Bilindik bir sorundur. Ramazan gelir, teravih namazları başlar. Fakat o da ne? Bazıları için yatsı çok geç olmakta, kimileri ise teravihi daha erken kılmaktadır. Avrupa’daki Müslümanlar için her sene ramazan ayında tekrarlanan bu tartışma, yatsı ile imsak arasındaki saat farkıyla ilgili. Kimi takvimlerde yatsı ile imsak arasında 3 dakika gibi uçuk bir süre var. Kimileri yatsıyı kılarken kimileri için henüz vakit girmemiş oluyor. “Takvim birliği” adı altında ele alınabilecek bu tartışmaya dair kısa bir özet sunalım.
Ramazan ayı geldiğinde Müslümanlar arasında yatsı ve imsak vakti tartışmaları her sene gündemde. Üstelik burada aslında tartışılan konu yalnızca “vakitler” de değil, bir yönüyle ramazan ayına has ibadetler de bu tartışmadan etkileniyor. Örneğin namaz vakitleri ile ramazan orucu ve teravih namazının doğrudan alakası var. Güneşin battığı an, hem orucun açıldığı vakit hem de akşam namazının vakti. Sabahleyin, imsak bittiği an, aynı zamanda sabah namazının başlangıcı. Yatsı namazının hemen devamı, teravih namazının başladığı an. Tüm bunlar da bu tartışmaları ramazan ayında iyice ayyuka çıkartmaktadır.
Takvimlerdeki vakitlerin farklılıkları, konuya dair geniş bilgisi olmayan Müslümanların aklını karıştırıyor. Bazen birkaç saati bulan yatsı ve imsak/sabah namazı vakitleri arasındaki farklılıklar bu karışıklığı daha da derinleştiriyor. Erbabınca, kolayca aşılabilecek olan bu tartışmaların bir süre daha süreceği de ortada.
Avrupa’da namaz vakitleri ile ilgili olarak ilk çalışma merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah tarafından yapılmıştır. yılında yazdığı ve Türkçeye de “İslam’a Giriş” adıyla çevrilen kitabında Hamidullah, paralelin kuzeyinde olan bölgelerin yatsı ve sabah namazı vakitlerinin Mekke’deki namaz vakitlerine göre ayarlanabileceğini vurgulamıştı. Daha sonra ve yıllarında Brüksel’de yapılan iki toplantıda yatsı vaktinin güneşin batışından sonra, imsak vaktinin de güneşin doğuşundan önce 1 saat 15 dakika şeklinde dünyanın her tarafında ve her mevsimde uygulanabileceğini dile getiren Hamidullah, aynı toplantıda bu önerisine ilave yaparak bu sürenin 1 saat 30 dakika olarak da tespit edilebileceğini dile getirmiştir. Hamidullah, bu önerilerini Hindistan’ın Haydarabad kentinde kendisini de yetiştiren İslam âlimleri ile özel olarak görüşmesi sonucu tespit ettiğini bildirmiştir.
Hamidullah’ın bu önerilerinin, özellikle yaz aylarında yatsı namazının gece yarısından sonra kılındığı ve aradan çok az bir süre geçtikten sonra da imsak vaktinin başlatıldığı bir dönemde yapılması yepyeni bir devrim niteliğindeydi. Hamidullah’ın önerileri büyük oranda kabul gördü ise de, bu toplantılarda önerilen uygulamalar yine de farklı bir şekilde takvimlere geçmeye devam etti. Birkaç takvim ise eski uygulamasına devam etti. Takvimlerin yayıncıları o dönemden beri kendi takvimlerinde çeşitli değişiklikler yaptı.
Burada Hamidullah hocayı rahmetle anarken, yüzyıllar boyu paralelin kuzeyinde yaşayan Müslümanların geleneksel uygulamalarına dokunulmamasını tavsiye etmesi de dikkat çekicidir. Hamidullah bu ifadesi ile Rusya’daki Müslümanların önemli bir bölümü ile, Polonya, Baltık ülkeleri ve Finlandiya Müslümanlarına işaret etmektedir. Ne var ki, bu tartışmalar artık o bölgelerdeki Müslümanları da etkiler duruma gelmiştir.
Avrupa Fetva Kurulu takvimlerdeki namaz vakitlerinin içtihadi olması sebebiyle farklı uygulamaların kabul edilebileceğini ilan etse de, yılında takvimlerde birlik gerçekleştirilmesi için özel toplantılar yapmış, bazı takvim yapımcıları bu davete uymamıştır. Ayrıca yapılan toplantıda bir sonuca da varılamamıştır. Ortak namaz vakitleri için yapılan görüşmelerde maalesef bazı takvim yayıncıları kendilerinden başka doğru bir takvim yapılamayacağı gibi büyük bir iddia ile ortaya çıkmaktadır. Bu tavırda diğerlerine yönelik “bana uyun, anlaşalım” mesajı kendisini göstermektedir.
Takvimlerle ilgili tartışmalar, sadece Almanya’ya mahsus değil. Aynı şekilde diğer ülkelerde de bu tartışmalar hâlâ sürüyor. Nitekim Türkiye’de bu tartışmalar her sene televizyonların klasik gündemi arasında yer almış durumda.
Peki takvimlerdeki ve namaz vakitlerindeki bu farklılıkların sebepleri neler? Bu sebepleri şu şekilde sıralamak mümkün:
1. Takvimlerdeki farklılıkların temel nedeni, nasların (ayet ve hadislerin) ifade ettiği vakitlerin, saat/dakika ile belirlenmemiş olması, dolayısıyla genel ifade içeren ve “an”ı değil de vakti/süreyi belirleyen ölçülerin olması. (Güneşin batışı ile doğuşu gibi.)
2. Diğer bir neden, fıkhi terminoloji ile astronomik terminolojinin uyumsuzluğu. Buna göre her iki sahada kullanılan aynı terimler, aynı “an”ı ifade etmiyorlar. Meselâ astronomide, sahurun bittiğini ve sabah namazının başladığını bildiren Fecr-i Sâdık gibi bir terim yok. Buna rağmen kimi İslam alimleri astronominin kendi tabir ve ölçülerini şer’î ölçüler olarak kabul edebiliyor.
3. Bir diğer sorun özellikle oruç için sahurda vaktin girme ya da çıkma endişesinden dolayı uzun temkin/ihtiyat vakitlerinin konulmuş olması ve temkin vakitlerinin takvimlerde bulunmasının âdeta farz şeklinde algılanması.
4. paralelin kuzeyinde kalan bölgelerde astronomik ölçümlerin sonuçlarının aşırıya kaçması ve bu durumda takdir yapılıp yapılamayacağının bilinmemesi de farklılıkların nedenleri arasında.
Bu sebepleri biraz daha artırmak mümkün olmakla birlikte, gelinen noktada bir takvim birliğinin oluşması daha uzun süreceğe benziyor. Bütün bu ihtilaflarda en çok gözden kaçan şey ise, ibadet vakitlerindeki birlikteliğin, Müslümanların cemiyet hayatı üzerindeki etkisi.
Diyelim ki bir iftar vakti, farklı takvimlere uyan bir cemaatle karşılaştınız. Aradaki bir kaç dakika fark için beklemek ile fiilî bir birliktelik sağlansa bile, yatsı/teravih vaktinde veya imsak ve sabah namazı vaktinde bu birlikteliğin mevcut takvimlere göre sağlanması mümkün değil. Yani özellikle yatsı/teravih, sabah/imsak vakitleri arasındaki farklılıkta ciddi uçurumlar ortaya çıkıyor. Aynı dine inanan insanların, aynı dinin aynı ibadetinin vaktini belirlemedeki bu ihtilafı psikolojik bir yılgınlığı da beraberinde getiriyor. Bir cemaat diğer bir cemaate dinî konularda güvenemez, diğerinin yanlış yaptığına inanır hâle gelebiliyor. Bu da güvensizliği, daha doğrusu İslami birliği ve kardeşliği zedeliyor. İftarın ardından bir camiye gidiyorsunuz, bakıyorsunuz ki Müslümanlar namaza başlamış, siz de “öteki” takvime uyan bir Müslüman olarak, vakit olmadığı hâlde o cemaatin namaz kıldığını düşünüyorsunuz. Namaz kılan o Müslümanlar da sizi vakti olmadığı hâlde sabah namazına başlamakla itham ediyor. Bu ortamda İslam ittihadından bahsetmek nasıl mümkün olabilir?
Burada “takvimlerde ittihad mümkün mü sorusu?” gündeme gelmektedir. Şahsî kanaatimiz bunun mümkün olduğu yönündedir. Yeter ki, kendi takvimini dayatmaya değil, ittihad etmeye niyet edilsin.
Önce şu hususu iyice bir anlayalım. Orucun emredildiği toplumda elektrik yoktu. İnsanlar, güneşin doğmasından önceki aydınlık vaktinde Sahur yapar ve çalışmaya başlar, güneşin batışından sonraki kısa aydınlık vaktinde İftar eder ve Zifiri karanlık dediğimiz Yatsı vaktinde uyurdu. Saat yoktu ve zaman güneş ve ayın durumuna göre tayin edilirdi. Bu yazıyı anlamak için 1 hafta elektriksiz yaşayın ve aydınlatma aracınız olmasın o zaman meselenin hakikatini daha iyi keşfedersiniz.
Günümüzde, gece boyunca elektrik aydınlığında -açlıktan ölürüz korkusuyla- tıka basa yiyor yatıyor, gündüz vaktinde oruç tutmaya çalışıyoruz. Bu durum günümüz hayat düzenine son derece ters bir durumdur. Ramazan ayı, Müslümanların diğer aylara nazaran daha fazla yemek yediği ve adeta yemek ziyafeti çektiği bir dönem olmuştur.
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslam dünyasındaki birçok Din Kurumu, Ramazan ayı geldiğinde Sabah Ezanını yaklaşık 45 dakika geriye çekiyor ve keyfi bir şekilde İmsak Vaktinde okutuyor. Saf Müslümanlar, neredeyse güneşin doğmasından 1,5 saat önce gece karanlığında Sabah Namazı kılıyor ve Oruca başlıyor. Yaz mevsiminin korkunç sıcaklarında, yarı uykusuz geçen geceler, tıka basa yenmiş yemeklerin yol açtığı mide rahatsızlıkları, gündüz boyunca devam eden halsizlik ve yorgunluklar sebebiyle adeta zorla ibadet ediyoruz.
Acaba gerçekten Yüce Allahın ve Peygamber’in istediği bu muydu?
Oruç ibadeti ilk emredildiğinde şu ayetler bildirildi:
> EY İNANANLAR. SİZDEN ÖNCEKİLERE YAZILDIĞI GİBİ, (HASTALIKLARDAN) KORUNMANIZ İÇİN SİZE DE ORUÇ YAZILDI. > ORUÇ GÜNLERİ SAYILIDIR. SİZDEN KİM HASTA VEYA YOLCULUKTA OLURSA TUTAMADIĞI GÜNLER SAYISINCA BAŞKA GÜNLERDE TUTAR. ORUCA DAYANAMAYANLARIN FİDYE VERMESİ, BİR YOKSULU DOYURMASI GEREKİR. BUNUNLA BERABER, KİM GÖNÜLDEN İSTEYEREK BİR HAYIR YAPARSA, O KENDİSİ İÇİN DAHA İYİDİR. BİLİRSENİZ, ORUÇ TUTMANIZ SİZİN İÇİN DAHA HAYIRLIDIR. > İNSANLARA YOL GÖSTERİCİ, GERÇEĞİ, DOĞRU İLE YANLIŞI BİRBİRİNDEN AYIRIP AÇIKLAYICI OLARAK KURANIN İNDİRİLDİĞİ RAMAZAN AYINA KİM ERİŞİRSE ORUÇ TUTSUN. KİM HASTA OLUR VEYA SEFERDE OLURSA TUTAMADIĞI GÜNLER SAYISINCA BAŞKA GÜNLERDE ORUÇ TUTSUN. ALLAH SİZİN İÇİN KOLAYLIK İSTER, GÜÇLÜK İSTEMEZ. SAYIYI TAMAMLAMANIZI, SİZE DOĞRU YOLU GÖSTERDİĞİ İÇİN ALLAHI YÜCELTMENİZİ İSTER Kİ, BÖYLECE ŞÜKREDERSİNİZ.>> <<BAKARA//MD/2>
Bu ayetlerden sonra Müslümanlar birçok konuda tereddüt etmişlerdi. Eğer bir Müslüman İftar yemeğini yeyip de Yatsı namazını kıldıktan sonra uyursa, bir daha gece kalkıp yemek yemez ve ertesi gün iftara kadar oruç tutardı. Ayrıca geceleri de olsa kadınlara yaklaşmazlardı. (Buhari, Savm 15; Tirmizi, Tefsir 2, (); Ebu Davud, Savm 1, (); Nesai, Sıyam 29, (4, ))
Hz Ömer ve bazı Müslümanlar bu konuda huzursuz olmuşlardı. Daha sonra şu ayetler bildirildi:
> ORUÇ GECESİ KADINLARINIZA YAKLAŞMAK SİZE HELAL KILINDI. ONLAR SİZİN ÖRTÜLERİNİZ, SİZ DE ONLARIN ÖRTÜLERİSİNİZ. ALLAH NEFSİNİZE GÜVENEMEYECEĞİNİZİ BİLDİĞİ İÇİN TEVBENİZİ KABUL EDİP AFFETTİ. ARTIK BUNDAN SONRA ONLARA YAKLAŞIN VE ALLAHIN YAZDIKLARINA TABİ OLUN. UFKUN BEYAZ İPLİĞİ (ÇİZGİSİ), SİYAHINDAN AYIRD EDİLİNCEYE KADAR YEYİN İÇİN. SONRA DA GECE OLUNCAYA (AKŞAMA) KADAR ORUCU TAMAMLAYIN. MESCİDLERDE İBADETE ÇEKİLDİĞİNİZ ZAMAN KADINLARA YAKLAŞMAYIN. BUNLAR, ALLAHIN SINIRLARIDIR. BUNLARI AŞMAYIN. ALLAH İNSANLARA AYETLERİNİ BÖYLE AÇIKLAR Kİ, (KÖTÜLÜKLERDEN) KORUNUP SAKINSINLAR.>> <<BAKARA//MD/2>
Buhari ve Müslimde yer alan hadiste şöyle söyleniyordu: Beyaz iplik siyah iplik sizce ayrılıncaya kadar yeyin için ayeti indiği zaman tan yerinde kelimeleri henüz nazil olmamıştı. Bir kısım insanlar, oruç tutacakları zaman ayaklarına siyah ve beyaz (iplik) bağlar, bunlar görülünceye kadar yiyip içmeye devam ederlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk Tan yerinde kelimelerini inzal buyurdu. O zaman herkes anladı ki burada beyaz ve siyah ipliklerden maksat gündüz ve gece imiş. (Buhari, Savm 16, Tefsir, Bakara 2, 28; Müslim, Sıyam 35, ())
Sahur, Peygamberimizin ifadesiyle “Sabah Yemeği” demektir ve bu konudaki bütün hadislerde Güneş doğmadan önceki sabah aydınlığında, Seher Vaktinde yendiği sabittir.
Hz Peygamber döneminde, Bilal Habeşi, Yalancı Aydınlık (Fecri Kazip) denilen ve ufuktan göğe yükselen ince bir beyaz çizgiyi gördüğü zaman çıkar ezan okurdu. Bilal’in ezanını duyanlar da hemen Namaz kılar ve Sahur yaparlardı. Fakat Peygamberimiz birçok kez Müslümanları uyarmış ve “Bilal geceleyin Ezan okuyor, siz Onun ezanına uymayın Ümmü Mektum’un ezanını dikkate alın. Çünkü O sabah olmadan ezan okumaz” diye söylemişti. Kendisi de Bilal’in ezan okumasını dikkate almadan sahurunu yapmıştı. Kuran yazarlarından İbn Mesut’un ifadesine göre; Hz. Peygamber, “Bilal’in ezanı hiç birinizi sahurunuzu yemekten alıkoymasın. O ayakta olanları uyarmak ve uyuyanları uyandırmak için ezan okur” diye uyarıda bulunmuştu.
Hatta bir defasında Hz. Peygamber, Ebu Katadeyi bir işe göndermiş ve Ebu Katade de, hava iyice aydınlandıktan sonra gelmişti. Birinci fecirden sonra Hz. Peygamber ona sahurluk verdi. O, «Ey Allah’ın elçisi, sabah oldu» dedi. Hz. Peygamber, «Sahur yeyin» dedi ve ışık gözükmesin diye de kapıyı kapattı. Sahur yemeği bitince çıktı ve çok aydınlık olduğunu gördü.
Hz Peygamber’in birçok yakın arkadaşı da Sahur vaktini bu şekilde algılamışlardı. Bir Sahabe diyor ki: “Ebu Bekir Sıddıkın yanında idim. Bir gece, Allaha dilediği kadar namaz kıldı. Sonra bana, “Çık bak, şafak söktü mü” diye sordu. Çıktım, baktım ve sonra dönünce, “Göğe bir beyazlık yükseldi” dedim. O, Allaha dilediği kadar namaz kıldı. Sonra bana, “Çık, bak, şafak söktü mü” diye sordu. Çıktım ve geri döndüm. “Gökte kırmızılık yaygın hale geldi” cevabını verdim. “Şimdi gel, sahur yemeğini getir” dedi. 3 ayrı Sahabe bir kaç yoldan yaptıkları nakilde Hz. Ebu Bekirin fecri (güneşin doğmasına yakın olan kızıllığı) görmemek için kapıyı kapattırdığını, nakletmişlerdi.
Hz Peygamber, “Yiyiniz, içiniz; yalancı şafak (yükselen aydınlık) yemenize mani olmasın. Kırmızılık yayılana kadar yiyiniz, içiniz” diye söylemiş ve Güneşin doğmasından önceki kızıllığa kadar Sahur yenilebileceğini ifade etmişti. (Ebu Davud, Savm 17, (); Tirmizi, Savm 15, ())
Peygamberimizin Namaz Vakitleri hakkındaki hadisinde zamanlar çok açık belirtilmiştir: Bilesiniz, namazın bir ilk vakti bir de son vakti vardır. Öğle vaktinin evveli güneşin tepe noktasından batıya meyil (zeval) anıdır. Son vakti de ikindinin girdiği andır, ikindi vaktinin evveli, vaktinin girdiği andır. Vaktin sonu da güneşin sarardığı andır. Akşam vaktinin evveli, güneşin battığı andır. Vaktin sonu da ufuktaki aydınlığın (şafak) kaybolduğu andır. Yatsı vaktinin evveli, ufuğun kaybolduğu andır. Vaktin sonu da gecenin yarısıdır. Sabah vaktinin evveli fecrin (aydınlığın) doğmasıdır. Vaktin sonu da güneşin doğmasıdır. (Tirmizi, Salat , (); Müslim, Mevakit 6, (1, , ))
Huzeyfe adındaki sahabeye “Ne zaman Peygamberle sahur yerdiniz” diye sormuşlar ve O da: “Gündüzdü, ama henüz güneş doğmamıştı” cevabını vermişti. (Nesai, Savm 20, (4, ))
Yukarıda örneklerini verdiğimiz bütün uygulamalar, Sağlam Hadis kitaplarından alınmıştır. Bu anlayışa karşılık, İslam tarihinde İmsak vaktini yani Bilal’in ezan okuduğu zamanı doğru kabul eden bir çoğunluk oluşmuştur. Bunlar “Aman bir hata yaparız, ihtiyatlı davranalım” düşüncesiyle uygulamayı zorlaştırmışlar ve yukarıda verdiğimiz örnekleri dikkate almamışlardır.
Bu anlayış hakim olunca da, Saf Müslümanların Ramazan geceleri, İmsak vaktinde ikiye bölünmüş, uykusuzluk çekmişler, henüz sabah olmadığı için Sahur yapıp yatmak zorunda kalmışlar, tok karınla yatınca da mide rahatsızlıkları, kabuslar ve sağlık sorunları ortaya çıkmıştır.
Halbuki, Ramazan ile ilgili ilk ayetlerde belirtildiği gibi: “Allah Müslümanlar için kolaylık diler, zorluk dilemez”. Müslümanların hayatını zorlaştıran cehalet ve aşırılıktır. İmsak vakti esas alındığında; Müslümanlar (Haziran ayında) Güneşin doğmasından Mekke’de , Antakya’da , İstanbul’da , Sinop’ta 2 Saat, Köln’de 4 Saat öncesinde Sahur yapmak zorunda kalmaktadır. İslamın doğduğu topraklarda günlük oruç zamanı ortalama 12 Saat iken, Kuzeye doğru çıkıldıkça bu 20 saate kadar uzamaktadır. Altı ay gündüz Altı ay gece yaşanılan bölgelerde ne yapılacağı konusuna hala cevap bulunamamıştır.
Hz Peygamber’in yukarıdaki uygulamalarında ve hadislerinde görüldüğü gibi; Sahur yemeği Sabah yemeğidir ve Güneş doğmadan önceki aydınlıkta yenir. Sabah Namazı ile Sahur arasında tertip, yani sıra yoktur, ikisinden birisi önce veya sonra yapılabilir. Saatin ve hassas astronomik bilgilerin olmadığı bir dönemde Güneş’in doğmasından önceki kırmızılık Sahur yemeğine başlangıç vakti olarak esas alınmıştır. Orucun bitiş vakti, başlangıç vaktine de bir kıyastır ve Oruç Güneşin doğuşuyla başlar, Güneşin batışıyla biter. Günümüzde her il ve ilçede Güneşin ne zaman doğacağı astronomik hesaplarla belirlenmiştir. Bu vakit esas alınarak, Sahur Vakti ve Sabah Namazı’nın Güneşin doğmasından kısa bir süre önce sonlandırılması gerekir. Ama bu süre, Din kurumlarının veya Din adamlarının söylediği gibi gece karanlığı değildir. Nitekim, Ramazan ayı dışında Sabah Namazı için Camilere gidenler bilirler ki, Namaz sona erip sokağa çıktıklarında birbirlerini iyice tanıyacak kadar ufuktaki kızıllıkla birlikte aydınlanmış bir vakitte eve dönülür. Ancak Ramazanda uygulanan Sabah Namazı vakti, Sabah değil Gece vaktidir.
Sahur yemeği, çalışanlar ve işe erken gidenler için Erken Kahvaltı olarak algılanmalıdır. Güneş’in doğuşuna kadar yenilip içilebilir, ancak normal olan Güneş’ten 10 dakika öncesinde yeme, içmenin kesilmesidir. Bunu anlamak, kabul etmek ve uygulamak tamamen kişinin kendi iradesine bağlıdır.
Geleneksel sınırları terk edemem diyenler için de şunu söylemek gerekir: Hastalık, yolculuk vesaire gibi engeli olanlar için -ki buna günümüzde çalışma şartlarını da ilave etmeliyiz- başka günlerde oruç tutulabilmesi imkanı vardır. Mevsimin ve günlerin en adaletli dönemleri Mart veya Eylül aylarında bu imkan kullanılabilir. Zaten Oruç İbadeti, Peygamberimiz döneminde Şubat ayına rastlayan en kısa günlerde farz kılınmıştır.
Ramazan ayında, vücudun (özellikle Karaciğer ve Midenin) dinlendirilmesi, aşırı yiyeceklerden kaçınılması ve anlamlı bir şekilde açlığın hissedilmesi gerekir. Aç kalırım korkusuyla fazla yemek yanlıştır, önemli olan az ancak çeşitli yemektir. Ekmek yemeden de iftar ve sahur yapılabileceğini unutmayın ve bunu kendinizde test edin. Akşam, büyük ziyafetler yerine israfa yol açmayacak yemekler yenilmeli ve sabah aydınlığında yapacağımız Sahur yemeğini yedikten sonra kesinlikle uyunmamalıdır.
Peygamberimiz döneminde Akşam iftardan sonra Yatsı denilen zifiri karanlık başladığında namazını kılıp herkes uyumaya giderdi. Sahurda kalkıldıktan sonra uyunmazdı ve günlük hayat başlardı. Günümüzde ise Sahurdan sonra günlük hayata ve çalışmaya başlamak için birkaç saati bulan bir zaman gerekiyor. Hepimiz de bu zamanda ayakta kalamadığımız için uyumayı tercih ediyoruz. Bu yüzden sizlere bu konuda pratik bir öneride bulunmak istiyoruz.
Yüzyıllara dayalı alışkanlıkların ve yanlışların bir anda terk edilmesi zordur. Yanlışa direnmek önce bireyin kendi sorumluluğudur. Bu sebeple ister imamınıza uyun, isterseniz Kuran’a ve Aklınıza. Hayatınızı, dininizi zorlaştırmak tamamen sizin elinizdedir. Allah ile İnsan arasındaki tek bağ Akıl’dır ve Allah yanlışlarımızı bildirmek için bizimle konuşmaz. Allah insana Akıl verdikten sonra başka uyarıya ihtiyaç yoktur. “Ancak Aklını kullanan insan gerçeği kavrar ve kurtuluşa erer”
Bizim görevimiz ve sorumluluğumuz öğrendiklerimizi size aktarmaktan ibaret ancak yüzlerce yıl geçse de değişimin çok zor olduğunu da görüyoruz. Bugün, (Sayın Kemal Ilıcakın Türk kültürüne güzel bir hizmeti olan) Tercüman Eser serisinden bir hatırat vardı elimde. lerin başında birçoğu yabancıların eline geçen çeşitli müesseseleri denetlemek için gönderilen Lui Ramberin Gizli Notlar isimli eseri. Önsözünde Halid Ziya Uşaklıgilin de Rambere ait bir tanıtım yazısı var. Kitabın bir yerinde aynen şunlar yazıyor:
Bugün Ramazan başlıyor. Otuz gün sürecek bu ay esnasında işler yarı yarıya inecektir. Nezaretlerde (bakanlıklar, devlet daireleri) yalnız acele işlerle uğraşılır. Nazırlar da, gece sofrasını açarak geç vakte kadar oturmaya mecbur kalan öteki devlet ileri gelenleri gibi yorgun ve küskün yüzlerle iş başına gelirler. Gerektiği kadar uyumamış oldukları şişmiş gözlerinden anlaşılır. Mütemadiyen esnerler, sizi dinlemeye ve söylediğinizi anlamaya asla hevesleri yoktur. (A.G.E. s. 81)
Kendimizi biraz sorgulayalım. Arap ülkelerinin çoğunluğunda günlük çalışma mesaisi ile arasında yapılır ve Müslümanlar, Ramazan ayını adeta gündüzleri uyuyarak geçirirler.
İslam bilginlerinin henüz üzerinde kesin bir sonuca varamadığı en tartışmalı konu Kutuplarda İftar ve Sahur Meselesidir. Bilindiği gibi ekvatordan kutuplara doğru gidildikçe gündüz ve gece saatleri değişir. Gündüzün uzamasıyla Oruç süresi de uzar. Avrupanın kuzeyinden başlayarak İskandinav ülkelerine veya Asyanın kuzeyine doğru gidildikçe 20 saat ve hatta kutuplarda 24 saati bulan Gündüz vakitleri oluşmaktadır. Bu duruma ilişkin bizim vardığımız sonuçlar şu şekildedir:
Tekrar Özetleyelim:
İbadet bir amaç için yapılır. Oruç ibadetinin amacı: Beden sağlığı ve toksinlerin temizlenmesi, Nefsin terbiye edilmesi, sayılı günlerde günün yarısında yeme, içme ve cinsellikten uzak durulmasıdır. Orucun emredildiği dönemdeki çalışma ve uyuma vakitleri günümüzde değişmiştir. O dönemde hava karardığında Akşam veya Yatsı vaktinde yatan insanlar şimdi, gece yarısına kadar oturmakta ve sabah güneş doğduktan epey sonra Saat esas alınarak çalışmaya başlamaktadır. O dönemde, Ayın Hesaplanması için Ayın Hilal Durumu, Günün Hesaplanması için Aydınlık ve Karanlık çizgileri esas alınırken, günümüzde Aylar ve Günler astronomik hesaplarla saniyesine kadar tespit edilmektedir. Hangi Zaman Hesaplaması ile yaşıyorsak, O Hesaplama esas alınarak Oruç vakti belirlenmelidir. Allahın bütün buyrukları Adaleti ve Aklı esas alır. Müslümanlar bir uygulamada zorlanmış ise mutlaka daha sonra o uygulama Nesh yoluyla düzeltilmiş ve uygulama kolaylaştırılmıştır. Oruç da bunlardan biridir. Bütün dünyaya ve iklimlere yayılmış bulunan Müslümanlar, Oruç uygulamasında büyük zorluklar yaşamakta, sağlıklarını dikkate almayarak geleneksel kurallarla hareket etmekte direnmektedir. Yaşanılan zorlukla baş edemeyenler ise Sahur vaktine kadar oturmakta ve gündüzü çoğu zaman uyuyarak geçirmektedir. Günümüzde bu uygulamanın eski haliyle sürmesi hastalıklara ve büyük zorluklara sebep olmaktadır. Belki de bizden sonraki nesiller bu zorluklarla baş edemeyip Oruçtan da İslamdan da uzaklaşacaktır.
Oruç, Medine döneminde farz kılınmıştır. Medineye Hicret esas alınırsa, Medine döneminin ilk Ramazan Ayı 9 Mart tarihine rastlar. Farz kılınma döneminin en erken Hicretten bir yıl sonra olduğu düşünülürse Ramazan başlangıcı 26 Şubat olmalıdır. Ramazan ayı, iklime göre her yıl 10 gün erken geldiğine göre, Müslümanların ilk Oruç yılları, yılın en kısa günleri olmuştur. Bu kısa günler, Hz Peygamberin vefat ettiği yılına kadar sürmüştür. Bu dönemde uygulamada herhangi bir zorluk çıkmamıştır. Hatta günler kısa olduğu için bir çok kişi Sahur yemeği bile yemeden akşamki öğünle ertesi günü oruçlu geçirmiştir. Karşılaşılan tek sorun, gece uyunduğu ve gündüzün de oruçlu olunduğu için cinsellikten uzak olunmasıdır. Bu da yazının girişinde verdiğimiz ikinci Ayet grubu ile çözülmüş, seher vaktinde sahur yenilmesi uygulaması başlamıştır. Uzun yaz günlerinin getirdiği sorunlar, Hz. Peygamberden yıllarca sonradır. Müslümanlar o yıllarda daha güney ve daha kuzeydeki uzun gün oluşumlarından ve bu durumda karşılaşılacak sorunlardan zaten habersizdir. Sonraki asırlarda, kuralları düzeltecek bir Vahiy olmadığı için insanlar bu uygulamaya dokunamamıştır. Halbuki Müslümanlar gelişen ekonomik ve sosyal şartlara göre, amacı değiştirmeden uygulamada değişiklikler yapabilirdi.
Bu konuda vereceğimiz iki önemli örnek Miras Paylaşımı ve Kölelik meselesidir.
Hz. Peygamber döneminde, Kız çocuğu bir tane ise mirasın yarısını, iki tane ise erkeğin alacağının yarısını alırdı. Kadınlar buna itiraz ettikleri zaman, Kazancın Temel Alındığı konusunda bir ayet geldi. Miras ile ilgili temel ayetlerde ise Mirasda adaletli bir vasiyetin esas olduğu, kan bağı olmasa bile aile içerisindeki diğer yetim, evlatlık ve köle gibi kişilerin de mirastan pay alması gerektiği bildirildiği için, Türkler bir dönemden sonra ölmeden önce miraslarını -sayıları ne olursa olsun- kız ve erkek çocuklar arasında Vasiyet Yoluyla eşit olarak dağıtmaya başladılar. Cumhuriyet sonrası ise Mirasda Eşitlik meselesi hukuki bir temele oturdu. Türklerin uygulaması, ilk bakışta bu ayetteki ikili birli esasına ters gibi görünse de, Mirasın adaletli dağıtımına ilişkin temel kurallarına uygundu. Çünkü zaman içerisinde kadınların sosyal ve ekonomik statüsü değişmiş ve erkeklerle eşit duruma gelmişlerdi. Çünkü Miras konusundaki ilk ayetler geldiği ve kadınlara da hisse verileceği duyulduğu zaman bütün Araplar isyan etmiş ve Onlar mal kazanmaz, ganimet elde etmez, neden onlara miras verelim demişlerdi. Ancak Kuran, mirastan hiç pay alamayan kadınlara, çocuklara, yetimlere ve evlatlıklara da miras verilmesini emretmişti. Günümüzde Araplarda hala eski uygulama sürmektedir.
Diğer örnek olan Kölelik meselesine gelince, Kuranda kölelere adaletli davranılmasının esas olduğu, köleyi azad etmenin yani hür bırakmanın en güzel davranış olarak tavsiye edildiği görülmektedir. Köleliğin kesin olarak yasaklanması Hz Peygamber döneminde mümkün olamamış, ancak yaşadığımız son asırda bütün dünyada kölelik ancak ortadan kalkabilmiştir. Bununla birlikte modern anlamda kölelik ise Hizmetçilik şeklinde yine devam etmektedir. İnsanın kendi işini yapmaya kendisinin güç yetirmesi durumunda bir başka insanın emeğine ve hürriyetine sadece mali gücü sebebiyle tahakküm etmesi adaletli değildir.
Netice olarak, Oruç Uygulaması konusunda da tarihi, ekonomik ve sosyal şartların değişmesine ve takvim uygulamasına paralel olarak vaktin düzenlenmesi İslam düşüncesine aykırı değildir. Esas olan amacı gerçekleştirmektir. Allahın en önemli vasfı Adalettir. İnsan da her davranışında olduğu gibi uygulamalarında da Adaleti esas alarak hareket etmelidir.
Daha bundan bir nesil önce Gaz Lambaları ile yaşadığımızı ve en geç gibi uyumak zorunda kaldığımızı unutmayalım. Biz önceki yanlışları düzeltelim ki, yeni nesiller de bizim yanlışlarımızı düzeltsin ve doğru yaşasınlar.
ALLAH KOLAYLIK İSTER GÜÇLÜK DİLEMEZ
Dini BilgilerDiyanet'ten cemaatlere 'imsak' tepkisi