Güncelleme Tarihi:
LinkedinFlipboardE-postaLinki KopyalaYazı Tipi
Şark Meselesi, ilk kez ’te Viyana Kongresi’nde kullanılan bir terimdir. Ondan sonra ise, siyaset adamlarıyla tarihçiler karşısında büyük önem kazandı.
Şark Meselesi Nedir?
Şark meselesi, Viyana Kongresi, Napolyon Bonapart’ın tamamen altüst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak için toplandığı zaman, Rus Çarı Aleksandre, Kongre delegelerini Rum davası ile ilgilendirmeyi düşündü. Kongre, milliyetçilik düşmanı, Metternich’in ve doğuda yer alan Rusya’nın genişlemesini her zaman endişe ile karşılamış olan İngiltere’nin de etkisi ile bu konu üzerinde görüşmeler yapılmasını ise, reddetti. Buna rağmen, Rus delegeleri, resmi görüşmelerin dışında kalan, kongre üyelerinin tüm dikkatini Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Hristiyan halkın durumu üzerine çekmeye çalıştılar ve bu durum için de “Şark Meselesi” terimini kullanmaya başladılar.
Şark Meselesi terimi, özellikle de Viyana Kongresi’nden sonra diplomatlar arasında çok sık kullanılmaya ve çeşitli anlamlar kazanmaya başladı. yüzyılın ilk yarısında Şark meselesi, genel anlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, aynı asrın ikinci yarısında ise, yirminci yüzyılda da imparatorluğun bütün topraklarının bölüşülmesi, Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması anlamında kullanıldı. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış siyasetinde yaşanan buhranlı her olay da Avrupalılar tarafından “Şark Meselesi” başlığı altında incelendi. Bu diplomatlar, Şark Meselesi terimi ile istikbal ve bir hal durumunu anlarken, Avrupalı tarihçiler ise aynı terimi geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa ilişkilerini açıklamak amacı ile kullandılar. Bu sayede Şark Meselesi, bir tarihi terim olarak tarihimizde de anlam kazanmaya başladı.
Osmanlıyı Nasıl Etkilemiştir Şark Meselesinin Aşamaları
Şark meselesi en temel hatları ile iki önemli farklı süreçten oluşur. Bunlardan birincisi, “” yılları arasında yaşanan Şark Meselesi”dir. Bu tarihler arasında Avrupa, Türklere karşı savunmaya geçmiş ve Türkler ise, fetihlerine önemli bir şekilde hız kazandırarak akıcılarını Avrupa topraklarına göndermiştir. Bu ilk süreç olan Şark Meselesindeki en temel amaç, Türkleri Anadolu’ya sokmamak, Türklerin Rumeli’ye girişini engellemek ve Türklerin Anadolu’daki ilerleyişini durdurmaktır. İstanbul’un Türkler tarafından fethini engellemek isteyen tüm Avrupa devletleri, Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerlemesine engel olmak için pek çok farklı politika izlemişlerdir. Bu politikalar da Şark Meselesinin ilk planlı durdurma aşamasını oluşturmaktadır.
Şark meselesi”nin Batılılar tarafından belirlenen hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmiş, Viyana kapısına kadar dayanmış ve Balkanlar’ı tamamen ele geçirmişlerdir. Ama tarihinde Türklerin Viyana önlerinde yaşadıkları yenilgisi “Şark Meselesi”nin birinci aşamasını da sona erdirmiştir. Birinci aşamanın bitmesi ile birlikte aynı şekilde bu tarihlerde şark meselesinin ikinci aşaması da başlamıştır. Bu aşamada ise, yenilgiye uğrayan Türkler, Anadolu’da tutunmaya çalışmış ve Avrupa devletleri de taarruza geçmiştir. yılına kadar devam eden bu ikinci aşamada Avrupa devletlerinin ilk amacı, Avrupa’daki Türk hakimiyeti içinde olan Hristiyan milletlerini isyana teşvik ederek kurtarır. Birinci maddede yer alan amaca ulaşılmazsa ikinci bir plan olarak Türklerden bu Hristiyan milletleri için çeşitli reformlar yani Islahat Fermanı istemek olacaktır. İkinci aşamada ise, Türkleri Balkanlardan tamamen atmak, Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde yaşayan Hristiyan azınlıkları lehine reformlar yaptırmak, İstanbul’u Türklerin elinden almak, muhtariyet elde etmek ya da istiklallerine de kavuşturmaktır.
Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesiyle birlikte özellikle Avrupalı devletler için ortak amaç bu milleti, geldiği yere yani Orta Asya topraklarına geri göndermek olmuştur. Özellikle doğu ile olan ilişkilerde bu ilke temel alınmış ve dünyanın “Şark Meselesi” olarak adlandırdığı genel bir görüş meydana gelmiştir.
Şark Meselesi, ilk defa ’te Viyana Kongresi’nde kullanıldı ve ondan sonra, siyaset adamlarıyla tarihçiler nezdinde önem kazandı. Meselenin ortaya çıkışı: Viyana Kongresi, Napolyon Bonapart’ın altüst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak için toplandığı sıralarda, Rus Çarı Aleksandre, Kongre delegelerini Rum davasıyla ilgilendirmek istedi. Kongre, milliyetçilik düşmanı, Metternich’in ve doğuda Rusya’nın genişlemesini daima endişe ile karşılamış olan İngiltere’nin etkisiyle, bu konu üzerinde görüşmeler yapılmasını reddetti. Buna rağmen, Rus delegeleri, resmi görüşmelerin dışında, kongre üyelerinin dikkatini Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşamakta olan Hristiyan halkın durumu üzerine çekmeye çalıştılar ve bu durum için “Şark Meselesi” terimini kullandılar.
Şark Meselesi terimi, Viyana Kongresi’nden sonra diplomatlar arasında çok kullanılmaya ve çeşitli manalar kazanmaya başladı. yüzyılın ilk yarısında Şark meselesi, genel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, yirminci yüzyılda da imparatorluğun bütün topraklarının bölüşülmesi manasında kullanıldı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay da Avrupalılarca “Şark Meselesi” başlığı altında incelendi. Bu diplomatlar, Şark Meselesi terimi ile bir hal ve istikbal durumunu anlarken, Avrupalı tarihçiler ise aynı terimi geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa ilişkilerini açıklamak için kullandılar. Böylece Şark Meselesi, bir tarihi terim olarak anlam kazanmaya başladı.
Şark meselesi temel hatlarıyla iki önemli süreçten oluşmaktadır. Bunlardan birincisi “” yılları arasındaki Şark Meselesi”dir. Bu tarihler arasında Avrupa, Türklere karşı savunmaya geçmiş, Türkler ise fetihlere hız kazandırarak akıcılarını Avrupa topraklarına göndermiştir. Bu ilk süreç olan Şark Meselesinde temel amaç Türkleri Anadolu’ya sokmamak, Türkleri Anadolu’daki ilerleyişini durdurmak ve Türklerin Rumeli’ye girişini engellemektir. İstanbul’un Türkler tarafından fethini engellemek isteyen Avrupa devletleri, Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişine engel olmak için birçok politikalar izlemişler ve bu politikalarda Şark Meselesinin ilk planlı durdurma safhasını oluşturmaktadır.
Şark meselesi”nin Batılılarca bu hedeflerine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmiş, Balkanlar’ı tamamen ele geçirmiş ve Viyana kapısına kadar dayanmışlardır. Ancak tarihinde Türklerin Viyana önlerindeki yenilgisi “Şark Meselesi”nin birinci safhasını da sona erdirmiştir. Birinci aşamanın bitmesiyle birlikte aynı şekilde bu tarihlerde şark meselesinin ikinci safhası başlamıştır. Bu safhada, yenilgiye uğrayan Türkler, Anadolu’da tutunmaya çalışmış; Avrupa devletleri ise taarruza geçmiştir. yılına kadar devam eden bu aşamada Avrupa devletlerinin ilk amacı Avrupa’daki Türk hakimiyetinde olan Hıristiyan milletlerini isyana teşvik ederek kurtarmaktır. Birinci maddede istenen amaca ulaşılmazsa ikinci bir plan olarak Türklerden bu Hristiyan milletleri için reformlar (Islahat Fermanı) istemek olacaktır. İkinci aşamada Türkleri Balkanlardan tamamen atmak, İstanbul’u Türklerin elinden almak, Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan azınlıkları lehine reformlar yaptırmak, muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa istiklallerine kavuşturmaktır. Yedi cihana hükmeden Osmanlı gibi bir devletin özellikle Kuzey Afrika topraklarına sahip olması Avrupalı devletlerinin bir hayli canını sıkıyordu. Bilindiği üzere hammadde ve yeni pazar arayışı Avrupalı devletleri bir hayli zorlamaktaydı. Hindistan ve diğer kolonilere giden kara yolunun büyük bir kısmının Türk topraklarından geçmesi de bu toprakları ele geçirmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Şark meselesinin en büyük nedeni olan uluslararası çıkarlar için, Osmanlı tebaasında bulunan Müslüman toplumları, özellikle Araplar’ı Osmanlı devletine karşı kışkırtmak ve devletten koparmak için birçok girişimde bulundular. Emperyalist düşüncelerle çıkarılmaya çalışılan bu isyanlarda Arap milliyetçiliği olgusu bir dayanak noktası olarak kullanılmıştır.
Türkleri Berlin Antlaşmasıyla Balkanlardan attıklarına inanan Avrupa Devletleri, Şark Meselesini özellikle Osmanlı Devleti’nin Orta Asya topraklarına kaydırmayı başarmışlardır. Nitekim Berlin Antlaşmasına koydukları madde ile Anadolu’da yaşayan Ermeniler lehinde reformlar yapılacağını Osmanlıya kabul ettirmişlerdir. Bu madde, Avrupalı devletlerin Anadolu’daki Türk direncini kırmak için doğuda kurmayı planladığı bir paravan Ermeni Devleti’nin temellerini atıyordu. Bir diğer görüşe göre ise Şark Meselesi, Hıristiyan olan haç topluluğunun; sembolü hilal olan Türk ve Müslüman toplulukları ile olan savaşıdır. Avrupa için Müslüman Türk, Türk ise Müslüman demektir. Özellikle Avrupalı devletlerin doğu planlarından biride büyük bir tehlike arz eden Rus devletinin sıcak denizlere inme politikasıydı. Özellikle yılında Londra Konferans’ı imzalanırken Batılı devletler İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya, Prusya ve Osmanlı devleti arasında Londra barışı imzalanırken, Boğazlar bütün devletlere kapatıldı. Bu antlaşmanın koşullarından sonra Rusya, Avrupalı devletlerin boğazlardaki etkisi azaltmış olmasına rağmen Akdeniz üzerinden sıcak denizlere inme hayallerini de tarihe gömmüştür.
Amaçlarına ulaşan Avrupalı Devletler, Balkan savaşları sonucu Türkleri Avrupa’dan çıkardılar. Avrupalı devletlerin asıl amacı, Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarında yaşayan Hıristiyanlara ( Ermeniler) ve Yahudilere ayrı devlet kurmaktır. Hıristiyan Batı 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlıya zorla imzalattığı Sevr Antlaşmasıyla D. Anadolu’da bir Ermeni devleti kurdurmak istediyse de Türk Milleti, Kazım Karabekir Paşa’nın önderliğinde buna izin vermedi. Fakat Filistin’de Yahudi devleti kurdurmayı başardılar. Bütün bu projelerin temel amacı, Türkleri Anadolu’dan çıkarmak veya sömürge yapmaktır. Hıristiyan Batı bu amacına ulaşmak için 1. Dünya savaşından sonra Mondros Antlaşması’nı bahane ederek Anadolu’yu dört bir yandan işgale başladı; fakat Türk milleti M. Kemal Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak Anadolu’da kalmayı başardı.
Dr. Bilâl N. Şimşirin Konferansı
Pembe Köşk (İnönü Vakfı)
18 Kasım
LOZAN VE SONRASINDA
SINIRLAR VE BOĞAZLAR
Efendim, hepinizi saygı ile selamlıyorum. Hepinize saygılar sunuyorum.
Bu mekânda, bu seçkin bir topluluk önünde konuşmak, bana heyecan veriyor. İkinci Cumhurbaşkanımız rahmetli İsmetİnönünün evindeyiz. Bu ev, Cumhhuriyetimizin kuruluşuna tanıklık etmiş bir mekân. Bu mekânda Lozanı konuşuyoruz. Duygulanıyor, onurlanıyorum.
Lozan Günü aslında Temmuzdaydı. Temmuz ayında Lozanla ilgili çeşitli etkinlikler düzenlendi. İstanbul ve Ankara Baroları, ayrı ayrı düzenledikleri etkinliklere beni de konuşmacı olarak davet etmişlerdi. Fakat o zaman bu etkinliklere katılamadığım için içimde bir üzüntü kalmıştı. Sayın ÖzdenToker Hanımefendi beni buraya davet edince seve seve koştum. Teşekkür ediyorum. Lozan Günü geçtiyse de Lozan Yılı hâlâ devam ediyor.
***
Lozan Barış Antlaşması, bildiğiniz gibi, büyük bir olaydır. Yakın tarihimizin bir dönüm noktasıdır. Lozan, Osmanlı İmparatorluğu’nu sona erdirdi, tasfiye etti. Buna karşılık Lozan, yeni Türk devletini, bugünkü Türkiyeyi tarih sahnesine çıkardı. Anadoluda kurulan yeni devletimizin doğuş sürecini tamamladı. Lozan, devlet sınırlarımızı çizdi ve dünyaya kabul ettirdi; bağımsızlığımızı, egemenliğimizi tescil etti; onayladı. Türkiyeyi bağımsız, uygar devletler arasına kattı. Türkiyenin dış ilişkilerinin ahdi, hukuki temelini attı. Lozan Antlaşması, Türk ulusunu, çok uzun süren, hemen hemen aralıksız on bir yıl süren savaşlar döneminden çıkarıp barışa kavuşturdu.
Lozan Antlaşması bugün de yaşamaktadır. yıllarında bir dizi barış antlaşması yapılmıştı: Almanya ile Versailles, Avusturya ile Saint-Germain, Bulgaristanla Neuilly, Macaristanla Trianon barış antlaşmaları imzalanmış ve İstanbul Hükümetine de Sèvres (Sevr) Antlaşması dikte edilmişti. Bu antlaşmaların hepsi tarihe karışmıştır. Yalnız Lozan Barış Antlaşması hâlâ yürürlüktedir. Lozan barışı, yılından beri, yani 85 yıldan beri elan devam etmektedir. O gün bu gündür, hâlâ Lozan barışının nimetlerinden yararlanıyoruz.
Bana, Cumhuriyetin en önemli kazanımı nedir? diye soranlara, tereddütsüz, Barıştır diye cevap veriyorum. Evet, barış. Ama Kore Savaşına katılmışız, Kıbrıs Barış Harekâtını yapmışız ve şimdi de Güneydoğu olayları var. Bunların hiçbirisi bizim eskiden yaşadığımız topyekûn savaşlarla kıyaslanamaz. Bizler, üç kuşaktır topyekûn savaş görmedik, kitlesel savaş nedir bilmiyoruz, milli seferberlik nedir hiç bilmiyoruz. Seksen beş yıldır, çok şükür, barış içinde yaşıyoruz.
Bu kadar uzun bir barış dönemi Osmanlı ecdadımıza hiç nasip olmadı. Bizler, seksen beş yıldır devam eden barış nimetini, başta, Lozan Antlaşması’nı yapan, Cumhuriuyetimizi kuran rahmetli devlet büyüklerimize borçluyuz. Atatürke borçluyuz, İsmet Paşaya borçluyuz, onların dava arkadaşlarına borçluyuz, şehitlerimize borçluyuz. Aziz hatıraları önünde saygıyla, minnetle eğiliyoruz.
*
Lozan derken,Sevri de hatırlayalım. Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nı tarihe gömdü. Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nın yerine geçti. Evet, Lozana Sevrden geldik. Bunu akıldan çıkarmayalım. Sevr, bizi bitirmişti. Sevr, Türk ulusunu öldürüyordu; Lozan bizi ayağa kaldırdı. Atatürk, Büyük Nutukta, Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşması’nı bölüm bölüm karşılaştrır. Sevr şudur, Lozan budur, diye birer birer gözler önüne serer. Lozanı anarken Nutukun o bölümlerini tekrar gözden geçirmekte fayda vardır. Geçenlerde, burada, Pembe Köşkte Sayın Turgut Özakmanın bir konuşması vardı. Bir konuya parmak bastı, Sevr Antlaşması’nın Türkiyeyi süresiz denetim altında tuttuğunu belirtti. Pek açmadı. Bu tespiti birazcık açalım. Sevr Antlaşması Fransa, İngiltere ve İtalyadan oluşan üçlü bir Komisyon kuruyor ve Türkiyeyi bu komisyunun süresiz denetimi altına sokuyordu. Üçlü komiyonun onayı olmadan Türkiye, kanun çıkaramaz, para basamaz, ordu kuramaz, silah alamaz, silah fabrikası kuramaz, borç alamaz, yatırım yapamaz, fabrika kuramaz, baraj yapamaz idi vs Kısacası, Sevrde zaten pek küçültülmüş olan zavallı Türkiyenin bağımsızlığı sıfırlanıyor; egemenliği sıfırlanıyor idi. Bu açıdan bakınca Sevr Antlaşması, gerçekten Türkiyenin ölüm fermanı idi. İşte böyle felaket bir antlaşmadan Lozan Antlaşmasına geldik. Bunu unutmayalım.
***
Türkiye, Lozan Konferansı’na güçlü bir delegasyon ile gitti. Heyette 3 delege, 24 danışman, 8 kâtip, 3 şifreci, 10 korumacı asker yer aldı. Toplam 48 kişi. Başdelege: Dışişleri Bakanı İsmet Paşa; ikinci delege Dr. Rıza Nur, üçüncü delege Hasan (Saka)Bey’ler.
Danışmanlar (müşavirler): 1. Profesör Veli (Saltık), Burdur mebusu; 2. Zülfü (Tigrel), Diyarbakır mebusu; 3. Zekâi (Apaydın), Adana mebusu; 4. Celal (Bayar), Manisa mebusu; 5. Münir (Ertegün), Dışişleri Hukuk Müşaviri; 6. Muhtar (Çilli), Bayındırlık Bakanlığı Müstaşarı; 7. Şefik (Başman), Maliye Teftiş Kurulu Başkanı; 8. Seniyüddin (Başak), Vakıflar Hukuk Müşaviri; 9. Şevket (Doruker), Deniz Yarbayı; Tevfik (Bıyıklıoğlu), Kurmay Yarbay; Tahir (Taner), Adalet Bakanlığı Müsteşarı; Nusret (Metya), Dışişleri Hukuk Müşaviri; Yusuf Hikmet (Bayur), Dışişleri Siyasi İşler Müdürü; Zühtü (Şahan), Üniversite Profesörü; Fuat (Ağral), Maliyede Genel Müdür; Mustafa Şeref (Özkan), eski Bakan; Şükrü (Kaya), Mülkiye Müfettişi; Hamit (Hasancan), Kızılay II. Başkanı; Cavit Bey, eski Maliye Bakanı; Hayim Naum, Mühendis Mektebi Fransızca Öğretmeni; Baha Bey, Adalet Bakanlığı Mezhepler Müdürü; Ruşen Eşref (Ünaydın), Basın Danışmanı; Yahya Kemal (Beyatlı), Basın Danışmanı; Reşit Safvet (Atabinen), Danışman ve Genel Sekreter.
Kâtipler: 1. Âli (Türkgeldi); 2. Mehmet Ali (Nalin); 3. Cevat (Açıkalın); 4. Celâl Hazım (Arar); 5. Safvet (Şar); 6. Süleyman Saip (Kıran), 7. Dr. Nihat Reşat (Belger), ve 8. Rıfat Bey. Zaman zaman Türkiyenin Paris Temsilcisi Ahmet Ferit (Tek) ile yardımcısı Hüseyin Ragıp (Baydur) Bey’ler de Lozan delegasyona yardımcı olmuşlardır.
Başında İsmet Paşanın bulunduğu bu heyet ile Türkiye, Lozanda, yaklaşık yedi ay boyunca tamı tamına şu 7 düvel ile boğuştu: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya). Lozan Barış Antlaşması’nı bu yedi devlet ile Türkiye imzaladı. Lozan Konferansı telgraflarla yürütülmüştür. Konferans boyunca Lozan ile Ankara arasında kadar şifre telgraf gidip gelmiştir. Bunların çoğu Dışişleri Bakanı ve Lozanda Başdelege İsmet Paşadan Ankarada Başbakanlığa çekilmiştir. Lozanda Türk heyeti gündüzleri yabancı devletlerle boğuşuyor, geceleri ise Ankaraya telgrafları yetiştiriyordu. Özellikle küçük bir ekip, İsmet Paşa ile birlikte gece yarılarına kadar çalışıyordu. Lozan ile Ankara arasında gidip gelen bütün resmi telgrafları, arşivlerden çıkarıp Lozan Telgrafları: Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferası başlığıyla iki cilt halinde yayımladık. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, (Bunları yayımlamak gençliğimin beş yılını aldı).
Lozan Konferansı’na 20 Kasım de başlandı, 4 Şubat te ara verildi. Konferans, 23 Nisan te yeniden açıldı ve 24 Nisan te Barış Antlaşmasının ve Eklerinin imzalanmasıyla sona erdi. Lozanda yaklaşık yedi ay boyunca yedi devletle çetin bir diplomatik savaş vermek, genç Türk diplomatları için bir çeşit diplomasi okulu olmuştur. Dört yıllık lisans ve üç yıllık lisans üstü eğitimine eş değerde bir okul! Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bir düzine elçisi işte bu “Lozan ekolü”nden çıkmıştır: Münir Ertegün (), Zekâi Apaydın (), Tevfik Bıyıklıoğlu (), Yusuf Hikmet Bayur (), Ruşen Eşref Ünaydın (), Yahya Kemal Beyatlı (), Âli Türkgeldi (), Cevat Açıkalın (), Ahmet Ferit Tek (), Hüseyin Ragıp Baydur () ve diğerleri
***
Lozan Antlaşmasına eğilirken şunu da hatırlayalım: İsmet Paşa, Lozan Konferansı’na 14 maddelik bir Hükümet Talimatı ile gitti. Bu, ana talimat idi. Üç sayfadan oluşan ve her üç sayfasının altında o zamanki Heyeti Vekile (Bakanlar Kurulu) üyelerinin her birinin imzaları bulunmaktadır. Dışişleri Bakanı sıfatıyla İsmet Paşanın da “İSMET” diye imzası vardır; Heyet-i Vekile Reisi RaufBeyin de imzası vardır. “Türkiye Büyük Millet Meclisi İcra Vekilleri Heyeti Riyaseti Kalemi Mahsus Müdiriyeti” başlıklığı kâğıda yazılmış. Bu ana talimatı arşivden çıkarıp tıpkıbasımıyla Lozan Telgrafları adlı kitabımda yayımladım (Clt II, tıpkıbasım ).
14 maddelik talimatın yarısı sınırlar ve boğazlarla ilgilidir: 1- Doğu sınırı, 2 Irak sınırı, 3- Suriye sınırı, 4- Adalar, 5 Trakya sınırı, 6 Batı Trakya, 7 Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası Yani ana talimat, önce Türkiyenin devlet sınırlarının çizilmesini ve onaylatılmasını öngörüyor. Sonra, çizilen bu sınırlar içinde tam bağımsız ve egemen bir devlet kurulmasını amaçlıyor, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine ilişkin maddeleri içeriyor.
Talimatın geri kalan maddeleri şöyledir: 8 Kapitülasyonlar, 9 Azınlıklar, 10 Osmanlı borçları, 11 Ordu ve Donanma, 12 Yabancı Kuruluşlar, 13 Bizden ayrılan ülekeler, 14 İslam cemaat ve vakıflarının hakları Bu 14 maddenin bazıları olmazsa olmaz nitekliktedir.
***
Şimdi bazı ayrıntıları sizlerle paylaşmak arzusundayım. Önce Türkiyenin Doğu Sınırını ele alalım. Yani Türkiyenin Azerbaycan, Ermanistan ve Gürcistan ile sınırını. İsmet Paşaya verilen ana talimatın birinci maddesi aynen şudur:
“1- Şark hududu: ‘Ermeni Yurdu’ mevzuubahs olamaz. Olur ise inkıtaı müzakereyi mucip olur.”
Yani: Türkiyenin Doğu sınırları içinde “Ermeni yurdu” söz konusu olamaz. Konferansta böyle bir telep ortaya atılırsa görüşmeleri hemen kesmek gerekir. Evet, Doğu Anadoluda Ermeniler için toprak istenirse, Lozan barış görüşmeleri hemen kesilecektir; bunda hiç tereddüt yoktur. Barış görüşmelerini kesmek demek, yeniden savaşı göze almak demektir. Türkiye bu kadar kararlıdır. Anadoludan kimseye bir karış toprak verilmeyecektir. Bunun konuşulması bile kabul edilmeyecek, konuşmaya kalkışan olursa Türkiye konferans masasından kalkacak, İsmet Paşa Lozandan Ankaraya dönecektir. Bu kadar açık ve seçik.
Aslında Türkiyenin Doğu Sınırı, Lozan Konferansı’ndan önce çözüme bağlanmış idi. Lozan Konferansı’nda bu sınır tekrar tartışmaya açılmamış, açtırılmamıştır. Ancak, bugün bu konuyu yeniden tartışmaya açma hevesleslileri görülüyor. Konuyu daha iyi açıklayabilmek için Doğu Sınırının tarihçesini biraz açalım:
3 Mart Felaketli Osmanlı-Rus savaşının ardından İstanbul Hükümetine dikte edilen 3 Mart tarihli Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile, Osmanlı devletinin Kars, Ardahan ve Batum sancakları Rusyaya terk edildi. Neden? 1 milyar milyon ruble tutarındaki hayali “harp tazminatı” karşılığı olarak. Oysa savaş Rus topraklarında değil, Osmanlı topraklarında geçmişti. Yakılıp yıkılan Osmanlı ülkesiydi, Rus ülkesi değil. Yani öngörülen bu “harp tazminatı” hayaliydi, haksızdı ve üç sancağın Osmanlı ülkesinden koparılması tarihi bir yanlışlıktı. Bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekiyordu.
13 Temmuz de imzalanan Berlin Antlaşması da Üç Sancağı (Elviye-i Selase) Rusyada bıraktı, yanlışlığı düzeltmedi. (Türkiye bakımdan Berlin Antlaşması, “Rumelinin Sevr Antlaşması” idi. Şu farkla ki, Anadoluda İstiklâl Harbi sonucu Sevr Antlaşması uygulanamadan kaldığı halde, Berlin Antlaşması uygulanmıştı).
3 Mart Rusyanın Birinci Dünya Savaşından çekilmesi sonunda imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ile Üç Sancak Rus boyunduruğundan kurtarıldı. Kars, Ardahan ve Batum sancakları, 40 yıllık esaretin aradan yeniden Anavatana, Anadoluya katıldı. Yapılan plebisit sonunda bu üç sancak halkı Türkiyeye katılmaya karar verdi. Tarihi yanlışlık düzeltildi. Fakat bu düzeltme uzun ömürlü olamadı.
30 Ekim Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesini imzaladı. Bu mütareke gereğince Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batumdan geri çekildi. Bu toprakların kontrolünü ele geçiren İngiltere, Kars sancağını Ermenistana; Ardahan ve Batum sancaklarını da Gürcistana bıraktı.
Aralık Kars sancağını ele geçirdikten sonra yayılmacı bir politika izlemeye, Erzurum ve Van bölgelerini de yutmaya kalkışan Ermenistanla yapılan savaş sonunda imzalanan Gümrü Antlaşması ile Kars sancağı tekrar Anavatan Türkiyeye katıldı.
23 Şubat Ardahan sancağı ile Artvin de diplomatik yolla, ültimatom verilerek Gürcistandan geri alındı ve tekrar Anavatan Türkiyeye katıldı.
16 Mart Moskovada imzalanan Türk- Rus Antlaşması ile Kars ve Ardahan sancakları Türkiyede, Batum sancağı da şartlı olarak Gürcistanda kaldı.
13 Ekim Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile Türkiye arasında Kars Antlaşması imzalandı ve bu antlaşma ile Kars, Ardahan sancaklarının Türkiyede, Batum sancağının da şartlı olarak Gürcistanda kalması komşularımız üç Kafkas ülkesi tarafından da kabul ve teyit edildi.
Kısacası, Doğu Sınırı yıllarında çizilmiş ve üç antlaşma ile (Gümrü, Moskova ve Kars Antlaşmaları) kesinleşmiş idi. Lozan Konferansı günlerinde durum bu idi, bugün de budur. Doğu Sınırımızın stastüsü o günden beri devam etmektedir. Lozan Konferansı’nda Doğu Sınırımız tartışmaya açılmamamış, açtırılmamıştır. Türkiye kararlıydı: Bu sınır değiştirilmek istenseydi, Türk heyeti Lozan Barış Konferansı’nı terk edecek ve Türkiye yeniden savaşı göze alacak idi. Türkiyenin kararlılığı Lozandan sonra da devam etmiştir.
Önce komşumuz Rusya, yıllar sonra da Ermenistan, Türkiyenin Doğu Sınırını tartışmaya kalkışmak gibi hatalara düştüler. İkinci Dünya Savaşından galip çıkan Sovyetler Birliği, yılında Türkiyenin Doğu Sınırını değiştirmeye niyetlendi.
7 Haziran Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov, Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktını yenilemek için, Boğazlarda üs, Kars-Ardahan bölgesini Türkiyeden istediklerini, Türkiyenin Moskova Büyükelçisi Selim Sarpere resmen bildirdi. Sovyet Ermeni ve Gürcü tarihçileri ve yazarları da Moskovanın özendirmesiyle Kars ve Ardahan bölgelerinin kendilerine ait olduğu yolunda propaganda kampanyasına giriştiler. (Bir örnek: Moskova çıkışlı ve 22 Şubat tarihli bir haberde, bir Ermeni profesörü Van, Bitlis ve Erzurumun Ermenistana ait olduğunu ve Sovyet Ermenistan Cumhuriyetine verilmesi gerektiğini açıklıyordu)
1 Kasım Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMMni açış konuşmasında Rus taleplerine karşı kesin tavrını koydu: “Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz” dedi. Bu, “şerefli insanlar olarak savaşır ve ölürüz; ama hiç kimseye bir karış toprak veremeyiz” demektir. Bu ifadeler, Rusların haksız taleplerine karşı kesin bir ret cevabı idi.
20 Aralık Dışişleri Bakanı Hasan Saka, İsmet Paşanın kararlı sözlerini tamamladı: “Kimseden bir şey istemeyen ve kimseye bir şey vermeyecek olan milli politikamıza devam edeceğiz. Sovyetlerle dostluğumuz tazelemeye hazırız” dedi.
6 Ocak Başbakan Şükrü Saracoğlu, Türkiyenin kararlı tutumuna biraz daha açıklık getirdi. Sovyet Rusyanın Kars ve Ardahan üzerinde hiçbir hakkı bulunmadığını; bu sancakların de ağır bir tazminat karşılığında ilk defa Rusyaya bırakıldığını, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra -üstelik de plebisit yapılarak- anlaşmalarla geri verildiğini açıkladı. Bölgede Türklerin ezici çoğunlukta olduğunu belirtti. Türkiyenin haklı davasını destekleyen dünya basınına teşekkür etti.
Sovyet Rusya, daha ileri gidemedi, haksız taleplerinde ısrar edemedi.
sonlarından küçük bir anı: Rahmetli İsmetİnönünün başkanlığında, Kasım de bir koalisyon hükümeti kurulmuştu. Sovyet Başbakanı Hruşçovdan İnönüye bir mektup gelmişti. Destalinizasyon politikasını başlatan Hruşçov, Türkiye ile de ilişkileri düzeltmeyi amaçlıyor gibi görünüyordu. Mektubunda Atatürk ile Lenin zamanında Türk-Sovyet dostluğunu hatırlatıyordu. Ben, Sovyet işlerine de bakan Dışişleri Bakanlığı Birinci Siyasi Dairede genç bir meslek memuru idim; Genel Müdürümüz Vahit Halefoğlu idi. Başbakan İnönünün ağzından Hruşçova cevabı bizim Genel Müdürlük hazılıyordu. Hazırlanan cevapta İnönü, “Ben de Atatürk ve Lenin dönemini iyi hatırlarım mealinde bir ifade kullanılıyordu. Halefoğlu mektubu Başbakana götürdü ve geri getirdi. “Bakın Başbakan Sayın İsmet İnönü mektupta nasıl değişiklik yaptı” diyerek müsveddeyi bizlere de gösterdi. İsmet Paşa, küçük bir çıkıntıyla cümleyi Ben de Atatürk ve Lenin dönemini ve her dönemi iyi hatırlarım” diye değiştirmişti.
Bu küçük çıkıntı benim için çok çarpıcı, öğretici, hatta ufuk açıcı oldu. İnönü, yalnız Atatürk-Lenin dönemini değil, aynı zamanda “ve her dönemi” demekle, yıllarında Sovyetlerin Türkiyeden haksız taleplerde bulundukları, Türkiyeye haksız yere ağır baskılarda bulundukları dönemi de gözler önüne seriyordu. Bu ifade bana diplomaside tek yönlü değil, çok yönlü düşünmenin önemini öğretti. Bütün meslek hayatım boyunca bunu sık sık hatırladım. Burada sizinle de paylaşmak istedim.
Devam edelim. Aradan yıllar geçti. lara gelinirken Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılıyor. Yeni bağımsız devletler ortaya çıkıyor. Ben o yıllarda Dışişleri Bakanlığında bu bölgelerden de sorumlu genel müdürüm. Doğu Avrupa ülkelerinden Japonya’ya kadarki Avrasya bölgesiyle siyasi ilişkilerimizden sorumluyum. Son derece hızlı gelişmeleri nefes nefese, günü gününe dikkatle izliyoruz. Sovyetler Birliğinden on beş bağımsız devlet doğuyor. Bunlar önce egemenliklerini ilan ediyor, ardından bağımsızlıklarını. Türkiye, yeni bağımsızlığını ilan eden bu devletlerle diplomatik ilişki kurmaya, oralarda elçilikler, konsolosluklar açmaya hazırlanıyor.
Bu süreçte Ermenistan Cumhuriyeti, öteki bağımsız devletlerden farklı bir yol izledi. Bir yandan komşusu Azerbaycanı, diğer yandan da Türkiyeyi hedef almaya başladı. Şöyle ki:
23 Ağustos Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti bir Bağımsızlık Bildirgesi (Declation of Independence) yayımladı. Epeyce uzun olan, Ermeni devletinin esaslarını ve milli hedeflerini içeren bu bildirgede, “Ermeni soykırımını Türkiyeye tanıtmak” ve“Batı Ermenistan”ın, Ermenistan Cumhuriyetinin milli emelleri olduğu belirtildi (Madde XI). “Batı Ermenistan” dedikleri, Doğu Anadoludur. Vana ve Sivasa kadar uzanan Doğu Anadoludur. Sovyetler Birliği’nden ayrılan 15 bağımsız devlet arasında yalnız Ermenistan, daha bağımsızlığını ilan ederken saldırgan ve yayılmacı bir politika benimsedi. Ermenistan, bir yandan komşusu Azerbaycan topraklarının bir bölümünü fiilen işgal etti, diğer yandan da Türkiyeyi hedef aldı.
21 Eylül Ermenistan bağımsızlığını ilan etti.
5 Temmuz Ermenistan CumhuriyetiAnayasası kabul edildi. Anayasa, 23 Ağustos tarihli “Bağımsızlık Bildirgesi”nde yer alan esasları ve Ermeni “milli emellerini” (national aspirations) olduğu gibi benimsedi. Böylece “soykırımın” Türkiyeye kabul ettirilmesi ve “batı Ermenistan” emelleri Anayasa esasları haline getirilmiş oldu. Ermenistan Anayasasının maddesine göre ise, Türkiye sınırları içinde yer alan Ağrı Dağı da Ermenistan milli arması üzerinde yer almaktadır. Bu sakat Anayasa ve Erivan Hükümetinin bir dizi düşmanca davranışı, Türkiye ile Ermenistan arasında normal diplomatik ilişki kurulmasını önlemiştir.
larda biz, Türkiye olarak, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bize miras kalmış yararlı bir dış politika uygulamasını benimsemiştik. Bu uygulamaya göre, Türkiye, ilişki kuracağı bir devletle önce masaya oturuyor, varsa sorunları masaya yatırıyor, o sorunları halledip o devletle bir dostluk antlaşması imzalıyor ve ancak ondan sonra diplomatik ilişki kurmaya gidiyordu. Bu şekilde Türkiye, Atatürk döneminde, yani yılları arasında ayrı ayrı 40 ülke ile dostluk antlaşmaları yapmıştı. 70 yıl aradan sonra, larda biz de Sovyetler Birliğinden ve Yugoslavyadan ayrılan yeni bağımsız devletlerin her biriyle dostluk protokolleri imzaladık ve ondan sonra oralarda elçilikler, konsolosluklar açtık. Örneğin Azerbaycan ile Dostluk ve Diplomatik İlişki Kurma Protokolünü ben imzalamıştım.
Ermenistan Cumhuriyeti ile bir dostluk protokolü imzalayamadık. Çünkü aramızda bir dizi sorun vardı. Masaya oturmuş olsaydık, gündeme getirebileceğimiz bir dizi sorun tespit etmiştik. Birkaçını zikredip geçeyim. Şöyle ki::
1) Doğu sınırımızı tescil etmiş olan Moskova ve Kars Antlaşmalarının Ermenistan tarafından tanınmaması,
2) Ermenistan Anayasasında Türkiyeyi rahatsız eden çeşitli hükümler,
3) Doğu Anadolu üzerinde Ermenistanın toprak iddiası,
4) Ermenistanın, sözde soykırım iddiasını Türkiyeye tanıtma emeli,
5) Ağrı Dağının Ermenistan toprağı olarak gösterilmesi ve Ermenistanın resmi armasına konmuş olması,
6) Erivan Hükümetinin Türk diplomatlarını şehit etmiş ve cezasız kalmış olan Ermeni teröristlerini Ermenistanda barındırması ve koruması,
7) Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgal edilmiş olması ve hâlâ işgal altında tutulması,
8) Ermeni radyo ve televizyonlarının Türkiyeyi hedef alan kışkırtıcı yayınları vs. vs.
Bugün, yılının son aylarındayız. Türkiye Cumhurbaşkanı, güya maç seyretmek için Ermenistanın başkentini ziyaret ediyor; Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan Türkiyeye çağrılıyor. Acaba Türkiyenin Sayın Cumhurbaşkanı ya da Dışişleri Bakanı yukarıdaki konuları hiç gündeme getirmişler midir? Yoksa, Türkiyenin Doğu Sınırının Ermenistan tarafından tartışma konusu yapılması sessizce sineye mi çekilmektedir? Bu soruların cevabını düşünmeyi takdirlerinize bırakıyorum.
Türkiyenin Doğu Sınırı konusunu burada noktalayıp başka bir konuya geçiyorum.
***
Üç buçuk yıl süren İstiklâl Harbi sonunda Anadolu ve Doğu Trakya düşman işgalinden temizlenmişti. Ama, Misak-ı Milli sınırları içinde sayılan şu iki bölge, Lozan Konferansı günlerinde hâlâ düşman işgali altında bulunuyordu: 1) İstanbul veBoğazlar bölgesi, 2) Musul Bölgesi. İsmet Paşa ve Heyeti, Lozan Konferansı’nda bu iki bölgeyi düşman işgalinden kurtarmak gibi son derece çetin bir görevle karşı karşıya bulunuyordu. Her iki bölge de çok önemli idi, fakat İstanbul ve Boğazlar bölgesi Türkiye için “hayati” derecede önem taşıyordu.
Bu iki konuda İsmet Paşaya verilen Hükümet Talimatı şuydu:
2.Irak hududu: Süleymaniye, Kerkük ve Mussul livaları istenecektir. Konferansta bundan farklı bir durum ortaya çıkar ise Heyeti Vekiliyeden talimat alınacaktır.
..
7. Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez. Eğer bu babdaki müzakere inkıtaı mucip ise Ankaraya malumat verilecektir.
Talimatın bu iki maddesinde açıkça görülen şudur: Türkiye, yabancı işgal kuvvetlerini Boğazlar bölgesinden çıkarmaya kesin kararlıdır. Bu konuda gerekirse barış görüşmelerini kesmeye kadar gidecek, yani savaşmayı göze alacaktır. Musul konusunda ise Ankara, barış görüşmelerini kesmeyi düşünmemektedir. Yani Türkiye, İngiliz kuvvetlerini Musul vilayetinden çıkarmak için İngiltere ile yeniden savaşa girmek niyetinde görünmemektedir.
Şimdi önce Boğazlar sorunu üzerinde duralım.
Karadeniz’de kıyıları olan Bulgaristan ve Sovyetler Birliği de Lozanda Boğazlara ilişkin görüşmelere davet edildiler ve katıldılar. Bu görüşmelerde İngiltere ile Sovyet Rusya arasında çetin tartışmalar oldu. Kendisini güçlü gören İngiltere, Boğazların bütün gemilerin geçişine, geliş-gidişine açık olması tezini savundu. O yıllarda kendisini zayıf hisseden Sovyet Rusya ise, yabancı savaş gemilerinin Karadenizde Sovyetlere tehdit oluşturacakları kaygısıyla, Boğazların yabancı savaş gemilerine kapalı olması tezini savundu. Türkiye iki tez arasında dengeli bir rejime eğilim gösterdi. Çözüm biçimi de öyle oldu. Lozan Barış Antlaşması’nda, “Çanakkale Boğazında, Marmara Denizinde ve Karadeniz Boğazında denizden ve havadan, gerek barış, gerek savaş zamanlarında özgürce geçiş ve gidiş-geliş ilkesi” kabul edildi (Md. 23).
Bu ilke doğrultusunda hazırlanan BoğazlarSözleşmesinde Boğazlardan geçişler özetle şöyle düzenlendi: Ticaret gemileri ve uçaklar, barış zamanında, gece gündüz serbestçe geçecek; Türkiye savaşta ise geçişleri ve gidiş-gelişleri denetleyebilecek. Savaş gemileri, asker taşıyan gemiler ile uçakların geçişlerinde sınırlama olacak. Bunlar, Karadenizde kıyısı bulunan devletlerin donanmasından daha büyük olamayacak
Bu esasları içeren Boğzalar Sözleşmesi, 24 Temmuz tarihinde imzalandı ve Barış Antlaşmasının ekleri arasında yer aldı (Ek II). Sovyetler Birliği, Boğazlardan geçiş özgürlüğünü beğenmedi ve sözleşmeyi imzalamadı. Şu dokuz devlet sözleşmeye imza koydu: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Türkiye.
Türkiyenin öncelikli hedefi, İstanbulu ve Boğazlar Bölgesini yabancı işgal kuvvetlerinden kurtarmaktı. Lozanda bu sonuç sağlandı. Bu konuda yine 24 Temmuz günü ayrı bir protokol imzalandı: Britanya, Fransa ve İtalya Silahlı Kuvvetlerince İşgal Edilen Türkiye Topraklarının Boşaltılmasına İlişkin Protokol ve Açıklama başlığını taşıyor. Barış Anlaşmasının XIV. Ekini oluşturan bu “BoşaltmaProtokolü”nde, Lozan Barış Antlaşması’nın Türkiye tarafından onaylanmasının ardından, 6 hafta içinde boşaltmanın bitirilmesi öngörüldü.
TBMM, Lozan Barış Antlaşması’nı ve eklerini 23 Ağustos günü onayladı. Boğazlar bölgesinin boşaltılması için gerekli olan 6 haftalık sürenin geriye sayım işlemi o gün başladı. Ve 2 Ekim günü yabancı işgalciler, İstanbulda, Dolmabahçe önünde Türk bayrağını selamladıktan sonra, tanklarıyla, toplarıyla, gemileriyle, Atatürkün dediği gibi, geldikleri gibi gittiler. Zafer kazanılmış; İstanbul ve Boğazlar bölgesi de düşman işgalinden kurtarılmıştı. İsmet Paşa Lozanda Hükümet talimatının 7. maddesini yerine getirmişti.
Ancak, Boğazlar Sözleşmesinin rahatsız edici iki önemli eksiği vardı: Birinci eksik: Boğazlar askerdenarındırılıyor idi. Yani Boğazlar bölgesine Türk askeri yerleştirilemiyor, buralarda tahkimat yapılamıyor, savunma tedbirleri alınamıyordu. Hem Çanakkale Boğazı hem Karadeniz Boğazı silahsız, askersiz, savunmasız bırakılıyordu. Bu bölgede, hiçbir istihkâm, hiçbir topçu tesisi, hiçbir deniz üssü olmayacaktı. Yabancı askerler Boğazlar bölgesinden çıkarılmıştı ama bölgeye Türk askeri sokulamıyordu. Kendi askerimiz kendi toprağımıza giremiyor idi! Bu durum egemenliğimize ters düşüyordu.
Boğazlar Sözleşmesinde ikinci eksik şuydu: Bir Boğazlar Komisyonu kuruluyordu. Boğazlar Sözleşmesini imzalayan dokuz devletin delegelerinden oluşan bu komisyonun başkanı gerçi Türk idi. Ama Türkiye, dokuz üyeli komisyonda sadece bir oya sahipti. Boğazlardan savaş gemilerinin ve uçakların geçişini Türkiye denetleyemiyor, sadece Boğazlar Komisyonu denetliyordu. Bu denetim hakkı Komisyona verilmişti. Bu da Türkiyenin egemenliğiyle bağdaşmıyordu.
***
Lozanda yapılan Boğazlar Sözleşmesi’nin eksikleri, 20 Temmuz da imzalanan Montreux Sözleşmesi ile değiştirildi. Türkiye, Lozanda imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek için uygun zamanı bekledi. İtalya te Habeşistana saldırmış ve Oniki Adayı silahlandırmaya başlamıştı. Türkiye, Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi için uygun zamanın geldiğini düşündü. yılından itbaren Çanakkale’yi yeniden tahkim etmeyi istemeye başladı. Amerikalı gazeteci Gladys Baker, 26 Mayıs te, “Türkiye neden Çanakkaleyi tahkim etmek istiyor?” diye soruyor. Atatürk şu cevabı veriyor:
“Türkiyenin Çanakkaleyi tahkim etmek istemesi, Boğazların askerlikten tecridini kabul ettiğimiz zamandaki şerait ve vaziyetin değişmesine bağlıdır Evvela ana topraklarımızın müdafaası, sonra da, Boğazların tekeffül ettiğimiz serbestisini temin içindir. Türkiyenin sulhperverliği artık dünyaca malumdur. ‘Boğazları niçin tahkim etmek istiyorsunuz?’ sualini sormaktan ziyade, bunun aksini ısrarla talep edenlere ‘Niçin?’ sualini tevcih etmek daha muvafık olur, sanırım.”
Türkiye, Lozanda imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesini değiştirmek isterken, Lozan günlerinden beri bölgede “koşulların değiştiği” tezine dayandı. Haklıydı. Koşullar değişince anlaşmalar, sözleşmeler de değiştirilebilir. Bu ilkenin Devletler Hukukunda yeri vardır. Türkiye, hukuk yoluyla Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için bir konferans toplanmasını istiyordu. Akdenizde tehlike var, Türkiyeye karşı tehdit var; olabilecek saldırlara karşı Türkiyenin güvenliğini sağlamak gerekir, diyordu. Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi amacıyla Türkiye, yıllarında ilgili devletler katında yoğun diplomatik girişmilerde bulundu. Girişimler anlayışla karşılandı. İngiltere gibi bazı devletlerin önceden desteği sağlandı; öteki ilgili devletlerden de konferans toplanmasına açıkça karşı çıkan olmadı. Sonunda İsviçrenin Montreux şehrinde Haziran da bir konferans toplanmasına karar verildi.
Türkiye, Lozan Konferansına gittiği gibi, Montreux Konferansına da güçlü bir heyetle katıldı. Heyet, 6 delege, 24 yardımcı, toplam 30 kişinden oluşuyordu. Delegeler şunlardı: Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Dışişleri Müsteşarı Numan Menemencioğlu, Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, Paris Büyükelçisi Suat Davaz, Milletler Cemiyetinde Daimi Delege Necmettin Sadak ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz. Yardımcılar arasında 11 diplomat, 7 yüksek rütbeli subay, 2 uzman ve 4 enformasyon görevlisi vardı.
Montreux Konferansı, ilgili 9 devletin katılımıyla, 22 Haziran da toplandı. Bir ay kadar sürdü. 20 Temmuz da Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla sonra erdi. Sözleşmeyi şu devletler imzaladılar: İngiltere, Fransa, Japonya, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, SSCB ve Türkiye. İtalya da sonradan sözleşmeye katıldı. Türkiye adına sözleşmeyi Dr. Tevfik Rüştü Aras, Suat Davaz, Numan Menemencioğlu, Asım Gündüz ve Necmettin Sadak imzladılar (İmzalayanlar arasında Fethi Okyarın ismi yoktur).
Montreux Boğazlar Sözleşmesi, 9 Kasım da yürürlüğe girdi ve Lozanda imzalanmış olan sözleşmenin yerine geçti: 29 madde ve 4 ek ile 1 protokolden oluşuyor. Protokolde, “Türkiye, Boğazlar Bölgesini hemen yeniden askerleştirebilecektir” deniyor ve sözleşme imzalanır imzalanmaz Türk askeri bölgeye giriyor. Bu Sözleşme ile Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun yetkileri Türkiyeye geçiyor ve Boğazların denetimini tümüyle Türkiye üstleniyor. Sözleşmede şöyle deniyor:
Madde Boğazlar Rejimine ilişkin 24 Temmuz günlü Sözleşme uyarınca kurulmuş olan Uluslararası Komisyonun yetkileri Türk Hükümetine geçirilmiştir
Türk Hükümeti, bu Sözleşmenin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine ilişkin olan her hükmünün uygulanmasını gözetecektir.
Türk Hükümeti, yabancı bir deniz kuvvetinin yakında Boğazlardan geçeceğinden haberi olur olmaz, bu kuvvetin bileşimini, tonajını, Boğazlara giriş için öngörülen günü ve gerektiğinde, olası dönüş gününü Akit Yüksek Tarafların Ankaradaki Temsilciliklerine bildirecektir.
Türk Hükümeti, Boğazlarda yabancı savaş gemilerinin gidiş gelişlerini gösteren ve gerek ticarete, gerek işbu Sözleşmede öngörülen deniz ve hava gidiş-gelişine yararlı her türlü bilgileri içeren yıllık bir raporu Bağıtlı Akit Yüksek Taraflara sunacaktır.
Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş rejimi Sözleşmede şu bölümler altında düzenliyor: I- Ticaret gemileri (Md. ), II- Savaş gemileri (Md. ); III- Hava ulaşım araçları (Md. 23); IV- Genel Hükümler (Md. ), V- Son Hükümler (Md. ).
Montreux Sözleşmesi 1. maddesiyle, Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş serbestliği ilkesini ortaya koyup bunun öbür hükümlerle düzenlendiğini belirtiyor. maddelerde ticaret gemilerinin geçişleri, barış zamanına, savaş zamanına ve savaş tehdidi zamanına göre ayrı ayrı düzenleniyor.
Sözleşmenin en nazik ve en önemli bölümü, savaş gemileri ile ilgili maddeleri (Md. ) kapsayan bölümdür, denilebilir. Savaş gemilerinin barışta ve savaşta geçiş rejimi, Karadenizde kıyısı bulunan devletler ile bulunmayanlara göre değişiklik göstermek üzere, düzenleniyor. Çeşitli kısıtlamalar da getiriliyor. Tonaj kısıtlaması, zaman kısıtlaması, geçiş kısıtlaması gibi. Karadenizde kıyısı olmayan devletler, barışta bu denizde en çok tonluk savaş gemisi bulundurabilecek, belirli koşullarda bu miktar tona çıkarılabilecek; ayrıca “insani amaçlarla” ton daha artırılabilecektir. Savaş gemileri, barış zamanında, birer birer geçecek, gündüzleri geçecek, önbildirimde bulunduktan sonra geçeceklerdir. Karadeniz’e kıyısı olan devletler ise barış zamanında, önceden haber vermek şartıyla daha fazla tonajda savaş gemisi geçirebilecekler, denizaltılarını da su üstünden geçirebileceklerdir
Türkiyenin katılmadığı bir savaşta, savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişleri ise yasaklanmıştır
Atatürk, 1 Kasım günü Meclisi açarken yaptığı konuşmada, Montreux Sözleşmesi’ne şöyle değindi:
“Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamıyla Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yeri haline girmiştir (alkışlar). Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır (bravo sesleri, aşlkışlar).”
Montreux Sözleşmesi 20 yıllık bir süre için imzalanmıştı. Ancak bu sürenin sonunda değiştirilmediği için, 70 küsur yıldan beri bugün hâlâ yürürlüktedir.
Türkiye, gerek barış dönemimde gerek savaş döneminde, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni özenle, dikkatle ve titizlikle uyguladı. Boğazlardan geçen gemiler hakkında Sözleşmeyi imzalayan devletleri sürekli bilgilendirdi. Bu konuda, her yıl, “Türk Boğazlarda Gemilerin Hareketi Hakkında Yıllık Rapor” (Rapport Annuel sur le Mouvement des Navires à Travers Les Détroits Turcs) başlıklı yıllık raporlar hazırladı ve bu raporları hiç aksatmadan Montreux Sözleşmesi’ne taraf olan devletlere iletti.
İkinci Dünya Savaşı’nda, Montreux Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerin hemen hepsi savaşa girdi veya sürüklendi. Türkiye bu büyük savaşın dışında kaldı. Bu nazik savaş yıllarında Türkiye, Montreux Sözleşmesi’ni olağanüstü bir dikkat ve titizlikle uygulamayı sürdürdü.
***
Türk Hükümeti, Boğazlara ilişkin görevlerini yılından beri hiç aksatmadan yerine getirmişti ve getirmeye de devam ediyordu. Böyle olduğu halde, İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşırken komşumuz Sovyetler Birliği, Türkiyeyi haksız yere eleştirmekten de geri durmayarak Boğazlar konusunu ortaya attı. Hafızalarımızı tazelemek için gelişmeleri, kronolojik sırayla kısaca hatırlayalım:
10 Şubat l ABD, İngiltere ve Sovyetler liderlerinin Yalta Konferansında Stalin, Boğazlar konusunu gündeme getirdi: Montreux Sözleşmesinin olayların gerisinde kaldığını, Rus menfaatleri de hesaba katılarak bu sözleşmenin değiştirilmesi ve herhalde Türkiyeye Rusyanın boğazını sıkma imkânı verilmemesi gerektiğini söyledi. Roosevelt ve Churchill, temelsiz Rus iddialarına karşı çıkmadılar ve şöyle bir karara varıldı: “Sovyetler Birliği Hükümetinin Montreux Sözleşmesine ilişkin olarak yapacağı öneriler üç dışişleri bakanının gelecek Londra toplantısında ele alınacak ve bakanların görüşleri hükümetlerine bildirilecektir.” En açık hakları çiğnemeye doğru gidilirken Türkiyenin fikri bile alınmadan kapalı kapalılar ardında karar alınıyordu.
19 Mart Türkiyenin Moskova Büyükelçisi Selim Sarperi kabul eden Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, bir muhtıra okuyarak, Sovyet Hükümetinin, 17 Kasım tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı feshettiğini duyurdu. Bunun üzerine, Sovyetler’in Türkiye’den, Boğazlar konusunda taleplerde bulunacakları yolunda dış basında yazılar çıkmaya başladı.
7 Haziran Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Türk Büyükelçisi Selim Sarper ile tekrar görüştü. Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşmasının yenilenmesi için Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan bölgesini de Türkiyeden istediklerini bildirdi. Sarper bu haksız ve yersiz Rus isteklerini hemen reddetti. Büyükelçinin bu görüşmeyi anlatan telgrafı Ankarayı alarma geçirdi. Rusya, batıya doğru genişleme hedefine varınca güneye, Türkiyeye yönelmişti.
18 Haziran Büyükelçi Sarper, Moskovada Molotov ile bir görüşme daha yaptı. Molotov, toprak konusundaki isteklerinin Ermenistan ve Gürcistanın haklarını korumak amacından kaynaklandığını, Boğazlar konusunu da Karadenizi güvence altına almak için öne sürdüklerini ve bu istekleri kabul edilmedikçe saldırmazlık antlaşması görüşmesinin söz konusu olmayacağını tekrar belirtti. Bu ikinci görüşme Sovyetlerin yayılmacı emellerini daha açıkça ortaya koydu. Moskovadaki ABD Büyükelçisi Averell Harriman, MolotovSarper görüşmesini duyunca, “Eyvah, bir ülke daha Sovyet peyki haline giriyor” değerlendirmesi yapmış. (Ama öyle olmayacaktı. Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden ödün vermeyi kabul etmeyecek, tek başına da kalsa Sovyet yayılmacığına karşı ölünceye kadar direnmeyi göze alacaktı.)
17 Temmuz-2 Ağustos Potsdam Konferansı toplandı. Bu doruk toplantısında, Stalin ve Churchillin karşısında ABDyi bu kez yeni Başkan Truman temsil etti. (Başkan Roosevelt 12 Nisan te beyin kanamasından ölmüştü.) Konferansta Stalin Boğazlar konusunu gündeme taşıyarak Rus taleplerini dile getirdi. İngiltere bunlara yanaşmadı. Başkan Truman, Boğazlardan serbest ve engelsiz bir geçiş rejimi kurulmasını önerdi. Bunun üzerine üç büyük devletin (ABD, İngiltere ve SSCB) Montreux Sözleşmesi’nde değişiklik yapılması konusunda Türkiye ile ayrı ayrı temasa geçmesine karar verildi.
1 Kasım : Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMMde yaptığı konuşmada, Türkiyenin, Müttefiklere karşı gayet dürüst hareket ettiğini, bu cihetin Amerika, İngiltere ve Sovyet Rusya tarafından zamanında takdir olunduğunu belirtti. Savaş sırassında Boğazlar üzerinden Sovyetlere askeri yardım yapılamamadıysa bunun sebebinin Türkiye değil, yılına kadar Akdeniz yollarının Mihver devletleri tarafından tutulmuş olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle dedi: “İkinci Cihan Harbinde Montrö Sözleşmesinin herhangi bir şekilde zararlı olduğunu söylemeye imkân yoktur. Boğazların emniyetli ellerde olduğu ve bütün milletlerin menfaatine serbest geçişin hiçbir engel karşısında bulunmadığı sabit olmuştur Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz.” Bu konuşmasıyla İnönü, isim zikretmeden, Sovyet taleplerini cevaplandırmıştır.
Kasım : Boğazlar konusunda ABDnin görüşü 2 Kasım te, İngilterenin görüşü de 5 Kasımda Türkiyeye bildirildi. Montreux Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi isteniyordu. ABD görüşünün esasları şunlardı: 1) Boğazlar, her zaman bütün milletlerin ticaret gemilerine açık olmalıdır. 2) Boğazlar, Karadenizde kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerine her zaman açık olmaldır (Bu noktada ABD, Montreux Sözleşmesi üzerinde yeterince düşünmemiş gibi görünüyordu-BNŞ). 3) Barış zamanında Boğazlar, Karadenizde kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmalıdır. 4) Montreux Sözleşmesi gözden geçirilmeli, Japonya üyelikten çıkarılmalı.
5 Aralık Başbakan Şükrü Saracoğlu, ABD muhtırasındaki dört noktanın müzakerelere esas teşkil edebileceğini belirtti. Herhalde Amerikanın müstakbel konferansa katılması gerektiğini ve İngilterenin de böyle bir konferansa hazır olduğunu söyledi.
21 Şubat İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin, Avam Kamarasında dedi ki: “Türkiye ile Sovyet Rusya arasında bir sınır sorunu çıkmasına teessüf ediyoruz. Bu sınır bir fatih tarafından çizilmiş değildir. Boğazlar ayrı bir meseledir ve Montreux Sözleşmesi gözden geçirilebilir. Biz Türkiyenin hür ve bağımsız kalmasını ve Saldırmazlık Antlaşmasının yenilenmesini isteriz.”
8 Mart ABD, bir jest yaparak, Washingtonda görevi başında ölmüş olan Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiyeye “Missouri” zırhlısı ile göndermeye karar verdiğini ilan etti. Bu haber duyulduğunda Cumhurbaşkanı İnönü, sofrada: “Münir Bey bütün hayatında Türkiyeye hizmet etti. Şimdi öldükten sonra da hizmete devam ediyor” demiş.
5 Nisan Büyükelçi Ertegünün cenazesini getiren “Missouri” zırhlısı Türkiyeye geldi ve halkın büyük coşkusuyla karşılandı. Başkan Truman, İsmetİnönüye bir dostluk mesajı gönderdi. Herkes ABDnin bu nazik hareketini Sovyetlere karşı Türkiyeyi yalnız bırakmayacakları şeklinde yorumladı..
4 Haziran İngiliz Dışişler Bakanı Bevin şu açıklamayı yaptı: “İngiltere Montreux Sözleşmesinin gözden geçirilmesine karşı değildir. Fakat, Türkiyenin bağımsızlığını sarsacak ve bu memleketi bir peyk haline getirecek herhangi bir hareket tarzına mani olmaya karar vermiştir.”
8 Ağustos Boğazlar konusunda notalarla Türk-Rus savaşı başladı: İlk Rus notası, Ankarada, Sovyet Maslahatgüzarı tarafından T.C. Dışişleri Bakanı Hasan Sakaya verildi. Notada, Montreux Sözleşmesi’nin artık Karadeniz Devletlerinin güvenliğini sağlayamayacağı ve değiştirilmesi gerektiği tezi ortaya atıldı. İkinci Dünya Savaşı içinde düşman devletlerin Boğazları Sovyetler Birliği’ne karşı kullandıkları iddia edildi. Ve Montreux Sözleşmesi’nin şu prensiplere göre değiştirilmesi istendi: 1) Boğazlar, bütün ülkelerin ticaret gemilerine açık tutulmalı; 2) Boğazlar, her zaman Karadenizde kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine açık olmalı; 3) Özellikle öngörülen haller dışında, Karadenizde kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi menedilmeli; 4) Boğazlardan geçiş rejiminin tayini yetkisi yalnız Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmalı; ve 5) Boğazların Karadeniz devletlerine karşı düşmanca amaçlarla kullanılmasını önlemek için Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında ortak savunmanın düzenlenmesi gerekir.
Sovyet Rusya, “Ortak savunma” diye Boğazlarda üs elde etmek istiyordu. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa bu Rus talebini şöyle değerlendirmiştir: “Boğazları beraber savunacağız diyorlar. Yani Rus kuvvetleri gelip Boğazlara yerleşecekler. Ondan sonra ortak savunmanın gerekleridir diyerek bizden her şeyi isteyecekler. Bunun sonucu bizi fiilen Sovyetler Birliğinin egemenliği altına sokmak olurdu. Doğu Avrupada, Orta Avrupada, Kızıl Ordunun Almanlardan kurtardığı ülkelerde nasıl bir egemenlik kurmuşlarsa, Türkiyede de aynı şeyi bu yoldan yapacaklardı. Hükümet olarak biz bu istekleri derhal reddettik” (Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler, I, s. )
22 Ağustos Türkiye, Sovyet Rus notasına cevap verdi. Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Rus maslahatgüzarını makamına çağırıp cevabi Türk notasını kendisine iletti. Notada, Rus iddiaları reddedildi. Savaş içinde Mihver savaş gemilerinin Boğazlardan geçmediği, Türkiyenin Montreux Sözleşmesi’ni sadakatla uyguladığı, daima iyi niyetle hareket ettiği belirtildi. Bir denge içinde bulunan Boğazlar rejiminin ortadan kalkmasının kabul edilemeyeceği bildirildi. Montreux Sözleşmesi’nde herhangi bir tadil, ABDnin de katılacağı bir konferansta yapılabilir. Boğazların konuşulması Karadeniz ülkelerine inhisar ettirilemez. Sözleşme yirmi yıl için yapılmıştır, yılına kadar yürürlüktedir. Boğazların güvenliğinin Türkiye ile Sovyet Rusyanın ortaklaşa sağlanması, yani Boğazlarda Rus üssü kurulmasını amaçlayan Rus notasının 5. maddesi ise Türk notasında şu yolda cevaplandırıldı: “Boğazların güvenliğinin Türkiye ile Sovyet Rusya tarafından ortaklaşa sağlanması, yani ortak savunma ile ilgili beşinci teklife gelince: Bu teklif milli bakımdan Türkiyenin hiçbir surette feragat eyleyemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırıdır. Teklif milletler arası bakımdan da pek çok itirazlar davet etmektedir. Teklifin kabulü Türkiyenin Boğazlarda oynadığı denge ve irtibat rolünün sona ermesi ve Karadeniz devletlerinin sözde güvenliğinin, Türkiyenin güvenliğinin imhası üzerine kurulması demek olacaktır. Türkiye Hükümeti, nereden gelirse gelsin, memleketi herhangi bir saldırı karşısında var kuvvetiyle savunma vazifesinin kendisine ait olduğu kanaatındadır. Esasen Boğazların savunmasının takviyesi yolundaki bu teklif Birleşmiş Milletler Anayasasına da aykırı olur. Sovyet Rusya için Karadeniz’de en sağlam güvenlik garantisi, Boğazlarda bağımsız bir memleketin egemenlik haklarına uymayan imtiyazlar sağlanmasında değil, kuvvetli bir Türkiye ile dostluk kurulmasında olabilir.”
24 Eylül Türkiyeye ikinci Rus notası verildi. Notada önce, harp içinde Boğazların iyi kontol edilmedi, bazı Alman savaş gemilerinin ve muavin gemilerinin Boğazlardan geçtiği; Sovyet Rusyanın Karadenizdeki güvenliğinin azaldığı, mevcut Boğazlar rejiminin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamadığı iddia edildi. Türk cevabının Sovyetleri tatmin etmediği belirtildi. Karadeniz’in bir “kapalı” deniz olduğu, dolayısıyla Boğazlar rejiminin tayininde Karadeniz devletlerinin rüçhan hakkı bulunduğu savunuldu. “Göben” ve “Breslau” (Yavuz ve Midilli) gemilerinin eylemleri hatırlatıldı. Boğazların ortak savunulmasının Sovyet Rusya için “hayati önemde” olduğu söylendi
9 Ekim Boğazlarla ilgili olarak, ABD ve İngiltere, Sovyet Rusyaya nota verdiler. Özetle şunları söylediler: “Montreux Sözleşmesi, yalnız Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında görüşülemez. Boğazların savunulması, Türkiye tarafından yapılması; ortak savunma olmamalıdır.”
18 Ekim İkinci Rus notasına karşılık Türkiyenin ikinci notası Sovyet Rusyaya verildi. Notada özetle şunlar vurgulandı: “Savaşta Türkiye dürüst davrandı, Montreux Sözleşmesi’ni dürüst uyguladı. Montreux Sözleşmesi’nde değişiklik düşünülebilir. Sözleşmede ismi geçen Milletler Cemiyeti yerine Birleşmiş Milletler denilebilir. İmzacı devletler arasında bulunan Japonya çıkarılır, ABD imzacılar arasına katılabilir; ABDnin katılması gereklidir. Karadeniz, doktrinde ‘Açık deniz’ sayılmaktadır, ‘kapalı deniz’ değildir. Karadeniz devletlerinin Boğazlar üzerinde rüçhan hakkı yoktur. Boğazların ortak savunması kabul kabul edilemez. Ortak savunma Türkiyenin egemenlik hakkıyla bağdaşmaz”
22 Ekim İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin, Boğazlarla ilgili bir demeç verdi ve özetle şunları dile getirdi: “Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi Türkiyenin egemenliğini ihlal eder, onu yabancı egemenliğı altına sokar (Türkiye bir Sovyet uydusu olur-BNŞ). Boğazların savunması Türkiyeye bırakılmalıdır. Son savaşta Türkiyenin Boğazlarla ilgili tutumu ve uygulaması memnuniyet verici olmuştur. Sinir harbi durdurulursa her şey halledilebilir.”
Türkiye, notalarla Boğazlar savaşını kazanmıştır. İkinci Türk notasından sonra, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi talepleri kesilmiştir. Türkiye, haklı davasını dünyaya anlatabilmiş, gelişmeleri isabetli değerlendirmiş ve dik durarak notalar savaşını kazanmayı bilmiştir. Rahmetli Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler kitabında (1, s) şunları kaydediyor:
“O günlerde Çankayada yapılan toplantılarda İsmet İnönünün hesabı şuydu: Rusların Almanyaya karşı kayıpları ağır olmuştu. Şimdi de Almanya, Polonya, Romanya ve Bulgaristanda geniş işgal kuvvetlerine ihtiyaçları vardı. Yıkılıp yakılmış Rus şehirleri, yollar, fabrikalar insan gücünü bekliyordu. Rusya, Japonya cephesine de, pay koparmak için asker gönderecekti. Bunların dışında, San Fransisco Konferansı toplanırken Sovyetlerin açık bir silahlı saldırıyı göze almaları zordu. Nihayet Ruslar pekâlâ biliyorlardı ki, silahlı saldırıya girişirlerse, son gücümüze kadar savaşacaktık. Türklerle savaşmak ise kolay değildi.”
***
yıllarındaki Sovyet baskılarına karşın Montreux Sözleşmesi değiştirilmeden kaldı ve 70 küsur yıldan beri hâlâ yürürlüktedir. Türkiye, sözleşmeyi dürüstlükle ve titizlikle uygulamaktadır. Ancak bölgemizde, zaman zaman Türkiyeden kaynaklanmayan ciddi gerginlikler çıktığı ve dolayısıyla Türk Boğazları konusunun yine tartışıldığı görülmektedir. Bu gerginliklerden biri Gürcistandaki gelişmeler nedeniyle bu yaz, yani yazında yaşandı. Rusya, Gürcistandan ayrılmak isteyen Güney Osetya ve Abhazyayı bağımsız devletler olarak tanıdı. Gürcistan, ayrılıkçı Osetlere saldırdı. Rus birlikleri Osetlere yardıma gelince Güney Osetyada Gürcü ve Rus birlikleri arasında çarpışmalar oldu
ABD, güya, Gürcistana insani yardım götürmek için Karadenize savaş gemileri soktu. Rusya, Gürcistana insani yardım taşındığı yolundaki açıklamalara inanmadı. Rusya Genelkurmay Başkanı Yardımcısı General Anatoliy Novogitsin, “Bütün o çocuk bezlerini her pazarda satın almak mümkün. Çocuk bezini savaş gemileriyle taşımanın anlamı nedir?” diye sordu. ABD, karadan yardım götürmek isteyince tankları mı sürecek sorusu da akla gelir. Ama Montreux Sözleşmesi’nde bunun yeri vardır. Sözleşmenin maddesinin (d) fıkrasında, “Karadenizde kıyısı bulunmayan bir ya da birkaç devletin, bu denize insancıl amaçlarla deniz kuvvetleri gönderebileceklerini” hükme bağlamıştır. Tabii bazı şartlar ve kısıtlamalarla.
NATO kuvvetleri olarak gösterilmek istenen Amerikan savaş gemilerinin Boğazlardan geçip Karadenize çıkmaları üzerine Rusyanın Karadeniz donanmasının amiral gemisi “Moskova” kruvazörü de bir ara Sivastopol üssünden denize açıldı. Karadeniz “ısındı”. Bu arada bazı Rus generalleri, Amerikan savaş gemilerinin arka arkaya Karadenizde boy göstermesinden Türkiyeyi sorumlu tutacakları yolunda açıklamalar yaptılar. Türkiye Montreux Sözleşmesi’nin ABD tarafından çiğnenmesine göz yumuyormuş, suç ortağı oluyormuş gibi gösterilmek istendi. ABD yetkilileri, Montreux Sözleşmesi’nin dışına çıkmadıkları yolunda açıklamalar yaptı.
Bu gelişmeler, doğal olarak Türkiyeyi tedirgin etmekte ve zihinlerde çeşitli sorular yaratmaktadır. ABDnin, kendi çıkarları doğrultusunda Montreux Sözleşmesi’ni değiştirmeyi mi amaçladığı sorularını da akla getirmektedir. Bu sorular kaygı vericidir. Herhalde Türkiyenin Boğazlar ve Montreux konusunda çok dikkatli ve çok hassas olması gerekmektedir. Bu sözleşmenin üzerine titrememiz lazımdır. Vaktiyle Montreux Sözleşmesi’ni yapmak hiç kolay olmamıştı. da ele geçen elverişli konjonktürü bugün tekrar yakalamak ise imkânsız gibidir. Çok incelikleri bulunan Montreux Sözleşmesi konusunda iyi yetişmiş profesyonel uzmanlarımız vardır. Gerek Dışişlerinde gerek Askeriyede Montreuxyü çok iyi bilen, gelişmeleri günü güne izleyen, dosyalara hâkim olan profesyonel görevlilerimiz vardır. Onların görüşlerine kulak vermek lazımdır. Herhalde Türk Boğazları konusu acemi danışmanların eline bırakılamayacak kadar ciddi ve hassas bir konudur. Rahmetli İsmet İnönü, önüne ciddi bir konu getirilince “Hariciyenin mütaleasını aldınız mı?” diye sorarmış. Boğazlar ve Montreux konusu gündeme getirilirse İsmet Paşanın o sözlerini hatırlamakta yarar vardır.
Boğazlar işini burada noktalayıp bir başka konuya geçmek itiyorum.
***
Şimdi biraz Suriye sınırımız üzerinde duralım. Suriye sınırı, iki başlı bir sorun idi. Biri Hatay sorunu, diğeri Hatayın ötesinde Dicleye doğru uzayıp giden upuzun Suriye sınırı. Bunlar aşağıda biraz açılacaktır.
Mondros Mütarekesi’nin ardından Fransız kuvvetleri, Suriyeyi ve Güney Anadolunun bir bölümünü, Ermenilerin de yardımı ile, işgal etmişlerdi. Ancak, Güney Anadoludaki yerel ulusal güçlerimizin, yani Kuvayı Milliye’nin giderek artan kahramanca direnişi karşısında sarsılmışlardı. Sonunda Fransa, Ankara Hükümetiyle anlaşmak durumunda kalmış ve 20 Ekim de Ankara Anlaşması imzalanmıştı. Anlaşma, İstiklal Savaşı içinde Ankaraya kadar gelip bunu imzalamış olan Fransız parlamenter Franklin-Bouillon adıyla da anılır.
Ankara Antlaşması’nda, İskenderun sancağı için, Suriyedeki Fransız yönetiminden farklı bir yönetim öngörülmüştü. Bu anlaşmanın 7. maddesi, ilerde Hatay adını alacak olan İskenderun bölgesi ile ilgiliydi ve şöyleydi:
Madde 7 İskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk soyundangelen halkı, kültürlerini geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır.
Bu madde, Türkiye ile Fransa arasında yapılan ve antlaşmalarında da teyit edilmiş ve ilerde, Hatayın Suriyeden ayrılıp anavatan Türkiyeye katılmasının hukuki altyapısını oluşturmuştur.
Ankara Anlaşması’nın 8. maddesi Türkiyenin Suriye sınırı ile ilgiliydi ve şöyle kaleme alınmıştı:
Madde 8 Sınır çizgisi, İskenderun Körfezi üzerinden başlayacak Bağdat Demiryolunu izleyecek ve demiryolunun platformu Nusaybine dek Türk toprağı üzerinde kalacaktır. Oradan Nusaybin ile Cezire-i İbni Ömer arasındaki eski yolu (voie ancienne) izleyerek Cezire-i İbni Ömerde Dicleye varacaktır yol Türkiyede kalacaktır.
Anlaşma, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi için bir ay içinde bir karma komisyon kurulmasını ve işe koyulmasını da hükme bağlamıştı. Fakat Fransız tarafı sınırın fiilen çizilip kesinleştirilmesi işini askıda bırakmış idi. Yani Anlaşmasından sonra yeni bir gelişme olmamış ve ileri bir adım atılamamış idi.
Kasım de Lozan Konferansı toplanırken, Hatay ve Suriye sınırı konuları, Ankara anlaşması’nın bıraktığı noktada duruyordu.
Lozana giderken İsmetPaşaya verilen talimatın Suriye sınırıyla ilgili maddesi şuydu:
3- Suriye hududu: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Resi İbni Haniden başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilâyeti güney sınırına ulaşacak.”
Lozan Konferansı’nda Musul sorunu uzun uzun tartışıldı fakat Suriye sınırı üzerinde etraflıca durulmadı. İsmet Paşa, 24 Ocak günlü, sayılı telgrafıyla Ankaraya şunu rapor etti:
“Güney sınırlarımız görüşüldü. Fransızlar, Suriye sınırının halledilmiş olduğunu söylediler. Sesimi çıkarmadım. Musul konusunda büyük çarpışma oldu. Benim uzun konuşmama Curzon cevap verdi ve işi Milletler Cemiyeti’ne yollamayı önerdi ve plebisitten yan çizdi. Musulun geri verilmesinde ısrar ettim. Durum ciddidir.”
LozanBarış Antlaşması’nda Suriye sınırı şöyle yer aldı:
“Madde 3- Akdenizden İran sınırına dek Türkiyenin sınırı aşağıdaki biçimde saptanmıştır:
Birincisi- Suriye ile; 20 Ekim günü yapılan Fransa-Türkiye Antlaşmasının 8. maddesinde tanımlanmış sınır.”
Suriye sınırı Lozan Antaşması’nda işte bu kadar yer aldı: Türkiye ile Suriye arasındaki sınır, anlaşmasında “tanımlanmış (olan) sınır”dır denildi. Anlaşmasındaki tamımlama ise “eski yol” ibaresinden ibaretti. Türkçe metinde “eski yol”, Fransızca metinde “voie ancienne” denmişti. Hepsi bu kadardı. Lozandan sonra Türk ve Fransız delegeleri sınırı çizmek için masaya oturunca “ski yol” tanımının pek yetersiz kaldığı çabucak ortaya çıktı.
Meğer bir değil, iki tane “eski yol” varmış: Biri eski kervan yolu imiş, güneyden, çölden geçiyormuş; diğeri ise eski Roma yolu imiş, kuzeyden, yani bugünkü topraklarımızın içinden geçiyormuş. Fransız tarafı, Roma yolu olmalı diye tutturmuştu. Türk tarafı ise eski kervan yolu olması gerekir diyordu. Fransız görüşü kabul edilirse Türkiye toprak kaybedecekti. Suriye sınırı upuzun bir sınır olduğu için Türkiyenin kaybedeceği toprak miktarının da ona göre büyük olacağı kendiliğinden anlaşılıyordu. Bu “eski yol” tanımı Türkiyenin başına ciddi iş açacak gibiydi.
Türk tarafı sonunda bir çıkış yolu buldu: Anlaşmasını yapanlar, “eski yol” derken tarihi “Roma yolu”nu kastetmiş olsalardı “antik yol” ifadesini kullanırlardı; Fransızca olarak da “voie antique” derlerdi. Öyle demeyip de “eski yol” dediklerine göre herhalde güneyden geçen “kervan yolu” kastedilmişti. Anlaşmasını müzakere edip imzalamış olan Franklin-Bouillon eski Roma yolunu kastetmiş olsaydı herhalde “antik yol” (voie antique) derdi. Anlaşmada böyle denmemiş olduğuna göre, sınır eski kervan yolundan geçecekti. Tartışmalar yılına kadar uzadı. Sonunda Türk görüşüne yakın bir sınır çizildi.
Ama sınırı çizmekle sorunlar bitmedi.
***
Hatırlamamız gerekir: Fransa, İngiltere ve İtalya Birinci Dünya Savaşının galipleri, Sevr Antlaşmasının da mimarları idi. Özellikle Fransa ve İngiltere, Lozan Barış Antlaşmasından sonra da Türkiyeye karşı hasmane politikalarını sürdürmüş ve gencecik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çok uğraştırmışlardır. Gerçi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Lozan Antlaşması ile bu emperyalist devletler Türk topraklarından çıkarılmışlardı; ama sınırlarımızın hemen ötesinde tutunup kalmışlardı. Türkiye Cumhuriyetinin ilk çeyreğinde, İngiltere Irakta, Fransa Suriyede ve İtalya Rodosta veya Oniki Adada idi. Yani üç eski düşman devletin üçü de bu defa genç Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “sınır komşuları” idi, daha doğrusu “sakıncalı komşuları”!
Bu üç eski düşman devletin sınırlarımız dibinde bulunmaları Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarına moral dayanak olmuştu. Cumhuriyete başkaldıranlar, sıkışınca İngiliz ya da Fransız kanadı altına sığınabileceklerini biliyorlardı. Gerçekten de epeyce insan sıkışınca sınırın öte tarafına geçmiş; Türkiye karşıtlığını oralarda sürdürmüştü. Suriyedeki Fransızlar ve Iraktaki İngilizler ise kendilerine sığınan suçluları Türkiyeye iadeyi hiç düşünmemişlerdi.
Fransa ve İngiltere Lozan Barış Anlaşmasını sanki içlerine sindirememiş ve Sevri unutamamış gibi davranmışlardı. Daha Atatürkün sağlığında, Sevri değişik biçimde diriltmek için zihin yormuşlardı. yılında Fransa bu konuda bir plan hazırlamış, İtalyaya sunmadan önce bunu İngiltere ile konuşmuştu. Plana göre, İtalya Anadoluyu sömürgeleştirecek, Fransa ve İngiltere de İtalyaya destek olacaktı. Ancak plan Atatürkün ölümünden sonra uygulanacaktı. Atatürk öldükten sonra ise Dünya Savaşı çıkmış, Avrupa kendi derdine düşmüş, dolayısıyla plan ertelenmişti. Ne var ki bu devletler İkinci Dünya Savaşı yıllarında bile Türkiye ile uğraşmaktan geri durmamışlardır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiyenin İngiltere ve Fransa ile de sorunları vardı. İngiltere ile Musul sorunu, Fransa ile sınır güvenliği ve sonra Hatay sorunu gibi. Bu ülkeler Türkiye ile kavga halinde idiler ve kavgalarında her türlü kozlarını ve bu arada Kürtçülük kartını da kullanıyorlardı. Dolayısıyla, Fransız manda yönetimi altındaki Suriye, İngiliz işgalindeki Irak, lerde Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının birer merkezi haline getirilmişti. Yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının çoğu Suriyede ve Kuzey Irakta kümelenmişlerdi. Kurtuluş Savaşında işgalci düşmanla işbirliği yapmış, Büyük Zafer üzerine yurt dışına kaçmış firariler; genel af dışında bırakılan likler, bazı hilafetçiler, saltanatçılar, bölücüler, Kürtçüler, Ermeni Taşnak, Kürtçü “Hoybun” komitacıları, asi Nesturiler, suçlu tarikat şeyhleri, “siyasi eşkıyalar”, sabıkalı aşiret ağaları vs. çoğunlukla Suriyede ve Kuzey Irakta, Fransız ya da İngiliz kanadı altında barınıyorlardı. Fransız ve İngiliz istihbarat subayları, istedikleri zaman, istedikleri silahlı çeteyi Türkiye üzerine saldırtabilecek durumda idiler ve zaman zaman saldırtıyorlardı da. Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim ayaklanmalarında İngiltere ve Fransanın rolleri vardı. Atatürke suikast planları Fransız yönetimindeki Suriyede ve İngiliz yönetimindeki Ürdünde hazırlanıyor, suikastçılar güneyden geliyordu
İngiltere, Musul anlaşmazlığı devam ederken Türkiyeye etmediğini bırakmamış, fakat Musulu yuttuktan sonra biraz sakinleşmiş ve Türkiyeye daha “dürüst” davranmaya yönelmişti. Fransa bunu da yapmamış ve Türkiyeye karşı düşmanca tutumunu hep sürdürmüştü. Başbakan İsmet İnönü, yılında hazırladığı kapsamlı “Şark Seyahati Raporu”nda Suriyedeki Fransanın Türkiye politikasına geniş yer vermişti. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer de yılında Suriye ve Lübnana bir inceleme gezisi yapmış ve Hükümete uzun bir rapor sunmuştu.
Başbakan İsmet Paşa, Takriri Sükûn Yasasının süresinin bitmesi nedeniyle, 4 Mart günü TBMMde yaptığı konuşmada, Türkiyeye karşı yıkıcı propagandaların yurt dışından geldiğini belirtiyor ve bu arada Suriyenin adını veriyordu. Başbakan;
“Vatandaşların kulağına en çılgın dini ifsadı üfleyen bir akıntı, çoğu Suriyede yerleşen her çeşit düşmandan gelir. Orada Türkiye aleyhinde kaç cemiyetin, kaç firarinin çalıştığını sayamam. Bunların bir habercisi bir şehrimize girerse, öteki şehirde camilere kaç put takıldığını yayar” diyordu.
İsmet Paşa, Suriyede, Türkiye aleyhinde çalışan örgütlerin ve firarilerin sayısının sayılamayacak kadar çok olduğunu söylüyordu. Diyarbakırdaki Birinci Genel Müfettiş AbidinÖzmen, yılında Hükümete sunduğu raporunda, İsmet Paşanın tespitlerini doğrulayarak şunları bildiriyordu:
“Bugün Suriyede: 1- Hoybun, 2- Kürt İttihat, 3- Halaskaranı Kürt, 4- Kürtçe konuşan İslam ve Hıristiyan, 5- Kürt Teavün, 6- Kürt Fukaraperver, 7- Kürt Dilini Tamim, 8- Kürt-Nasturi Birliği gibi Kürtler tarafından teşkil edilen cemiyetler, doğrudan doğruya; ve 9- Türk Hilafet, Taşnak, Hoybunculara Müzahir Süryani, Hidayetülislamiye, Çerkezler, Nakşiler Tarikatı gibi diğer unsurlar ve lik ve diğer vatan hainleri tarafından kurulan Kürt istiklaline çalışan teşekküller durmadan dinlenmeden çalışmaktadırlar.
Suriyede bulunan Kürt, Ermeni, Süryani bir çok -isimleri hükümetçe de malum- eşhas Ermenilerle Kürtleri daha sıkı bir surette birleştirip Süryani, Asuri ve Yezidi gibi ekalliyetlerden (azınlıklardan) de istifade ederek Elcezire de dahil olmak üzere Toroslardan başlamak üzere büyük bir Ermenistan ve Kürdistan birliği kurmak için çalışmakta ve bu gayelerine yardım için de hayırhahımız, bedhahımız bir çok devletlere de başvurdukları duyulmaktadır
Bu teşebbüslerinden kati bir ümit görmeyenler Ermeni komitacılarının paralarile Kürt şakilerine dayanarak çıkaracakları karışıklıklara, dahil ve hariçteki Kürtleri ve Ermenileri karıştırarak isyanı büyütmek ve bu suretle diğer bir devletin yardımına nail olacaklarını düşünüp görüşmekte ve propaganda etmektedirler. Kuracakları tesanütle (dayanışmayla) bugün bir muvaffakiyet elde etmeğe muktedir olamazlarsa Türkiyenin herhangi bir harici gaileye ve harbe giriştiği ânı beklemek suretiyle gayelerine nail olacaklarını ummaktadırlar”
Başbakan İsmet İnönü, yılında Doğu ve Güneydoğu Anadoluya yaptığı inceleme gezisinin ardından Atatürke “Şark Seyahati Raporu” başlıklı ayrıntılı bir rapor sunmuştu. Bu uzun rapordan aşağıya aktarılan paragraflar aydınlatıcıdır. Okuyalım:
“Cenup hududunda bugünkü durum şudur:
Fransızlarla gerek münasebet ve gerek hudut emniyeti bakımından mukavelelerimiz vardır. Hudut vukuatı ve meseleleri için vakit vakit iki taraftan muhtelit heyetler toplanır; fenni ve modern bir tarzda tespit ve izah olunan meseleler için Fransızlar ahden eksik ve suçlu olmayacak surette hareket etmeğe çalışırlar; aşikâr bir surette ahde muhalif bir vaziyet almamaktadırlar
Suriyede bütün hudut meseleleri Fransız merkezlerinin elindedir ve dikkate değer ve ciddi olarak merkezlenmiştir. Münasebetler ve tedbirler bir silsile halinde devam eder. Aynı vaziyetle karşılayamazsak mücadelede zayıf kalırız. Buraya kadar anlattıklarım Suriye hududunun ahdî ve açık durumudur.”
Evet, Türkiye ile Fransa arasında anlaşmalar yapılmıştı. Bunlar hem ikili ilişkiler, hem de sınır güvenliğiyle ilgiliydi. Fransızlar bu anlaşmalara uyuyorlarmış gibi görünüyorlardı. Ama gerçek durum öyle değildi. Başbakan İsmet Paşa, “Suriye hududunda, Fransız politikasını bizimle mücadele halinde görmemek mümkün değildir” diyordu.
İsmetİnönünün tespitlerine göre: Fransızlar, Türkiyenin ilerde güçlenerek Suriyeyi istila edebileceğini düşünüyorlar. Fransa, Suriyeye yerleşirken savunulması daha kolay olacak diye sınırı kuzeyden geçirmek istemiş; yani Mardin, Urfa, Antep ve Maraşı da Suriyeye katmak için uğraşmış ama bunu başaramamış; Türkler, Fransızları bu yöreden söküp atmışlardı. Sonunda Türkiye ile Suriye arasında doğal olmayan, savunulması zor bir sınır çizilmişti. Fransızlar, kendileri Suriyede temelli kalacakmış da Türkiye de ilerde güçlenince sanki bu sınırı aşıp Şama kadar yürüyecekmiş gibi yersiz bir kaygı içendeydiler. Dolayısıyla, Türkiyenin güçlenmesini engellemek veya geciktirmek için Türkiyeye karşı bir mücadele sürdürüyorlardı. Bu mücadelede Türkiye Cumhuriyeti karşıtı bütün unsurları, özellikle sınır boylarındaki unsurları da Fransanın siyasi emelleri için örgütlüyor, kullanıyorlardı. İsmet Paşa şöyle diyordu:
“Fransızlar hudut ahalisine menfaat temin ederek taraftar peyda etmiş ve tâ Karadeniz sahiline kadar hükümetle mücadele edecek haydut kolları yetiştirmiş oluyorlar.
Cenuba geçen kaçakçılar, Fransız memurları tarafından (sağlanan) her türlü kolaylığı bulurlar, silahları ile gezebilirler; hudut boyunda yer yer kaçakçılıkla geçinen Ermeni ve Türklerden mürekkep kuvvetli ve zengin merkezler vücuda gelmesi, Fransızlarınsiyasidayanak noktası olmaktadır
Fransızların elinde üstün bir mücadele vasıtası, hudut üzerinde vücuda getirdikleri düşman anasır perdesi’dir.
Senelerden beri türlü vakalardan kaçan Kürt ve Arap reisleri hudut üzerine yerleşmişlerdir. Ermeni merkezler vardır. Şimdi Nasturi iskânı ile yeni bir tabaka meydana getiriyorlar. Bu unsurların tecavüz edememelerinin temin olunmasını ve huduttan uzak bulunmaları için ahdî ahkâm vardır Fakat fiili ve ameli vaziyet üzerine kati bir çare değildirler ve olmayacaklardır.
Düşman unsurlar içinde Nasturiler, Ermeniler ve Çerkez örgütleri pasif ve kendilerini koruyucu konumdadırlar. Saldırgan olan örgüt, Kürt reisleri ve adamlarıdır.Fransız istihbarat subayları her istedikleri anda Kürt reislerini çeteler halinde memleketimize saldırtmak gücündedirler.
Bu mevzuyla uğraşmak, uzun zaman sürecek mahirane tedbirler ister”
Demek ki Fransızlar, Suriye ile Türkiye arasındaki kaçakçılığı, Türkiyeye karşı siyasi bir silah olarak kullanıyorlardı. Kaçakçılık merkezleri, savunulması zor olan sınırda Fransanın siyasi dayanak noktaları idi. Kaçakçılar, Fransız makamlarınca sonuna kadar destekleniyor, silahlandırılıp yönlendiriliyordu. Silahlı “Haydut çeteleri” oluşturmuşlardı. Ermeni, Arap, Süryani ve özellikle Kürt ve Kürtçü çeteleri. Kaçakçılıkla Kürtçülük içiçeydi. İsmet Paşa, “Fransız istihbarat subayları her istedikleri anda Kürt reislerini çeteler halinde memleketimize saldırtmak gücündedirler” diyordu.
İsmet İnönü, Hatıralarında da “Ben, ye kadar Suriye hudundaki asayişsizlik ile uğraştığımı ve Fransayı ikna etmeye çalıştığımı bilirim” diyordıu. Başbakan İnönünün bir önemli tespitini daha aktarıp bu konuyu kapatıyorum. Başbakan şöyle demişti:
“Doğudaki siyasi şekavetlerin bir önemli kaynağı da Suriye hududu olmuştur.”
***
Hatay sorununa gelince, bu sorun, Montreuxde Boğazlar Sözleşmesinin imzalanmasının ardından, Eylül da yeniden alevlendi ve Türkiyede bir milli dava haline geldi.
Fransada Nisan da yapılan genel seçimleri, “Anti-Faşist” sloganında birleşen “Halk Cephesi” (Front Populaire) kazanmıştı. Komünist-Sosyalist-Radikal Partilerin oluşturduğu Halk Cephesi, Sosyalist Léon Blum başkanlığında hükümeti kurmuştu. Bu hükümet, 9 Eylül da Suriye temsilcileri ile bir antlaşma parafe etmişti. Antlaşmayla Suriye üzerindeki Fransız manda yönetiminin üç yıl içinde sona erdirilmesi öngörülmüştü. Antlaşma bu kadarla kalsa Türkiye bundan olsa olsa sevinç duyacaktır. Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş bir ülke olarak Türkiye, komşu Suriyenin de bağımsızlığa doğru yönelmesini alkışlayacaktır. Ve alkışlar. Ne var ki yapılan antlaşma, İskenderun sancağı konusundaki Türk-Fransız Anlaşmasının uygulanmasını, Türkiyeye danışmadan, Suriyeye bırakıyordu. Bunun anlamı, Sancak (Hatay) bölgesinin ileride Suriye sınırları içinde kalması demekti. Yani Sancak bölgesinin “özerk yönetim rejimi” sona erecek ve Hatay Türkleri, Suriye içinde bir “azınlık” durumuna düşecekti. Başka bir ifadeyle, Hatay Türkleri, Suriyede bugün Araplaşıp yok olmayla karşı karşıya bulunan Bayır-Bucak Türkleri durumunda olacaklardı!
Mandater Fransanın bu dönek politikası bardağı taşırdı. Fransız Hükümeti, 20 Ekim tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanmış olan Ankara Anlaşmasını ayaklar altına alıyordu. Türkiyeye haber bile vermeden Sancak bölgesini Suriyeye bağlıyor, bölgenin anlaşmayla sağlanmış olan özerk statüsünü yok sayıyordu. Türk dilinin Hatayda “resmi dil niteliğini” de ortadan kaldırıyor ve Hatay Türklerini Suriye içinde basit bir azınlık derekesine indiriyordu
Fransız Hükümetinin Suriyelilerle yaptığı bu anlaşma duyulur duyulmaz, başta Atatürk, Türkiye ayağa kalktı. Sancak sorunu yeniden alevlendi. Türk kamuoyu Sancak (Hatay) davası üzerine yoğunlaştı. Türk basını “Sancak Türkleri azınlık değildir” diye gürledi: Falih Rıfkı Atay, “Mesele Suriye mıntıkası içinde bir ekalliyet (azınlık) davası değil, ayrı bir mıntıkanın halk ekseriyetine hukuk vermek davasıdır” diyordu (Ulus, ). Kemal Ünal da aynı doğrultuda, “Sancak Türkleri ekalliyet değildir. Sancakı Suriye saymak imkânı yoktur” diye yazıyordu (Ulus, ). Ahmet Emin Yalman ise daha kestirme konuşuyor, “Sancak tamamile Türklerle meskûndur. Burası Türk vatanının tabii bir parçasıdır” diyordu (Tan, )
Türk Hükümeti ise, haklı olarak, Suriyeye tanınacak yeni rejimin, İskenderun Sancağına da ayrıca tanınmasını istedi. Bu talep önce Eylül da, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras tarafından, Cenevrede, Milletler Cemiyeti Konseyi’nde dile getirildi.
9 Ekim da, Paris Büyükelçimiz Suat Davaz aracılığıyla, Fransız Hükümetine ilk Türk notası verildi: Sancak bölgesine ayrı bağımszlık verilmesi istendi. Hatay konusunda notalarla Türkiye-Fransa savaşı başladı. 10 Kasımda birinci Fransız notası alınacak, 17 Kasımda Fransaya ikinci Türk notası verilecek, 1 Aralıkta ikinci Fransız notası gelecek, 4 Aralıkta üçüncü Türk notası Fransaya verilecekti. Diğer taraftan Türkiye, Sancak sorununu Milletler Cemiyetine taşımaya hazırlandı.
Bu arada Atatürk, 1 Kasım günü Meclisi açış konuşmasında, “başlıca büyük bir mesele” diye nitelendirdiği Hatay sorununa önemle parmak bastı. Şunları söyledi:
“Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır (bravo sesleri, sürekli alkışlar). Bunun üzerinde, ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz (ayakta sürekli alkışlar, yaşa, varol sesleri).
Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur (hallolmalı sesleri). Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler (alkışlar).
Önümüzdeki sene, müzakereler ve silahlanma yarışları ile büyük bir hazırlık senesi olacağa benziyor. Devletler arasındaki ihtilâfların anlaşmalara varmasını samimiyetle dileriz.”
***
Bu konuşmada Fransaya verilen mesaj açıktı. Atatürk, bu kadarla yetinmedi. Hatay sorununun Milletler Cemiyeti Konseyinde görüşülmeye başlanmasından az önce, 10 Aralık akşamı Ankaradaki Fransa Büyükelçisi Henri Ponsot ile görüştü. Ponsot, daha önce Yüksek Komiser olarak görev yapmıştı, Türkiye-Suriye ilişkilerini bilen bir kimseydi. Atatürk ona Türk-Fransız ilişkileri ve Hatay konusundaki görüşlerini anlattı. Sancak veya Hatay sorununun hakça çözümünü istedi. Bu amaçla kalkıp Parise gitmesi için Büyükelçiyi adeta sıkıştırdı. Görüşmeyi tutanaktan aynen aktarıyorum:
Atatürk şöyle konuşuyor:
“Türklerle Fransızlar arasında çok eski bir dostluk vardır. Bunun muhafazası ve kuvvetlenmesi lâzımdır. Bunun aksini düşünmek bile caiz olmaz. Bu dostluk katiyyen bozulmamalıdır. Fransız ordusu çok kıymetli ve Avrupada eşi bulunmaz bir ordudur. Türk ordusu da tamamiyle aynı evsaftadır. Bu iki ordu da birbirleriyle dost olmalıdır.
Fransızların Sancak havalisine ve bilhassa hududa asker getirdiklerini hükümetimden haber aldım. Hükümetim mukabil tedbirler alınması fikrini izhar etti ise de ben kabul etmedim. Fransız askeri kuvvetleri Halepten gelmiştir. Bu herhalde mahalli emniyeti alâkadar eden bir tedbirdir. Bu tedbirlerin bizim aleyhimizde olduğunu zannetmiyorum. Ve yine zannetmem ki, Fransız Hükümetinin aklından da böyle bir şey geçmiş olsun. Ben mukabil tedbirleri menettim. Ve hatta normal sayılacak harekâttan bile vaz geçilmesini tavsiye ettim. Ve bu gece de aynı emirleri tekrar edeceğim. Ben bu meseleden artık bahsetmeyeceğim, ve Cenevreye giden Murahhas Heyetimiz de, hudut tedbirlerinden bahsetmemesi için talimat almıştır.
Ben Sancak meselesinin, her iki tarafın vaziyetini kurtaracak bir şekilde hallini istiyorum. İlhak talep etmiyorum. Türkiye ve Fransanın müşterek kontrolünde olur. Hatta, ordusu da bulunmasın. Jandarma ve polis teşkilâtı kâfi gelebilir.
Vaziyeti iyice bildiğiniz ve Suriyede bulunmuş olduğunuzdan sizin, Bay Büyük Elçi, bizzat Parise gitmeniz ve hükümetinizi tenvir etmeniz (aydınlatmanız) lazımdır. Fransız Hariciye Müsteşarı tecrübesizdir. Bu işi beceremez. Onun nispeten genç olduğunu söylüyorsunuz, fakat Türk-Fransız dostluğu genç değildir ve binaenaleyh tecrübesiz ellere bırakılmamalıdır.”
Buna Fransız Sefiri şu cevabı verdi:
“Vaziyet tebellür etmeden Parise gitmekten ise telgrafla işin mahiyetini bildirmek bence daha iyidir. Çünkü Pariste ancak bir-iki kişi ile görüşebilirim. Fakat telgraflarım birçok alâkadar şahsiyetler tarafından okunur. Diğer taraftan da Fransız Hükümeti, Türk hükümeti ile bu vaziyette temasını idame etmek istiyor. Fakat yakında Parise gideceğim ve işin mahiyetini ve bilhassa sizden dinlediğim sözleri hükümetime nakledeceğim. Meselenin Cemiyeti Akvam’da (Milletler Cemiyeti’nde) görüşülmesi, işin ancak bir devresi sayılır. Bundan dolayı Dr. Aras ve Numan Menemencioğlunun Parise giderek Fransız Hükümeti ile temasa girmeleri çok yerinde olur.”
Atatürk, Sefirin, derhal gitmesinde tekrar ısrar etmiştir.
(Atatürk) Görüşürken müteaddit defalar; “Bütün bunlar benim şahsi düşüncelerimdir” demiş ve şu şekilde sözlerine devam etmiştir:
“Bu mesele, dostluğumuzu koruyacak ve kuvvetlendirecek şekilde halledilmelidir. Ümit ederim ki Cenevrede Fransız murahhasları ‘ne istiyorsunuz, sizin böyle bir hakkınız olduğunu biz tanımıyoruz’ gibi sözler söylemezler. Zira bu, iyi neticeler vermez; ve işin bu takdirde ne olacağını da bilemem.”
Sefirde, mümkün olduğu kadar kaçmak ve meseleyi kapatmak isteyen bir adamın hali yoktu. Bilakis dikkatle dinleyen bir adamın vaziyeti vardı. Atatürkün “Anladınız mı?” sualine cevaben;
“Çok iyi anlıyorum. Sözleriniz dort (güçlü) ve açıktır” dedi.
Diğer bir vesile ile de, Sefir şunları söyledi:
“Bu sabah, Suriyeden, (Yüksek Komiser) Martelin mesai arkadaşlarından bir zat geldi. Yarın akşam hareket edecektir. Ona, Martele bildirilmek üzere vaziyetin buradaki akislerini iyice anlattım.”
Atatürk buna mukabele olarak;
“Aramızdaki dostluk elbet devam edecektir. Fakat Fransız hükümeti dikkatli hareket etmelidir” cevabını verdi. [1]
***
Hatay konusunda bundan sonraki gelişmeleri kısa kısa anımsayıp geçiyorum:
10 Aralık Türkiye, Milletler Cemiyeti Konseyine bir muhtıra sunarak, Sancak konusundaki Türk-Fransız anlaşmazlığının Konseyin olağanüstü toplantısında görüşülmesini ve alınacak önlemlerin de bu toplantıda konuşulmasını istedi.
Aralık Milletler Cemiyeti Konseyi Sancak sorununu görüştü. Türkiye ve Fransa görüşlerini açıkladılar. Türk Delegasyonu ayrıca Konseye bir metin dağıttı.
16 Aralık Milletler Cemiyeti Konseyi, Sancak anlaşmazlığının çözümü için Konseydeki İsveç Temsilcisi Sandlerı raportör olarak görevlendirdi ve üç kişilik bir gözlemci grubunu bölgeye göndermeye karar verdi.
27 Ocak Sandlerin Milletler Cemiyeti Konseyine sunduğu raporda, Sancak bölgesinin “ayrı varlık” (entité distincte) olduğu belirtildi. Rapor, Konseyde oybirliğiyle kabul edildi ve Hatayın bağımsızlığı için dayanak oldu. (Daha sonra Sancak için “ayrı varlık” olduğu esasına göre ayrı anayasa hazırlandı.)
29 Mayıs Türkiye ile Fransa, “Ayrı Varlık” olarak kabul ettikleri Sancak Bölgesinin toprak bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırının güvenliğini sağlamak için anlaşmalar imzaladılar. Sancak devleti böylece kurulmak üzereyken Fransızlar bölgede Alevilik konusunu ortaya attılar ve Hatay Türklerini Alevi-Sünni diye bölmeye yöneldiler. Şu istatistikleri yayımladılar: Sancak bölgesinin yüzölçümü kilometrekaredir; bin olan nüfusunun % 30,7si Türk, % 28i Alevi, % 11i Ermeni, % 10u Sünni Arap, % 9u Rum-Ortodoks vb, % 3ü Kürt, Çerkez, Yahudi, İsmaili ve Arnavut kökenlidir. Fransızların Hatayda Alevilik sorunu yaratmak istemeleri Atatürk tarafından tepkiyle karşılandı.
29 Ekim Atatürk, Cumhuriyet Bayramı balosunda Fransız Büyükelçisi Ponsotya şunları söyledi: “Ben toprak büyütme dileklisi değilim; barışı bozma alışkanlığım yoktur, ancak antlaşmaya dayanan hakkımın isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. BMM Kürsüsünden milletime söz verdim. Hatayı alacağım”
29 Kasım Sancak Statü ve Anayasası yürürlüğe girdi.
Aralık Atatürk, Suriye Başbakanı Cemil Mardam ile yaptığı görüşmede şunları söyledi: “Hatay meselesi şahsım için yeni bir mesele değildir Mösyö Franklin-Bouillonla uzun uzun görüştükten sonra ben birtakım şeraiti mahsusa ile Hatayı bıraktım. Bırakmayabilirdim Fransızlar, Hatayda, Alevilik meselesini ortaya attılar. Aleviler Türktür Onlar eski Türklerdir Garptan bir millet gelecek, bunu tayin edecek. Bu benim hoşuma gitmiyor Bu işte onları hakem tayin etmeyeceğim.”
Nisan Milletler Cemiyeti Komisyonunun gözetimi altında Hatayda seçim işlemleri başladı. Fakat Fransızlar Hatay Türkleri zararına bazı çabalara giriştiler. Bu yüzden Sancakta karışıklıklar çıktı ve yeniden gerginlik görüldü.
Mayıs Atatürk, ağır hasta olduğu halde, Hatay sınırındaki orduyu denetlemek için Mersin ve Adana yöresinde bir seyahat yaptı. 24 Mayısta Adanada piyade ve topçu birliklerinin geçit törenini izledi. (Atatürk, bu seyahatin ardından İstanbula geçti ve bir daha Ankaraya sağ dönemedi.)
20 Mayıs Atatürk, Hatay sorunu nedeniyle Savarona yatında Bakanlar Kurulunu topladı.
3 Temmuz Türkiye ile Fransa arasında Hatay konusunda askeri anlaşma imzalandı.
4 Temmuz Türk askeri Hataya girdi.
24 Temmuz Atatürk, Lozanın onbeşinci yıldönümü nedeniyle İsmetİnönüyü aratarak iltifatlarını ve iyi dileklerini iletti.
21 Ağustos Hatayda yapılan seçim sonuçları açıklandı. 40 üyeli Millet Meclisinde: Türk cemaati 22, Alevi cemaati 9, Ermeni cemaati 5, Arap cemaati 2, Rum Ortodoks cemaati 2 sandalye ile yer aldı.
2 Eylül Hatay Millet Meclisi Antakyada toplandı. Meclis yeni devletin resmi adını Hatay olarak kabul etti; Devlet Başkanlığına Tayfur Sökmeni; Meclis Başkanlığına Abdülgani Türkmeni seçti.
4 Eylül Atatürk, Hatay Devlet Başkanlığına seçilen Tayfur Sökmene tebrik telgrafı gönderdi, “Hataydaki çalışmalarınızda başarılar temenni eder ve Hatayın yeni idare altında pek çok saadet ve refah görmesini yürekten temenni ederim” dedi.
6 Eylül Doktor Abdurrahman Melek ilk Hatay Hükümetini kurdu.
29 Haziran Olağanüstü toplanan Hatay Meclisi oybirliğiyle Anavatan Türkiyeye katılma kararı aldı.
30 Haziran Türkiye Büyük Millet Meclisi Hatayın Anavatana katılmasını oybirliğiyle onayladı.
***
Şimdi Irak Sınırı konusuna, yani Musul Sorununa geliyorum.
Evet, Lozana giderken İsmet Paşaya verilen talimatta, Irak sınırı konusunda, “Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek” denmişti. Ama Türkiyenin bu istekleri konferansta kabul edilmezse müzakereler kesilecek denmemiş idi. Buna bir nokta koyalım.
Irak, Osmanlı idari taksimatında üç vilayetten oluşuyordu: Güneyde Basra, ortada Bağdat ve kuzeyde Musul vilayetleri. Bunlar imparatrorluk vilayetleriydi, her biri bugünkü cumhuriyet illerinden üç-beş kat daha genişti.
Musul vilayetinin, 90 bin küsur kilometrekarelik bir yüzölçümü ve üç sancağı vardı: Süleymaniye, Musul ve Kerkük sancakları.
Basra ve Bağdat vilayetlerinin nüfusu çoğunlukla Arap, Musul vilayeti nüfusu ise ezici çoğunlukla Türk ve Kürt idi.
Türk orduları, Birinci Dünya Savaşı’nın son aylarında, Arap bölgelerini boşaltmış, Türk ve Kürt bölglerini ise savaş sonuna kadar savunmaya çalışmıştı. 30 Ekim ’de Mondros Mütarekesi imzalandığı gün, Musul şehri ile Musul vilayetinin büyük bölümü, Türk ordusunun (VI. Ordu) kontrolündeydi. İngilizler, Musul’u Mondros Mütarekesi imzalandıktan ve Türk askeri silah bıraktıktan sonra işgal etmişlerdi.
Misakı Milli’ye göre, 30 Ekim tarihindeki cephe hattı, güneyde ulusal sınırlarımız idi. Musul Vilayeti bu ulusal sınırlarımız içinde idi, Türkiye’nin bir vilayetiydi, herhangi bir Türk vilayeti gibiydi.
Lozan Barış Konferansı açılırken (20 Kasım ), Anadolu düşman işgallerinden temizlenmiş, Doğu Trakya da Yunan işgalinden kurtarılmış bulunuyordu. Fakat İstanbul ve Boğazlar ile Musul Vilayeti, İngilizlerin işgali altında idi. İsmet Paşa (İnönü), Lozan’da, hem İstanbul ve Boğazları hem de Musul’u İngiliz işgalinden kurtarmak gibi ağır bir görev üstlenmişti. Sonunda, İstanbul ve Boğazlar bölgesi yabancı işgalden kurtarılmıştı, Musul konusunda ise konferans tıkanmıştı.
Lozanda İsmet Paşanın da belirttiği gibi, “Musul, İngiltere için bir petrol meselesi, Türkiye için ise vatan meselesi idi.” Birinci Dünya Savaşı’nda petrol, İngilizlerin bir saplantısı; Yukarı Mezopotamya petrolleri ise birinci derecede önemli savaş hedeflerinden biri olmuştu. Churchill, “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir” demişti. yüzyıl ortalarından beri, gittikçe artan miktarda ticari bir ürün olarak üretilmekte ve pazarlanmakta olan petrol, yüzyıl başlarında, ticari bir mal olmanın ötesinde bir stratejik ürün olup çıkmıştı. Petrol, artık savaşların kaderlerini, devletlerin politikalarını etkileyebilecek kadar önemliydi. İngiliz Savaş Kabinesi’nin 13 Ağustos günü yaptığı toplantıda Dışişleri Bakanı Balfour, Mezopotamya petrollerinin muhteşem potansiyeline şöyle dikkati çekmişti:
“Bir idealist gözüyle baktığımızda dahi Mezopotamya’nın kuzey bölgesini ele geçirmemiz kaçınılmazdır ne Başkan Wilson ne de bir başkası Dicle ve Fırat’ın çevresindeki geniş Mezopotamya topraklarını yeniden Osmanlıların denetiminde bırakmak istemeyecektir Bu durumda sormak isterim, Mezopotamya’da Küçük Zap suyunu veya yeterli derecede zengin su kaynaklarını denetim altına alacak kadar ordularımızla ilerlememiz çok önemli değil midir? Bunu başardığımızda, petrol yataklarının da büyük çoğunluğu elimize geçmiş olacaktır.”[2]
Bu petrol zenginliğinin kontrol altına alınması için Başbakan Lloyd George“Savaş sona ermeden Musul’a ulaşılmalı” diye talimat vermişti. 1 Ekim günü İngiliz Savaş Kabinesi de General Marshall’a, “petrol yataklarının bulunduğu alanlardan olabildiğince geniş bir bölgeyi işgal etmesi” için talimat göndermişti. O gün İngiliz birlikleri Musul’a kilometre uzakta idi. Mondrosta Mütareke görüşmelerine gidilirken Mezopotamya’daki İngiliz Komutan General Marshall, ordularını hızla Musul üzerine sürmüş, Osmanlı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa (Sabis) da “Musul şehrini elde tutacak şekilde oyalayıcı bir çekilme savunması yapacağını” İstanbul’a bildirmişti. Mütareke Anlaşması, 30 Ekim ’de imzalandı, 1 Kasımda yürürlüğe girdi. O tarihte Türk kuvvetleri Musul’da idi. Ali İhsan Paşa, 7 Kasımda İngiliz Komutandan bir ültimatom aldıktan sonra, 9 Kasım günü birliklerine Nusaybin’e doğru çekilme emrini verdi (Keşke bir süre daha dayanabilseydi). Böylece Musul, İngilizlerin işgaline girdi
İngilizler, petrol hırsıyla adamakıllı bilenmiş olarak Musul Vilayetini işgal etmişlerdi. “Her ne pahasına olursa olsun” petrol bölgelerinden çekilmemeye kararlı görünüyorlardı. Başka bölgelerden çekilebilirlerdi ama Musul’dan asla çekilmeyeceklerdi. Bu kararlarını Mütareke yıllarındaki davranışlarıyla da göstermişlerdi: İngilizler, Kasım Mart döneminde işgal etmiş oldukları İskenderun, Antakya, Kilis, Antep, Maraş ve Urfa’yı birer birer boşaltmış, Musul Vilayetindeki kuvvetlerini ise takviye etmişlerdi.
İsmet Paşa, 23 Ocak günü Lozan Konferansı’nda Musul Vilayetinin “Türkiye’nin ayrılmaz parçası olduğunu” savunan uzun bir konuşma yaptı.[3] Bu tarihi konuşmayı kısaltarak aktarıyoruz. Paşa diyor ki:
“Musul sorunu, Türk ve İngiliz Temsilci Heyetleri arasında, gerek sözlü gerekse yazılı olarak bir görüşmeye konu olmuştur. Tarafların öne sürdükleri iddiaları ve Türkiye’nin Musul Vilayetinin bir başka devlete bırakılmasına razı olmayışının nedenlerini, burada, kısaca gözden geçirmeme izin verilmesini istemekteyim.
Bu nedenler etnografik, siyasal, tarihi, coğrafi, ekonomik ve askeri niteliktedir.
I. Etnografik nedenler: Musul Vilayetinde yerleşik nüfus kişiye varmaktadır. Son Türk istatistiklerine göre, Musul Vilayetinde Kürt, Türk, Arap, Yezidi ve Müslüman olmayan yerleşik nüfus yaşamakta idi. Toplam kişi. Vilayet içinde bundan başka, Kürt, Türk ve Arap göçebe aşiretler de vardır; bunlar aşağı yukarı kişi kadardır Vilayet nüfusunun beşte dördünden çoğunu Türklerle Kürtler ve beşte birinden azını da Araplar ve Müslüman-olmayanlar oluşturuyordu.
Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür; oysa, bu iddiayı, Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır.[4]
Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından, Kürtler, hiçbir yönden Türklerden farklı değildirler; ayrı dilleri konuşmakla birlikte, bu iki halk, soy, inanç ve görenek bakımlarından tek bir bütün meydana getirmektedir ()
Toprağın yapısı ve iklim yönünden de Musul Vilayeti, Irak’ın değil, Anadolu’nun bir parçasıdır ()
II.Siyasal nedenler: (a) Araplar Musul Vilayetinde azınlıktadır (b) Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemedikleri iddiası hiç de doğru değildir.
Gerçekten, yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtlerin kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını tarih göstermektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Hükümetidir; çünkü, Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadırlar.
Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul Vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakârlıklara katlanmaya hazırdırlar.
Musul Vilayeti nüfusunun çoğunluğunu meydana getiren Kürtlerle Türklerin, vilayetlerinin Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kalmasını sağlamak için, bütün güçleriyle mücadele etmekten bir an bile geri durmayacaklarına şüphe yoktur ().
Son savaşlarda Kürtlerin kötü dövüşmüş olduklarının söylenmesine gelince, Türk Temsilci Heyeti, Dünya Savaşına ve Bağımsızlık Savaşına katılmış Türk ordusunun bütün komutanlarının, yurdun kurtuluşu için Kürt halkının yaptığı hizmetleri ve katlandığı fedakârlıkları saygı ve hayranlıkla belirttiklerini söylemeyi ödev bilmektedir ().
III.Tarihi nedenler: Onbir yüzyıldan beri, Osmanlı ve Selçuk İmparatorluklarının kurulmasından çok önce, Musul ve Bağdat’ın kuzeyine kadar uzanan bölge, aralıksız Türklerin olmuştur Atabey Türk Hanedanı, bunun ardından Artuklar Hanedanı bağımsız birçok devletler kurmuşlar ve Musul, Sancar, Cezire –ibn Ömer, Harput, Mardin gibi yerlerde hüküm sürmüşlerdir:
Bu hanedanlar, özellikle Musul’da pek çok anıt bırakmışlardır; bu şehir, yukarıda anılan hanedanlardan sonra ve Osmanlı Hanedanından önce bu ülkeyi ellerinde bulundurmuş olan Selçuklulara çok şey borçludur. Eski tarih kitaplarında, Musul’un güneyinden Bağdat’a kadar uzanan bölge Tataristan diye adlandırılmıştır; bu adlandırmanın bir izi günümüzün haritalarında Vâdi-i Tatar adıyla görülmektedir.
IV. Coğrafi ve ekonomik nedenler: Coğrafya, toprağın yapısı ve iklim bakımından, Anadolu’yu Irak’tan ayıran çizgi, Cebel Hamrin-Cebel Fuhul-Vadi-i Tatar-Cebel Sancar çizgisidir.
Bu çizginin kuzeyinde, Musul Vilayeti, iklim ve öteki koşullar bakımından Anadolu’ya eş bir görünüştedir.
Musul şehri ve vilayeti, Anadolu’yu, Suriye’yi ve İran’ı birbirine bağlayan yolların kavşağında bulunduğundan, Güney Anadolu’nun İran’la ve Suriye ile ulaşımında çok büyük bir önemdedirler. Bu bölge, Anadolu’nun çeşitli parçaları arasındaki ulaşım bakımından, daha da önemlidir; çünkü Süleymaniye’yi, Kerkük’ü, Diyarbakır’ı, Urfa’yı, Bitlis’i, Siirt’i ve bu gibi illeri birbirlerine bağlayan yollar da burada birbirine kavuşmaktadır ().
Musul, bu şehri Akdeniz limanlarına bağlayan demiryolunun yapılmasıyla, Irak’tan çok daha sıkı sıkıya Anadolu’ya bağldır, başlıca çıkış yeri () Akdeniz limanları üzerindendir. (Bugün de Kerkük’ün dünyaya doğal çıkışı Türkiye üzerindendir, boru hattı, uçuş yolu vb.-BNŞ)
V.Askeri ve stratejik nedenler: Güney Anadolu’nun çeşitli parçaları arasındaki ulaşım bakımından –bunun sonucu olarak da bu bölgenin güvenliği bakımından– Musul’un büyük bir önemi vadır ()
Türk Temsilci Heyeti, teklif ettiği sınırın, Cebel Hamrin-Cebel Fuhur-Vadi-i Tatar-Cebel Sancar çizgisinin, Türkiye ile Irak arasında doğal ayrım çizgisini meydana getiren bir dizi dağlardan oluştuğunu ve bu çizginin aynı zamanda bir stratejik sınır da sayılabileceğini belirtmek ister. Öte yandan () Türkiye, Türk ve Kürt soyundan yarım milyon insanın oturduğu bütün bir vilayetin, hiçbir neden olmaksızın, anayurttan ayrılmasına katlanamaz ().
Irak’ın güvenliği bakımından en iyi garanti, Irak’ta iktidar kimin elinde olursa olsun, Türkiye’nin dostluğunu kazanmak ve sınırları içinde bir Türk ve Kürt irredentisme’ine meydan vermemektir ().”
İsmet Paşa, uzunca konuşmasını şöyle bitiriyor:
“Türkiye’nin, Musul Vilayetinin kendisinden ayrılmasına neden razı olamayacağını gösteren düşünceleri şöyle özetlemek istemekteyim:
1. Bu vilayet halkının büyük çoğunluğu Türk ve Kürttür.
2. Bu vilayette oturanlar, yeniden Türkiye’ye bağlanmak istemektedirler ();
3. Coğrafi ve siyasi bakımlardan, bu vilayet, Anadolu’nun tamamlayıcı parçalarındandır; bu vilayet, ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
4. Hukuk bakımından hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan bu memlekete ilişkin olarak İngiltere’nin yapmış olabileceği bütün andlaşmaların () hukuk açısından hiçbir değeri olamaz.
5. Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un, ticaret ilişkilerimiz ve bu bölgenin güvenliği bakımından, bizim elimizde olması zorunludur.
6. Musul Vilayeti, ülkemizin birçok başka parçaları gibi, savaşmanın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak, bizden alınmıştır; bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da bize verilmesi gerekir”
İsmet Paşa, 23 Ocak günü Lozan Konferası’nda yapılan görüşmeyi Ankara’ya özetle şöyle rapor etti (özettir):
“Musul konusunda büyük çarpışma oldu. Benim uzun konuşmama Curzon cevap verdi ve işi Milletler Cemiyeti’ne yollamayı önerdi ve plebisitten yan çizdi. Musul’un geri verilmesinde ısrar ettim. Durum ciddidir.” [5]
İngiltere, Musul Vilayetini Türkiye’ye geri vermeye yanaşmadı. Lord Curzon, Nuh diyor, peygamber demiyordu. Musul yüzünden Lozan Barış Konferansı çıkmaza girecekti. Sonunda Müttefikler, İngiliz görüşü doğrultusunda bir kararı benimsediler. Buna göre, Musul sorunu, Lozan Barış Antlaşması’nın dışında tutulacak, Türkiye ile İngiltere bu sorunu ikili görüşmelerle çözmeye çalışacaklar, çözemezlerse sorunu Milletler Cemiyeti’ne götüreceklerdi. Müttefikler, bu doğrultuda bir kararı da içeren barış önerilerini 31 Ocak ’te Türk tarafına sundular.
***
Lozan Konferansı’na 4 Şubat ’te ara verildi. İsmet Paşa, Ankara’ya döndü ve 21 Şubat günü TBMM’nin gizli oturumunda milletvekillerine Lozan görüşmeleri hakkında bilgi verdi. Musul konusunda şunları söyledi:
“En nihayet son ve kati olarak bütün müttefikler müttehit (birleşik) bir cephe olarak inkıta (konferansın kesilmesi) tehdidi ile bizi tehdit ettiler. Bizi Musul meselesinde ricata icbar ettiler (geri adım atmaya zorladılar). Mukavemet ettik. Noktai nazarımızı muhafaza ettik.
Müttefikler, arazi meselesinde adalar, Suriye hududu ve Musul meselesini yekpare bir mesele olarak bize tasdik ettirmek istediler. Fakat biz bütün kuvvetimizi birisi üzerine, bir mesele üzerine temerküz ettirmek için diğer meselelere temas etmeksizin yalnız Musul meselesi üzerinde teksif ettik.” [6]
İsmet Paşa, Meclisin 27 Şubat tarihindeki gizli oturumunda da Lozan Konferansı’nın ikinci döneminde izlenecek tutum ve Müttefiklere sunulacak karşı öneriler hakkında bilgi verdi ve ardından çetin tartışmalar başladı.[7]
“İSMET PAŞA (Hariciye Vekili)– Musul Vilayetinin hallini tâlik ettik (askıya aldık, erteledik). Bir sene zarfında İngiltere ile halledilecektir. Mutabakat hasıl olmazsa Cemiyeti Akvam’a müracaat edilecektir tarzında bir şekl-i hal (gürültüler) ile müttefiklerin noktai nazarına yaklaşmak istiyoruz Mesaili arziyede (toprak sorunlarında), bilfiil işgal etmediğimiz bir yeri işgal etmek, % 99 silahla oraya girmeye mütevakkıftır (bağlıdır)
HÜSEYİN AVNİ BEY (Erzurum)– Efendiler Paşa’yı ben dinledim, siz de dinlediniz. Sizden soruyorum ne dinlediniz? (Hiç sesleri) Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çeklilip gitmeli (Bravo sesleri, şiddetli alkışlar)
OPERATÖR EMİN BEY (Bursa)– Efendiler, yalnuız Musul ile kalmaz, Musul’u verdiğimiz gün hudut Erzurum’dur
MUSTAFA DURAK BEY (Erzurum)– Musul’un bir sene sonraya taliki (ertelenmesi) demek arkadsaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şark’ta bir yerin kalmamıştır
SIRRI BEY (İzmit)– ..Şimdi acaba Heyeti Murahhasamız ve onun programını kabul eden Heyeti Vekilemiz, Misakı Milli’nin mefhumuna sadık mı, değil mi diye onu düşünmekliğimiz lazımdır
HÜSEYİN RAUF BEY (İcra Vekilleri Heyeti Reisi)–Musul’u bir sene talik ve bir sene zarfında İngilizlerle başbaşa anlaşmak imkânı şimdi mümkün olmazsa Cemiyeti Akvam’a havale (Handeler), (Maşallah sesleri, alkışlar) Vaziyeti askeriyemizi mütalea ettik. Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin izahatı, ordumuzun kuvvetli ve emirlerinizi ifaya muktedir olduğu kanaatını verdi. Maliye Vekilimiz Meclisin fedakârlık emirlerini fedakârane ifaya hazır olduğunu ifade etti. Bizim için de lazım olan bu idi. Ancak harp ifade ederken düşünülecek bir nokta varsa zarar mı kâr mı eder. Ne kadar devam eder. Netayici ne olabilir. (Allah bilir sesleri) Fakat Allah da insanlara bir fikir vermiştir düşünsün diye akıl vermiştir Musul’u talik etmek ve icabederse harp etmek imkânını elde tutarak (gürültüler) müsaade buyurun; elde tutarak sulh için bir teşebbüste bulunmak münferiden İngilizlerle Musul meselesini Türklük, Kürtlük ve Araplık ayırarak lehimize halletmeye çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvam’a sevk etmek Bu şekilde bir çare düşündük
NECMETTİN BEY (Siirt)– Rauf Beyefendi; geçen celsei hafiyelerde Musul hakkındaki beyanatınızda Musul’un fevkalade ehemmiyetli olduğunu ve Musul’un terki vilâyat-ı şarkiyenin hepsini terk etmek olduğunu ifade buyurdunuz. Tebdili kanaat mı ettiniz?..
HÜSEYİN RAUF BEY (Devamla)– Kanaatımı tebdil etmedim, aynı kanaatteyim. Musul meselesi vilayat-ı şarkiyemiz meselesidir. Vilayatı şarkiye meselesi Türkiye meselesidir. Vilayatı şarkiye tehlikeye düşerse Türkiye tehlikeye düşer. Sözlerimi bu kanaatte olarak söylüyorum
YUSUF ZİYA BEY (Bitlis)– Musul Misakı Milli’nin dahilinde mi değil mi?
HÜSEYİN RAUF BEY (Devamla)– Dahilindedir
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)–Arkadaşlar, mevzuubahis olan mesele cidden mühim ve naziktir. Bu meseleyi asabiyetle görüşmek doğru değildir (gayri caizidir). Onun için bütün arkadaşları sükûta davet etmek cüretinde bulunacağım Efendiler, arazi meselesi ve sınır meselesi, Misakı Milli’nin, yüksek malumunuz, birinci maddesinin kapsamı dairesindedir Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek, ondan sarfı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı beklemektir Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır Musul meselesini bugünden halledeceğiz, Ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar[8]
İHSAN BEY (Cebelibereket)– Şimdi efendiler Musul gidiyor, bu ne kadar muazzam iş Yarın İngilizler orada bir Kürt devleti yapacaklar. İğtişaş yapacaklar, hepsini yapacaklar. Fakat gidiyor Musul’u isteriz. Ne ile? Harp ile mi?.. Kuvvetimiz, kudretimiz nedir? Düşnanlarımız nedir? Harp yapalım. Hal edeceğimiz mesele budur. Başka bir şey yoktur. Heyecana kapılıp işi uzatmamak lazımdır.[9]
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)– Ordumuzun kuvveti hangi kuvvetlerle karşılaşacaktır? Harp olursa safahatı ne olur? Çok rica ederim bunları burada mevzuubahis ettirmeyiniz Bence mesele gayet basittir. Orta yerde bir sene için mukadderatının taliki icab eden Musul meselesi vardır. Talik mi edelim, talik etmemek için harp mı edelim?..[10]
Milletvekilleri, konuşmalarında şöyle görüşleri dile getiriyorlar:
Musul sorunu, doğu illeri sorunudur.
Musul meselesi vilayat-ı şarkiye meselesidir.
Musul giderse Doğu Anadolu da gider.
Musul’u bırakırsak doğu illerinde de tutunamayız.
Musul’u kaybettikten sonra senin doğuda bir yerin kalmamıştır.
Musul’u terk etmek doğu illerini terk etmek demektir
***
TBMM, 21 Şubat-6 Mart tarihleri arasında Musul sorununu uzun uzun tartıştıktan sonra Hükümete ve Lozan’a gidecek olan İsmet Paşa heyetine güvenoyu verdi. İsmet Paşa, Türkiye’nin barış hakkındaki karşı önerilerini 8 Martta Ankara’dan İtilaf Devletlerine gönderdi. Bu karşı önerilerde Türkiye-Irak sınırı, yani Musul sorunu şöyle yer aldı:
“Türkiye ile Irak hakkındaki sınır, işbu antlaşmanın yürülüğe girmesinden başlayarak on iki aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne gönderilecektir.”[11]
Böylece Türkiye, Musul konusunda Milletler Cemiyeti’ne gidilmesi yolundaki İngiliz önerilerini kabul etmiş oluyordu. Lozan Konferansı’nın ikinci döneminde İsmet Paşa ile İngiliz Delegesi Sir Horace Rumbold arasında yeniden görüşmeler yapıldı ve sonunda Musul sorunu veya Türkiye-Irak sınırı Lozan Barış Andlaşması’na şöyle girdi (Md. 3, fıkra 2):
“Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki Hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecektir.
Sınır konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamağı karşılıklı olarak yükümlenirler.”[12]
Lozan Antlaşmasının yukarıdaki 3. maddesi gereğince, Mayıs te, İstanbulda, Musul konusunda Türk-İngiliz görüşmeleri başladı. Bir aya yakın süren görüşmelerde bir uzlaşmaya varılamadı. İngiltere, Musul sorununu Milletler Cemiyeti’ne götürdü (6 Ağustos ). Hemen ertesi gün Hakkâri yöresinde Nesturi ayaklanması çıkarıldı (7 Ağustos). İngiliz ajanlarının kışkırttığı ve desteklediği Nesturi asileri, Hakkâri bölgesini de Kuzey Iraka bağlamaya ve İngiliz mandası altına sokmaya kalkıştılar. O tarihte henüz birinci yaşını bile doldurmamış olan Türkiye Cumhuriyeti, silahlı bir ayaklanmayla karşı karşıya bırakıldı. Türkiye, Musulu topraklarına katmak isterken Hakkâriyi mi kaybedecekti?
İngiltere Milletler Cemiyetinde çok etkin durumdaydı, bu kuruluşun genel sekreteri de İngiliz idi. Türkiye ise Milletler Cemiyetine henüz üye bile değildi. Dolayısıyla bu kuruluştan Türkiye lehine karar çıkarmak hiç kolay olmayacaktı. Musul sorunu görüşülürken Milletler Cemiyeti’nde Türkiyeyi Fethi Okyar temsil etti. Fethi Bey de tıpkı İsmet Paşa gibi, Türkiyenin tezini elinden geldiği kadar savundu. Musulda plebisit yapılmasını istedi. Bu istekleri kabul edilmedi. Türkiyenin itirazına rağmen, Musul Vilayetine üç kişilik bir inceleme heyeti gönderilmesine karar verildi. Macaristan eski Başbakanı Kont Teleki, İsviçre’nin Bükreş Elçisi A. Virsen ve Belçikalı emekli albay A. Poulisten okuşan heyet Musula gönderildi.
Bu heyet, hesapça Musul Vilayetinde halkın nabzını tutacaktı. Musul Vilayetinde yaşayan insanların Türkiyeye katılmak isteyep istemediğini anlamaya çalışacaktı. Tam bu heyet Musul yöresinde dolaşmaya başlarken, Doğu Anadoluda Şeyh Sait ayaklanması patlak verdi (13 Şubat ). Bu ayaklanma, İngilizlerin ekmeğine yağ sürdü, Türk tezini ise zayıflattı. Üçlü komisiyon sonunda İngilizlerin arzu ettiği doğrultuda rapor verdi. Bazı şartlarla Musul Vilayeti’nin Irak’a katılmasının uygun olduğu yolunda görüş bildirildi.
Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık te Musul konusunda son kararını verdi: Kararda Musul Vilayeti’nin tamamı Irak’ta bırakıldı. Türkiye, Musul Vilayetini kaybetti.
Musul yüzünden, Lozan Barış Antlaşması, haksız yere eleştirilmiştir. Ancak, Türkiyenin Sevrden Lozana gelmiş olduğunu unutmamak gerekir. Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşması dikkatle karşılaştırılınca, Türkiyenin Lozanda ne muazzam bir diplomatik zafer kazanılmış olduğu kendiliğinden anlaşılır. Atatürk, Nutukta, Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşmasını 12 başlık altında uzun uzun karşılaştırdıktan sonra sonuç olarak şunları söyler:
“Saygıdeğer baylar, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri, öbür barış önerileriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma (yani Lozan Antlşaması) Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yoketme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir, Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.”
Son bir noktaya daha değinip konuşmamı bitireceğim.
İsmet Paşa Lozanda üç antlaşma imzalamıştır:
l- Lozan Barış Antlaşması. 18 eki ile birlikte bir pakettir. 24 Temmuz te imzalandı.
Burada işte bu antlaşmayı konuştuk. “Lozan Antlaşması” diye sözü edilen ya da yazılıp çizilen de genellikle bu antlaşmadır. İsmet Paşanın Lozanda imzaladığı öteki iki antlaşma da şunlardır:
2- Türkiye-Polonya Dostluk Antlaşması. 23 Temmuz te Lozanda imzalandı. Pek bilinmez. Bunu daha ziyade Polonyalı tarihçiler, Türkiye-Polonya ilişkilerinden bahsederken dile getirirler, Lozanda ilk antlaşmanın Türkiye ile Polonya arasında yapılmış olduğunu söylerler.
3- Türkiye-ABD Antlaşması. 6 Ağustos te Lozanda imzalandı.[13] İkili bir antlaşmadır. Türkiye-ABD ilişkilerini düzenlemeyi öngörmüştür. Bu antlaşma, sırf Lozanda imzalanmış olduğu için, bazen Lozan Barış Antlaşması ile karıştırılmaktadır! Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu gibi hatalardan sakınmak lazımdır. Bu Türkiye-ABD Antlaşması Amerikan Senatosunca onaylanmadı ve yürürlüğe girmedi. “ABD, Lozan Antlaşması’nı reddetmiştir, demek ki Türkiyenin sınırlarını tanımamıştır” gibi cahilce laflar edildiğine şahsen tanık oldum! Düzeltmeye çalıştım. Ne demişler: “Bu kadar cehalet tahsil ile mümkündür.”
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.
***
MUSUL KRONOLOJİSİ
()
30 Ekim :Mondros Mütarekesi imzalandı. (Bu tarihte Musul şehri ve Musul vilayetinin önemli bir bölümü VI. Türk Ordusunun kontrolünde bulunuyordu.)
15 Kasım : İngiltere, Musul Vilayetini işgal etti. (İşgal, Mütareke Anlaşmasının, “ Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkınca, herhangi bir stratejik yeri işgal hakkına sahip olacaklardır” diyen 7. maddesine dayandırıldı.)
28 Ocak : Osmanlı Millet Meclisi, gizli oturumunda Misakı Milli’yi kabul etti. (Misakı Milli, 30 Ekim ’deki mütareke sınırını, Türkiye sınırı olarak kabul etmişti ve dolayısıyla Musul Vilayeti de Türkiye sınırları içinde sayılıyordu.)
3 Kasım : Ankara Hükümeti, Lozan Barış Konferansı’na Başdelege seçilen İsmet Paşa’ya Türkiye-Irak sınırı hakkında şu talimatı verdi: “Irak sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa Hükümetten talimat alınacak.”
20 Kasım : Lozan Barış Konferansı törenle açıldı. (Türkiye üç delegeyle konferansta temsil edildi: Başdelege İsmet Paşa; delegeler Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka.)
26 Kasım : Akşam, İsmet Paşa ile Lord Curzon, baş başa, Irak sınırını konuştular. İsmet Paşa Musul’u istedi. Curzon reddetti. Tartıştılar. İsmet Paşa, konferansta da Musul Vilayetini isteyeceğini söyledi. Curzon, kesinlikle reddedeceğini tekrarladı.
27 Aralık : Lord Curzon, Musul’dan vazgeçmeyeceklerini bir muhtıra ile İsmet Paşa’ya bildirdi. İngiltere, savaşta galip olarak Musul’u zaptetmiş ve Milletler Cemiyeti’nden de Irak’ın mandasını almış, bu haklarından vazgeçemezmiş. General Townshend, Musul’u şimdilik bir kenera bırakmayı İsmet Paşa’ya telkin etti.
30 Aralık : İsmet Paşa, Curzon’un Musul’a ilişkin muhtırasına bir muhtırayla cevap verdi. “Musul meselesi en buhranlı günlerindedir” diye Ankara’ya rapor etti.
5 Ocak : İsmet Paşa, Lozan’da İngiliz Müsteşarı ile Musul sorununu görüştü. İngiliz, Musul şehri dışında toprak ve petrolden pay vermeyi önerdi. İsmet Paşa, Musul’u da istedi. “Bizim için Musul vatan meselesi, İngiltere için petrol meselesidir” dedi.
6 Ocak : İsmet Paşa, bir İngiliz aracılığıyla, Musul konusunu görüşmeleri için Londra’ya iki adam gönderdi: “İngilizleri petrolde tatmin edip toprağı iade ettirmeğe çalışacaklar” diye Ankara’ya bildirdi.
12 Ocak : Curzon, Musul meselesini Londra’da halletmeye çalışıyorsunuz diye İsmet Paşa’ya bir mektupla sitem etti. Paşa cevap verdi.
14 Ocak : İsmet Paşa, “İngilizler bize karşı yine sertleşiyorlar. Amaçları bizi yıldırmak ve Musul’dan vazgeçirmek. Barış, Musul üzerinde toplanıyor” diye rapor etti.
17 Ocak : İsmet Paşa: “Lord Curzon’un özel sekreteri, Musul sorununu Lahey Adalet Divanı’na ya da Milletler Cemiyeti’ne götürme fikrini ortaya attı.”
19 Ocak : Lord Curzon, ikili görüşmelerle çözümlenemeyen Musul sorununu Lozan Konferansı’na getireceğini bir mektupla İsmet Paşa’ya haber verdi. İsmet Paşa, cevap vereceğini ve konferansta da Musul’u isteyeceğini Ankara’ya bildirdi.
21 Ocak : İsmet Paşa: “Musul sorunu konferansta açıkça tartışılacak. Curzon, sorunu hakeme havale etmek isteyecek gibi görünüyor. Benplebisit teklif edeceğim.”
23 Ocak : Lozan Konferansı’nda Musul sorunu görüşüldü. İsmet Paşa uzun bir konuşmayla Musul’un Türkiye’ye geri verilmesini istedi. Türk tezini şu nedenlere dayandırdı: 1) Etnografik nedenler, 2) Siyasal nedenler, 3) Tarihi nedenler, 4) Coğrafi ve ekonomik nedenler ve 5) Askeri ve stratejik nedenler. İsmet Paşa, RaufBeye gönderdiği telgrafta, özetle, “Musul konusunda büyük çarpışma oldu. Benim uzun konuşmama Curzon cevap verdi ve işi Milletler Cemiyeti’ne yollamayı önerdi. Musul’un geri verilmesinde ısrar ettim. Durum ciddidir” dedi. İsmet Paşa, GaziPaşa’ya da şunları yazdı: “Son dererce bunalımlı bir gün geçirdik. Musul için savaş günü. Çok yorgunum. Üç gün uyumadım. Musul’u düşündüm”
25 Ocak : İsmet Paşa’dan tel: “Curzon, Musul için Milletler Cemiyeti’ne başvurdu Askıda beş temel sorun var. Bizim aleyhimizde bir barış projesi verecekler. Bir-iki gün bekleyip Lozan’dan ayrılacaklar. Konferansa ara verilmiş olacak.
27 Ocak : İsmet Paşa’dan rapor: “Konferansın resmi çalışmaları bitti. Şu sorunlar askıda kaldı: Musul, adli kapitülasyonlar, Trakya sınırı, tazminat ve tamirat. Musul yüzünden mali sorunlar daha da ağırlaştırılmıştır Musul’dan feragat göstererek sulh aramak fikrindeyim.”
30 Ocak : Müttefikler, Lozan’da, Türk heyetine ağır bir barış antlaşması projesi sundular. Türkiye’nin reddetmiş olduğu maddeleri de projeye koydular.
31 Ocak : Lozan’daki Türk heyetinin görüşü: “Barışa ulaşabilmek için, Musul meselesinde İngilizlerle bir anlaşma zemini bulmak gerekli. Anlaşma zemini deyince biz özellikle Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında halletmek şeklini tercih ediyoruz.”
4 Şubat : Lozan’da Türk heyeti, karşı tekliflerini Müttefiklere iletti. Lozan Konferansı’na ara verildi.
7 Şubat : İsmet Paşa Lozan’dan ayrıldı. (Yunanistan’dan geçmemek için, Lozan-Bükreş-Köstence üzerinden yolculuk yaptı, kar yüzünden ancak 16 Şubatta İstanbul’a gelebildi.)
19 Şubat : İsmet Paşa Ankara’ya döndü.
21 Şubat : İsmet Paşa, TBMM’nin gizli oturumunda Lozan Konferansı hakkında bilgi verdi: “Musul büyük bir sorun olarak askıda kaldı” dedi. Hükümetin, Musul anlaşmazlığının bir yıl içinde Türk-İngiliz görüşmeleriyle çözümlenmesi, çözümlenemezse Milletler Cemiyeti’ne başvurulması yolunda Müttefiklere bir öneride bulunmayı düşündüğünü bildirdi. Bazı milletvekilleri bu görüşe tepki gösterdiler. Bir yıl ertelenince Musul’un kaybedileceği, Misakı Milli’den sapılmış olacağı söylendi.
Başbakan Rauf Bey de, “Musul meselesi doğu vilayetleri meselesidir, doğu vilayetleri meselesi Türkiye meslesidir. Doğu vilayetleri tehlikeye düşerse, Türkiye tehlikeye düşer” dedi. Ancak, bir yıl ertelemekle Musul’un kaybedilmiş olmayacağını savundu.
Mustafa Kemal Paşa da şunları söyledi: “Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya ertelemek, ondan vazgeçmek demek değildir. Belki bunun sağlanması için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı beklemektir Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır Musul meselesini bugünden halledeceğiz, Ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar”[14]
Mart : Musul sorunu TBMM’nin gizli oturumlarında uzun uzun tartışıldı. Milletvekilleri, “Musul elden gidiyor!” diye ayağa kalktılar, Hükümeti sert biçimde eleştirediler. Ergani milletvekili Emin Bey, “Musul’u satıyorlar!” diye bağırdı. Başbakan Hüseyin Rauf Bey (Orbay), eleştirilere cevap verdi: “Musul’un elimizden çıkması ortak vatanımız için büyük bir tehlikedir, kanaatı vardır Musul’u behemehal alacağız fikrinde ısrar edersek, mutlaka ordu ile almak imkânı vardır. Çünkü bunu siyasetle almak imkânı olmadığına delegasyonumuz kani olmuştur ve bize izah edilince biz de kani olmuşuzdur” diye konuştu.
8 Mart : İsmet Paşa, barış antlaşması hakkında Türkiye’nin karşı önerilerini İtilaf Devletlerine gönderdi. Bu önerilerde Türkiye-Irak sınırı, yani Musul sorunu şöyle yer aldı: “Türkiye ile Irak hakkındaki sınır, işbu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak on iki aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne gönderilecektir.”[15]
24 Temmuz : LozanBarış Antlaşması törenle imzalandı. Antlaşmada Musul sorunu veya Türkiye-Irak sınırı şöyle yer aldı (Md. 3, fıkra 2): “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki Hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecektir. Sınır konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamağı karşılıklı olarak yükümlenirler.”[16]
****
19 Mayıs : Musul konusunda Türk-İngiliz görüşmeleri İstanbul’da başladı. Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasında yapıldığı için “Haliç Konferansı” olarak bilinen bu görüşmelerde Türkiye’yi TBMM Başkanı Fethi Bey (Okyar), İngiltere’yi de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil etti. Fethi Bey, Türk tezini savunarak Musul Vilayeti’nin Türkiye’ye katılmasını istedi. İngiliz delegesi Cox ise, Nesturilerin yaşadığı Hakkâri ilinin Irak’a katılmasını istedi ve İngiltere’nin anlaşmaya niyeti olmadığı, sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi amaçladığı anlaşıldı.
5 Haziran : Musul konusunda 19 Mayısta İstanbul’da başlayan Türk-İngiliz görüşmeleri, bir sonuca varılamadan sona erdi.
6 Ağustos : İngiltere, tek taraflı olarak, Musul sorununu Milletler Cemiyeti Konseyi’ne götürdü.
7 Ağustos : Hakkâri bölgesinde Nesturi ayaklanması çıktı. İngiliz uçakları Nesturi isyancılarına havadan destek verdi.
20 Eylül : Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul sorununu görüşmeye başladı. Türkiye’yi temsil eden Fethi Bey (Okyar), etnik, tarihi, siyasi ve stratejik nedenlerle Musul Vilayetinin Türkiye’de bırakılması gerektiğini savundu. Musul’un kaderini belirlemek için bölgede bir plebisit yapılmasını istedi. İngiltere’yi temsil eden Adalet Bakanı Lord Palmoor ise, sorunun, Türkiye-Irak sınırının çizilmesi sorunu olduğunu ve sınırların plebisitle çizilemeyeceğini söyledi. Milletler Cemiyeti’nin bir komisyon kurup Musul’a göndermesini istedi.
30 Eylül : Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, Musul sorununu inceleyecek üç kişilik bir komisyon kurmaya karar verdi ve komisyon üylerini şöyle belirledi: Macaristan eski Başbakanı Kont Teleki, İsviçre’nin Bükreş Elçisi A. Virsen ve Belçikalı emekli albay A. Poulis.
29 Ekim : Türk ve İngiliz birlikleri arasında sınır çatışmalarının başlaması üzerine, Milletler Cemiyeti Meclisi Brüksel’de toplanarak Musul’u Hakkâri’den ayıran eski vilayet sınırını Türkiye ile Irak arasında geçici bir sınır olarak kabul etti ve buna uyulmasını isterdi. (Brüksel toplantısında belirlendiği için “Brüksel Hattı” olarak da anılan bu sınır çizgisi, çok az farkla bugünkü Türkiye-Irak sınırıdır.)
4 Ocak : Musul sorununu incelemek üzere Milletler Cemiyeti’nce atanan Üçlü Komisyon, Ankara’ya gelip temaslarda bulundu.
16 Ocak : Milletler Cemiyeti Komisyonu Ankara’dan Bağdat’a gitti. Türkiye adına eski ordu Müfettişi Cevat Paşa da Komisyona eşlik ediyordu ve paşanın yanına yardımcı uzmanlar da verilmişti.
27 Ocak : Milletler Cemiyeti Komisyonu Bağdat’tan Musul’a geçti. Yerli halkın Cevat Paşa’yı coşkun gösterilerle karşılamaları işgalci İngilizleri rahatsız etti ve paşanın yerli halkla temasları engellenmeye başlandı.
13 Şubat : Milletler Cemiyeti Komisyonu Kerkük ve Süleymaniye taraflarında halkın Türkiye’ye mi yoksa Irak’a mı katılmak istediğini anlamaya çalıştığı bir sırada Doğu Anadolu’da Şeyh Saitayaklanması başladı. Bu ayaklanma (ve daha önceki Nesturi ayaklanması), İngilizlerin ekmeğine yağ sürdü, Türk tezini zayıflattı ve Üçlü Komisyonun kararını etkiledi.
16 Temmuz : Üçlü Komisyon, Musul hakkındaki raporunu Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sundu. Raporda, bazı şartlarla Musul Vilayeti’nin Irak’a katılmasının uygun olduğu yolunda görüş bildirildi.
19 Eylül : Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, Lahey Adalet Divanı’na görüş sormaya karar verdi: Meclisin Musul konusunda vereceği son karar uyulması zorunlu bir karar mı, yoksa sadece bir tavsiye kararı mı sayılacaktı? (Türkiye, sorun hukuki değil, siyasi olduğu için Adalet Divanı’nın bu konuda yetkili olamayacağını savundu ve Divan’a temsilci göndermedi.)
21 Kasım : Lahey Daimi Adalet Divanı, Musul Konusunda şu görüşü bildirdi: “Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, Lozan Andlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrası uyarınca (Musul konusunda) alacağı karar Taraflar için uyulması zorunlu olacak ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırın kesinlikle saptandığını gösterecektir”
16 Aralık : Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul konusunda son kararını verdi: Kararda “Brüksel Çizgisi” Türkiye-Irak sınırı olarak kabul edildi, yani Musul Vilayeti’nin tamamı Irak’ta bırakıldı.
11 Mart : Milletler Cemiyeti Meclisi, tüm Musul Vilayetini Irak’ta bırakan 16 Aralık tarihli kararın, bu konuda kesin karar olduğunu ilan etti.
***
5 Haziran : Türkiye ile İngiltere ve Irak arasında Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşması (Musul Antlaşması) Ankara’da imzalandı. Antlaşma 18 maddeden ve şu üç bölümden oluşmaktadır: 1) Türkiye ile Irak arasındaki sınır (md. ), 2) İyi komşuluk İlişkileri (md. ) ve 3) Genel Hükümler (md. ). Antlaşmanın, Türkiye ile Irak arasındaki sınırı ayrıntılarıyla tanımlayan bir de Ek’i vardır. Anlaşmanın “İyi komşuluk ilişkileri” başlığını taşıyan ikinci bölümü 10 yıl süreli idi.
7 Haziran : Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Musul Antlaşması”nı onayladı ( sayılı yasa).
18 Haziran : “Musul Antlaşması”nın onay belgeleri Ankara’da teati edildi ve antlaşma yürürlüğe girdi.
5 Aralık : Türkiye ve Irak, 5 Haziran tarihli Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Andlaşması’nı süresiz olarak uzattılar.
[1]) Bilâl N. Şimşir, Atatürkün Yabancı devlet Adamlarıyla Görüşmeleri. Yedi Belge (), Belleten, Cilt XLV, Sayı (Ocak )den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, , s
[2]) Hikmet Uluğbay, Petropolitik, Ayraç Yayınevi, Ankara, , s
[3]) İsmet Paşa’nın bu açıklamasının Fransızca aslının tam metni için bkz.: Conférence de Lausanne sur les Affaires du Proche-Orient () Recueil des Actes de la Conférence Premier Série, Tome I er Protocoles des Séances Plénières et Procès-Verbaux et Rapports de la Première Commission (Questions Territoriales et Militaires, Paris, Imprimérie Nationale, , pp; aynı belgenin Türkçeye çevirisinin tam metni için bkz.: Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar Belgeler, Önsöz: İsmet Paşa, Çeviren: Seha L. Meray, Takım I, Cilt 1, Kitap 1: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, , s
[4]) Buraya bir not düşeyim: Kürtlerin Turan kökenli olduğu yolundaki İsmet Paşanın bu tezi yaklaşık yarım yüzyıl aradan sonra, yılında, Ankarada hatırlanmıştı. Ben o tarihte Londrada maiyette Başkonsolos idim.. Bu konuda bir araştırma yapmam için Dışişleri Bakanlığından talimat aldım. Bir araştırma yaptım. O zaman Ankaraya göndermiş olduğum raporu yılında bir kitabımda yayımladım. Bkz. Bilâl N. Şimşir, Kürtçülük, Bilgi Yayınevi, Ankara, , s
[5]) Şimşir, Lozan Telgrafları I, s, No. İsmet Paşa’dan Başbakanlığa tel, , No.
[6]) TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, , s
[8]) Atatürk’ün Meclis’teki bu konuşmasının biraz sadeleştirilmiş metni için bkz.:Atatürk’ün Bütün Eserleri,
Cilt 15 (), Kaynak Yayınları, İstanbul, , s
[9]) TBMM Gizli Celse Zabıtları 3, s
[10]) Ibid., s
[11]) Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar Belgeler (Çeviren: Seha L. Meray), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayını, Ankara, , Takım 1, Cilt 4, s
[12]) Ibid., Takım II, Cilt 2, s
[13]) Bu antlaşma yılında şu adla yayımlanmıştı: TBMM Hariciye Vekâleti, Türkiye ile Amerika Düveli Müttehidesi Beyninde Münakit Muahedename ve İadei Mücrimin Muahedenamesi, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, (). Antlaşmanın Türkçe ve Fransızca metinleri resmi olarak Dışişleri Bakanlığı tarafından yılında yayımlandı. Bkz. Türkiye ile Amerika Düvel-i Müttehidesi Beyninde Muahedename/ Traité Entre la Tuquie et les Etats-Unis dAmerique, T.C. Hariciye Vekâleti, Muahedat Mecmuası, Üçüncü Cilt, Ankara, , s
[14]) Atatürk’ün Meclis’teki bu konuşmasının biraz sadeleştirilmiş metni için bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri,
Cilt: 15 (), Kaynak Yayınları, İstanbul: , s
[15]) Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar Belgeler (Çeviren: Seha L. Meray), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayını, Ankara, , Takım 1, Cilt 4, s
[16]) Ibid., Takım II, Cilt 2, s
Resul Babaoğlu
Siirt Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Anahtar Kelimeler: Lozan Konferansı, İsmet Paşa, diplomasi, savaş, TBMM
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında savaşlar ve ihtilal olarak adlandırılabilecek birtakım tarihi gelişmenin yanında, diplomasi girişimlerinin de önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede, Lozan Konferansı’nın taşıdığı önemi belirtmeden önce, yeni Türkiye Devleti’nin diplomatik ilişkilerinin tarihsel geçmişine kısaca yer vermek faydalı olacaktır.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının hemen ardından Anadolu’yu nüfuz bölgelerine ayırıp fiili işgallere girişen İtilaf güçlerine karşı Büyük Millet Meclisi merkezinde birleşen Milli Mücadele Hareketi bir taraftan askeri önlemler alırken diğer yandan da dış siyaset yoluyla destek arayışına girmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda karargâh olarak kullanılan Ankara Ziraat Mektebi’nin bir odasında dış servis kurularak bir müsteşar ve bir siyasi danışmanın görevlendirilmesi bu bakımdan önemli bir ayrıntıdır[1] .
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlandırılması için etkili bir siyaset yürüten TBMM Hükümeti, Sovyet Rusya başta olmak üzere Fransa ve İtalya ile çeşitli temaslarda bulunmuştur[2] . Dış yardımlar ve düşmanlığı sona erdirmek için giriştiği müzakerelerle TBMM yurtdışında tanınmaya başlamıştır. Denilebilir ki, yetersiz bir hariciye kadrosu ve kısıtlı haberleşme imkânlarına rağmen, Mustafa Kemal liderliğindeki Anadolu Hareketi askeri alanda olduğu gibi diplomaside de önemli bir başarı elde etmiştir. Bu dönemde başlatılan siyasi temaslarla kurtuluş mücadelesinin haklılığı dış dünyaya anlatılmaya çalışılarak Misak-ı Milli’de yer alan şartlar, mümkün olan her türlü yolla ortaya konmuştur.
Ankara Hükümeti’nin dış siyaset yoluyla kurduğu ilk ilişkiler Sovyet Rusya ile olmuştur. Mustafa Kemal’in Sovyet diplomat Çiçerin’e dostluk ifadeleri içeren mesajının ardından yapılan hazırlıklar sonucunda Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’in başkanlık ettiği bir heyet, Mayıs ’de Moskova’ya gönderilmiştir.[3] Anadolu’da devam etmekte olan bağımsızlık savaşını sürdürmede ciddi güçlükler yaşayan Ankara Hükümeti böylelikle aradığı dış yardıma ulaşma noktasında önemli bir adım atmıştır. Bu temaslar sonucunda elde edilen avantaj, 16 Mart tarihinde Sovyet Rusya ile imzalanan Türk-Sovyet Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması ile diplomatik bir kazanıma dönüşmüştür[4] .
Yunan ordusuna karşı Batı cephesinde şiddetli çarpışmalar devam ederken, Batılı devletlerle temas kurmaya çalışan Ankara Hükümeti, İngilizlerle arası açık olan Fransızlar ile kendi koşulları üzerinde bir antlaşma yapmayı başarmıştır[5] . Lozan Konferansı’nda da Türk ve Fransız delegelerin hükümleri üzerinde uzlaşmaya varacakları 20 Ekim tarihli Ankara İtilafnamesi’nin, imzalandığı tarihlerdeki ağır siyasal koşullar düşünüldüğünde TBMM Hükümetinin dış politikadaki hareket alanını genişlettiği söylenebilir. Fransa ise uzun süren savaşların Fransız kamuoyunda yarattığı tepkiyi önlemek amacıyla zamanında yaptığı bir anlaşmayla doğuda barışı sağlayarak savaştan çekilmiş, ayrıca bu yolla hem kamuoyundan gelen baskıları ortadan kaldırılmış, hem de İngiliz politikasına hizmet etmek durumundan kurtulmuştur[6] . Anadolu’daki ulusalcı güçlerin İtalya ve Fransa dışındaki diplomatik temaslarının diğer bir adresi de Londra idi. Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in (Tengirşenk) Paris ve Londra gibi başkentlerde TBMM adına barış için uzlaşma zemini arayışında her ne kadar bir sonuç elde edilemediyse de bu girişim, Anadolu Hareketinin barış konusundaki istek ve iradesini ortaya koymuştur[7] .
Kurtuluş Savaşı devam ederken Fransa ile geliştirilen olumlu ilişkilerin önemli bir sonucu olarak, Anadolu’daki İtalyan güçleri de Ankara Hükümeti ile barışçıl ilişkiler yürütmeye çalışmıştır. İtalyan kuvvetleri işgal bölgelerini boşalttıktan sonra, Ankara Hükümetine silah ve malzeme yardımında bulunmayı taahhüt etmiştir[8] . Ancak, İtalya’nın Anadolu’daki askeri birliklerini geri çekmesiyle başlayan olumlu ilişkiler, İtalya’da faşizme kayan söylemlerle iktidara gelen Mussolini’nin ’lara doğru yayılmacı bir dış siyaset yürütmesiyle yerini korku ve güvensizlik temelindeki ilişkiye bırakmıştır[9].
Nihayet, yılı itibarıyla Yunan ordusunun Anadolu’da bozguna uğratıldığı sırada Fransa ve İtalya ile sürdürülen diplomatik görüşmeler Çanakkale Olayında[10] Türk tarafının lehine birtakım gelişmeler doğurmuştur[11]. Öte yandan, İngiltere’nin iç siyasetinde, Yakın Doğu’daki askeri varlığı tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı Lloyd George Hükümeti zor günler geçirmeye başlamıştır. Bununla birlikte, İrlanda, Hindistan ve diğer sömürgelerdeki milliyetçi yönelimler giderek ayrılıkçı bir yapıya bürünmüştür[12] .
Bu tarihlerde Anadolu’daki silahlı çatışma tehlikesine neden olan gerginlik, Mudanya Mütarekesi ’nin Ekim tarihinde imzalanmasıyla yerini yumuşamaya bırakmıştır[13]. Anadolu’daki savaş durumunu geçici bir süreliğine askıya alacak olan ve çatışan tarafları uzlaştıran Mudanya Görüşmeleri, Lozan Konferansı için önemli bir adım olmuştur[14]. Bununla birlikte, başta Doğu Trakya ve İstanbul’un kurtarılması olmak üzere, Mondros Mütarekesi’nin yok sayılması, silahlı mücadeleye Türk tarafının lehinde son verilmesi ve Anadolu’nun paylaşılması planlarının rafa kalkması gibi sonuçlarıyla Mudanya Görüşmeleri, ulusal kurtuluş mücadelesinde yeni bir dönemi başlatmıştır. Batılı devletlerin Sevr Antlaşması kapsamında Anadolu’da kurmaya çalıştıkları dengelerin sağlanması bu gelişmelerden sonra artık çok zor hale gelmiştir.
Lozan Konferansı’na giden süreçte, Avrupalı müttefikler, kapitülasyonların devamı, Osmanlı Devleti’nin dış borçları, demiryolları ve madenler ile ticari imtiyazların devamı konusunda ortak hesaplar içinde olsalar da, Fransa’nın Ruhr bölgesini işgale yeltenmesi, Türkiye’ye karşı kurulması istenen Fransız-İngiliz ittifakını zorlaştırmıştır[15]. Bunun yanı sıra, son zamanlarda Türk- Rus ilişkilerinde görülen olumlu gelişmeler de bölgede kurulmak istenen düzeni belirleyici bir etken olarak hesaba katılacaktır. Bu gelişmelerden sonra Ankara Hükümeti, Batılı güçler ve diğer yabancı ülkelere karşı adli ve mali kapitülasyonların kaldırılması, Misak-ı Milli sınırları dâhilindeki Türk hükümranlığının tanınmasının yanında eşit ve bağımsız bir ülke olarak dünya siyasetine entegre olma politikasını kararlılıkla sürdürme noktasında ulusal bir bilinç ortaya koymuştur.
Barış düzeninin tesis edilmesi yolundaki önemli gelişmelerden biri olan Mudanya Mütarekesi, Ankara Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasındaki silahlı mücadeleye son veren askeri nitelikli bir mukavele ve aynı zamanda kalıcı barış için de gerekli bir aşama olmuştur[16]. Mütarekeden sonra İtilaf Devletleri zaman kaybetmeden kalıcı barışı sağlayacak olan antlaşma için gerekli hazırlıklara başlamışlardır. Yunanistan’ın Anadolu’daki askeri macerasının başarısızlıkla sonuçlanmasının en büyük sonuçlarından biri olan İngiltere’deki hükümet değişikliği, barışı hızlandıran gelişmelerden biri olmuştur. Llyod George kabinesinin istifasından sonra kurulan Bonar Law kabinesine Dışişleri Bakanı olarak giren Lord Curzon’un ilk işi barış konferansının Kasım ayının 13’ünde Lozan’da toplanmasını Fransa’ya bildirmek olmuştur[17]. Fakat Ankara’ya henüz resmi bir başvuru yapılmadığı ve İngiltere’nin seçim sürecinde olduğu bu sıralarda Lord Curzon’un konferansa katılabilmesi için müttefikler, konferansın Avrupa’da toplanmasını isterlerken Ankara Hükümeti ise konferans için İzmir’i tercih etmiştir[18]. Ankara’nın bu isteğine karşılık İngiltere, Fransa ve İtalya, doğuda barışın sağlanması ve boğazlar idaresinin kurulması için aralarında anlaştıklarını bildirmişlerdir. Nihayet 28 Ekim tarihinde müttefik devletlerin baş tercümanları, TBMM Hükümetinin İstanbul temsilcisine sözlü nota tebliğ etmek suretiyle 13 Kasımda Lozan’da toplanacak olan konferansa Ankara Hükümetiyle birlikte Babıali’yi de davet etmişlerdir[19] .
Türk Delegasyonunun seçimi ve TBMM’de II. Grubun Baskısı
Lozan Konferansı’na gidecek olan heyetin tayin edilmesi kolay olmamıştır. Her şeyden önce, Türk Tarihinde yeni bir dönemi başlatacak olan bu tarihi buluşmada hazır bulunmak ve sorumluluk almak, başta dönemin başbakanı olan Rauf Orbay olmak üzere Kazım Karabekir ve diğer diplomatların kolayca reddedecekleri bir paye değildi. Mustafa Kemal, Nutuk adlı eserinde; “Rauf Bey’in başkanlığında bulunacağı heyetin bizim için hayati olan meselede muvaffak olacağına emin olamıyordum. Müşavir olarak İsmet Paşa’nın yanına verilmesini teklif etti. Bu teklife karşı fikrimi söylerken İsmet Paşa’dan müşavir olarak edilecek istifade sınırlıdır. İsmet Paşa başkan olursa azami derecede istifade sağlanacağına ben de inanıyorum” şeklindeki ifadeleriyle heyete kimin başkanlık etmesini istediğini açıkça ortaya koymuştur[20] .
Rauf Orbay’ın anılarında yer verdiği; “Lozan’a gidecek murahhaslar heyetimize benim başkanlık etmemi istiyorlardı. Ben ise karşımıza gelecek olan devletlerin murahhas heyetlerine hariciye vekilleri başkanlık ettiğinden, bizim de aynı şekilde bu işe Hariciye Vekilimiz Yusuf Kemal Bey’i memur etmemizi muvafık buluyordum. Fakat Yusuf Kemal Bey, başkan olarak gittiğim takdirde bana refakat edebileceğini ileri sürerek bu vazifeyi kabul etmedi. Bunun üzerine ben Mustafa Kemal Paşa’ya İsmet Paşa’yı tavsiye ettim”[21] sözleri ise Nutuk’taki ifadelerden tam anlamıyla zıt yöndedir. İsmet Paşa’nın bu konudaki düşünceleri, heyette yer alma noktasındaki isteksizliğini ortaya koymuştur: “Sulh konferansı için Lozan’a gidecek heyete ben fazla ilgi göstermiyordum. Hariciye Vekili vardı, hükümet vardı. Ben bir büyük seferden sonra, bir de mütareke ile çok gergin askeri ve siyasi vaziyetlerin içinden geçmiş olarak çok yorgun bir haldeydim. Konferansa gitmek diye bir mesele hiçbir suretle benim zihnimde mevcut değildi. …Karabekir Paşa, Ruslarla Gümrü Muahedesini yaptığı için, Ruslar Lozan Konferansı’na gittikleri takdirde kendisinin baş murahhas olmasını şart görüyordu.”[22] Ali Fuat Cebesoy ise; “Türkiye Büyük Millet Meclisinin ekseriyeti sulh konferansına gidecek heyetimizde baş murahhas olarak İcra Vekilleri Heyeti Reisi Hüseyin Rauf Bey’i görmek istiyordu” ifadeleriyle konuya bambaşka bir boyut katmıştır[23]. Görülüyor ki bu değerlendirmeler, delege seçimi konusunda liderler arasında derin bir anlaşmazlığın var olduğunu göstermektedir.
Belirtmek gerekir ki, Lozan’a gidecek olan heyetin belirlenmesi konusundaki tartışmalar büyük ölçüde, TBMM bünyesinde II. Grubu oluşturan milletvekillerinin muhalefetine dayanıyordu[24]. Bu heyetin Heyet-i Vekile tarafından mı yoksa TBMM tarafından mı seçileceği konusu 2 Kasım tarihli gündeme gelmiştir. Heyet-i Vekile Reisi Rauf Bey’in delegeler heyetinin hükümet adına gittiğini açıklamasının üzerine Hakkı Hami (Ulukan), Ziya Hurşit, Salahattin (Köseoğlu), Sırrı (Bellioğlu) ve Hüseyin Avni (Ulaş) gibi İkinci Grup’un ağır topları aksi yönde görüş bildirmişlerdir. Uzun tartışmaların ardından 67 red ve 8 çekimser oya karşılık oyla delegelerin Heyet-i Vekile tarafından seçilmeleri kabul edilmiştir[25] .
Son dönem Osmanlı diplomatlarının Avrupalı devletler karşısındaki ezik ve kompleksli tutumlarının Mustafa Kemal’in Lozan görüşmelerini yürütecek olan heyet başkanının belirlenmesi ile ilgili vereceği kararda tayin edici rol oynayan önemli hususlardan biri olduğu söylenebilir. Ona göre, konferansa gidecek olan Türk temsilcilerinin bazı önemli niteliklere sahip olmaları gerekiyordu. Her şeyden önce bu heyet Türkiye’nin iktisadi ve mali bağımsızlığını gerçekleştirecek güç ve dirayette kimseler olmalıydı[26]. Osmanlı diplomatlarının özellikle dağılma döneminde imza attıkları antlaşmalar ve tabi tutuldukları muameleler askeri zaferlerle bağımsızlığını kazanan bir ulus için kabul edilemezdi[27]. 10 Ağustos tarihli Sevr Antlaşması, böyle bir antlaşmaydı. Batılı devletler, tıpkı Mondros Mütarekesi’nde olduğu gibi Sevr Antlaşması’nda da adeta bir ültimatom şeklinde isteklerini dikte etmiş, Türk tarafı da bu metinleri tartışmasız olarak imzalamıştır[28] .
İşte bu ortamda, Mustafa Kemal, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’den istifa etmesini rica ederek İsmet Paşa’nın Dışişleri Bakanı sıfatıyla konferansa katılmasının önünü açmıştır[29]. Yusuf Kemal Bey, sağlık sorunları nedeniyle M. Kemal Paşa’ya, Hariciye Vekilliğinden ayrılmak için istifa dilekçesi yolladığını, Paşanın da Bursa’dan bir telgraf ile İsmet Paşa konusunu gündeme getirerek icap edenlerin yapılmasının münasip olacağını yani istifasının kabul edildiğini belirtmiştir[30]. Yusuf Kemal Bey’in (Tengirşenk) bakanlıktan çekilmesi üzerine 26 Ekim’de TBMM’de İsmet Paşa, Dışişleri Bakanı seçilmiştir. Bakanlar Kurulu 2 Kasım’da Lozan’a gidecek olan heyeti saptayarak TBMM’nin onayına sunmuştur. Buna göre İsmet Paşa baş delege, Sağlık Bakanı Rıza Nur ikinci delege, eski İktisat Bakanı Hasan Saka ise delege seçilmişlerdir. Ayrıca çok geniş bir danışmanlar grubu oluşturularak teknik konular için hazırlıklı olunmuştur[31] .
Lozan’a gidecek olan heyet TBMM tarafından onaylandıktan sonra Meclis çatısı altında yapılan müzakerelerde takip edilecek olan siyasetin esası da belirlenmiştir. Genel anlamda Misak-ı Milli belgesi çerçevesinde belirlenen siyaset, Lozan’a gidecek olan Türk heyetine verilen bir talimatla açıkça ortaya konmuştur. Milli Sınırlar, Kapitülasyonlar, Ermeni yurdu ve boğazları ele alan 14 maddelik ve üç sayfalık bu talimatname Lozan Konferansı’nda Türk tarafının kırmızı çizgilerini teşkil etmiştir[32] .
Lozan Konferansı’nın Başlaması ve Bazı Teknik Sorunlar
3 Kasım günü baş delege olarak seçilen İsmet İnönü, TBMM’de yaptığı konuşmada, konferansta Misak-ı Milli’de saptanan ve ondan sonra TBMM Hükümetince yapılan antlaşmalarda yer almış olan ilkeleri savunacaklarını belirterek şunları söylemiştir: “Heyetimizin Avrupa’da takip edeceği davaların esas yolları, şimdiye kadar cihanca bilinmektedir. Bu, milletimizin öteden beri milli istekleri yolunda takip ve tespit ettiği yoldur ki, Milli Misak ile açıklanmıştır.”[33] Aynı gün, meclis çatısı altında yapılan görüşmelerde milletvekilleri, Misak-ı Milli konusundaki hassasiyetlerini ifade ederek Lozan’a gidecek olan heyetten beklentilerini ortaya koymuşlardır.
4 Kasım’da Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a doğru yola çıkan Türk heyetini taşıyan özel tren yol boyunca halkın yoğun ilgisiyle karşılaşmıştır. Özel tren, Karaköy’e geldikten sonra o tarihte askeri tedbir olarak aradaki köprü atılmış olduğu için oradan otomobillerle Bilecik’e geçilmiş, İsmet Paşa’yı Bilecik’te bir askeri kıta selamlamıştır[34]. Saat üç buçukta İstanbul’a giden tren, istasyonda biriken halkın duaları eşliğinde İsmet Paşa ve heyetini alarak hareket etmiştir[35]. İstanbul’da iki gün kalan İsmet Paşa, bir akşam yemeğinde verdiği beyanatta; barışın sağlanması konusundaki arzusunu belirterek bir an önce neticeye varmak istediğini ve mukavelelere riayetli olduklarını ifade etmiştir[36] . İstanbul’da iki gün kalan heyet, 8 Kasım Perşembe günü Şark Ekspresiyle Sirkeci’den Lozan’a hareket etmiş, ancak ayın 12’sinde Lozan’a varan Türk heyeti kötü bir sürpriz ile karşılaşmıştır[37]. İngiltere ve İtalya’nın iç işleri gerekçe gösterilerek konferansın 20 Kasım’a ertelenmesi bir görüşe göre; İtilaf Devletleri’nin konferans öncesinde Türkiye’ye karşı izleyecekleri politikayı belirlemek için zaman kazanma amacına dönük bir hamleydi[38]. Görüldüğü gibi, İtilaf Devletleri konferansın erteleneceği konusunda Türk heyetine daha önceden resmi nitelikli hiçbir bilgi iletmeyerek başından itibaren konferans süresince Türk tarafına uygulayacakları muamelenin ilk işaretini vermişlerdir.
Konferansa; İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı, Japonya hükümetleri katılmıştır. Boğazlar ile ilgili çalışmalara, Karadeniz kıyı devletleri olarak, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan’ın da katılması esası kabul edilmiştir[39]. Amerika Birleşik Devletleri her ne kadar Türkiye ile savaşmamış olsa da, Lozan Konferansına gözlemci olarak katılmıştır[40]. Konferans görüşmelerinde bir tarafta Türkiye yer alırken, karşı tarafta 12 devlet bulunmaktaydı. Bu 12 devletin büyük çoğunluğu, ağız birliği ederek kendi çıkarları doğrultusundaki çözümleri Türkiye’ye kabul ettirmeye çalışmışlardır. Komisyonlar şeklinde yürütülen görüşmelerde İngiltere, sınırlar, uyrukluk ve boğazların görüşüleceği birinci komisyona başkanlık etmiştir. Başkanı İtalyan olan ikinci komisyon Türkiye’de yabancılara uygulanacak olan rejimi (kapitülasyonlar, yargı yetkisi, imtiyazlar), başkanı Fransız olan üçüncü komisyon da, ekonomik ve mali işleri ve Osmanlı borçlarını görüşmekle görevliydi[41]. Denilebilir ki, müttefiklerin her biri kendini en çok ilgilendiren konuların görüşüldüğü komisyona başkanlık etmek istemiştir.
20 Kasım tarihinde Lozan’da Mont Benon Gazinosu’nda yapılan Lozan Konferansı’nın açılış toplantısında İsmet Paşa’nın programda yer almamasına karşın, kürsüye gelerek yapmış olduğu konuşma, bir bakıma Türk heyetine uygulanmak istenen baskıcı muameleye bir itiraz olarak da değerlendirilebilir. Bu müdahalesiyle İsmet Paşa, Türkiye’nin öteki devletlerle eşit olduğunu vurgulamak istemiştir. Konferansta; “Eşitlik şartlarına titiz bir şekilde dikkat ettik (…) eşitliğin şartlarını dikkatle takip ediyoruz” sözleriyle Türk tarafının hassasiyetlerini ortaya koymuştur[42]. Lozan’da Amerika Birleşik Devletleri delegesi olarak bulunan aynı zamanda Türkiye’nin ilk büyükelçisi olacak olan Joseph Grew’a göre İsmet Paşa’nın bu konuşması son derece talihsiz bir konuşmaydı. Zira açılış oturumu tümüyle törensel bir nitelik taşıdığı için eğer konuşma yapması gerekiyorsa başkana göstermiş olduğu hüsn-ü kabul ve İsviçre’nin misafirperverliği için teşekkür etmekle yetinebilirdi[43] .
İsmet Paşa kendisini Lozan’da son derece güç durumda bulmuştur. O, muzaffer bir devleti temsil etmesine rağmen müttefik devletler, yenilmiş bir devlet gibi muamele etmek istemişlerdir[44]. Bununla birlikte, İsmet Paşa’nın başa çıkmak zorunda olduğu bir diğer husus da imaj meselesiydi. Her şeyden önce, Osmanlı Devleti’ni eski gücüne kavuşturmak isteyen monarşist bir hareketin temsilcisi olmadığını müttefiklere kabul ettirmesi gerekiyordu. İsmet Paşa’nın bu konuda özel bir çaba içerisinde olduğu 16 Kasım’da basına verdiği demeçten anlaşılmaktadır. Yeni Türkiye Devleti’nin militarist bir karakterde olmadığının altını çizen İsmet Paşa, ayrıca askeri galibiyetlerle böbürlenme niyetinde olmadıklarını ve antlaşmadan sonra hızla demokratikleşeceklerini paylaşmıştır[45]. İsmet Paşa, konferans öncesinde basın yoluyla bir anlamda Avrupa kamuoyuna mesajlar vermiştir. Anadolu’daki Rumların kıyıma uğratıldıklarına ilişkin Avrupa’da yoğun olarak servis edilen spekülasyonlar konusuna da değinen İsmet Paşa bu iddiaları kesin bir dille yalanlamıştır[46] .
Türk delegasyonu kelimenin tam anlamıyla çok cepheli bir diplomasi savaşının tam ortasındaydı. Heyet, bir tarafta diplomatik zaferler ve milli gururun beslenmesi beklentisi içinde bulunan Ankara’daki Milli Meclis, öte tarafta ezici yöntemlerle üzerlerine gelen buradaki hasımları arasında kalmıştır[47]. Öte yandan, Konferansı düzenleyen ülkeler olarak İngiltere, Fransa ve İtalya’nın görüşmelerin yapılacağı komisyonlara başkanlık etmeleri de Türk heyeti için olumsuz bir durum teşkil etmiştir. Ayrıca, konferans için tayin edilen Fransız kâtip Massigli de, müttefikler adına bir başarı hanesiydi.
Türk heyetinin ikinci delegesi olan Rıza Nur’un hatıralarında yer alan şu sözler Türk heyetinin Lozan’daki durumunu açıkça ortaya koymuştur: “Bizde ne hazırlık var, ne dosya var, hiçbir şey yok. Lord Curzon gibi birtakım resmi diplomatlar burada. Hem bunların mükemmel dosyaları vardır. Ne yapacağız? Heyet-i Vekile bize giderken bir içtimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir talimat verdi.”[48] Ayrıca, görüşmeler esnasında Türk heyetinin öne süreceği çeşitli bölgelerle ilgili nüfus istatistikleri, bilimsel bilgiler ve vesikaların da, Lozan’da eksikliği hissedilmiştir[49] .
Uzun yılların siyaset tecrübesiyle Lozan’da bulunan Lord Curzon karşısında Türk ulusunun isteklerini kabul ettirmek için çaba sarf eden İsmet Paşa’nın güçlüğünü yaşadığı bir diğer mesele de, Ankara ile haberleşme zorunluluğuydu. Lozan’daki gelişmeleri an be an Ankara’ya bildirilmesi için Ankara ve Lozan arasında ’ü aşkın telgraf gönderimi gerçekleşmiştir.[50] Lozan ile Ankara arasındaki telgraf haberleşmesi de kolay olmamıştır. Sık sık gecikmeler, aksamalar görülmüştür. Kimi telgraflar eksik, bozuk, yanlış çıkmıştır. “Filan telgrafımız alındı mı, açıldı mı, anlaşıldı mı?” gibisinden yazışmalar da olmuştur[51]. Türk heyetinin Ankara ile gerçekleştirdiği telgraflaşmaların İngiliz istihbaratı tarafından deşifre edilmesi de görüşmeler de Türkiye’nin elini zayıflatan bir durum olmuştur. Lozan ile Ankara arasındaki Türk heyetinin hamleleri hesap edilerek konferansın gidişatına yön verilmiştir. Bazen, son derece kritik oturumların öncesinde İngiliz heyetinin eline geçen bu bilgiler, Türkiye’nin tüm stratejisinin İngilizlerce önceden bilinmesi sonucunu doğurmuştur[52]. Müttefiklerin, bu istihbarat yeteneğinden elde ettikleri en önemli bilgi şüphesiz, Türk heyetinin barışın sağlanması konusunda müthiş bir baskı altında oldukları gerçeğiydi. Bir değerlendirmeye göre, Türk delegasyonunun eninde sonunda katı tavırları bir kenara bırakıp öyle ya da böyle sunulan şartlara razı olacakları hususu bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır[53] .
İsmet İnönü, Lozan Görüşmeleri devam ederken, büyük ölçüde askerlik mesleğinin kişiliğine yansımalarından kaynaklanan nedenlerle, zaman zaman diplomasi geleneklerinin dışına çıkmıştır. Konferansın ilk günlerinde dış basında da işlenen bu konu hakkında yapılan bir değerlendirmeye göre emredici bir tarzı olan İsmet Paşa’nın diplomaside tecrübesiz biri olduğuna yer verilmiştir[54]. İsmet Paşa’nın halinden memnun bir görüntü çizdiğine değinen başka bir değerlendirmede ise kendisinden orta karar bir diplomat olarak söz edilmiştir[55]. Hatıralarında bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: “Kapitülasyonlar meselesinde benim uğradığım güçlük, biraz da askerlikten gelip amatör olarak diplomatlık yapmamdan doğmuştur. Benim bu vaziyetimden istifade etmek isteyen diplomatlar, her tekliflerini, her iddialarını diplomasinin usulüne ve kaidesine göre ileri sürüyorlardı. Ben bu iddialara karşı amatör diplomat olarak ve asker tabiatıyla fikrimi kısa ve kuru ifadelerle söylemek hastalığı içinde bulunuyor, böyle karşılanıyordum.”[56] Açık yüreklilikle ifade edilen bu olumsuz durum, bazı zamanlarda Türk heyetinin lehine sonuçlar doğurmuştur[57] .
Oturumların birinde İtalyan delegesi Montagna, bir konuda anlaşamadıklarında İnönü’nün yanına gelip “Sizi protesto ediyorum!’’ diye bir çıkışta bulunmuştu. Ama buna beklemediği bir yanıt almış, konuşma şöyle sürmüştü:
- M. Montagna bak ben protesto bilmem!
- Ne bilirsin?
- Böyle protesto ettin mi, bir saat sonra muharebeye tutuşabiliriz.
- Şimdi muharebe lafını nereden çıkardın?
- Ben bütün ömrümde emir aldım ve emir verdim. Bunun dışında protestoydu, cilveydi, böyle şeyleri bilmiyorum[58] .
Uzun yıllar süren askerlik hayatından sonra sivil hayata alışmak da İsmet Paşa için kolay olamamıştır. Horace Rumbold’un Türkleri diplomatik sahadaki yeterliliklerini kastederek siyasi anlayıştan yoksun bir millet olarak tasvir etmesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir[59]. Sivil hayattaki alışkanlıklar, davranış örüntüleri, ilişkiler gibi konularda yaşadığı bocalama durumunu İnönü şöyle aktarmıştır:
“Muharebeden sonra, Hariciye Vekili ve baş murahhas olarak Lozan’a giderken ben, diplomasiye ve sivil hayata girmiş oluyordum. Çizmeyi ayağımdan çıkarıp ilk defa sivil iskarpin giyiyorum. Diplomatlar arasındaki merasimi o kadar bilmiyorum ki, ilk günü Lozan’da öğle yemeğine ineceğimiz vakit, ilk sorduğum sual, ne elbise giyeceğiz, idi. Bizim Paris mümessilimiz Ferit Bey, zannederim o esnada yanımdaydı, çok zeki ve çok değerli bir kimse olan Ferit Bey bana bu hususta fikir verdi. Şimdi karikatürize ederek, mübalağa ederek anlatmak istediğim, sivil hayat ve diplomasinin merasimli hayatı hakkında hiçbir fikrim, hiçbir tecrübem olmadığıdır. Fakat Lozan’da Avrupalı kılığında yaşamaya alıştık. Ankara’ya geldiğim zaman kalpak da giymiyordum. Fakat Lozan’da şapka giyiyordum.”[60]
Lozan’da ikinci Türk delegesi olan Rıza Nur da, bir süre sonra Türk heyetinde bulunan müşavir ve kâtiplerin de şapka takarak Avrupai bir görünüme kavuştuklarını aktarmaktadır[61] .
Böyle bir hava içinde devam eden Lozan Görüşmelerinde Türk delegasyonu, bilgi kaynaklarının sınırlı, dil bilgilerinin yetersiz olmasının yanında Avrupa diplomasisinin deneyiminden yoksun olmaları nedeniyle de büyük zorluklar yaşamıştır[62]. Lozan müzakerelerinde Türk delegelerin ortaya koymuş oldukları diplomatik görüş esasen batı basınında eleştirilen bir husustu. Doğu usulü diplomasi olarak addedilen tarzın müzakereleri sürüklediği kaba pazarlık görüntüsü şark pazarı şeklinde benzetmeler yapılmasına neden olmuştur. Bir yoruma göre, şarklı duyuş, düşünüş ve algılama özeliklerine sahip olan Türk delegasyonu bütün kartların açık oynandığı Batılı diplomasi metodundan uzak, anlaşılmaz düzeyde şüpheci ve Makyavelist olarak tanımlanmıştır[63]. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Türk delegasyonu, Lozan’da, Yunan ve Ermeni propaganda ve entrikalarına göğüs germek zorunda kalmıştır. İsviçre basınının bir kısmı, özellikle Journal de Geneve adlı gazete, Türk aleyhtarı yazılar yayınlamıştır. Bu propaganda ve entrikaları etkisiz kılmak için Türkler, pek de faal olmayan Türk Konsolosluğuna ve sayıları az olan Türk öğrencilerine güvenmişlerdir[64]. Barış görüşmelerinin başladığı 21 Kasım’dan itibaren Türk delegasyonu, ifade edilen konulardaki yetersizlikleri çok ağır bir şekilde hissetmiştir. Bu sıkıntıların aşılması, daha çok kişisel çabalar ve yoğun mesailerle mümkün olabilmiştir.
Lozan Müzakerelerinde Türk Heyetinin İzlediği Siyaset
Lozan Barış Görüşmeleri resmi olarak, 20 Kasım ’de başlayıp 4 Şubat tarihinde meydana gelen bir kesintiden sonra 23 Nisan ’te yeniden başlamış ve nihayet 24 Temmuz tarihinde antlaşma senetlerinin imzalanmasıyla son bulmuştur. Görüşmelerin yapıldığı komisyonlarda başta İngiltere olmak üzere, İtalya, Fransa ve Yunanistan ile şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Misak-ı Milli şartlarını ve hükümet talimatnamesini temel hareket noktası olarak kabul eden Türk heyeti inatçı tutumuyla, zaman zaman muhataplarının isyan etmelerine yol açmıştır.
Daha önce değinildiği gibi, Lozan Konferansı, işleyiş olarak komisyonlarla idare edildiğinden, her bir komisyonda farklı konular görüşülmekteydi. Ayrıca, her komisyon, alt komisyon, bilirkişi ve teknisyenlerden oluşan komiteler oluşturabiliyordu. Fakat meseleler öyle karışık ve o derece zıt çıkarlarla doluydu ki, yalnızca delegelerin fikirlerini söylemeleriyle bir sonuca bağlanacak ve halledilecek gibi değildi. Bu duruma tanıklık etmiş olan Karacan gözlemlerini şöyle aktarmıştır: “Bütün müttefikler irili ufaklı birer birer söylüyor, onların hepsine cevap vererek ve itiraz ederek İsmet Paşa söylüyor, daha sonra tekrar onlar söylüyorlar, sonunda yine İsmet Paşa cevap veriyordu.”[65] Konferanstaki görüşmelerin tıkanmaya yakın bir noktaya geldiği günlerde İsmet Paşa, İcra Vekilleri Heyeti Riyasetine gönderdiği telgrafta komisyonların ve tali komisyonların hiçbir konuda ilerleyemediğinden şikâyet etmiştir[66] .
Türklerin zayıf olduklarına inandığı konulara ele alınacak ilk sorunlar arasında yer verilmesi için elinden geldiğince çaba harcayan Lord Curzon, ilk olarak Türkiye’nin Avrupa’daki sınırları sorununu, başkanı bulunduğu Arazi Komisyonuna getirmiştir[67]. Bu arada Lord Curzon’un girişimleriyle müttefikler arasındaki ittifak da konferansın başlamasına günler kala sağlandığından, komisyonlardaki görüşmelerde Türk heyetine karşı fiili bir müttefik cephe oluşmuştu[68]. Konferans süresince Lord Curzon’un başkanlık ettiği Sınır ve Arazi komisyonu 26 defa toplanırken, Fransız Barrere’nin ikinci komisyonu altı ve İtalyan Garroni’nin üçüncü komisyonu da toplamda beş kez toplanmıştır. Konferansta takip edilecek olan zaman çizelgesi ve görüşme programlarını ayarlama yetkisi Lord Curzon’da olduğu için, Türk heyetinin elinin güçlü olduğu ya da Sovyetler’in desteğini alacakları konulardaki görüşmeler ileri tarihlere ertelenmiştir[69].
22 Kasım günü başlayan Batı Trakya sınırı ile ilgili görüşmelerde, sınırın yeniden çizilmesi için bölgede plebisit yapılmasını isteyen İsmet Paşa’ya karşı Yunan delegesi Venizelos, öne sürdüğü nüfus istatistikleriyle mevcut yapının korunması gerektiğini savunuyordu[70]. Üstelik Yunan delegesi Venizelos’a, oturumda hazır bulunan Bulgar, Fransız, İngiliz ve hatta İtalyan delegeler de destek vermekteydiler. Daha yalın bir ifadeyle Venizelos, Yunanistan’ın ’de Trakya’da elde etmiş olduğu kazanımları korumanın yolunu aramıştır[71]. Gerek Bulgaristan ile girilen sınır münakaşalarında gerekse de nüfus mübadelesi ve Trakya sınırının belirlenmesi konularında titizlikle hazırlanmış olan nüfus istatistikleri Venizelos’un en önemli dayanağını oluşturmuştur. Bir anlamda, Venizelos’un konferans sırasındaki bu çabalarında kullanmış olduğu en önemli silah nüfus istatistikleri olmuştur[72]. Öte yandan, İsmet Paşa’nın Trakya sınırının belirlenmesi için öne sürdüğü plebisit teklifini reddeden Venizelos, Rumların topraklarından zorla göç ettirildiğini ileri sürmüştür[73] .
Bu görüşmenin yapıldığı oturumda gülümsemelere neden olan bir olay yaşanmıştır. İsmet Paşa’nın yılına ait resmi Türk rakamları olduğunu söylediği Batı Trakya’nın nüfus yapısına dair istatistiksel bilgiler verdiği sırada Lord Curzon söz isteyip son derece resmi bir tonla, yılında Batı Trakya’da hiçbir Türk devlet yetkilisinin bulunmayışından ötürü Türklerin o tarihte bu bilgileri nasıl toplamış olduğunu sormak istediğini bildirmiştir. Grew ‘un ifadeleriyle; Curzon’un bu tepkisi üzerine Türk delegasyonu donup kaldı. Kâğıtlar karıştırıldı, kaşlar çatıldı ve İsmet Paşa’ya tercümeler fısıldandı. İsmet Paşa, teknik uzmanlarıyla istişare ettikten ve bir müddet geçtikten sonra, sunulan değerlerin yılında derlendiğini ama bir sonraki yıl neşredildiğini söyledi. Bu açıklama bıyık altından gülümsemelerle karşılandı[74]. İsmet Paşa, komisyondaki görüşmelerde, Batı Trakya’nın Türkiye’ye geri verilmesi gerektiği gibi bir istekte bulunmadığını, bölgede yaşayan insanların kendi mukadderatlarını belirleme haklarının olduğunu belirttikten sonra, Doğu Trakya sınırının tarihli İstanbul Antlaşması’nda belirlenen sınırlar olmasını savunmuştur[75]. Açıktır ki muhatabını tatmin ve ikna etmekten uzak olan bu savunma Türk delegasyonunun hedefine ulaşmasına da yetmemiştir. Zira Zafer Toprak’a göre de Türk heyetinin görüşülen konularla ilgili en çok mustarip olduğu konu argümanların temellendirileceği sayısal verilerden yoksun olmalarıydı[76] .
İsmet Paşa’nın Batı Trakya’da halkoyuna başvurulması isteği ve Karaağaç konusunda sergilenen kararlı tutum büyük bir tepki yaratmıştır[77]. Şimşir’e göre, özellikle Balkan ülkeleri Türklerin tekrar Meriç’in batısına geçecekleri korkusuna kapılmışlardır. Ne yapıp edip Türkleri Meriç’in batısına geçirmemek için Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında, yılında olduğu gibi, Kasım ayında da bir “Balkan Bloku” oluştuğu haberleri 23 Kasımdan başlayarak Avrupa gazetelerinin sütunlarını doldurmaya başlamıştır. Konferans öncesinde İngiltere’nin gayretleriyle zaten oluşturulmuş olan Müttefik Müttehit Cephesi’ne şimdi bir de Balkan Bloku eklenince, Türkiye, Lozan Konferansı’nın daha ilk üç gününde adeta bir Birleşik Avrupa Cephesi ile karşı karşıya kalmıştır[78] .
Batı Trakya’nın hukuki durumunun belirlenmesi için Türk heyetinin karşılaştığı bu zorluğun yanında, İsmet Paşa, anılarında başka bir engeli de şu sözlerle ifade etmiştir:
“Trakya hudutları meselesinde zayıf yerimiz, yalnız Balkan Harbinde Garbi Trakya’yı Bulgarlara terk etmiş olmamız değil, Cihan Harbi esnasında Bulgarlarla bir muahede yapıp Edirne’nin Dimetoka’ya kadar olan hinterlandını Bulgarlara vermemiz teşkil ediyordu. Bunu bize koz olarak kullanıyorlardı. Venizelos, Garbi Trakya’yı biz sizden almadık, Bulgarlardan aldık diyordu. Münakaşalar çok sert oldu. Garbi Trakya üzerindeki iddiamızı ilk önce Balkan devletlerine tahlil ettirdiler. Yunanistan şikâyet etti. Evvelce de söylediğim gibi Yunanistan’ın şikâyetlerine kolay cevap veriyorduk. Ondan sonra müttefiklerin her biri, Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar, hepsi bizim taleplerimize karşı çıktılar. Hülasa, Garbi Trakya meselesinde eski Türk hükümetleri yanlış bir politika tutturmuşlardı.”[79] .
Rıza Nur’un aktardığına göre; görüşmeler devam ederken Türklerin Meriç Nehri’nin batısına geçmelerine Sırplar da tahammül edemeyerek tepkilerini ortaya koymuşlardır. Tarihin tekerrür etme ihtimalinden yani Türklerin Sırbistan’ı işgal etmesinden korktuklarını Sırp delegesi ve Dışişleri Bakanı Ninçiç konferansta açıkça ifade etmiştir[80]. Lozan’daki Türk diplomatlarının bu sözleri, Batı Trakya konusunda savunulan Türk tezinin sağlam dayanaklardan yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Türk heyeti güçlü kozlarla tezlerini savunduğu toplantılarda bile müttefiklerin direnciyle karşılaşırken, Batı Trakya, borçlar ve kapitülasyonlar gibi karmaşık ve birden çok devleti ilgilendiren bir konuda hak iddia edebilmesi son derece güç olmuştur[81] .
Lozan Konferansı’nda çeşitli konuların görüşüldüğü oturumlarda heyetler tezlerini ve karşı argümanlarını bilimsel rakamlar, raporlar ve verilerle desteklemişlerdir. Müzakerelerde heyetlerin elini olabildiğince güçlendiren bu yöntem zaman zaman İsmet Paşa tarafından da uygulanmıştır. Yunan tamirat meselesinin had bir safhaya girmesinden dolayı Lozan Konferansı’nın bugün inkıtaa uğraması muhtemeldir[82] şifre telgrafıyla ordu kademeleri arasında heyecana yol açan gelişme Türk heyetinin müzakerelerde bilimsel verilere başvurmasını gerekli kılmıştır. Komisyona sunulmak üzere İsmet Paşa’nın isteği üzerine Birinci Ordu Kumandanlığına bağlı istihbarat şubesi tarafından, Yunan ordusunun Batı Trakya’yı tahliyesi esnasında sebep olduğu tahribatın sayısal verilerle tespit edildiği bir rapor hazırlanmıştır[83]. Lozan Konferansı’nda maliye komisyonuna sunulmak üzere hazırlanan raporda Edirne, Kırkkilise, Tekfurdağı ve Gelibolu gibi merkezlerde taşınır ve taşınmaz malların miktarını ve parasal değerini gösteren cetvel yer almıştır[84]. Bunun yanında, Yunanistan’ın Anadolu’yu işgali sırasında Trakya dışındaki şehir merkezleri ve şehirler dışında gasp edilen ev eşyaları, ticari ve zirai malzemeler ile taşınmaz malların değerinin hesaplanarak Lozan’daki Türk heyetine ulaştırılması istenmiştir[85]. Lozan’a gönderilen raporda ayrıca İzmir’de çıkan yangına da yer verilmiştir. Yunanlıların İzmir’i tahrip etmeye vakitlerinin olacağını umduklarını, ancak Türk askerinin şehre girmesinden sonra panikle hareket ettikleri belirtilmiştir.[86] Öte yandan Batı Anadolu’da Yunan ordusu tarafından tahrip edilmiş olan malların değeri, İzmir, Saruhan, Aydın, Karesi, Afyonkarahisar, Denizli, Kütahya ve Çine Kazası gibi merkezlerin belirtildiği tabloda gösterilmiştir[87]. Anadolu’daki tahribatın rakamlarla gösterildiği bu raporlar Lozan Konferansı’nda tazminatlar konusunun görüşülmesi esnasında Türk heyetine tezlerini savunmalarında kolaylık sağlamıştır.
Lozan’daki Türk heyetinin güç duruma düşmesine yol açan bir diğer faktör de TBMM’deki muhalif milletvekillerinin maksimalist tavır ve talepleriydi. Söz gelimi TBMM, Batı Trakya sınırı için İsmet Paşa’dan sınırlarını elde etmesi gibi ekstrem taleplerde bulunarak elde edilmesi güç projeksiyonlarla müzakereleri zorlaştırmakla kalmıyor aynı zamanda soruna taraf olan ülkelerin İsmet Paşa ve ekibine karşı oluşturdukları birleşik cepheyi de pekiştiriyordu[88] . Lozan görüşmelerinde yoğun pazarlıklar ve talepler karşısında tezlerini müdafaa etmenin derdinde olan İsmet Paşa ve ekibi aynı zamanda TBMM’deki bazı mebusların da hedefinde olmuştur. Aralık ayında dış basına yansıyan haberlere göre İsmet Paşa, Konferansta TBMM’nin çıkarlarını yeterince savunamadığı için kendisine verilen imza yetkisi alınmış ve heyette yer alan Hasan Bey (Saka), TBMM’yi bilgilendirmek üzere Ankara’ya çağrılmıştır[89] .
Ortaya Çıkan Kördüğüm ve Konferansın Kesintiye Uğraması
Ocak ayına gelindiğinde, taraflar arasında birçok konuda, uyuşmazlıklar olduğu gibi duruyordu. Türk heyetinin, bağımsızlık ve egemenlik temelinde sürdürdüğü inatçı tutum, müttefiklerin Ortadoğu’daki ekonomik ve siyasi çıkarlarıyla karşılaşınca, ortaya çözülmesi zor anlaşmazlıklar çıkmıştır. Türk ve müttefik delegeler arasında ortak bir anlaşma zemininin sağlanması için Amerikalı delegeler yoğun bir çaba sarf etmişlerdir. Fakat bütün bu arabuluculuk girişimleri, Türk heyetinin, kendi inisiyatifleri ve Ankara’dan aldıkları talimatların arasında bocalamaları nedeniyle sonuçsuz kalmıştır[90] .
Müttefikler, 31 Ocak ’te Türkiye’ye bir barış projesi vermiştir. 73 sayfa, madde ve 9 ekten oluşan bu proje, görüşmelerin tıkandığı noktada yolu açacak bir barış projesi gibi sunulmuştur. Ama bu teklif, Türkiye’nin egemenliğine, bağımsızlığına ağır kısıtlamalar getiren maddeler içermekteydi[91] . Bunun üzerine, İsmet Paşa, kısa bir cevap vererek, kendilerine sunulan antlaşma projesinde yalnız üzerinde anlaşmaya varılmış maddelerin değil, hatta hiç öne sürülüp tartışılmamış olan yeni maddelerin de bulunduğunu bildirerek müttefiklerle görüşüp barış koşulları üzerinde anlaşmaya çalışmak için kendilerine sekiz günlük bir süre verilmesini istemiştir[92]. M. Bompart ve Garroni, komisyon toplantısından sonra Lord Curzon’un odasına giderek Türklerin istediği sekiz günlük ek sürenin verilmesi için ikna çabalarına girişmişler, ancak, Curzon, 4 Şubat akşamına kadar süre verebileceğini, bunun dışında bir saat bile Lozan’da duramayacağını söylemiştir[93] .
Türk baş delegesi İsmet Paşa, Curzon’un barış taslağını hatıralarında şu sözlerle değerlendirmiştir:
“Muahede iki gün evvel bize verilmişti. Bu iki gün içinde projeyi tetkik ettiğimiz zaman gördük ki, bizim arzu ettiğimiz, bizim hedef tuttuğumuz bir Türkiye elde edilmiş olmuyordu. Kapitülasyonlar mevzuunda istediğimizi vermiyorlar. Mali meselelerde tekliflerimizin hiçbirini nazarı dikkate almamışlar. Önümüze birtakım meseleler çıkarıyorlar. Mali mesele olarak müttefiklerin diğer bütün muahedelerde yaptıkları, alıştıkları bir zarar ve ziyan hesabından bahsediyorlar. Muahede projesini imza etmemizi istiyorlar. Konferansın devamı süresince kabul ettirmek için mücadele ettiğimiz, açıkça dünyaya ilan ettiğimiz isteklerimiz emin olunmadan galip devletlerin arzularına göre hazırlanmış bir metni imza edemezdik. Bu bütün tekliflerimizden vazgeçme anlamına gelecekti.”[94]
Nicolson’un da belirttiği gibi, bu barış teklifi, Türkiye’nin savaş tazminatı ödemesini, kapitülasyonların devamını, Türkiye’deki azınlık haklarının korunması, Osmanlı borçlarının paylaşılmasında Duyun-u Umumiye’nin yetkili kılınması ve Batı Trakya’da çeşitli sınırlamalara gidilmesini içermesi[95] sebebiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Lozan heyetinin kabul edemeyeceği bir projeydi. 3 Şubatta İsmet Paşa, Rauf Bey’e gönderdiği telgrafta, anlaşma olan noktaları imzalayıp bir barış yapmak, ötekilerini müzakereye devam etmek yolunda bir teklif hazırladıklarını bildirerek kararını açıklamıştır[96] .
Curzon’un, Lozan’dan ayrılacağını açıkladığı 4 Şubat, bütün delegasyonlar için heyecan dolu bir gün olmuştur. Genel kanı, İsmet Paşa’nın barış teklifini imzalayacağı yönünde olduğu[97] için, müttefik ülke temsilcileri, derhal Curzon’un odasında bir görüşme yaparak, saat ’da kalabalık bir danışman grubuyla birlikte aşağı inmiş olan İsmet Paşa’yı davet etmişlerdir[98] . Bundan sonrasını Amerikan delegasyonundan Grew, günlüğünde şöyle aktarmıştır:
Bentinck, beni arayarak, Türklerin kısa bir süre içinde muhtemelen antlaşmayı imzalayacaklarını haber verdi ve seremoniye tanıklık edebilmemiz amacıyla Curzon’un odasına gitmek üzere delegelerimizi hazır bulundurmamızı tavsiye etti. Child ve Bristol’ü çağırdım ve hep beraber otelin eski bölümündeki salonda, Curzon’un katına çıkan merdivenlerin dibinde yerimizi aldık. Birdenbire saat ’de üst kattaki kapının açılma sesi geldi. Herkes ayağa kalkarak merdivenlere doğru yöneldi. Bir anda İsmet göründü, merdivenlerden aşağıya iniyor delegasyonu da kendisini izliyordu. Silindir şapkasını çıkardı, sağa ve sola doğru hafifçe eğilerek lobideki kalabalığı selamladı ve olabildiğince gülümseyerek oteli terk etti. Tabiatıyla böyle bir hadiseyi unutmam asla mümkün olmayacaktı. Konferans başarısızlığa uğramıştı. İmzalama olmayacaktı.
…Bir anda Curzon ortaya çıktı, öfkeli bir boğa gibi odaya daldı, bize bir bakış fırlattıktan sonra yumruklarını havada sallayarak aşağı yukarı dolaşmaya koyuldu. Kan ter içinde kalmış durumda bakışları hepimizin üzerinde geziniyordu. Bağırmaya başladı: Tam burada dört ölümcül saat boyunca oturup durduk ve İsmet söylediğimiz her şeye hep aynı sıradan hoyratlıklarla cevap verdi: bağımsızlık ve hükümranlık. Elimizden gelen her şeyi yaptık. Bompart dahi masaya yumruğunu indirerek İsmet’e, yaptığının savaş tahrikçiliğinden öteye gitmediğini söyledi[99] .
Grew ’un aktardığı olaydan anlaşılıyor ki, İsmet Paşa konferans görüşmeleri boyunca tam bağımsızlık ve milli egemenlik konusunda takındığı kararlı tutumundan karşısındaki müttefik cepheye rağmen vazgeçmemiştir[]. İngilizlerin doğu ülkelerinde görmeye pek alışkın olmadıkları bu ilkeli ve kararlı tutum haliyle şaşkınlıkla karşılanmıştır[]. Ancak bu tavrın sürdürülebilmesi hiç kolay olmamıştır. Zira Lord Curzon’un uzlaşmaz ve müstehzi yaklaşımı karşısında Türk heyeti birçok defa zor durumda kalmıştır. İsmet Paşa’nın Heyet-i Vekile Riyasetine gönderdiği bir telgrafta, kapitülasyonlar konusu görüşüldüğü esnada Lord Curzon’un yaklaşımını betimlerken kullandığı[]: Bu hususta dünya bizimle beraberdir. Mutlaka bir teminat vereceksiniz diyor. Bu adam, bütün meselelerde nokta-i nazarında müsirdir (ısrarcı) sözleri Curzon’un katı siyaseti ile ilgili bir fikir vermeye yeterlidir. Lord Curzon’un Türk heyetine sunduğu barış planının kabul edilemez içerikte oluşu Türk askeri yetkililerin de tepkisini çekmiştir. Gelişmelerle ilgili bilgi edinen Erkan-ı Harbiye-i umumiye Reisi Fevzi Paşa, İcra Vekilleri Heyetine gönderdiği telgrafta düşüncelerini şu sözlerle aktarmıştır[]:
“Lord Curzon’un muahedesini şekl-i diğerde muaddel bir surette bize kabul ettirmek istediği anlaşılıyor. Ekalliyetler ve kapitülasyon bahsinde hiçbir fedakârlıkta bulunamayız ve tedabir-i askeriyemize devam ederiz. Ben birkaç güne kadar Çanakkale mıntıkasını teftiş ve İngiliz mevakimini tedkik edeceğim ve üç sınıfı yeniden taht-ı silaha celp etmek üzere olduğumuza dair neşriyat ve propagandaya devam olunmalıdır. Lozan’da salihdar görünmekle beraber döktüğümüz kanları birtakım hayallere feda etmeyeceğiz.”
Görüşmelerin tıkandığı bu tarihlerde, İzmir’de bulunan Mustafa Kemal Paşa, basına sert demeçler vermiştir[]. İzmir gazetelerine verdiği bir röportajda Mustafa Kemal, şu ifadeleri kullanmıştır:
“Türkiye menfaatlerinin aleyhinde harekette Fransa ve İtalya delege heyetleri, İngiliz delege heyetleriyle adeta müsabaka ediyor gibidir. Türkiye, tam bağımsızlığını temin edecek bir barış ister. Bu, emin görülmedikçe, medeniyet cihanının insani hissine ve memleket ve milletimizin kuvvet ve kudretine dayanarak insanca yaşayabilmek için muhtaç olduğumuz hayat ve bağımsızlık vasıtalarını temin edinceye kadar, başladığımız işte devam olunacaktır.”
Bir gazetecinin, “harp muhtemel mi?” sorusuna Mustafa Kemal, çok açık bir cevap vermiştir: “Diplomasinin aciz kaldığı yerde tabiatıyla askeri faaliyet başlar.”[] Gerçekten de Lozan’daki müzakerelerin kesilmesi ihtimali belirince Başkumandan Mustafa Kemal imzasıyla Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine gönderilen telgrafa bakıldığında askeri önlemlerin ciddi olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır: “Konferansın inkıtaı ihtimali karib göründüğüne nazaran orduların süratle faaliyete geçmeleri ve ilk hedefleri Trakya’da… harekat hakkındaki ma’lumat-ı devletlerine ve şimdiden alınması lazım gelen tedabirin ordulara emr… ve işarını rica ederim.”[] Mustafa Kemal Paşa’nın bu emri üzerine harekete geçen Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, Garp ve Şark orduları ile İstanbul Kumandanlığına gönderdiği emirde teyakkuza geçilmesini istemiştir.
“İsmet Paşa Hazretlerinden alınan Temmuz tarihli malumata nazaran müttefiklerin Lozan Konferansı’nda imtiyazlar meselesinde gayr-ı kabil-i kabul teklifler dermeyan etmekte ve İstanbul’un tahliyesinde müşkülat gösterilmekte olduğu bildirilmektedir. Ve konferansın işbu ciddi vaziyet karşısında inkıtaı da muhtemel olduğu ilave olunmaktadır. İcra Vekilleri Heyeti riyasetinden mürud emr ve işar da konferansın inkıtaı ihtimaline celb nazar-ı dikkat edilmektedir. Her ihtimale nazaran kıtaatın hazır ve muntazam bulunması lüzumunun hemen emr ve teminini rica ederim.”[]
Lozan Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması durumunda savaş vaziyetinin devam edeceği endişesiyle Erkan-ı Harbiye Riyaseti yeni bir harekât planı hazırlamıştır. Bu harekât planına göre daha çok Batı Trakya ve İstanbul üzerine odaklanıldığı anlaşılmaktadır; Konferansın inkıtaı halinde ordunun ilk hedef derhal boğazları tutarak Anadolu cihetindeki İngiliz kuvvetlerini denize atmak ve Boğazlardan düşman sefaininin mürur ve uburunu men etmektir. Trakya’daki kuvvetlerimiz de İstanbul üzerine yürüyerek 1. Ordu ile birlikte İstanbul’daki İngiliz kuvvetlerini imha ve esir edeceklerdir[] şeklindeki emirden de anlaşıldığı gibi İstanbul’daki İngiliz birliklerinin bertaraf edilmesi harekâtın omurgasını oluşturmaktadır. Buna ek olarak İstanbul Kumandanlığının Birinci Ordu emrine verilmesini içeren düzenleme ile Batı Trakya’daki kuvvetlerin de İstanbul üzerine yürütülmesi neticesinde askeri birliklerin bütünleşmesi sağlanmaya çalışılmıştır[] .
Mustafa Kemal, Eskişehir’de Lozan Konferansı ilgili yaptığı açıklamada da son derece kendinden emin ve tavizsiz tutumunu sürdürmüştür. İtilaf devletlerinin, bir neticeye varmak istiyorlarsa mutlaka eski zihniyetlerini terk etmeleri gerektiğini vurgulayan Mustafa Kemal, “Barışın sağlanmasının hem cihanın menfaati hem de bizim menfaatimiz icabıdır.”[] açıklamasında bulunmuştur.
İsmet Paşa, Şubat sabahı Lozan’dan tren ile ayrılarak, Bükreş-Köstence yolu ve Gülcemal Vapuru ile ancak 16 Şubat gece yarısı İstanbul’a gelmiştir. Bükreş’te basına verdiği demeçte, Lozan’da Türklerin prestijine hasım maddelerle dolu bir barış taslağının sunulduğunu belirterek[] zorlu bir yolculuğun ardından vatan toprağına ayak basan İsmet Paşa, konferans ile ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“Lozan’a herkes, istediğini cebine koyup gelmişti. Çok mücadele ettik. Konferans kesintiye uğramadı prensibini herkes kabul etti. Fakat bu esas benden çıkmadı. Galiba geçen Pazar günü idi, İngiliz delegeleri Lozan’dan hareket ettiler. Ertesi günü Mösyo Bompart ile görüştüm. Sordum: “Ne olacak?’’ kesintinin resmen bildirilmesini istedim. Mesuliyetin ağırlığından bahsederek vaziyete göre Mudanya Mütarekesinin bitmesi lazım geldiğini söyledim. Mösyo Bompard; hayır, konferans kesintiye uğramamıştır dedi.”[]
Bu arada, Çanakkale, İzmit, İzmir ve diğer bunalımlı bölgelerde önü alınamayan olaylar çıkmasından kaygılanan İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri vekili Nevile Henderson, İsmet Paşa’ya, konferansın ertelendiğini ifade ederek, hükümetine danışarak teklif edilen barış şartlarının imzalanması durumunda İngiltere’den yardım beklenebileceğine vurgu yapmıştır[]. Barışın bir an önce sağlanması konusunda istekli görünen İngiltere’deki Foreign Office’ten İstanbul’da bulunan Yüksek Komiser Henderson’a gönderilen 12 Şubat tarihli telgrafta; “İstanbul’dan geçerken, İsmet Paşa ile görüşüp dostluk mesajımızı kendisine sununuz. Barış antlaşmasının imzalanması için belki Mustafa Kemal’i ikna edebilir”[] ifadeleri yer almıştır.
İzmir’deki İktisat Kongresi’nden dönmekte olan Mustafa Kemal Paşa ile 18 Şubat’ta Eskişehir’de buluşan İsmet Paşa buradan trenle ayrılarak Ankara’ya varmıştır.[] 27 Şubat ve 6 Mart arasında TBMM’de başlayan gizli oturumlarda görüşülen Lozan Konferansı çok çetin tartışmalara sebep olmuştur. Mecliste özellikle ikinci gruptan milletvekilleri, Türk heyetinin Lozan’da çok pasif kaldığını, Misak-ı Milli’nin ve kendilerine verilmiş olan Lozan talimatnamesinin dışına çıktıklarını iddia etmişlerdir. İsmet paşa, barış görüşmelerinin nasıl geçtiğini ve karşılaştıkları zorlukları Meclis çatısı altında şu sözlerle aktarmıştır: “Türk heyeti Batı Trakya’da plebisit isteyince, karşısında birleşik bir direniş cephesi buldu. Halkoyuna başvurmak, Batı Trakya’nın Türkiye’ye kalması olacaktır dendi. Sırplar, Türk ordusu daha İstanbul’a yaklaşırken ta Bosna Hersek’e kadar yer yerinden oynadı, dediler ve hep birlikte karşımıza dikildiler. Musul, büyük bir sorun olarak askıda kaldı.”[] Daha sonra İsmet Paşa, Lozan’da ödünler verildiği suçlamalarına karşı: “Taahhüt ettiğimiz bir şey yoktur. Hiç kimse bize şunu verdiniz, bunu verdiniz diye isnat edemez. Ne karar verirseniz onu tatbik ederiz. Mesele bundan ibarettir”[] açıklamalarıyla kendini savunmuştur. Rıza Nur ise, konferansta uğraştıkları sorunlar hakkında bilgi verdikten sonra, Lozan’da Müttefiklerin aralarında oluşturdukları ittifak karşısında zor durumlara düştüklerini aktarmıştır[] .
TBMM’deki hararetli tartışmalar 6 Mart gününe kadar sürmüştür. Zaman zaman eleştiriler karşısında zor anlar yaşayan Başbakan Rauf Bey ve Mustafa Kemal, nihayet 7 Mart günü, Meclisin hükümete ve Lozan heyetine yetki verilmesini kabul etmesini sağlamışlardır. 7 Mart ’te toplanan Bakanlar Kurulu, Bağlaşık devletlere gönderilecek bir nota kaleme alarak Türk karşı önerilerini kapsayan tasarıyla ilgili son hazırlıkları tamamlamıştır. Türk tasarısı, 9 Mart ’te Dr. Adnan Adıvar tarafından İstanbul’daki Bağlaşık Yüksek Komiseri ’ne verilmiştir. Bu tasarıya göre aynı zamanda, konferansın iki haftaya kadar ya bir Avrupa şehrinde ya da İstanbul’da oturumlarına yeniden başlaması öneriliyordu[]. 3 Nisan’da Londra’ya ulaşan tasarı ile birlikte İngilizler de hazırlıklarını tamamlama aşamasına getirmişlerdir. Konferansın ikinci evresinde Lord Curzon’un yerini alan Horace Rumbold Foreign Office ve mali departmandan uzmanlarla birlikte Nisan ayının ortasında İsviçre’ye hareket edecektir[] .
TBMM’de güvenoyu alan Türk delegasyonu 18 Nisan’da trenle yola çıkarak 21 Nisan akşamı saat dokuzda Lozan Garına varmıştır[]. Lozan Konferansı’nın ikinci devresine girilirken heyette yer alan kadroda büyük değişikliklere gidilmemiş, ayrıca diplomasi tecrübesi artmış olan Türk delegasyonuna karşı kamuoyu ve siyasi çevreler nezdinde bir teveccüh ve güven oluştuğu görülmüştür. TBMM’nin kendisine verdiği imza yetkisi ile daha rahat hareket edebilen İsmet Paşa Temmuz ayındaki görüşmelerle antlaşmanın son şeklini almasında rol oynamıştır[] .
Vorovski Cinayeti ve İsmet Paşa’ya Suikast Tehlikesi
Lozan Konferansı süresince Türk delegasyonuna karşı herhangi bir suikast düzenlenmesine karşı her an teyakkuz halinde olunmuştur. İnönü’nün aktardığına göre, Lozan Konferansı’nın başlamasından önce Türk heyetinin Paris’te bulunduğu sırada Ermeniler kendisine bir suikast planı hazırlamışlardır[]. Öte yandan, Fransız Profesör Paul Dumont’un arşiv belgelerine dayanarak açıkladığına göre İnönü’nün Paris gezisi sırasında ona suikast düzenleyen bir Ermeni, daha girişim aşamasında iken yakalanıp etkisiz hale getirilmiştir[]. Bu sıralarda Ermenilerden yana duyulan suikast endişesinin haklılık payı yok değildi. Çünkü Ermeni yurdu konusundaki dünya kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla 15 Mart tarihinde Talat Paşa Berlin’de, 6 Aralık tarihinde Sait Halim Paşa Roma’da ve 21 Temmuz ’de Cemal Paşa ve iki yaverinin Tiflis’te Ermenilerce şehit edilmeleri, bu yöndeki korkuları beslemekteydi. Bu yüzden İsmet Paşa, Lozan’a giderken beraberinde yaver ve emir eri olarak 10 kişilik bir koruma ekibi de götürmüştür[] .
Suikast söylentilerinin dolaştığı günlerde, Ankara Hükümeti’nin uyarı telgrafının ardından İsviçre Hükümeti de Türk heyetini korumak amacıyla bazı tedbirler alma gereği duymuştur. Lozan caddelerinde dolaşırken makam arabasındaki Türk bayrağını indirmesini teklif eden İsviçreli yetkililere İsmet Paşa’nın cevabı olumsuz olmuştur[]. Türk heyeti için emniyet tedbirleri almak gerektiğini düşünenler arasında İsviçre basını da bulunuyordu. Gazete de Lausanne adlı gazetede yer alan bir yazıda şu ifadeler vardı: “Türklere sempati duyduğumuza hiç şüphe yoktur. Fakat bizim endişemiz, Türk murahhas heyetinin şahsına yönelik, kötü niyetli kimselerin hudutlarımızdan sızmış olma ihtimalleridir.”[] Gerçekten de, Ermeni bir çetenin suikast amacıyla Lozan’a kaçak yollarla giriş yaptığı konusu gündemdeki yerini almış, Brüksel, Paris ve Cenevre’de bulunan önemli merkezlerinde suikast işinin planlandığı bilgisi Lozan’daki Türk heyetine ulaşmıştır[]. Daily Mail gazetesinin İsviçre muhabirinin aktardığına göre Berlin’den yola çıkan Ermeni bir yolcunun sınırda durdurulduğu ve üzerinde suikast silahı yakalandığını aktarmıştır[]. İsmet Paşa’nın oteldeki odasının bulunduğu koridorun özel olarak korunduğunun yer aldığı habere göre alınan duyumlara çok sinirlenen İsmet Paşa’nın; “Bir generali korkutamayacaklarını onlara göstereceğim! Bütün gün kapıya bakan sandalyede oturuyor olacağım” şeklinde tepki verdiği vurgulanmıştır[] .
Lozan Barış Konferansı’nda Türk heyetine suikast düzenleneceği endişesi devam ederken, konferansın ikinci toplantısının on yedinci günü, 10 Mayıs tarihinde, bütün İsviçre’yi hatta bütün dünyayı alt üst eden bir cinayet işlenmiştir. Bu olay üzerine, Lozan Palas’ta muhabirlere mahsus telgraf, telefon odaları bir anda ağzına kadar dolmuş ve dünyanın bin bir köşesine, Lozan Konferansı’ndaki Rus delegesi Vorovski’nin akşam saat dokuzda Cecile Oteli’nde yemeğini yerken, İsviçre vatandaşı Alexi Conradi adlı bir genç tarafından tabanca kurşunu ile öldürüldüğü, Rus heyeti basın ataşesi Arenski Yoldaşla kâtip Riyankovski’nin de yaralandıkları haberi, yıldırım hızıyla yayılmakta gecikmemiştir[]. Görgü tanıklarının aktardığına göre olayı gerçekleştirdikten sonra otelin koridorunda sigarasını yakan Conradi, polislerin gecikmesinden yakınarak “Babam ve amcamın intikamını aldım!” şeklinde mırıldanmıştır[]. Conradi ’nin eski bir Sovyet yurttaşı olduğu düşünüldüğünde suikastın Sovyet devrimi sırasında yaşanan trajedinin bir hesabı olduğu akla gelmektedir.
Rus delegesinin bir suikast sonunda öldürülmesini büyük manşetlerle veren gazeteler arasında İleri gazetesinin birinci sayfasında, Lozan hususi muhabiri Suphi Bey’in verdiği şu haber, yedi sütun üzerinden veriliyordu: “İsmet Paşa aleyhinde Ermeniler tarafından bir suikast tertip ediliyordu. General Pelle bu doğrultuda bilgi almış ve derhal İsmet Paşa ile İsviçre Hükümetini haberdar etmiştir.”[] Vatan gazetesi de haberi şu şekilde aktarmıştır: “Lozan 11 Mayıs, muhabir-i mahsusumuzdan Lozan muhiti, Ruh murahhası Vorovski’ye vuku bulan suikasttan dolayı büyük bir heyecan içinde iken bu akşam Fransız baş murahhası General Pelle, Lozan Palas’ta tesadüf ettiği Türk gazetecilerine İsmet Paşa’nın muhafazası lüzumundan bahsetmiştir.”[]
Vorovski cinayeti, Lozan görüşmelerinde Türk tarafının ittifak halinde olduğu bir devlete karşı işlenmiş olduğundan, başta İsmet İnönü olmak üzere bütün Türk heyetini derinden üzmüştür. Hatta suikastın ardından düzenlenen ilk oturumda olayı kınadığı ve Vorovski’ den takdirle bahsettiği açıklamayla İsmet Paşa, diğer heyetler olayla ilgili sessizliklerini korumalarına karşın tepkisini ortaya koymuştur[]. Bunun yanı sıra, tarafsız bir ülke olarak İsviçre’nin bu tür siyasi cinayetleri önleyemediği için, benzer bir suikast girişiminin İsmet Paşa’yı hedef alabileceği korkusu daha da şiddetlenmiştir. Bu münasebetle, suikast ihtimali konferans süresince Türk heyetinin her daim üzerinde durduğu bir tehlike olmuştur.
Barış Siyasetinde Kriz: İsmet Paşa ile Başbakan Rauf Bey’in Yaklaşım Sorunu
Yaklaşık sekiz ay süren Lozan Konferansı boyunca yapılan görüşmelerde Türk heyeti, genel izlenimlerini ve konferansın gidişatını Ankara Hükümetine telgraf ve kurye yoluyla bildirmiştir. Görüşmelerde, Türk Hükümeti adına hareket etme yetkisini TBMM’den almış olmasına rağmen İsmet Paşa’nın bu şekilde davranması hem telafisi imkânsız olan bir sorumluluk almak istememesi hem de özellikle Misak-ı Milli’nin dışına çıkılabileceği endişesinin yarattığı korku ile açıklanabilir. İsmet Paşa, ele alınan bazı konularda ödün vermesi gerekiyorsa önce telgrafla durumu Rauf Bey’e bildirmiş, Başbakan olarak Rauf Bey’in Millet Meclisine bilgi vermesinden sonra da söz konusu görüşmeler yapılabilmiştir. Örnek vermek gerekirse, savaş tazminatı, Musul sorununun çözümünün ertelenmesi ve Türkiye’de adli müşavirlerin beş yıllığına bulundurulacak olması gibi konularda İsmet Paşa bu şekilde davranmıştır. Ancak buna rağmen konferanstaki görüşmelerin tıkandığı ve Türk heyetinin büyük sıkıntılar yaşadığı anlarda İsmet Paşa ile Rauf Orbay arasında, sorunları ele alış tarzından kaynaklanan birtakım anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Esasında, bu ikili arasındaki görüş ayrılıkları konferansın ilk devresinden itibaren uç vermeye başlamıştır. İsmet Paşa’nın 10 Nisan tarihinde Lozan’a ikinci kez gitmek üzere İzmir’e hareket ettiği gün Rauf Bey ile aralarını bulmaya çalışan Karabekir’e göre İsmet Paşa bazı fikir ayrılıklarını öne sürerek anlaşmaya yanaşmamış ve “Rauf hükümette kalırsa kendisinin muhalefete geçeceğini” söylemeye kadar ileri gitmiştir[] .
İsmet İnönü’nün Rauf Bey’i aşarak doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa ile irtibat kurması ikili arasındaki ilişkilerin bozulmasında oldukça etkili olmuştur. Rauf Bey açısından çok büyütülen bazı tartışmaları ve görüş ayrılıklarını İsmet Paşa fazla önemli bulmamıştır. İsmet Paşa’ya göre Lozan’da güçlük değil, münakaşa vardı. Ayrıca haberleşme gizli kapaklı değildi ve Mustafa Kemal Paşa’ya yazılan raporlar, Rauf Bey tarafından okunduktan sonra kendisine verilmekteydi[] .
Rauf Bey’e göre, Lozan’da ortaya çıkan ihtilaf, Köstence hattı üzerinden gönderilen telgrafların gecikmesinin yanında, İsmet Paşa’nın savaş tazminatı konusunda inisiyatif kullanarak meseleyi halletmeye çalışmasıydı[] . Yaşanan gerginlik, haziran ayında karşılıklı gönderilen telgraflarda imalı sözlerle devam ettirilmiştir. Rauf Orbay’ın hatıralarında yer verdiği 26 Haziran tarihli telgrafta[]* İsmet Paşa, şu ifadeleri kullanmıştır: “Konferans müzakerelerinde murahhas heyetinin esaslı talimat kayıtlarından başka olarak bütün hatt-ı hareketinin, bütün teferruatıyla Ankara’dan idaresi arzu ve temayülü, müzakerelerin memleket için en faydalı bir surette idaresini ve hayırlı sulha varmak kudretini murahhas heyetinden selp etmektedir… Hükümetçe tercih buyurulan bu şeklin 93 seferinin saraydan idaresinden farkı yoktur. Hükümetin nokta-i nazarlarını İtilaf devletlerine aynen kabul ettirmek kanaatinde olan bir heyetin ve bittabi zat-ı valalarıyla, taalluku hasebiyle, Maliye Vekili beyefendinin bizzat mesuliyeti deruhte ve konferansa hareket buyurmalarını rica ediyoruz.’’[]
17 Temmuz tarihinde Lozan Barış Konferans’ı sonuca ulaşmıştır. İnönü bu olayı şöyle aktarmıştır: “Üç komite halinde çalışan konferans bütün işlerini 17 Temmuz akşamı bitirmişti. Konferansın son toplantıları, netice almanın huzuru içinde ve baş murahhasların, konferans çalışmaları ve gelecek hakkında görüşlerini belirten konuşmalar ile kapanmıştır.”[]
Lozan Görüşmelerinin kesin bir sonuca kavuşması bile Başbakan Rauf Bey ile İsmet Paşa arasındaki gerginliği bitirememiştir. İsmet Paşa, 18 Temmuz’da Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta içinde bulunduğu durumu çok sert ifade etmiştir: “Konferansın sona erdiğini üç gün önce hükümete arz etmiştim. Hiçbir cevap alamadığımızdan bir tereddüt olduğunu sanıyorum. İmtiyazlar sorunu yüzünden bir tereddüt olamaz. Tahliye konusunda tasavvur edilen sakınca giderildi. Boğazlardan durmaksızın geçiş sağlandı. Bu konuda da tereddüdü gerektirecek bir şey göremiyorum. Hükümet, kabul ettiklerimizi reddetmek istiyorsa imza yetkimizi bizden alabilirler. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. Muhasebe-i amalimiz, millete ve tarihe mevdudur.”[]
Mustafa Kemal Paşa’ya göre, İsmet Paşa ile Rauf Bey arasındaki anlaşmazlık daha çok ruhi ve hissi sebeplerden kaynaklanıyordu. Lozan’a İsmet Paşa’nın gönderilmesi, Rauf Bey’i hayal kırıklığına uğratmıştı. Diğer taraftan, İsmet Paşa Rauf Bey’in imzasıyla aldığı hükümet görüşünü bildiren yazılarda Rauf Bey’in Mustafa Kemal’i haberdar etmeksizin talimat vermekte olduğu endişesine düşmüş ve Rauf Bey’e karşı bir güvensizlik duygusuna kapılmıştır[]. Denilebilir ki, konferansta görüşülen ve İsmet Paşa ile Rauf Bey arasında anlaşmazlığa yol açan savaş tazminatı, dış borçların ödenmesinde esas alınacak para birimi ve bazı sınır hatlarının çizilmesi gibi konular bu ikili arasındaki ciddi yaklaşım farklılığından ileri gelmiştir. Geleneksel Osmanlı diplomasisinin etkisindeki Rauf Bey’in cihanşümul imparatorluk ruhunu taşıyan maksimalist yaklaşımı ile Cihan Harbi’nin bıraktığı yıkıntılar üzerinde tam bağımsız bir ulus devlet modelini tasavvur eden İsmet Paşa’nın realist tavrı kaçınılmaz olarak Lozan Konferansı sırasında sorunların ele alınmasında çatışmaya yol açmıştır. Giderek derinleşen bu anlaşmazlığın, Lozan görüşmelerinde aleyhte bir durumun ortaya çıkmasına yol açması, Mustafa Kemal Paşa’nın araya girmesiyle güç bela önlenmiştir. Ancak, bu olumsuz gelişmeler, Cumhuriyet tarihinde yaşanmış olan siyasi kutuplaşmaların ilk örneği olması nedeniyle dikkate değer bir nitelik taşımaktadır.
SONUÇ
Osmanlı Devleti ile gelişmiş Batılı devletler arasındaki ilişkilerde belirleyici olan ve dönemin devletler hukuku literatüründe geçerli olup Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında büyük devletler lehine sonuçlar doğuran galiplerin hukuku (el hükm-ü limen galebe) anlayışı Lozan Antlaşması’yla ilk kez sorgulanmıştır.
Lozan Konferansı’nı Kurtuluş Savaşı’nın bir aşaması olarak ele almak abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü askeri nitelikteki milli bir hareketin sonucunda Anadolu’da bağımsızlık sağlanmış olsa da, büyük güçler her fırsatta, Anadolu’daki eski yönetim dönemindeki alışkanlıklarından olan, idari, mali, siyasi imtiyazlarını devam ettirmenin olanaklarını aramışlardır. Öyle ki, amaçladıkları barış taslağının kolay bir şekilde kabul edileceği düşüncesinde olan müttefik devletlerin delegeleri, Lozan Konferansı’nda Türk heyetine karşı kibirli bir tutum sergilemişlerdir. Zaman zaman çok çetin geçen görüşmelerde bile Türk heyeti, eşit ulus olarak muamele görme ve bağımsızlık noktasında tavizsiz bir duruş sergileyerek birçok konuda, hedeflenen düzeyde kazanımlar elde etmiştir. Yeni Türkiye Devletini, bağımsız ve egemen olarak bütün dünyaya tescilleyen Lozan Barış Antlaşması, modern Türkiye’nin kurulmasının önündeki en büyük engelleri de ortadan kaldırmıştır. Lozan barışıyla, idari, mali, siyasi bağımsızlık sağlanmış, azınlık vatandaşların devlet ile olan ilişkilerini düzenlemiş ve en önemlisi de yüzyıllar öncesine dayanan devletler arasındaki birtakım siyasi sorunlar halledilmiştir. Bütün bunların yanında, Lozan Konferansı’nı ayırıcı kılan bir diğer yönü de müzakereler süresince Türk delegasyon heyetinin karşılaştığı çetin zorluklar olmuştur. Esasen Kurtuluş Savaşı boyunca askeri muharebelerin yanında diplomatik ilişkilere de önem verilmesine rağmen, Anadolu hareketini yürüten kadro, diplomasi konusunda büyük zaaflar taşımaktaydı. Gerek son dönem Osmanlı diplomasisinin onur kırıcı iflaslar yaşamış olması, gerekse de ulus devlet olarak dış politikada yeni bir sayfa açma çabası güden Kemalist elitlerin arayış içerisinde olmaları Lozan Konferansı’nı önemli bir sınav niteliğine büründürmüştür. Lozan Konferansı’na gönderilen heyetin diplomatlardan seçilmemiş olmaları Türk tarafının müzakerelerdeki işlerini zorlaştırmıştır.
Müttefik devletlerin Lozan’da Türk tarafına karşı ortak bir strateji belirlemeleri, Avrupa kamuoyunun Anadolu’da Rum ve Ermenilere zulüm uygulandığı yönündeki genel kanısı ve tarihsel süreçte yerleşmiş olan Osmanlı/ Türk karşıtı algı ile birleşince Türk delegasyonunun daha işin başında önemli engellerle karşılaştığı anlaşılmaktadır. Dahası, dönemin TBMM çatısı altında bulunan muhalif milletvekillerinin yürütülen müzakerelerden bir türlü tatmin olamamaları ve Rauf Bey ile İsmet Paşa arasındaki anlaşmazlıklar Lozan’daki Türk heyetini zora sokan bir diğer unsurdu. Ancak gerçek şu ki Kurtuluş Savaşı’nın ardından İstanbul’un tahliye edilmesi ve temelleri atılacak yeni devletin yapısal unsurlarının ortaya konulabilmesi için barış antlaşmasının bir an önce imzalanması gerekiyordu. Bu bilinçle hareket eden Türk müzakere heyeti Lozan Konferansı’nda ortaya koymuş olduğu diplomasi örneğiyle Cumhuriyet Türkiyesi için mehaz teşkil etmiştir.
KAYNAKÇA
I. Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Fon Kodu: Yer No:
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı Arşivi (ATASE) İstiklal Harbi Kataloğu (İSH)
ATASE İSH 20, Kutu (K) , Gömlek (G)
ATASE Arşiv (A) 4/, Dosya (D) 40, Fihrist (F)
ATASE A.1/, D, F
ATASE, A.4/, D, F
ATASE, İSH 20, K, G
ATASE, İSH 20, K, G.
ATASE, A.4/, D, F
ATASE, A, D, F
ATASE, A, D, F
ATASE, A.1/, D, F
ATASE, A, D, F
ATASE, A.1/, D, F
ATASE, A, D, F
ATASE, A, D, F
ATASE, A, D, F
II. Resmi Yayınlar
TBMM Gizli Celse Zabıtları, C 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s
TBMM Gizli Celse Zabıtları, C 4, Türkiye İş bankası Kültür Yayınları, İstanbul, , s.
TBMMZC, Devre I, C 24, s
III Süreli Yayınlar
Cumhuriyet
İleri
New York Times
South China Morning Post
The Christian Science Monitor
The Globe.
The Irish Times
The Manchester Guardian
The Observer
The Scotsman
The Times of India
Vatan
IV. Kitap ve Makaleler
Akın, Rıdvan, Rıdvan Akın, TBMM Devleti (), Birinci Meclis Döneminde Devlet Erkleri ve İdare, İletişim Yayınları, İstanbul,
Akyol, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul,
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, C II, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,
Atatürk’ün Bütün Eserleri, C 15, Kaynak Yayınları, İstanbul,
Atay, F. Rıfkı, Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri, Del yayınları, İstanbul,
Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam, C II, Remzi Kitabevi, İstanbul,
Aysal, Necdet, “Atatürk Döneminde İç Politika”, Temuçin Faik Ertan (Edt.), Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara,
Barlas, Dilek, “Friends or Foes? Diplomatic Relations Between Turkey and Italy, ”, International Journal of Middle East Studies, May , Vol. 36, No.2, pp.
Bayur, Yusuf Hikmet, Yeni Türk Devleti’nin Dış Siyasası, TTK, Ankara,
Budak, Mustafa, Misak-ı Milli’den Lozan’a, İdealden Gerçeğe Türk Dış Politikası, Küre Yayınları, İstanbul,
Casola, Maria Antonia Di, “Italy and the Treaty of Lausanne of ”, The Turkish Yearbook of International Relations, C 23, Ankara, , pp.
Cebesoy, Ali Fuat, Siyasi Hatıralar Büyük Zaferden Lozan’a, Lozan’dan Cumhuriyet’e C I-II, Temel Yayınları, İstanbul,
Çelebi, Mevlüt, Milli Mücadele Döneminde Türk İtalyan İlişkileri, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara,
Davison, H. Roderic, “Mondros’tan Lozan’a Kadar Türk Siyaseti’’, Çev. Mine Erol, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, , C XXIV, S ss
Demirel, Ahmet, Birinci Meclis’te Muhalefet, İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul,
Dennis, Alfred L. P., “British Foreign Policy and the Dominions’, The American Political Science Review, November , Vol, No.4, pp
Erez, Naşit, “Lozan Konferansı ve İsviçre Halkoyu”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S 34, (Temmuz ).
Erhan, Çağrı, “Lozan Barış Konferansı”, Baskın Oran (Edt.), Türk Dış Politikası, Kuruluşundan Bugüne Olaylar, Belgeler, Yorumlar, C I, İstanbul, İletişim Yayınları,
___________, “Lozan’ın Genel Çerçevesi”, Yılında Penceresinden Lozan Sempozyumu, Ankara,
Ertan, Temuçin Faik, “Lozan Görüşmeleri Sırasında Türk Heyeti İle TBMM Hükümeti Arasındaki İlişkiler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C 6, S 18, Ankara, , s
Frey, Frederick W., The Turkish Political Elite, The M.I.T. Press, Cambridge&Massachusetts,
Finefrock, Michael M., “The Second Group in the First Turkish Grand National Assambly”, Journal of South and Middle Eastern Studies, Vol. III, No. I, (Fall ), pp
Gibbons, Herbert Adams, Venizelos, Houghton Mifflin Company, Boston and New York,
Güneş, İhsan, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
Giritli, İsmet, “Mondros’tan Mudanya’ya, Sevres’den Lausanne’a”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart , S 14, s
Grew, Joseph C., “The Peace Conference of Lausanne, ”, Proceedings of the American Philosophical Society, February 15 ,Vol. 98, No.1, pp.
________,Gazi ve İsmet Paşa, Çalkantılı Dönem, , (Çev.) Ö. Andaç-N. Uğurlu, Örgün Yayınevi, İstanbul,
________, Lozan Günlüğü, Çev. Mustafa Kadri Orağlı, Multilingual Yay. İstanbul,
Jaeschke, Gotthard, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, TTK Yayınlar, Ankara,
İnan, Arı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, TTK Yayınları, Ankara,
İnönü, İsmet, “İstiklal Savaşı ve Lozan”, Belleten, Ocak , C XXXVIII, S s
________, Defterler , Haz. Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
________, Hatıralar, Yay. Haz., Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, Ankara,
________, İstiklal Savaşı ve Lozan, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara,
Jeffery, Keith -Alan Sharp, “Lord Curzon and the Use of Secret Intelligence at the Lausanne Conference: ”, Turkish Yearbook of International Relations, , C 23, s
Karabekir, Kazım, Paşaların Kavgası, Yay. Haz. Faruk Özerengin, Emre Yayınları,
Karacan, Ali Naci, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Bilgi Yayınevi, Ankara,
________, Lozan, Nokta Kitap, İstanbul,
Kocatürk, Utkan, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, TTK, Ankara,
Kutay, Cemal, Lozan’da İsmet Paşa’yı Kimler Öldürecekti?, İklim Yayıncılık, İstanbul,
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Takım 1, C 1, Kitap 1, (Çev.) Seha L. Meray, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, No. , Ankara,
Mango, Andrew, Atatürk, John Murray, London,
Meray, Seha L.- Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri, SBF Yayınları, Ankara,
Nicolson, Harold, Curzon: The Last Phase , A Study in Post-War Diplomacy, Boston and New York,
Nur, Rıza - Joseph C. Grew, Lozan Barış Konferansı’nın Perde Arkası, , (Haz.) Ö. Andaç Uğurlu, Örgün Yayınevi, İstanbul,
Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım II, (Yay. Haz.), Abdurrahman Dilipak, İşaret Yayınları, İstanbul,
________, Lozan Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul,
Okyar, Fethi, Üç Devirde Bir Adam, (Yay. Haz.) Cemal Kutay, Tercüman Yayınları, İstanbul,
Orbay, Rauf, Siyasi Hatıralar, Örgün Yayınevi, İstanbul,
Öymen, Onur, Silahsız Savaş, Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, Remzi Kitabevi, İstanbul, , s
Price, Crawfurd, “New Turks for Old”, The Christian Science Monitor, February 23,
Ronaldshay, Earl of, The Life of Lord Curzon, London, E. Benn Ltd.
Selek, Sabahattin, Anadolu İhtilali C 2, Kastaş Yayınevi, İstanbul,
Smith, Michael Llewellyn, “Venizelos’ Diplomacy, From Balkan Alliance to Greek-Turkish Settlement”, Paschalis M. Kitromilides (Edt.), Elefterios Venizelos, The Trials of Statesmanship, Edinburgh University Press, Edinburgh, , ss
Sonyel, Salahi R., “Lozan’da Türk Diplomasisi”, Belleten, Ocak , C XXXVIII, S , s.
________, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, Türk Tarih Kurumu, Ankara,
Soysal, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları İle Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C I, TTK, Ankara,
Şemsutdinoz, A.- Y.A. Bagirov, Bir Karagün Dostluğu, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye- Sovyetler Birliği İlişkileri, (Çev. A. Hasanoğlu), Bilim Yayınları, No: 45, İstanbul,
Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları I, (), TTK Yayınları, Ankara,
________, Lozan Günlüğü, Lozan Barış Konferansı ve Barış Antlaşması Sürecinin Belgesel Kronolojisi, , Bilgi Yayınevi, İstanbul,
Tağmat, Çağla D., “Lozan Barış Konferansı’na Yunanistan Tarafından Bakış: Venizelos’un Dünyasında Lozan”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XIV/29, (Güz ), ss
Tengirşenk, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
Toprak, Zafer, “Sayısallaşma ya da Cumhuriyet’in Rasyonelleşmesi”, Uluslararası Atatürk ve Çağdaş Toplum Sempozyumu, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, , s
Toynbee, Arnold J. - Kenneth Kirkwood, Turkey, New York,
Turan, Şerafettin, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara,
Türkgeldi, Ali Fuat, Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi, Ankara,
Uzun, Hakan, “Sakarya Muharebesi Sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Batı’daki Diplomatik Çalışmaları”, Yıldönümünde Sakarya Zaferi ve Haymana, Haz. Hakan Uzun-Necdet Aysal, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, , s
____________, “Türk Heyeti’nin Lozan’a Gidişi ve Lozan Konferans’ı Öncesinde Avrupa’daki faaliyetleri (5 Kasım Kasım )”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), , s
Yavuz, Bige, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv Belgeleri Açısından, , TTK, Ankara,
Walder, David, Çanakkale Olayı, (Çev. M. Ali Kayabal), Milliyet Yay., İstanbul,
* Bu çalışma, yılında İnönü Vakfı ve Çankaya Belediyesinin ortaklaşa düzenlemiş oldukları “ Yılında Lozan” konulu makale yarışmasında üçüncülük ödülü kazanmış olan makalenin gözden geçirilmiş halidir.