nay
7. Biz Üç Kişiydik
8. Sürgün Ac&#x;s&#x;
9. Merhaba
Kenar Mahalleli
Nevroz Ateşi
Bir Minik K&#x;z Çocuğu

13 - Tedirgin ()
1. Munzurlu
2. Tedirgin
3. Mahur
4. Layla
5. Grev
6. Derin Bir Ah Çektim
7. Yazamad&#x;m
8. Yalanc&#x; Ayr&#x;l&#x;k
9. Sevemezsin
Ah!
Elektro Şok

14 - Şark&#x;lar&#x;m Dağlara ()
1. Kum Gibi
2. Cinayet Saati
3. Gururla Bak&#x;yorum Dünyaya
4. Ağlad&#x;kça
5. Mavi'nin Türküsü
6. Ölüm Dörtlüğü
7. Özgür Çagri
8. Sab&#x;r Kalmad&#x;
9. Yalan da Olsa
Yeter
Bize Ne Oldu
Saza Niye Gelmedin

15 - Beni Bul ()
1. Arka Mahalle
2. Demedim mi Haydar
3. Telgrafç&#x; Arif
4. Beni Bul Anne
5. Yetiş Nerdesin
6. Can Yoldaş&#x;m
7. Beni Vur
8. Diyarbak&#x;r Türküsü
9. Sen Yanma Diye (&#x;lahi)
Senin Derdindeyim
Karl&#x; Dağlar
Süryani

16 - Y&#x;ld&#x;zlar ve Yakamoz ()
1. Yakamoz
2. Gayri Gider Oldum
3. Kad&#x;nlar
4. Ac&#x;lara Tutunmak
5. Öyle Bir Yerdeyim ki
6. Ağlama Bebeğim
7. Turuncu Gemi
8. Ben Beni
9. Karanl&#x;kta
Karayaz&#x;
Şafak Türküsü

17 - Dosta Düşmana Karş&#x; ()
1. Giderim
2. Ad&#x; Y&#x;lmaz
3. Nereden Bileceksiniz
4. Dost
5. Bize Kalan
6. Fasso Necdat
7. Dosta Düşmana Karş&#x;
8. Korkar&#x;m
9. Söyle
Ay Gidiyor
Mican
Yazmal&#x; Gelin

18 - Hoşçakal&#x;n Gözüm ()
1. Siz Yanmay&#x;n
2. Memleket Hasreti
3. Al Öfkemi
4. Telgraf&#x;n Telleri
5. Yakar&#x;m Geceleri
6. Karwan
7. Ada Sahilleri
8. Diyarbak&#x;r Hasreti
9. Hadi Bize Gidelim
Hosçakal&#x;n Gözüm
Gegevens Track

19 - Dinle Sevgili Ülkem ()
CD I
1. B&#x;rak Döneyim - Öyle Bir Yerdeyim ki / Ahmet Kaya - Koro
2. Mahur / Nazan Öncel
3. Üşür Ölüm Bile / Süavi
4. Baş&#x;m Belada / Agire Jiyan
5. Güzel Günler / Şükriye Tutkun
6. Beni Bul / Selda Bağcan
7. Ayr&#x;l&#x;ğ&#x;n Hediyesi / Yavuz Bingöl
8. Birazdan Kudurur Deniz / Deniz - Y&#x;lmaz Erdoğan
9. Ağlama Bebeğim / Banu
Beni Vur / Feridun Düzağaç

CD II
1. Giderim / Niran Ünsal
2. Bir Veda Havas&#x; / Servet Kocakaya
3. Ad&#x; Bahtiyar / Naşide Göktürk
4. Mavi'nin Türküsü / Kardeş Türküler
5. &#x;çimde Ölen Biri / Haluk Levent
6. Nereden Bileceksiniz / K&#x;v&#x;rc&#x;k Ali
7. Yakamoz / Melike Demirağ
8. Arka Mahalle / Murat Hasar&#x;
9. Lili Marlen Türküsü / Onur Ak&#x;n
Hani Benim Gençliğim / Sümer Ezgü

20 - Biraz da Sen Ağla ()
1. Kürtçe aç&#x;l&#x;ş
2. Bir de sen gitme
3. Halklar&#x;n kardeşliği ad&#x;na
4. Oy benim can&#x;m
5. Çökertme
6. Çilli
7. Daglarda ölmek isterim
8. Niye böyle anne
9. Benden selam söyleyin
Jilet yiyen k&#x;z
Sensiz yasayabilmerem
Nenni bebek
Selam ederim halk&#x;ma

21 -Kals&#x;n Benim Davam ()
1. Geldim
2. Gönül Yaras&#x;na Lokman Olan Sah
3. Kals&#x;n Benim Davam (Aç&#x;l&#x;n Kap&#x;lar)
4. Derdin Ne Senin
5. Turna Semah&#x;
6. Baba Bugün / Sana Gelmek &#x;stiyorum
7. Arpa Orağa Geldi
8. Sürmeli (Ne Yandas&#x;n)
9. Dersimliler
Deli Kulun Öttüğü

22 - Gözlerim Bin Yaş&#x;nda ()
1. Aklanacak Dünya
2. Nabz&#x;m Bir Devrim Sabah&#x;nda
3. Buğday Tanesi
4. Mart Şiirleri
5. Dosta Düşmana Karş&#x;
6. 2. Kural
7. 1. Kural
8. 3. Kural
9. Sevdal&#x;y&#x;m Sana
Gereği Düşünülür
6. Kural
Gururla Bak&#x;yorum Dünyaya
Son Yerine
Nehri Destan&#x;
Bu Şiirin Kurals&#x;z Son Sözü
7. Kural
&#x;çten &#x;çe
Dönemeç
Büyü
5. Kural
Umut
Peşmerge
Halklar&#x;n Kardeşliği Ad&#x;na
4. Kural
Bu Sevda
Çağr&#x;

23 - Resitaller 3
1. Bir Acayip Adam
2. Denizin Ard&#x; Özgürlük
3. Kalan Kal&#x;r
4. Lele Kurban
5. Oy Havar
6. Satars&#x;n Ulan
7. Şiddet
8. Sorgucular
9. Uçun Kuşlar Uçun

24 - Ya R&#x;za Şimdi
1- Demek Simdi Gidiyorsun
2- Dostlar
3 - Herkes Kendi &#x;şine
4 - Kim Susturabilir
5 - Potpori
6 - R&#x;za
7 - Sanmay&#x;n Ki
8 - Tutki Gecedir
9 - Tutuşur Dizlerim
10 - Uçun Kuşlar

Selda Bağcan & Ahmet Kaya - Kocero - Fadike
Selda Bağcan & Ahmet Kaya - Bir Can Ç&#x;kar Dağlara
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Bitti Mapus Bitti
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Büyü De Büyü
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Can&#x;m&#x; Yakanlar Bakt&#x; Dumana
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Ekranda Cnn
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Fadike
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Koçero
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Türk Köylüsü
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Vicdan Mahkemesi
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Vuruldum Düştüm Yere
Selda Bağcan & Ahmet Kaya- Yürü Bre H&#x;z&#x;r Paşa

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir