bilal baba mûcizeleri / Horoza Kurşun İşlemiyor!

Bilal Baba Mûcizeleri

bilal baba mûcizeleri

Nadiri Tefsiri-1 - Muhammed Bilal Nadir Hazretleri PDF

TEFSİRİ
seafoodplus.info

MUHAMMED BİLAL NÂDİR HAZRETLERİ


TAKDİM
ٰ ّ ‫ ِﺑْﺴِﻢ اﻟ‬،‫ﻞِه ِﻣَﻦ اﻟﱠﺸْﯿَﻄﺎِن اﻟﱠﺮِﺟﯿِﻢ‬
‫ﻞِه اﻟﱠﺮْﺣﻢِٰن اﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ‬ ٰ ّ ‫َاُﻋﻮُذ ِﺑﺎﻟ‬

‫ َواﻟ ﱠ‬.‫َاْﻟَﺤْﻤُﺪ ِﻟّﻞِٰه َرﱢب اْﻟَﻌﺎﻟَِﻤﯿَﻦ‬


َ ‫ﺼَﻼُة َواﻟﱠﺴَﻼُم َﻋﻠَﻰ َرُﺳﻮِﻟَﻨﺎ ُﻣَﺤﱠﻤٍﺪ َوَﻋﻠَﻰ آِﻟِﻪ َو‬
‫ﺻْﺤِﺒِﻪ َاْﺟَﻤِﻌﯿَﻦ‬

Günümüzde çok sayıda meal ve tefsir varken, neden böyle bir tefsir yazılma
ihtiyacı hissedildi?

Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından önceden yazılan ve Müslümanlar tarafından


itibar edilen çok sayıda meal ve tefsir vardır. Osmanlı Devleti’nden sonra Arapça
ve Osmanlıca olan bu eserler, günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Ancak bâzı
kimselerin, bu eserleri çevirirken veya yeniden yazdıkları meal ve tefsirlerde
kendi bâtıl görüşlerine göre âyetleri çarpıttıkları görülmektedir. Bu çarpıtmayı
da, âyetlerle ilgili olan hadisleri; ″Mevzudur, sahih değildir″ demek sûretiyle
gerçekleştirmişlerdir. Bu kimseler özellikle, Müslümanların itikâdını ve yakînini
güçlendiren âyetleri çarpıtmışlardır. Meselâ: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve
sellem’in mûcizelerini ve onun üstün vasıflarını belirten, evliyâ, kerâmet, şefaat,
zikrullah ve tasavvuf yolunu anlatan âyetler gibi. Böylece, Müslümanlar
arasında tefrika çıkmasına sebep olmuşlardır. Biz de Müslümanlar arsındaki bu
görüş ayrılığının ortadan kalkması, âyetlerin doğru anlaşılabilmesi ve
ecdadımızın da amel ettiği Ehl-i Sünnet görüşünün tam anlamıyla yaşanabilmesi
için âyetleri ilgili hadisler ile birlikte ele alarak böyle bir tefsir yazma ihtiyacı
hissettik. Çünkü âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için mutlak sûrette hadisler ile
birlikte ele alınması gerekir.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 59’da şöyle buyurmuştur:

″… Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, ihtilaf ettiğiniz herhangi bir
meselede Allah’ın kitabına ve Resûlün sünnetine mürâcaat edin. Bu, sizin için
hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.″

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

″Size iki şey bırakıyorum ki, bunlara sarıldığınız sürece aslâ dalâlete
düşmezsiniz. Bunlar, Allah’ın kitabı ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.″[1]
Bu iki emânet, Peygamberimiz Sallallahu aleyhi vesellem’in, Müslümanlara
kıyâmete kadar geçerli olan bir vasiyetidir. Bu sebeple de âyetlerin doğru
anlaşılabilmesi için hadisler ile birlikte ele alınması zorunludur.

Yine hadislerin önemine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Hz. Ali Efendimiz, İbn-i Abbas Hazretlerini Hârici taifesiyle tartışmaya gönderir
ve ona der ki: ″Git, onlarla mücâdele et. Onları Kur’ân’a ve sünnete çağır. Fakat
onlara Kur’ân’dan delil getirme. Çünkü âyetlerin pek çok mânâlara gelme
ihtimali vardır. Ancak onlarla sünnetten delil getirerek mücâdele et.″ İbn-i Abbas
Hazretleri de: ″Ey Mü’minlerin Emiri! Ben Allah’ın kitabını onlardan daha iyi
bilirim, çünkü Kur’ân bizim evlerimizde indi″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ali
Efendimiz: ″Doğru söylüyorsun. Fakat Kur’ân, birçok yönü bulunan bir kitaptır.
Kur’ân bir şey der, onlar da başka bir şey söylerler. Yani Allah’ın âyetlerini
kendi kafalarına göre yorumlarlar, ağızları kapanmaz. Lâkin sen onlara sünnetten
delil getirirsen kaçacak yer bulamazlar″ buyurdu. Nitekim İbn-i Abbas
Hazretleri, onların karşısına çıktı. Sünnetten delil getirerek onlarla tartıştı.
Sonunda onların elinde hiçbir delil kalmadı ve böylece hepsini susturdu.[2]

İşte bu hâdiseden de anlaşılan odur ki, Kur’ân’a, sünnetler ile delil


getirildiğinde, âyetlerin çarpıtılamadığı görülmektedir.

Bu konuda Hz. Ömer Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

″Size birtakım insanlar, Kur’ân-ı Kerîm’in müteşâbih âyetleriyle mücâdele


etmeye gelecekler. Siz de onlara karşı sünnetler ile karşı koyun. Çünkü
sünnetleri bilenler, Allah’ın kitabını en iyi bilenlerdir.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

″Dînin kaybolması, sünneti terk etmekle başlar. Halat, nasıl ki lif lif parçalanırsa
din de, sünnetin birer birer terk edilmesiyle ortadan kalkar.″[4]

Hadis-i Şerif’lerin önemine dair mezhep imamlarımız da şöyle söylemişlerdir:

İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri: ″Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’ân’ı


anlayamazdık″ diye buyurmuştur.

Ahmed b. Hanbel Hazretleri: ″Sünnet, bizim yanımızda; Resûlullah Sallallâhu


aleyhi ve sellem’den gelen nakillerdir. Sünnet, Kur’ân’ı açık-lar ve o, Kur’ân’ın
işâret ettiği mânâların delilleridir″ diye buyurmuştur.

İmam Şâfii Hazretleri: ″Ehl-i Sünnet âlimlerinin bütün söyledikleri sünnetin


şerhidir. Bütün sünnet de Kur’ân’ın şerhidir″ diye buyurmuştur.

İmam Mâlik Hazretleri de: ″Sünnet, Nûh’un gemisine benzer. Kim ona binerse,
kurtulur, kim de binmezse boğulur″ diye buyurmuştur.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine vahyedilen âyetleri Ashâbına


açıklayarak izah ederdi. Bundan dolayı genellikle âyetlerin karşılığında hadisler
vardır. Bu nedenle bir âyetin karşılığında olan her hadis, o âyetin en güzel
tefsiridir.

Kur’ân âyetlerini çarpıtarak, kendi görüşüne göre mânâ verenler hakkında


Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

″Her kim Kur’ân’a (gerçek mânâsını bildiği halde) kendi görüşüne göre mânâ
verirse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.″[5]

Biz de bu tefsiri hazırlarken, âyetleri ilgili olan hadislerle birlikte


değerlendirerek açıklamaya çalıştık. Ahkâm âyetlerini Hanefi Mezhebi’nin
görüşü üzere izah ettik. Yine bâzı âyetlerin izahında, o âyeti açıklayıcı bir
özelliğe sahip olması nedeniyle, Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından nakledilen
rivâyetlere de yer verdik. Eğer bilmeyerek bir hatâ yapmış isek, bundan dolayı
Allah’ın rahmetine ve affına sığınırız! Vallâhu a’lem, bi’s-savâb (Doğruyu en iyi
bilen Allah’tır).

Muhammed Bilal Nâdir

Hazretlerinin Torunu

Bilal KUTLUBAY

[1] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kader 3.

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr, c. 1, s.


Ayrıca tarihi kaynaklar: Hakem tayin etme ve verdiği hükme râzı olma meselesi
etrafında cereyan eden bu münâkaşada, İbn-i Abbas Hazretlerinin, sünnet ve
sîretten deliller getirerek binlerce Haricî’nin tevbe edip Hz. Ali’nin safına
geçmesini sağladığını kaydederler.

[3] Sünen-i Dârimî, Mukaddime

[4] Sünen-i Dârimî, Mukaddime

[5] Sünen-i Tirmizî, Tesir’ul-Kur’ân 1; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 1,


s.
MUHAMMED BİLAL NÂDİR HAZRETLERİNİN
HAYATI VE YAZDIĞI ESERLERİ
Muhammed Bilal Nâdir Hazretleri; Gaziantep’in İslâhiye Kazası Erikli Belen
(yeni adı Kozuluk) köyünde yılında dünyâya gelmiştir. Doğduğunda,
babası Abdullah Efendi, çocuğunun hayırlı olması için yedi gün üst üste her gün
bir koç kestirip Mevlid-i Şerif okutur. Zamanın en meşhur âlimlerine dualar
yaptırır ve o âlimlere:

- Çocuğun ismini ne koyalım? diye sorar. Onlar da:

- Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve müezzininin ismi olsun derler


ve ismini ″Muhammed Bilal″ koyarlar.

Muhammed Bilal Nâdir Hazretleri, 15 yaşlarında iken babası Abdullah Efendi


vefat edince, o yaşta evin geçimini kendisi üstlenir.

Daha sonra Eşerefoğlu Rûmî Hazretlerinin yazmış olduğu Müzzekk’in-Nüfûs


adlı kitap eline geçer. Bu kitap tarikattan bahseder. Bu kitabı okur, onunla amel
eder ve bir yandan da şeyh aramaya başlar. Bilal Nâdir Hazretleri, Hulefâ-i
Kâdirî’den Şeyh Hafız Ali Efendiye gider ve ondan ders alır. Böylece tasavvuf
yaşantısı başlamış olur.

Peygamberimiz Sallallahu aleyhi vesellem’in Hıra mağarasında çalıştığı gibi


kendisi de, şeyhinin izni ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin
bu uygulamasını örnek alarak, yedi sene tuzsuz arpa ekmeği yiyip riyâzet ve
mücâhede ile çalışmış ve kırk gün de çileye girmiştir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu şekilde halktan uzaklaşıp


ibâdete çekilmesine ″İnzivâ″, az yemenin adına ″Riyâzet″ ve nefsin
hoşlanmadığı şeyleri yapmaya ve ibâdete çok çalışmaya da ″Mücâhede″ denir.
İşte Bilal Nâdir Hazretleri de bu şekilde uzun yıllar çalışarak Kâdirî Tarikatı’nın,
Nâdirî kolunu kurmuştur.

Gaziantep, Kahramanmaraş, İslâhiye ve köylerinde on beş cami yaptırmış. Bu


eserleri yaptırırken ne sergi ile, ne makbuz ile, ne de imâ ederek para
toplamamıştır. Yapılan iftira ve şikâyetler üzerine istiklâl mahkemelerinde 3 defa
idam ile yargılanmış, 36 defa tevkif edilmiş, 54 defa nezârete alınmış ve ’den
fazla da ifade vermiştir. Daha sonra ile seneleri arasında 10 sene
Giresun’a sürgün gitmiş, ile yılları arasında bir yıl hapis yatmış ve o
günün şartlarında bin lira da ağır para cezasına çarptırılmış, hapisten hemen
sonra ile yılları arasında da 2 sene İstanbul’a sürgüne gönderilmiştir.

Sağlığının son senelerinde teyp ülkemizde yeni yeni yayılmaya başlamıştı.


Vefatına kadar olan süre içerisinde saat kadar vaaz bandı doldurmuştur.
Cevâhir’ül-İslâm, Zuhuratiyye-i Geylâniyye, Hâzâ Kitab’ül-Hadis, Hulâsâ-i
Tarikat, Ümm’ül-Hadis ve benzeri yazmış olduğu eserleri vardır.

Muhammed Bilal Nâdir Hazretlerinin Arapça ve Osmanlıca olarak yazdığı


eserlerin bir kısmı, oğlu Muhammed Hilmi Kutlubay (d. /ö. )
Hazretleri tarafından bastırılıp yayımlanmıştır. Daha sonra bastırılamamış olan
diğer eserleri de aynı şekilde tercüme edilerek tarafımızdan düzenlenip
yayımlanmış ve yayımlanmaya da devam edilmektedir. Bu şekilde şu ana kadar
25 adet eser basılmıştır.

İşte bu tefsir de, Hanefi âlimi olan Muhammed Bilal Nâdir Hazretlerinin kendi
zamanında bastıramadığı eserlerinden biridir. Bu yazdığı tefsiri, tam olarak
bitiremeden vefât etmiştir. Biz de bu yarım kalan çalışmasını; Ehl-i Sünnet
âlimleri tarafından yazılmış olan eserlerden de istifâde ederek basıma hazır hale
getirdik.

Muhammed Bilal Nâdir Hazretleri, senesi Aralık ayının 22’yi 23’e
bağlayan gece, Gaziantep’in Çarpın (yeni adı Işıklı) köyünde Hakk’ın rahmetine
kavuşmuştur. Türbesi, Nurdağı ilçesinin Hamidiye köyündedir.
1-FÂTİHA SÛRESİ
Bu sûre 7 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Fâtiha Sûresi, Kur’ân-ı
Kerîm’in tamamının rûhudur. Kur’ân’ın kıraatine başlangıç teşkil ettiği için bu
anlama gelen ″Fâtiha″ ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatlerinin özünü
kapsadığından dolayı ″Ümm’ül-Kur’ân″ (Kur’ân’ın anası) diye de
isimlendirilmiştir.

Sûre-i Hicr, Âyet 87’de: ″Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, Biz sana tekrarlanan
yediyi (Fâtiha Sûresi’ni) ve büyük Kur’ân’ı verdik″ diye geçtiği üzere Fâtiha
Sûresi, yedi âyetten ibâret olup, namazların her rek’atında okunduğundan,
″Seb’ül-Mesânî″ (tekrarlanan yedi) ismi de verilmiştir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻹْﻧِﺠﯿِﻞ ِﻣْﺜَﻞ أُﱢم اْﻟُﻘْﺮآِن َوِﻫَﻲ اﻟﱠﺴْﺒُﻊ اْﻟَﻤَﺜﺎِﻧﻲ َوِﻫَﻲ َﻣْﻘُﺴﻮَﻣٌﺔ َﺑْﯿِﻨﻲ‬ْ ‫ﱠ‬ ّ َ َ
ِ ‫َﻣﺎ أْﻧَﺰل اﻟﻞُٰه َﻋﱠﺰ َوَﺟﻞ ِﻓﻲ اﻟﱠﺘْﻮَراِة َوَﻻ ِﻓﻲ ا‬
‫(َوَﺑْﯿَﻦ َﻋْﺒِﺪي َوِﻟَﻌْﺒِﺪي َﻣﺎ َﺳَﺄَل )ن ﻋﻦ اﺑﻰ ﺑﻦ ﻛﻌﺐ‬

Allah’u Teâlâ, ne Tevrat’ta ne de İncil’de, Ümm’ül-Kur’ân (Fâtiha Sûresi) gibi


bir sûre indirmemiştir. Bu sûre, Seb’ül-Mesânî’dir. Hakk Teâlâ: ″O sûre,
Benimle kulum arasında taksim edilmiştir. Kulum için dilediği verilir″ diye
buyuruyor.[1]

Bu sûre ittifakla yedi âyettir. Hanefilerin de içinde bulunduğu ulemâdan bir


kısmı, Besmeleyi Fâtiha’ya bağlı bir âyet saymadıkları için, ″Sırâtallezîne
en’amte aleyhim″ kısmını bir âyet, sonrasını da ayrı bir âyet saymışlardır. Bu
âlimlerin delillerinden birisi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in namazda
Besmeleyi gizli okumasıdır. Bu hususta Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu şöyle
buyurmuştur:

‫ﻞُه َﻋْﻨُﻬْﻢ َﻓﻠَْﻢ أَْﺳَﻤْﻊ أََﺣًﺪا‬ ِ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ َوأَِﺑﻲ َﺑْﻜٍﺮ َوُﻋَﻤَﺮ َوُﻋْﺜَﻤﺎَن َر‬
ٰ ّ ‫ﺿَﻲ اﻟ‬ َ ‫ﺻﻠﱠْﯿُﺖ َﺧْﻠَﻒ َرُﺳﻮِل اﻟّﻞِٰه‬
َ
‫ﻞِه اﻟﱠﺮْﺣَﻤِﻦ اﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ )م د ن ﻋﻦ اﻧﺲ‬ ّ
ٰ ‫(ِﻣْﻨُﻬْﻢ َﯾْﺠَﻬُﺮ ِﺑِﺒْﺴِﻢ اﻟ‬

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Ebû Bekir, Ömer ve Osman


Radiyallâhu anhum’un arkasında namaz kıldım, onlardan hiçbirinin Besmeleyi
açıktan okuduğunu duymadım.″[2]
Bu nedenle İmam-ı Âzam ve Ebû Yusuf’a göre; her namaza başlarken eûzudan
sonra Besmele çekildiği gibi, her rekâtın evvelinde Fâtiha’dan önce Besmele
çekmek lâzımdır. Fakat Fâtiha ile sonrasında okunacak sûre arasında Besmele
çekilmez.[3]

İmam Şâfii’nin de içinde bulunduğu bâzı âlimlere göre; Besmeleyi, Fâtiha’ya


bağlı bir âyet saydıkları için, sırâtallezîne…’den sûrenin sonuna kadar olan
kısmı bir âyet saymışlardır. Bunların delillerinden biri de, Ebû Hüreyre
Radiyallâhu anhu’dan nakledilen şu Hadis-i Şerif’tir:

‫ﻞِه اﻟﱠﺮْﺣَﻤِﻦ اﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ َوِﻫَﻲ اﻟﱠﺴْﺒُﻊ اْﻟَﻤَﺜﺎِﻧﻲ َواْﻟُﻘْﺮآُن اْﻟَﻌِﻈﯿُﻢ َوِﻫَﻲ‬


ٰ ّ ‫ﷲ َرﱢب اْﻟَﻌﺎﻟَِﻤﯿَﻦ َﺳْﺒُﻊ آَﯾﺎٍت إِْﺣَﺪاُﻫﱠﻦ ِﺑْﺴِﻢ اﻟ‬
ِ‫اْﻟَﺤْﻤُﺪ ِﱠ‬
‫(أُﱡم اْﻟُﻘْﺮآِن َوَﻓﺎِﺗَﺤُﺔ اْﻟِﻜَﺘﺎِب )ق ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Fâtiha Sûresi, yedi âyettir ve bunların başı da Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm’dir.


Fâtiha Sûresi; Seb’ül-Mesânî’dir, Kur’ân-ı Azîm’dir, Ümm’ül-Kur’ân’dır ve
Fâtihat’ül-Kitap’tır.″[4]

Fâtiha’nın ve diğer sûrelerin başında bulunan Besmelenin, o âyete bağlı bir âyet
olup olmadığı hususuna gelince, bu konuda ihtilaf vardır. Dört mezhep imamının
bu konudaki fetvâları şöyle nakledilmektedir:

İmam-ı Âzam Ebû Hanife; Fâtiha Sûresi’nin başındaki Besmelenin Fâtiha’nın


ilk âyeti olup olmadığını belirtmemiş, ancak Besmelenin gizli okunacağını
söylemiştir. Ebû Hanife’nin fetvâsına göre, namazda Besmele, Fâtiha Sûresi’nin
evvelinde okunur, diğer zamm-ı sûrelerin evvelinde ise okunmaz.

Hanefi ulemâsına göre; Besmele, evvelinde bulunduğu sûrelere bağlı bir âyet
değilse de, münferit âyet olarak sûrelerin arasını ayırmak için nâzil olmuştur.
İmam Muhammed’e bu mesele sorulduğunda:

ٰ ّ ‫َﻣﺎ َﺑْﯿَﻦ اﻟﱠﺪﱠﻓَﺘْﯿِﻦ َﻛَﻼُم اﻟ‬.


‫ﻞِه‬

″Kitabın iki kapağı arasında olan Kur’ân’dır″ diye cevap vermiştir.

İmam Şâfii ise; Besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olduğunu ve Fâtiha ile birlikte
okunmasının farz olduğunu söylemiştir. Bu sebeple de Fâtiha Sûresi’nin
başındaki Besmeleyi açıktan okumuştur.

İmam Ahmed b. Hanbel de; İmâm Şâfii gibi Besmelenin Fâtiha’dan bir âyet
olduğunu söylemiş, ancak Besmeleyi her rek’atta gizli okumuştur.

İmam Mâlik ise; sûrelerin başında olan Besmelenin Kur’ân’dan olduğu kesin
olarak tevâtürle bilinmediği için, hakkında ihtilaf olduğundan, o sûrelere bağlı
bir âyet olmadığı gibi Kur’ân’dan da değildir. Dolayısıyla ne açıktan ne de gizli
kılınan namazlarda Besmele okunmaz, diye hükmetmiştir.

Fâtiha Sûresi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in çok sayıda


Hadis-i Şerif’i nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

‫(َﻓﺎِﺗَﺤُﺔ اْﻟِﻜَﺘﺎِب ِﺷَﻔﺎٌء ِﻣْﻦ ُﻛﱢﻞ َداٍء )ﻫﺐ ﻋﻦ ﻋﺒﺪ اﻟﻤﻠﻚ ﺑﻦ ﻋﻤﯿﺮ‬

″Fâtiha Sûresi, her derde şifâdır.″[5]

‫إَِذا َﻣﺎَت أََﺣُﺪُﻛْﻢ َﻓﻼ َﺗْﺤِﺒُﺴﻮُه َوأَْﺳِﺮُﻋﻮا ِﺑِﻪ إِﻟَﻰ َﻗْﺒِﺮِه َوْﻟُﯿْﻘَﺮأْ ِﻋْﻨَﺪ َرأِْﺳِﻪ ِﺑَﻔﺎِﺗَﺤِﺔ اْﻟِﻜَﺘﺎِب َوِﻋْﻨَﺪ ِرْﺟﻠَْﯿِﻪ ِﺑَﺨﺎِﺗَﻤِﺔ‬
‫(اْﻟَﺒَﻘَﺮِة ِﻓﻲ َﻗْﺒِﺮِه )ﻃﺐ ﻫﺐ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﻤﺮ‬

″Sizin biriniz vefât ettiğinde onu fuzûli bekletmeyin. Bir an evvel kabrine
ulaştırın. Kabrinde başının yanında Fâtiha’yı, ayaklarının yanında Bakara
Sûresi’nin sonunu (Âmenerresûlü’yü) biriniz okusun.″[6]

‫(أُِﻣْﺮَﻧﺎ أَْن َﻧْﻘَﺮأَ ِﺑَﻔﺎِﺗَﺤِﺔ اْﻟِﻜَﺘﺎِب َوَﻣﺎ َﺗَﯿﱠﺴَﺮ )د ﻋﻦ اﺑﻰ ﺳﻌﯿﺪ‬

″Namazda Fâtiha Sûresi ile kolaya gelen bir miktar Kur’ân âyeti[7] okumakla
emrolunduk.″[8]

۪ ‫﴾ اَُﻋﻮُذ ِﺑﺎﻟّﻞِٰه ِﻣَﻦ اﻟﱠﺸْﯿَﻄﺎِن اﻟﱠﺮ‬


﴿ ‫جﯾِﻢ‬

Allah’ın dergâhından kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığınırım.

İzah: O şeytan ki, Allah’u Teâlâ ona lânet eyleyip dergâhından kovmuştur.
Allah’u Teâlâ’nın da, bütün insanların da düşmanıdır. Bu hususta Allah’u Teâlâ
Sûre-i Fussilet, Âyet 36’da da şöyle buyurmuştur:

″Şeytandan seni dürtecek bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O,
her şeyi işiten ve bilendir.″

Kur’ân okumaya başlanırken, ″Eûzubillâhimineşşeytânirracîm″ dememiz


gerektiği hakkında Allah’u Teâlâ, Sûre-i Nahl, Âyet 98’de:
″Ey Resûlüm! Kur’ân okumak istediğin vakit, Allah’ın dergâhından kovulmuş
olan şeytandan Allah’a sığın″ diye buyurmuştur.

Şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak şöyledir: Benim helâkim için düşmanım


olan şeytan, hücumlar ediyor; göklerden, yerden şerler yağıyor, helâk olmamız
şüphesizdir, kurtulmamız imkânsızdır. Yalnız kurtaracak olan bir tek Allah’tır.
İşte fırtına, kar ve tipilerden, mağaraya sığınan yolcular ve düşmandan
kurtulmak için kalelere sığınan kimseler gibi ben de îmansız, güç yetmez,
merhametsiz ve âsi düşmanım olan şeytandan, Allah’a sığınarak kendimi
korurum.

[1] Sünen-i Nesâî, İftitah

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât ; Sahih-i Müslim, Salât 13 (50).

[3] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 2, s. 67; Ahkâm-ı Kur’âniyye, s. 2.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /10; Kenz’ul-Ummal, Hadis No:

[5] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No:

[6] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: ; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis
No:

[7] Kur’ân’dan en az bir satır kadar âyet okumaktır.

[8] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât

ٰ ّ ‫﴾ ِﺑْﺴِﻢ اﻟ‬
۪ ‫ﻞِه اﻟﱠﺮْﺣ ٰﻢِن اﻟﱠﺮ‬
﴿ ‫حﯾِﻢ‬

1. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

İzah: Hayır murad edilen her işe; Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismini zikir
ile başlarım, demektir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

‫ﻞِه َﻋﱠﺰ َوَﺟﱠﻞ َﻓُﻬَﻮ أَْﺑَﺘُﺮ أَْو َﻗﺎَل أَْﻗَﻄُﻊ )ﺣﻢ ﻋﻦ أﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬
ٰ ّ ‫( ُﻛﱡﻞ َﻛَﻼٍم أَْو أَْﻣٍﺮ ِذى َﺑﺎٍل َﻻ ُﯾْﻔَﺘُﺢ ِﺑِﺬْﻛِﺮ اﻟ‬

″Her söze ya da önemli bir işe Allah’ın zikriyle (Besmeleyle) başlanmazsa, o


işin sonu kesik olur.″[1]

Bir Mü’min her sözünde ve her işinde, Allah’ı zikrederse (Besmele çekerse) o iş
hayırlı ve bereketli olur. Eğer bir işe Besmele ile başlamaz ise, o işin sonu kesik
olur, demektir.

Hanefi Mezhebi’ne göre; namazların evvelinde ″Subhâneke″ okunması, bundan


sonra Fâtiha’dan evvel yine sâdece kendi duyacağı şekilde ″Eûzu-Besmele″
okunması ve diğer rek’atlarda da aynı şekilde sâdece kendi duyacağı şekilde
Fâtiha’dan evvel ″Besmele-i Şerife″ okunup Fâtiha’nın sonunda da ″Âmin″
denilmesi sünnettir. Bu hususta imam ile cemaat arasında bir fark yoktur. Fakat
imama uyulduğunda cemaat, Fâtiha’yı okumayacağından ″Eûzu-Besmele″
okumazlar. Fâtiha’dan sonra okunacak sûrelerin başında ″Besmele-i Şerife″
okunmaz.

Besmele hakkında Fahreddin er-Râzî Hazretleri şöyle buyurmuştur:


َ ْ ‫ُﻛﱡﻞ اْﻟُﻌُﻠﻮم ُﻣْﻨَﺪرٌج ِﻓﻲ اْﻟُﻜُﺘﺐ ا‬
‫ﻷْرَﺑَﻌِﺔ َوُﻋُﻠﻮُﻣَﻬﺎ ِﻓﻲ اْﻟُﻘْﺮآِن َوُﻋُﻠﻮُم اْﻟُﻘْﺮآِن ِﻓﻲ اْﻟَﻔﺎِﺗَﺤِﺔ َوُﻋُﻠﻮُم اْﻟَﻔﺎِﺗَﺤِﺔ ِﻓﻲ ِﺑْﺴِﻢ‬ ِ ِ ِ
ّ ْ ُ
ٰ ‫ﻞِه اﻟﱠﺮْﺣَﻤِﻦ اﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ َوُﻋﻠﻮُﻣَﻬﺎ ِﻓﻲ اﻟَﺒﺎِء ِﻣْﻦ ِﺑْﺴِﻢ اﻟ‬
‫ﻞِه‬ ّ
ٰ ‫ اﻟ‬.

″İlimlerin hepsi dört kitapta toplanmıştır ve bu ilimler, Kur’ân’dadır.[2]


Kur’ân’daki ilimler Fâtiha‘dadır. Fâtiha’daki ilimler de Bismillâhir-
rahmânirrahîm’dedir. Bundaki ilim de Besmelenin başındaki B’dedir.″[3]

İşte Kur‘ân-ı Kerîm‘deki mânâların hepsi, Besmelenin B harfindedir. Hikmet


ilmi de bu B’nin altındaki noktadadır. Bu hususta Hz. Ali Kerremallâhu
veche‘nin:

ِ ‫(أََﻧﺎ اَﻟﱡﻨْﻘَﻄُﺔ َﺗْﺤَﺖ اْﻟَﺒﺎِء( )َﻣْﻦ َﻋﻠﱠَﻤِﻨﻲ َﺣْﺮًﻓﺎ‬


)‫ﺻْﺮُت ﻟَُﻪ َﻋْﺒًﺪا‬

″B harfinin altındaki nokta benim. Bana bir harf öğretenin kölesi olurum″[4]
diye buyurduğu harften maksat, Besmeledeki B harfidir.

Ashâb-ı Güzîn ve ulemâ, Çâr-ı Yâr Efendilerimizden bahsederken onları


özellikle şu sıfatlarıyla övmüşlerdir:

Hz. Ebû Bekir için ″es-Sıddîk″, Hz. Ömer için ″el-Fâruk″, Hz. Osman için
″Zinnûreyn″ ve Hz. Ali için ″Bâbu Medînet’ül-İlm ve noktatulletî tahte’l-bâ″
denilmiştir. Burada Hz. Ali için ″İlim şehrinin kapısı ve B‘nin altındaki nokta″
diye söylenmiştir.

Hz. Ali kerremallâhu veche hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem


şöyle buyurmuştur:

‫(أََﻧﺎ َﻣِﺪﯾَﻨُﺔ اْﻟِﻌْﻠِﻢ َوَﻋِﻠﱞﻲ َﺑﺎُﺑَﻬﺎ َﻓَﻤْﻦ أََراَد اْﻟَﻤِﺪﯾَﻨَﺔ َﻓْﻠَﯿْﺄِت اْﻟَﺒﺎَب )ت ﻃﺐ ﻋﻦ ﻋﻠﻰ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬

″Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır. İlim isteyen, o kapıya müracâat etsin.
″[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle


buyurmuştur:

‫ُﻗِﺴَﻤِﺖ اْﻟِﺤْﻜَﻤُﺔ َﻋْﺸَﺮُة أَْﺟَﺰاٍء َﻓُﺄْﻋِﻄَﻲ َﻋِﻠﱞﻲ ِﺗْﺴَﻌَﺔ أَْﺟَﺰاٍء َواﻟﱠﻨﺎُس ُﺟْﺰًءا َواِﺣًﺪا َوَﻋِﻠﱞﻲ أَْﻋَﻠُﻢ ِﺑﺎْﻟَﻮاِﺣِﺪ ِﻣْﻨُﻬْﻢ )ﺣﻞ‬
‫(وارﺑﻌﺔ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬

″Hikmet ona ayrıldı. Dokuzu Ali‘ye, biri diğer insanlara dağıtıldı. O, bu biri de
diğer insanlardan iyi biliyordu.″[6]

[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

[2] Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:


″Allah’u Teâlâ es-Seb’ut-Tivâli (yedi uzun sûreyi) Tevrat’ın yerine, el-Miûn’u
(âyet sayısı yüzden fazla olan sûreleri) İncil’in yerine, et-Tavâsin’i (Tâ, Sîn ile
başlayan sûreleri) Zebur’un yerine vermiş ve beni Havâmim (Hâ, Mîm ile
başlayan sûreler) ve el-Mufassal (kısa) sûreler ile üstün kılmıştır. Benden önce
bunları hiçbir peygamber okumuş değildir.″ (İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-
Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 87; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: )

[3] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 1, s.

[4] Bakınız: Berîka, c. 5, s.

[5] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 20; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No:

3 Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /1; Kenz’ul-Ummal, Hadis No:

۪ ‫﴾ َاﻟﱠﺮْﺣ ٰﻢِن اﻟﱠﺮ‬٢﴿ ۙ‫ﻞِه َرﱢب اْﻟَﻌﺎَﻟ ۪ﻢﯾَﻦ‬


﴿ ٤﴿ ۜ‫﴾ َﻣﺎِﻟِﻚ َﯾْﻮِم اﻟّﺪ۪ﯾِﻦ‬٣﴿ ۙ‫حﯾِﻢ‬ ٰ ّ ‫﴾ ﴾َاْﻟَﺤْﻤُﺪ ِﻟ‬
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.* O Rahmân’dır, Rahîm’dir.* Din
gününün mâlikidir (sahibidir).

İzah: Allah’u Teâlâ’ya olan hamd hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve


sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻞِه َرﱢب اْﻟَﻌﺎَﻟِﻤﯿَﻦ َﻓَﻘْﺪ َﺷَﻜْﺮَت اﻟّﻞَٰه َﻓَﺰاَدَك )اﺑﻦ ﺟﺮﯾﺮ ﻓﻲ ﺗﻔﺴﯿﺮه ﻋﻦ اﻟﺤﻜﻢ ﺑﻦ ﻋﻤﯿﺮ‬
ٰ ّ ‫(إَِذا ُﻗْﻠَﺖ اْﻟَﺤْﻤُﺪ ِﻟ‬

Sen, ″Elhamdulillâhi Rabbilâlemîn (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun)″


dediğinde, Allah’a şükretmiş olursun. O da sana olan nîmetlerini artırır.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle


buyurmuştur:

َ ‫(َﻣﺎ ِﻣْﻦ َﻋْﺒٍﺪ ُﯾْﻨَﻌُﻢ َﻋﻠَْﯿِﻪ ِﻧْﻌَﻤٌﺔ َﻓَﺤِﻤَﺪ اﻟّﻞِٰه إِﱠﻻ َﻛﺎَن اْﻟَﺤْﻤُﺪ أَْﻓ‬
‫ﻀَﻞ ِﻣْﻨَﻬﺎ )ﻫﺐ ﻋﻦ ﺟﺎﺑﺮ‬

″Verilen nîmete karşılık Allah’a hamd etmek, kula verilen her nîmetten daha
üstündür.″[2]

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

″Elhamdulillâh″ demek, Allah’a şükretmek, O’na boyun eğmek, O’nun


nîmetlerini, hidâyetini, bizi yoktan var etmesini kabul ve ikrar etmektir.

Allah’u Teâlâ gökleri, yeri, bütün mahlûkatı, kâinatı yaratıp vücuda getirdiği ve
kullarına her türlü nîmetleri ihsan ettiği için hamd yalnız Allah’u Teâlâ’ya
mahsustur.

Yine Sûre-i Fâtiha, Âyet 4’te Allah’u Teâlâ için, ″Din gününün mâlikidir″ diye
buyrulmaktadır. Din günü, ifadesinden maksat, mahşer günüdür. Bu husus Sûre-i
İnfitâr, Âyet ’da şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz ki sâlihler, elbette (Cennette) nîmet içindedirler.* Şüphesiz ki fâcirler


de elbette (Cehennemde) yakıcı ateş içindedirler.* O fâcirler, din gününde oraya
girecekler* ve oradan ayrılmayacaklardır.* Ey Resûlüm! Din günü nedir bilir
misin?* Evet, din günü nedir bilir misin?* O günde hiçbir şahıs, bir şahıs için bir
şeye mâlik olamaz. O günde emir, Allah’a mahsustur.″

Sûre-i Fâtiha, Âyet ’te, Allah’u Teâlâ’nın beş İsm-i Şerifi zikredilmiştir:
Allah: Nûr’dur. O’ndan nûr çıkar, bütün âlemi baştanbaşa nûra boyar. Yalnız
dalâlet ehli olanlar, bu nûrdan mahrumdur. Hakkıyla Îman edenler bu nûrdan
istifâde ederler. Allah’u Teâlâ: ″Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin nûrudur″[3]
diye buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, Allah isminin zuhurâtından kâinatı yaratmıştır.

Rabb: Besleyicidir. Âlemleri yoktan var eden, besleyip büyütendir. Hayır,


bereket ve feyz bundan çıkar. Toprağın ağacı beslediği gibi bütün âlemleri
besler, büyütür ve kemâle erdirir. Feyzi ise yalnız inananlara mahsustur.

Rahmân: Hüküm sahibidir. Hükümler, her işlerin tedbiri ve her emir bundan
çıkar. Bütün mahlûkata; in’amı, ihsanı verendir. Kâfir, Mü’min hepsine bakar,
besler. Münâsip görürse, her ne isterlerse verir. Münâsip görmez ise vermez.

Rahîm: Rahmet sahibidir. Rahmet-i İlâhiyye bundan çıkar. Yalvarıp ağlayanlara


merhamet eder. Rahmeti çok boldur. Rahmetini, mahşer gününde kullarından
yalnız Mü’minlere saçandır. İn’am, ihsan umûma; rahmet Mü’minleredir.

Mâlik: Tutandır. Bütün âlemlerin ve içinde bulunanların cümlesinin canı, ruhu


O’nun kudretindedir. İstediği gibi çeker, çevirir. Zâten hareket ettiren kendisidir.
Hem zâhir, hem bâtın; dünyânın ve âhiretin bir tek sahibi O’dur.

[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: ,

[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No:

[3] Sûre-i Nûr, Âyet

﴿ ٥﴿ ۜ‫﴾ ﴾ِاﱠﯾﺎَك َﻧْﻌُﺒُﺪ َوِاﱠﯾﺎَك َﻧْﺴَﺘﻊ۪ﯾُﻦ‬

5. Allah’ım! Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Sana sığınırız.

İzah: Allah’ım! Biz sâdece Sana ibâdet ederiz. Sen bizi sev ve bizi kendi
ibâdetinden ayırma. O müşriklerin, kâfirlerin ve zâlimlerin gittiği yoldan Sana
sığınırız. Sen bizi onların hevâsından ve gittikleri yoldan koru, demektir.

Allah’u Teâlâ, ibâdette olan bir kimsenin, her korkudan kurtularak istediğini
bulacağını, Kur’ân-ı Kerîm’de her sûrenin içinde tekrar tekrar söyler. Sıkı sıkı
tembih eder. Temsiller getirir: ″Ey kullarım! Siz îmanla, ibâdetle, hâlis muhlis
Bana güvenerek, sığınarak çalışıp çabalayın. Ben sizin her şeyinize yeterim. Hiç
korkmayın, her şey Benim elimdedir. Siz, yalnız devam, sebat ve istikâmetle
Benim yolumda çalışın. Gece gündüz durmadan Bana ibâdet edip, Beni zikir,
tesbih edin. Artık gerisinden hiç korkmayın″ diye buyurur.

۪ ّ ‫ﺾٓا‬
﴿ ٧﴿ ‫لﯾَﻦ‬ ُ ‫ﺻَﺮاَط اﱠﻟ ۪ﺬﯾَﻦ َاْﻧَﻌْﻤَﺖ َﻋَﻠْﯿِﻬْﻢۙ َﻏْﯿِﺮ اْﻟَﻤْﻐ‬
‫ﻀﻮِب َﻋَﻠْﯿِﻬْﻢ َوَﻻ اﻟ ﱠ‬ ۪ ‫ﺼَﺮاَط اْﻟُﻤْﺴَﺘ‬
ِ ﴾٦﴿ ۙ‫ﻖﯾَﻢ‬ ‫﴾ ﴾ِاْﻫِﺪَﻧﺎ اﻟ ﱢ‬

Bizi doğru yola hidâyet et,* o doğru yol ki, kendilerine in’am (ihsan)
ettiklerinin, gazaba uğramayanların ve dalâlete düşmeyenlerin yoludur. (Âmin!)

İzah: Allah’ım! Kendilerine hidâyet ettiğin, onlara in’am, ihsan ettiğin ve doğru
yoldan ayırmadığın kimselerin yollarını bize göster, demektir. İşte o kimseler;
Peygamberler, evliyâlar, sıddîkler ve şehitlerdir.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 69’da şöyle buyurmuştur:

″Her kim Allah’a ve Resûle itaat ederse, işte onlar Allah’u Teâlâ’nın, kendilerine
nîmet verdiği Peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler ile beraberdirler. Onlar
ne güzel arkadaştırlar.″

Bu âyetlerde, Allah’u Teâlâ’dan, bizi doğru yola iletmesini, o sevdiklerinin


yolunda olup, gazabından esirgemesini dilemek vardır.

Ayrıca bu âyetlerde dalâlet yoluna gidenlere de işaret vardır. Her kim nefsin
hevâsına uyarsa, Allah’ın gazabına uğrar ve hak yoldan çıkar. Böylece
Cehennem yolunu tutmuş olur. Dikkat et! Sâdıklar nîmetini, yalancılar da
gazabını bulacaktır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﺿﱠﻼٌل )ت ﻋﻦ ﻋﺪي ﺑﻦ ﺣﺎﺗﻢ‬ ُ ‫(اَْﻟَﯿُﻬﻮَد َﻣْﻐ‬


َ ‫ﻀﻮٌب َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ َوإِﱠن اﻟﱠﻨ‬
ُ ‫ﺼﺎَرى‬

″Yahudiler, gazaba uğrayanlar ve Hristiyanlar, dalâlete düşenlerdir.″[1]

Fâtiha Sûresi okununca, ″Âmin″ demek de sünnettir. Anlamı ise,


″Mühürlüyorum, zerre kadar şek ve şüphem yoktur″ demektir. Bu hususta şu
Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

‫ آِﻣﯿَﻦ َﺧﺎَﺗُﻢ‬:‫ َوِﻓﻲ َﺣِﺪﯾٍﺚ آَﺧَﺮ‬.‫ﻟَﱠﻘَﻨِﻨﻲ ِﺟْﺒِﺮﯾُﻞ آﻣﯿﻦ ﻋﻨﺪ َﻓَﺮاِﻏﻲ ِﻣْﻦ َﻓﺎِﺗَﺤِﺔ اْﻟِﻜَﺘﺎِب َوَﻗﺎَل إِﱠﻧُﻪ َﻛﺎْﻟَﺨﺎَﺗِﻢ َﻋﻠَﻰ اْﻟِﻜَﺘﺎِب‬
‫ اﻟﺠﺎﻣﻊ ﻷﺣﻜﺎم اﻟﻘﺮآن‬,‫(َرﱢب اْﻟَﻌﺎَﻟِﻤﯿَﻦ )اﻟﻘﺮﻃﺒﻰ‬
Cebrâil bana Fâtiha Sûresi’ni bitirdiğim vakit, âmin demeyi telkin etti ve ″Bu,
mektubun üzerindeki mühür gibidir″ dedi. Bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle
denilmiştir: ″Âmin, âlemlerin Rabbinin mührüdür.″[2]

″Âmin″ ifadesi hakkında Ebû Musabbih el-Makrâi Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i


Şerif’i nakletmiştir:

‫ﺼَﺤﺎَﺑِﺔ َﻓَﯿَﺘَﺤﱠﺪُث أَْﺣَﺴَﻦ اْﻟَﺤِﺪﯾِﺚ َﻓِﺈَذا َدَﻋﺎ اﻟﱠﺮُﺟُﻞ ِﻣﱠﻨﺎ ِﺑُﺪَﻋﺎٍء َﻗﺎَل‬
‫ُﻛﱠﻨﺎ َﻧْﺠِﻠُﺲ إِﻟَﻰ أَِﺑﻲ ُزَﻫْﯿٍﺮ اﻟﱡﻨَﻤْﯿِﺮﱢي َوَﻛﺎَن ِﻣْﻦ اﻟ ﱠ‬
‫ﺼِﺤﯿَﻔِﺔ … )د ﻋﻦ اﺑﻰ ﻣﺼﺒﺢ اﻟﻤﻘﺮاﺋﻰ‬ ‫(اْﺧِﺘْﻤُﻪ ِﺑﺂِﻣﯿَﻦ َﻓِﺈﱠن آِﻣﯿَﻦ ِﻣْﺜُﻞ اﻟﱠﻄﺎَﺑِﻊ َﻋﻠَﻰ اﻟ ﱠ‬

Ebû Züheyr’in yanında otururduk. Çok güzel bir şekilde konuşurdu. Bizden
herhangi bir kimse bir duâda bulunduğu zaman: ″Onu âmin sözü ile bitir″ derdi.
Çünkü âmin bir sahifenin üzerindeki mühür gibidir. Ebû Züheyr buyurdu ki:
Bunun neden böyle olduğunu size bildireyim. Bir gece, Peygamberimiz
Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte çıkmıştım. Israrla duâ eden birisinin
yanından geçtik. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem onun duâsını
işitecek bir şekilde durdu. Sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:
″Eğer mühürlerse duâsı kabul olunur″ dedi. Orada bulunanlardan birisi: ″Ne ile
mühürleyecek Yâ Resûlallah?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve
sellem, ″Âmin ile″ buyurdu. Çünkü o âmin ile duâsını bitirirse kabulünü
gerektirmiş olur. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bu soruyu soran
adam, duâ eden adamın yanına gitti ve ona: ″Ey filan! Duânı mühürle (âmin,
diyerek bitir) ve böylece kabul olunacağına dair sana müjde olsun!″ dedi.[3]

Hanefi Mezhebi’ne göre; İmam, Fâtiha Sûresi’ni okuduktan sonra hem kendisi
hem de cemaat, sâdece kendilerinin duyacağı bir sesle ″Âmin″ der. İmâm
Fâtiha’yı bitirince, cemaatin ve imamın yüksek sesle ″Âmin″ demesi mekruhtur.
[4]

Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir hadiste, şöyle


buyrulmuştur:

‫ﻹَﻣﺎُم اﻟﱠﺘَﻌﱡﻮُذ َواﻟﱠﺘْﺴِﻤَﯿُﺔ َوآِﻣﯿَﻦ َوَرﱠﺑَﻨﺎ ﻟَﻚ اْﻟَﺤْﻤُﺪ )ﻋﻦ اﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬ْ َ
ِ ‫(أْرَﺑٌﻊ ُﯾْﺨِﻔﯿِﻬﱠﻦ ا‬
″İmam şu dört şeyi gizli söyler. Bunlar: Eûzu, Besmele, Âmin ve Rabbenâ
lekelhamd ifadeleridir.″[5]

[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul Kur’ân 3.


[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 1, s.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât

[4] Nîmet’ül-İslâm, 2. Kısım, s. ; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam


İlmihali, s.

[5] el-Hidâye Tercümesi, c. 1, s. ; Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s.


2-BAKARA SÛRESİ
Bu sûre âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. İçerisinde,
İsrailoğullarının başından geçen inek hâdisesi sebebiyle ismini, ″İnek″ anlamına
gelen ″Bakara″ kelimesinden almıştır. Şer’î ahkâmlar ve Peygamber kıssaları
gibi birçok meseleyi ve hakikati içine almaktadır.

Bu sûrenin faziletine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i


Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

‫َاﻟﱡﺴﻮَرُة اﻟﱠِﺘﻰ ُﺗْﺬِﻛَﺮ ِﻓﯿَﻬﺎ َاْﻟَﺒَﻘَﺮَة ُﻓْﺴَﻄﺎُط اْﻟُﻘْﺮآِن َﻓَﺘَﻌﻠﱠُﻤﻮَﻫﺎ َﻓِﺎﱠن َﺗَﻌﻠﱡَﻤَﻬﺎ َﺑَﺮَﻛٌﺔ َوَﺗْﺮَﻛَﻬﺎ َﺣْﺴَﺮٌة َوَﻻ َﺗْﺴَﺘِﻄﯿُﻌَﻬﺎ اْﻟَﺒَﻄَﻠُﺔ‬
‫()اﻟﺪﯾﻠﻤﻰ ﻋﻦ اﺑﻰ ﺳﻌﯿﺪ‬

″İçinde bakara kıssası anlatılan sûre, Kur’ân’ın çadırıdır. Onu tâlim edenin tâlimi
bereket ve terki ise hasrettir. Onu okuyana sihircilerin sihri tesir etmez.″[1]

‫اْﻟَﺒَﻘَﺮُة َﺳَﻨﺎُم اْﻟُﻘْﺮآِن َوُذْرَوُﺗُﻪ َﻧَﺰَل َﻣَﻊ ُﻛﱢﻞ آَﯾٍﺔ ِﻣْﻨَﻬﺎ َﺛَﻤﺎُﻧﻮَن َﻣﻠًَﻜﺎ َواْﺳُﺘْﺨِﺮَﺟْﺖ اﻟّﻞُٰه َﻻ إِﻟََﻪ إِﱠﻻ ُﻫَﻮ اْﻟَﺤﱡﻲ اْﻟَﻘﱡﯿﻮُم ِﻣْﻦ‬
‫ﺻْﻠُﺖ ِﺑَﻬﺎ َوﯾﺲ َﻗْﻠُﺐ اْﻟُﻘْﺮآِن َﻻ َﯾْﻘَﺮُؤَﻫﺎ َرُﺟٌﻞ ُﯾِﺮﯾُﺪ اﻟّﻞَٰه َواﻟﱠﺪاَر اْﻵِﺧَﺮِة إِﱠﻻ َﻏَﻔَﺮ اﻟّﻞُٰه ﻟَُﻪ‬ َ ‫َﺗْﺤِﺖ اْﻟَﻌْﺮِش َﻓَﻮ‬
‫(َواْﻗَﺮُءوَﻫﺎ َﻋﻠَﻰ َﻣْﻮَﺗﺎُﻛْﻢ )ﺣﻢ ﻃﺐ ﻋﻦ ﻣﻌﻘﻞ ﺑﻦ ﯾﺴﺎر‬

″Bakara Sûresi, Kur’ân’ın zirvesidir. Onun her bir âyetiyle seksen melek
inmiştir. -Allah’u lâ ilâhe illâ hüvel hayyul kayyûm- (Âyet’el-Kürsî) Arş’ın
altından çıkarılmıştır. Ben ona ulaştım. Yasin Sûresi de Kur’ân’ın kalbidir.
Allah’ı ve âhireti gâye edinen kişi okursa, mutlaka bağışlanır. Onu ölülerinize de
okuyun.″[2]

Useyd İbn-i Hudayr Radiyallâhu anhu’dan da şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Bir gün Useyd, gece vakti Bakara Sûresi’ni okuyordu. Atı da yanında
bağlanmıştı. Kur’ân’ı okuyorken birden at deprenmeye başladı. Useyd sustu. O
susunca at da sâkinleşti. Useyd tekrar okumaya başladı. At yine şahlandı. Useyd
sustu, at da sâkinleşti. Bundan sonra Useyd bir daha okumaya başladı, at yine
şahlandı. Useyd de artık vazgeçti. Useyd’in oğlu Yahya ise ata yakın bir yerde
yatmakta idi. Atın çocuğa bir zararı dokunmasından endişe ederek, çocuğu
geriye çekti. Bu sırada başını kaldırıp göğe baktığında, beyaz bulut gölgesine
benzer bir sis içinde, kandiller gibi birtakım şeylerin parlamakta olduklarını
gördü. Bu gördükleri göğe doğru çıkınca, nihâyet göremez oldu. Sabah
olduğunda Useyd, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bunu söyledi. O
da:

- Oku Ey Hudayr oğlu! Oku Ey Hudayr oğlu! buyurdu. Useyd:

- Yâ Resûlallah! Atın, oğlum Yahya’yı çiğnemesinden endişe-lendim. Çünkü


çocuk ata yakın bir yerde yatmakta idi. Başımı kaldırıp çocuğa gittim. Başımı
göğe doğru kaldırdığımda, beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller
gibi birçok şeylerin parlamakta olduğunu gördüm. Artık bu beyaz gölge tabakası
içindeki ışıklı parlak cisimler manzumesi göğe doğru çekilip çıktı. Nihâyet onu
görmez oldum, dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

- Bilir misin onlar nedir? diye sordu. Useyd:

- Hayır, dedi. Peygamber Efendimiz:


َ َ ‫ﺼْﻮِﺗَﻚ َوَﻟْﻮ َﻗَﺮأَْت‬
‫ﻷْﺻَﺒَﺤْﺖ َﯾْﻨُﻈُﺮ اﻟﱠﻨﺎُس إَِﻟْﯿَﻬﺎ َﻻ َﺗَﺘَﻮاَرى ِﻣْﻨُﻬْﻢ )خ ﻋﻦ أﺳﯿﺪ ﺑﻦ ﺣﻀﯿﺮ‬ َ ‫(ِﺗْﻠَﻚ اْﻟَﻤَﻼِﺋَﻜُﺔ َدَﻧْﺖ ِﻟ‬

- Onlar meleklerdi, senin Kur’ân okuyuş sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya


devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerlerdi. İnsanlar da onlara bakarlardı.
Onlar insanların gözünden gizlenemezlerdi, buyurdu.[3]

[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: ; Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 42


().

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: ; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir,


Hadis No:

[3] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul-Kur’ân

ٰ ّ ‫﴾ ِﺑْﺴِﻢ اﻟ‬
۪ ‫ﻞِه اﻟﱠﺮْﺣ ٰﻢِن اﻟﱠﺮ‬
﴿ ‫حﯾِﻢ‬

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ ١﴿ ۚٓ‫لم‬
ٓ ‫﴾ ﴾ا‬

1. Elif, Lâm, Mîm.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, Allah’u Teâlâ bâzı sûrelere ″Hurûf’ul-
Mukattaa″ diye isimlendirilen harflerle başlar. Hakk Teâlâ yirmi dokuz sûreye bu
gibi harflerle başlamıştır.

Bu harfler, Kur’ân’ın sırrıdır, zâhirine îman getirip ilmini Allah’u Teâlâ’ya


havâle ederiz. Bu hususta Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu şöyle
buyurmuştur:

- Her ilâhî kitapta Allah’ın bir sırrı vardır. Kur’ân-ı Kerîm’deki sırrı da, sûrelerin
başındaki Huruf’ul-Mukattaa’dır.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫َﻣْﻦ َﻗَﺮأَ َﺣْﺮًﻓﺎ ِﻣْﻦ ِﻛَﺘﺎِب اﻟّﻞِٰه َﻓﻠَُﻪ ِﺑِﻪ َﺣَﺴَﻨٌﺔ َواْﻟَﺤَﺴَﻨُﺔ ِﺑَﻌْﺸِﺮ أَْﻣَﺜﺎِﻟَﻬﺎ َﻻ أَُﻗﻮُل اﻟﻢ َﺣْﺮٌف َوﻟَِﻜْﻦ أَِﻟٌﻒ َﺣْﺮٌف َوَﻻٌم‬
‫)َﺣْﺮٌف َوِﻣﯿٌﻢ َﺣْﺮٌف )ت ﻋﻦ اﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬

″Kur’ân-ı Kerîm’den tek harf okuyana bile bir sevap vardır. Her iyilik on
katıyladır. Elif, Lâm, Mim bir harftir, demiyorum. Aksine Elif bir harf, Lâm bir
harf ve Mîm de bir harftir.″[2]

[1] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s.

[2] Sünen-i Tirmizî, Sevâb’ul-Kur’ân

﴿ ٢﴿ ۙ‫ﺐ ۛ ف۪ﯾ ِ ۚﻪ ۛ ُﻫًﺪى ِﻟْﻠُﻤﱠﺘﻖ۪ﯾَﻦ‬


ۚ َ ‫﴾ ﴾ذِٰﻟَﻚ اْﻟِﻜَﺘﺎُب َﻻ َرْﯾ‬

2. İşte bu kitap (Kur’ân) ki, onda hiç şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir
hidâyettir.

İzah: Bu Kur’ân’da kimsenin şüphe edeceği bir şey yoktur. Her kimin kalbinde
Allah’u Teâlâ’nın korkusu varsa, o kimseye Kur’ân, hidâyete ermesi için bir
yardımcıdır, demektir.

Allah’a yaklaştıkça kişinin korkusu artmalıdır. Evvela ibâdet ederek bu korku


kazanılır. Ancak yaptığı ibâdete güvenir yani nefsine güven gelirse, bu korkuda
azalma olur. Çoğu kişiyi, Allah yolunda ilerlemekten geri koyan budur. İşte
takvâ sahibi, her zaman Allah korkusunu kalbinde taşıyan kimsedir. Bu hususta
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫)َﻻ َﯾْﺒﻠُُﻎ اْﻟَﻌْﺒُﺪ أَْن َﯾُﻜﻮَن ِﻣْﻦ اْﻟُﻤﱠﺘِﻘﯿَﻦ َﺣﱠﺘﻰ َﯾَﺪَع َﻣﺎ َﻻ َﺑْﺄَس ِﺑِﻪ َﺣَﺬًرا ِﻟَﻤﺎ ِﺑِﻪ اْﻟَﺒْﺄُس )ت ه ﻋﻦ ﻋﻄﯿﺔ اﻟﺴﻌﺪى‬
″Kul, sakıncalı şeyden korktuğundan dolayı sakıncalı olmayan şeyi de
bırakmadıkça takvâlı kişilerden olamaz.″[1]

Kur’ân-ı Kerîm’in takvâ sahipleri için hidâyetçi olduğuna dair de Resûlullah


Sallallâhu aleyhi ve sellem:

‫)َﻟْﯿَﺲ اْﻟُﻘْﺮآُن ِﺑﺎﻟﱢﺘَﻼَوِة َوَﻻ اْﻟِﻌْﻠُﻢ ِﺑﺎﻟﱢﺮَواَﯾِﺔ َوَﻟِﻜﱠﻦ اْﻟُﻘْﺮآَن ِﺑﺎْﻟِﻬَﺪاَﯾِﺔ َواْﻟِﻌْﻠَﻢ ِﺑﺎﻟﱢﺪَراَﯾِﺔ )اﻟﺪﯾﻠﻤﻰ ﻋﻦ اﻧﺲ‬

″Kur’ân sâdece okumak için değildir. İlim de rivâyet için değildir. Velâkin
Kur’ân hidâyet içindir. İlim de dirâyet içindir″[2] diye buyurmuştur.[3]

Kur’ân; okuyup, öğrenip, hükmüyle amel edilmek içindir. Yoksa sâdece köşeye
çekilip, okuyup geçmek için değildir. Kur’ân’ı oku; içinde ne emirler, ne
nehiyler var, ne yapmalı iyice öğren, ona göre çalış ve Cenneti kazan. Kur’ân
okumakta büyük sevap vardır. Ancak bir kimse Kur’ân’ı öğrenir, okur, ibret alır
ve hükmüyle amel ederse, Kur’ân kendine hidâyet eder. Fakat Kur’ân’ın
hükmüyle amel etmezse, o Kur’ân mahşerde ona dâvâcı olur.

Bir kimse Kur’ân’ı okur, içine Allah korkusu düşmez, yalnız insanlara
beğendirmek için okur, kendisine bir kibir ve gurur gelirse, bunun ona hiç
faydası olmaz.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻀﱢﯿُﻌﻮَن ُﺣُﺪوَدُه َوْﯾٌﻞ ﻟَُﻬْﻢ ِﻣﱠﻤﺎ َﺟَﻤُﻌﻮا َوَوْﯾٌﻞ‬ َ ‫َﯾْﺄِﺗﻰ َﻋﻠَﻰ اﻟﱠﻨﺎِس َزَﻣﺎٌن َﯾَﺘَﻌﻠﱠُﻤﻮَن ِﻓﯿِﻪ اْﻟُﻘْﺮآَن َﻓَﯿْﺠَﻤُﻌﻮَن ُﺣُﺮوَﻓُﻪ َوُﯾ‬
‫ﺿﱠﯿُﻌﻮا )أﺑﻮ ﻧﻌﯿﻢ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬ َ ‫)ﻟَُﻬْﻢ ِﻣﱠﻤﺎ‬

″İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, Kur’ân’ı öğrenirler. Ancak harflerine
önem verirler de, ahkâmını zâyi ederler. Bu hallerinden dolayı veyl[4] onlara
olsun!″[5]

[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 24; Sünen-i Tirmizî, Sıfat’ul-Kıyâme

[2] ″İlim de dirâyet içindir″ buyruğundan maksat; İlim, Allah’u Teâlâ’yı


bilmektir. Allah’ı bilen dirâyetli, cesaretli ve vakarlı olur. Yani Allah’ı kendine
çok yakın bilip, O’nun hoşuna gidecek sözü; zenginlerin ve makam sahiplerinin
hoşuna gitmeyecek diye geri durmayarak dirâyetli olup hakikati söyler, demektir.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /9.


[4] Veyl, Cehennemde bir vâdidir. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Bakara,
Âyet 79’un ve Sûre-i Mürselât, Âyet ’in izahlarına bakınız.

[5] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: ; Râmûz’ul-Ehâdîs, s.

﴿ ٣﴿ ۙ‫ﺼﻞٰوَة َوِﻣﱠﻤﺎ َرَزْﻗَﻨﺎُﻫْﻢ ُﯾْﻨِﻔُﻘﻮَن‬ ۪ ‫﴾ ﴾اَﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ ُﯾْﺆِﻣُﻨﻮَن ِﺑﺎْﻟَﻐْﯿِﺐ َوُﯾ‬


‫ﻖﯾُﻤﻮَن اﻟ ﱠ‬

3. O takvâ sahipleri ki, gayba îman ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerine


verdiğimiz rızıklarından infak ederler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Gayba îman ederler″ diye buyrulması, Allah’u


Teâlâ’yı görmedikleri halde görmüş gibi îman edip, O’ndan korkarlar ve
meleklerine, kitaplarına ve Peygamberlerine îman ederler, gözleriyle
görmedikleri halde, Cennete, Cehenneme, sevaba ve günaha îman ederler,
anlamındadır.

Enes İbn-i Mâlik Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle


buyrulmuştur:

‫ أََوﻟَْﺴَﻨﺎ إِْﺧَﻮاَﻧَﻚ؟‬:‫ َﻓَﻘﺎَل ﻟَُﻪ َرُﺟٌﻞ ِﻣْﻦ أَْﺻَﺤﺎِﺑِﻪ‬.‫ ﻟَْﯿَﺘِﻨﻲ َﻗْﺪ ﻟَِﻘﯿُﺖ إِْﺧَﻮاِﻧﻲ‬:‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ‬
ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬ ٰ ّ ‫َﻗﺎَل َرُﺳﻮُل اﻟ‬
َ ‫ﻞِه‬
‫ ُﺛﱠﻢ َﻗَﺮأَ }اﻟﱠِﺬﯾَﻦ ُﯾْﺆِﻣُﻨﻮَن‬.‫ َوإِْﺧَﻮاِﻧﻲ َﻗْﻮٌم َﯾْﺄُﺗﻮَن ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪي ُﯾْﺆِﻣُﻨﻮَن ِﺑﻲ َوﻟَْﻢ َﯾَﺮْوِﻧﻲ‬،‫ أَْﻧُﺘْﻢ أَْﺻَﺤﺎِﺑﻲ‬،‫ َﺑْﻞ‬:‫َﻗﺎَل‬
‫ﺼﻼَة{ )ﺣﻢ اﺑﻦ ﻋﺴﺎﻛﺮ ﻋﻦ اﻧﺲ ﺑﻦ ﻣﺎﻟﻚ‬ ‫(ِﺑﺎْﻟَﻐْﯿِﺐ َوُﯾِﻘﯿُﻤﻮَن اﻟ ﱠ‬

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Keşke kardeşlerimi görebilseydim″


deyince, Sahabeden bir kişi: ″Yâ Resûlallah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?″
diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Siz benim arkadaşlarımsınız.
Kardeşlerim ise, benden sonra gelip, beni görmeden îman edecek olan
kimselerdir″ buyurup, ″O takvâ sahipleri ki, gayba îman ederler, namazlarını
kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklarından infak ederler″ âyetini okudu.[1]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Namazlarını kılarlar″ diye buyrulduğu üzere takvâ


sahipleri, Allah’u Teâlâ’ya olan inançları kuvvetli olduğu için namazı devamlı ve
çok kılarlar. Farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile
namazlara devam ederler. Böyle olunca da Allah’u Teâlâ onları sever.

Allah’u Teâlâ âyetlerde, beş vakit namaza işâret ederek bu namazları vaktinde
kılmamızı emretmiştir.[2] Fakat nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır.
Allah’u Teâlâ, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan
öğrenmemizi emretmiştir.

Bu hususta Mâlik b. Huveyris Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif


nakledilmiştir:

Bizler yaşça birbirine yakın gençler topluluğu olarak Resûlullah Sallallâhu


aleyhi ve sellem’e geldik ve yanında yirmi gece kaldık. Peygamberimiz
Sallallâhu aleyhi ve sellem, ailelerimizi özlediğimizi anladı ve bize geride
kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendisine söyledik. Peygamberimiz
Sallallâhu aleyhi ve sellem gâyet ince yürekli, hassas ve çok merhametli idi.
Bize buyurdu ki:

‫ﺼَﻼُة َﻓْﻠُﯿَﺆﱢذْن ﻟَُﻜْﻢ أََﺣُﺪُﻛْﻢ‬ َ ُ‫ﺻﻠﱡﻮا َﻛَﻤﺎ َرأَْﯾُﺘُﻤﻮِﻧﻲ أ‬


َ ‫ﺻﻠﱢﻲ َوإَِذا َﺣ‬
‫ﻀَﺮْت اﻟ ﱠ‬ َ ‫اْرِﺟُﻌﻮا إِﻟَﻰ أَْﻫِﻠﯿُﻜْﻢ َﻓَﻌﻠﱢُﻤﻮُﻫْﻢ َوُﻣُﺮوُﻫْﻢ َو‬
‫)ُﺛﱠﻢ ِﻟَﯿُﺆﱠﻣُﻜْﻢ أَْﻛَﺒُﺮُﻛْﻢ )خ ﺣﻢ ﻋﻦ ﻣﺎﻟﻚ ﺑﻦ ﺣﻮﯾﺮث‬

″Haydi, ailelerinizin yanına dönün ve onlara dîni öğretin. Söyleyecek şeyleri


onlara söyleyip emredin. Siz, ben nasıl kılıyorsam namazı öyle kılın. Namaz
vakti geldiğinde içinizden biri size ezan okusun ve en büyüğünüz de size imam
olsun.″[3]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Kendilerine verdiğimiz rızıklarından infak ederler″


diye buyrulmaktadır. Bunlar, zekâtlarını tam olarak verirler, ayrıca ihtiyaç
sahiplerine hayır ve hasenatta bulunurlar. İşte bu zâtlar, gâyet cömert olurlar.
Allah’u Teâlâ’nın kendilerine verdiği mallarından Allah yoluna sarf ederler.

İnfak hakkında Sûre-i Bakara, Âyet ’de şöyle buyrulmuştur:

″Mallarını Allah yolunda infak edenlerin misâli, yedi başak veren ve her
başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah’u Teâlâ dilediğine kat kat
ihsanda bulunur. Allah’u Teâlâ, ihsanı geniş olandır ve her şeyi bilendir.″

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

‫ﺰا َوَﻣﺎ َﻓَﺘَﺢ َرُﺟٌﻞ َﻋﻠَﻰ َﻧْﻔِﺴِﻪ َﺑﺎَب َﻣْﺴَﺄﻟٍَﺔ‬‫َﺛَﻼٌث أَْﻋﻠَُﻢ أَﱠﻧُﻬﱠﻦ َﺣﱞﻖ َﻣﺎ َﻋَﻔﺎ اْﻣُﺮٌؤ َﻋْﻦ َﻣْﻈﻠََﻤٍﺔ ِاﱠﻻ َزاَدُه اﻟّﻞُٰه ِﺑَﻬﺎ ِﻋ‬
ٰ ّ ‫ﺻَﺪَﻗٍﺔ َﯾْﺒَﺘِﻐﻲ ِﺑَﻬﺎ َوْﺟُﻪ اﻟ‬
‫ﻞِه َﺗَﻌﺎَﻟﻰ ِاﱠﻻ‬ َ ‫َﯾْﺒَﺘِﻐﻲ ِﺑَﻬﺎ َﻛْﺜَﺮًة إِﱠﻻ َزاَدُه اﻟّﻞُٰه ِﺑَﻬﺎ َﻓْﻘًﺮا َوَﻣﺎ َﻓَﺘَﺢ َرُﺟٌﻞ َﻋَﻠﻰ َﻧْﻔِﺴِﻪ َﺑﺎَب‬
‫)َزاَدُه اﻟّﻞِٰه ِﺑَﻬﺎ َﻛْﺜَﺮًة )ﻫﺐ ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği
halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok
dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da Allah’u
Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna
malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[4]

[1] Ahmed b. Hanbel, Hadis No: ; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-


Mensûr, c. 1, s.

[2] Bakınız: Sûre-i Nisâ, Âyet , Sûre-i Hûd, Âyet

[3] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: ; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye,


Hadis No:

ٰ ْ ‫﴾ ﴾َواﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ ُﯾْﺆِﻣُﻨﻮَن ِﺑَﻢٓا اُْﻧِﺰَل ِاﻟَْﯿَﻚ َوَمٓا اُْﻧِﺰَل ِﻣْﻦ َﻗْﺒِﻠَﻚۚ َوِﺑﺎ‬
﴿ ٤﴿ ۜ‫ﻻِﺧَﺮِة ُﻫْﻢ ُﯾﻮِﻗُﻨﻮَن‬

4. Ey Habîbim! Onlar öyle kimseler ki, sana indirilen Kur’ân’a ve senden evvel
indirilen kitaplara îman ederler. Onlar, âhirete de kesin olarak inanırlar.

İzah: Burada îmanın şartlarından bâzıları yer almaktadır. Allah’u Teâlâ birçok
Âyet-i Kerîme’de îmanın şartlarından bahsetmektedir.

Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet ’te şöyle buyurmaktadır:

Resûl, Rabbinden kendisine indirilene îman etti, Mü’minler de îman ettiler.


Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Peygamberlerine îman ettiler ve
″Biz, O’nun Peygamberlerinden hiçbirinin arasını (hak Peygamber oldukları
hususunda) ayırmayız″ dediler ve ″İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bizi bağışla,
bizim varacağımız yer Sensin″ dediler.

Bu âyetlerde, Mü’minlerin nasıl bir îmana sahip olmaları gerektiği açık bir
şekilde beyan edilmiştir. Hadis-i Şerif’ler de de bu îman esasları net bir şekilde
ifade edilmiştir.

Bu husus Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’dan nakledilen meşhur Cibril Hadisi’nde


şöyle geçmektedir:

‫ض اﻟﱢﺜَﯿﺎِب‬ ٌ ْ ‫ﱠ‬ ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬


ِ ‫ﻞُه َﻋَﻠْﯿِﻪ َوَﺳﻠَﻢ َذاَت َﯾْﻮٍم ِاذ َﻃَﻠَﻊ َﻋَﻠْﯿَﻨﺎ َرُﺟﻞ َﺷِﺪﯾُﺪ َﺑَﯿﺎ‬ َ ‫َﺑْﯿَﻨَﻤﺎ َﻧْﺤُﻦ ُﺟﻠُﻮِس ِﻋْﻨَﺪ َرُﺳﻮِل اﻟّﻞِٰه‬
‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ‬ َ ‫َﺷِﺪﯾُﺪ َﺳَﻮاِد اﻟﱠﺸَﻌِﺮ َﻻ ُﯾَﺮى َﻋﻠَْﯿِﻪ أََﺛُﺮ اﻟﱠﺴَﻔِﺮ َوَﻻ َﯾْﻌِﺮُﻓُﻪ ِﻣﱠﻨﺎ أََﺣٌﺪ َﺣﱠﺘﻰ َﺟﻠََﺲ ِاﻟَﻰ اﻟﱠﻨِﺒﱢﻰ‬
ٰ ّ ‫ﻻﯾَﻤﺎِن َﻗﺎَل أَْن ُﺗْﺆِﻣَﻦ ِﺑﺎﻟ‬
‫ﻞِه‬ ِ ْ ‫ﺿَﻊ َﻛﱠﻔْﯿِﻪ َﻋﻠَﻰ َﻓِﺨَﺬْﯾِﻪ َﻓَﻘﺎَل َﯾﺎ ُﻣَﺤﱠﻤُﺪ أَْﺧِﺒْﺮِﻧﻰ َﻋْﻦ ا‬
َ ‫َﻓَﺄْﺳَﻨَﺪ ُرْﻛَﺒَﺘْﯿِﻪ ِاﻟَﻰ ُرْﻛَﺒَﺘْﯿِﻪ َوَو‬
‫ﺻَﺪْﻗَﺖ … )م د ن ﺣﻢ ﻋﻦ ﻋﻤﺮ ﺑﻦ‬ َ ‫ َﻗﺎَل‬.‫َوَﻣَﻼِﺋَﻜِﺘِﻪ َوُﻛُﺘِﺒِﻪ َوُرُﺳِﻠِﻪ َواْﻟَﯿْﻮِم اْﻵِﺧِﺮ َوُﺗْﺆِﻣَﻦ ِﺑﺎْﻟَﻘَﺪِر َﺧْﯿِﺮِه َوَﺷﱢﺮِه‬
‫)اﻟﺨﻄﺎب‬

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem aramızda beraber oturuyorduk. O vakit


melek sıfatlı gâyet sevimli bir adam yanımıza geldi. Elbisesi gâyet şiddetli beyaz
ve gâyet temizdi. Saçı çok ziyâde kara ve gâyet güzeldi. Üstünde hiç yolculuk
alâmeti yoktu ve bizim meclisimizde oturanlardan hiçbiri onu tanımadı.
(Hürmetle) Resûlu Ekrem’in dizlerine kadar yaklaşıp, iki dizini iki dizine
dayayarak oturdu. İki elini de iki dizinin üstüne koydu. Dedi ki:

″Yâ Muhammed! Bana îmandan haber ver.″ Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve
sellem buyurdu ki: ″Îman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine,
âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allah tarafından olduğuna inanmaktır.″ O
gelen adam: ″Doğru söyledin″ dedi. Biz hayret ettik. Hem soruyor, hem de
tasdik ediyor. Daha ziyade hayrete düştük, acaba bu kimdir?

Bu adam yine: ″Yâ Muhammed! Bana İslâm‘dan haber ver″ dedi. Buyurdu ki:
″İslâm -Lâ ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh- diye şehâdet etmek, namaz
kılmak, zekât vermek, Ramazan’da oruç tutmak ve eğer yoluna gitmeye kudretin
var ise hac etmektir.″ O adam yine: ″Doğru söyledin″ dedi. Bu adam hem
soruyor hem de tasdik ediyor. Biz, çok dikkatle dinlemeye başladık. Hayretimiz
gittikçe artıyordu. Yine o adam: ″Bana ihsandan haber ver″ dedi. Resûlü Ekrem
Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″İhsan, Allah’ı görüyorsun gibi O’na
ibâdet etmendir. Sen O’nu göremiyorsan da şüphesiz O seni görüyor.″

Yine o adam: ″Bana kıyâmetin ne zaman kopacağından haber ver″ dedi. Resûlü
Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Bu hususta sorulan, sorandan
daha bilgili değildir.″ Bu sefer o gelen kişi: ″Bana alâmetlerinden haber ver,
işâretleri nedir?″ diye sordu. Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu
ki: ″Câriyenin kendi efendisini doğurduğunu görürsün ve bacağı açıkları
görürsün ve çıplakları da görürsün. Fakir koyun çobanları, yüksek binalar
yaparlar.″

Hz. Ömer dedi ki: Bu adam çıktı gitti. Biz bir zaman durduk. Resûlullah
Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Bu soran kimdi bildin mi Yâ Ömer?″
″Allah ve Resûlü daha iyi bilir Yâ Resûlallah!″ dedim. Buyurdu ki: ″O
Cebrâil’dir. Sizin meclisinize dîninizin işini bildirmek için geldi.″[1]

[1] Sahih-i Müslim, Îman 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 17; Sünen-i Nesâî,
Îman 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: ; Bu hâdise, Sahih-i
Buhârî’de benzer lafızlarla Ebû Hüreyre Hazretlerinden de nakledilmiştir (Sahih-
i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 47).

﴿ ٥﴿ ‫﴾ ﴾اُو۬لِٰٓﺋَﻚ َﻋﻞٰى ُﻫًﺪى ِﻣْﻦ َرﱢﺑِﻬْﻢ َواُ ۬ولِٰٓﺋَﻚ ُﻫُﻢ اْﻟُﻤْﻔِﻠُﺤﻮَن‬

5. İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve felâha erenler de ancak


onlardır.

İzah: Saadet ehli olup, Cennete ve Cemâle kavuşmanın yolu, Allah’u Teâlâ’nın,
Sûre-i Bakara, Âyet ’te geçen emirlerini hâlisen tutmakladır.

Bu âyetler hakkında Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir


Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

‫ أََﻻ أُْﺧِﺒُﺮُﻛْﻢ‬:‫ َﻓَﻘﺎَل‬:‫ أَْو َﻛَﻤﺎ َﻗﺎَل‬،‫ َوَﻧْﻘَﺮأُ ِﻣَﻦ اْﻟُﻘْﺮآِن َﻓَﻨَﻜﺎُد أَْن َﻧْﯿَﺄَس‬،‫ﻞِه إِﱠﻧﺎ َﻧْﻘَﺮأُ ِﻣَﻦ اْﻟُﻘْﺮآِن َﻓَﻨْﺮُﺟﻮ‬
ٰ ّ ‫َﯾﺎ َرُﺳﻮَل اﻟ‬
‫ اﻟﻢ َذِﻟَﻚ اْﻟِﻜَﺘﺎُب َﻻ َرْﯾَﺐ ِﻓﯿِﻪ ُﻫًﺪى ِﻟْﻠُﻤﱠﺘِﻘﯿَﻦ إِﻟَﻰ‬:‫ َﻓَﻘﺎَل‬،‫ َﺑﻠَﻰ َﯾﺎ َرُﺳﻮَل اﻟّﻞِٰه‬:‫َﻋْﻦ أَْﻫِﻞ اْﻟَﺠﱠﻨِﺔ َوأَْﻫِﻞ اﻟﱠﻨﺎِر؟ َﻗﺎﻟُﻮا‬
‫ إِﱠن اﻟﱠِﺬﯾَﻦ َﻛَﻔُﺮوا َﺳَﻮاٌء َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ إِﻟَﻰ‬:‫ ُﺛﱠﻢ َﻗﺎَل‬،‫ إِﱠﻧﺎ َﻧْﺮُﺟﻮا أَْن َﻧُﻜﻮَن َﻫُﺆَﻻِء‬:‫ َﻗﺎﻟُﻮا‬،‫َﻗْﻮِﻟِﻪ اْﻟُﻤْﻔِﻠُﺤﻮَن َﻫُﺆﻻِء أَْﻫُﻞ اْﻟَﺠﱠﻨِﺔ‬
‫ أََﺟْﻞ )ﺗﻔﺴﯿﺮ اﺑﻦ اﺑﻰ ﺣﺎﺗﻢ ﻋﻦ ﻋﺒﺪ اﻟّﻞٰه ﺑﻦ‬:‫ َﻟْﺴَﻨﺎ ُﻫْﻢ َﯾﺎ َرُﺳﻮَل اﻟّﻞِٰه؟ َﻗﺎَل‬،‫َﻗْﻮِﻟِﻪ َﻋِﻈﯿٌﻢ َﻫُﺆﻻِء أَْﻫُﻞ اﻟﱠﻨﺎِر‬
‫)ﻋﻤﺮو‬

″Yâ Resûlallah! Şüphesiz ki biz, Kur’ân’dan bâzı yerleri okuyoruz,


ümitleniyoruz. Bâzı yerleri de okuyoruz, neredeyse ümidimiz kesiliyor.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ben size Cennet ve
Cehennem ehli kimdir onu bildireyim mi?″ Onlar: ″Evet, Yâ Resûlallah!″
dediler. Resûlü Kirâm da, Bakara Sûresi’nin ilk beş âyetini okudu ve ″İşte
Cennet ehli bunlardır″ buyurdu. Bunun üzerine oradakiler: ″Biz de onlardan
olmayı dileriz″ dediler. Sonra da: ″Ey Habîbim! (İnâdi olan) kâfirlere gelince,
onları (Allah’ın azâbından) korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, onlar
îman etmezler.* Allah’u Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir…″
diye devam eden Sûre-i Bakara, Âyet ’yi okudu ve ″İşte bunlar da Cehennem
ehlidir″ buyurdu. Orada bulunanlar: ″Yâ Resûlallah! Biz onlardan değiliz″
dediklerinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara: ″Evet″ diye buyurdu.
[1]
[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 84,

﴿ ۜ‫ﻞُه َﻋﻞٰى ُﻗﻠُﻮِﺑِﻬْﻢ َوَﻋﻞٰى َﺳْﻤِﻌِﻬْﻢ‬ ٰ ّ ‫﴾ َﺧَﺘَﻢ اﻟ‬٦﴿ ‫ِاﱠن اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ َﻛَﻔُﺮوا َﺳَﻮٓاٌء َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ َءاَْﻧَﺬْرَﺗُﻬْﻢ اَْم ﻟَْﻢ ُﺗْﻨِﺬْرُﻫْﻢ َﻻ ُﯾْﺆِﻣُﻨﻮَن‬
٧﴿ ۟‫ﻆﯾٌﻢ‬ ۪ ‫ﺼﺎِرِﻫْﻢ ِﻏَﺸﺎَوٌةۘ َوﻟَُﻬْﻢ َﻋَﺬاٌب َﻋ‬ َ ‫﴾ ﴾َوَﻋﻞٰٓى َاْﺑ‬

Ey Habîbim! (İnâdi olan) kâfirlere gelince, onları (Allah’ın azâbından)


korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, onlar îman etmezler.* Allah’u
Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde
çekmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.

İzah: Cehennemlik olanlar şunlardır ki, onları Cehenneme girmekten korkutsan


da, korkutmasan da onlar için birdir, aldırmaz ve sakınmazlar. Ey Habîbim! Sen,
küfürde inâdi olanları inandıramazsın, onların kalplerine korku koyamazsın.
Günahlarının kirleri kendilerini paslandırır, vaadlere inanmaz olur, kalpleri
körleşir. Bunlara Allah’u Teâlâ gazap eder; duymasınlar, görmesinler diye
kalplerini, gözlerini ve kulaklarını kara mühürle mühürler. Sebebi de küfürde
inat etmeleridir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

،‫ َوَﻗْﻠٌﺐ أَْﺟَﺮُد ِﻓﯿِﻪ ِﻣْﺜُﻞ اﻟﱢﺴَﺮاِج‬،‫ َوَﻗْﻠٌﺐ ُﻣْﺼَﻔٌﺢ َﻓَﺬِﻟَﻚ َﻗْﻠُﺐ اْﻟُﻤَﻨﺎِﻓِﻖ‬،‫ َﻓَﺬِﻟَﻚ َﻗْﻠُﺐ اْﻟَﻜﺎِﻓِﺮ‬،‫ َﻗْﻠٌﺐ أَْﻏﻠَُﻒ‬:‫اْﻟُﻘﻠُﻮُب أَْرَﺑَﻌٌﺔ‬
‫ َوَﻣَﺜُﻞ اﻟﱢﻨَﻔﺎِق َﻛَﻤَﺜِﻞ‬،‫ﻹﯾَﻤﺎِن َﻛَﻤَﺜِﻞ َﺷَﺠَﺮٍة ُﯾِﻤﱡﺪَﻫﺎ َﻣﺎٌء َﻃﱢﯿٌﺐ‬ ْ َُ ْ ْ ْ َ َ
ِ ‫ َﻓَﻤﺜﻞ ا‬،‫ َوَﻗﻠٌﺐ ِﻓﯿِﻪ إِﯾَﻤﺎٌن َوِﻧَﻔﺎٌق‬،‫َﻓﺬِﻟﻚ َﻗﻠُﺐ اﻟُﻤْﺆِﻣِﻦ‬
‫ﺻﺎِﺣَﺒَﺘَﻬﺎ أَْﻫَﻠَﻜْﺘُﻪ )ﻣﺼﻨﻒ اﺑﻦ اﺑﻰ ﺷﯿﺒﺔ ﻋﻦ ﺣﺬﯾﻔﺔ‬ َ ‫ َﻓَﺄﱡي اْﻟَﻤﺎﱠدَﺗْﯿِﻦ َﻏَﻠَﺒْﺖ‬،‫)ُﻗْﺮَﺣٍﺔ ُﯾِﻤﱡﺪَﻫﺎ اْﻟَﻘْﯿُﺢ َواﻟﱠﺪُم‬

″Kalpler dört türlüdür. Tamamen mühürlenmiş kalp, bu (küfürde inâdi olan)


kâfirin kalbidir. Eğri ve içinde îman ile küfrü bir arada bulunduran kalp,
münâfığın kalbidir. İçinde ışıl ışıl bir kandilin yandığı kötülüklerden arındırılmış
kalp, Mü’minin kalbidir. Bir kalp daha vardır ki, içinde nifak ve îmanı beraberce
barındırır. Îman, bu kalpte tertemiz sulardan beslenen bir ağacı andırırken, nifak,
kan ve irin akıtan bir yaraya benzer. Artık hangisi diğerine üstün gelirse, kalp
onun hükmü altına girer.″[1]

Genel olarak hakkı inkâr edenler için kullanılan ″Küfür″ kelimesi lügatta,
örtmek anlamına gelmektedir. Kavram olarak da İslâm’ın hakikatlerini kabul
etmeyen kimselerdir.

Allah’u Teâlâ, 6’dan 20’inci Âyet-i Kerîme’ye kadar genel olarak, insanı
Cehenneme götüren amellerin neler olduğunu haber vermektedir.
[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 1, s. ; İbn-i Ebî Şeybe,
Masannef, Hadis No: 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

ٰ ْ ‫﴾ ﴾َوِﻣَﻦ اﻟﱠﻨﺎِس َﻣْﻦ َﯾُﻘﻮُل اَٰﻣﱠﻨﺎ ِﺑﺎﻟّﻞِٰه َوِﺑﺎْﻟَﯿْﻮِم ا‬


۪ ‫ﻻِﺧِﺮ َوَﻣﺎ ُﻫْﻢ ِﺑُﻤْﺆِﻣ‬
﴿ ٨﴿ ۢ‫ﻦﯾَﻦ‬

8. İnsanlardan bâzı kimseler vardır ki: ″Biz de Allah’a ve âhiret gününe îman
ettik″ derler. Halbuki onlar, Mü’min değildir.

İzah: İbn-i Abbas, Abdullah b. Mes’ud ve Rabi’ b. Enes Hazretleri gibi birçok
Sahâbîden nakledildiğine göre, bu âyette insanlardan bâzıları diye zikredilen
kimselerden maksat, münâfıklardır.

﴿ ٩﴿ ۜ‫﴾ ﴾ُﯾَﺨﺎِدُﻋﻮَن اﻟّﻞَٰه َواﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ اَٰﻣُﻨﻮاۚ َوَﻣﺎ َﯾْﺨَﺪُﻋﻮَن ِاﱠلٓا اَْﻧُﻔَﺴُﻬْﻢ َوَﻣﺎ َﯾْﺸُﻌُﺮوَن‬

9. Onlar, Allah’u Teâlâ’yı ve Mü’minleri aldatmak isterler. Halbuki onlar, ancak


kendi nefislerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.

İzah: Münâfıklar, îman etmedikleri halde, öldürülmekten kurtulmak için


dilleriyle, kalplerindeki şüphe ve inkârın aksini söylerler. Ve bu sözleriyle
Allah’u Teâlâ’yı ve Mü’minleri kandırmaya çalışırlar ve ″Îman ettik″ derler.
Oysa onlar, ancak kendi nefislerini aldatmaktadırlar. Fakat bunun farkında
değildirler. Mahşer günü de Allah’u Teâlâ münâfıklarla alay edecektir. Bu
hususta Sûre-i Bakara, Âyet ’in izahına bakınız.

﴿ ١٠﴿ ‫لﯾٌﻢۙ ِﺑَﻤﺎ َﻛﺎُﻧﻮا َﯾْﻜِﺬُﺑﻮَن‬


۪ َ‫ﺿﺎۚ َوﻟَُﻬْﻢ َﻋَﺬاٌب ا‬ ٰ ّ ‫ضۙ َﻓَﺰاَدُﻫُﻢ اﻟ‬
ً ‫ﻞُه َﻣَﺮ‬ ٌ ‫﴾ ﴾ف۪ي ُﻗﻠُﻮِﺑِﻬْﻢ َﻣَﺮ‬

Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır. Allah’u Teâlâ onların


kalplerindeki marazı artırır. İşte yalancılık yaptıkları için onlara elim bir azap
vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Eslem Radiyallâhu anhu, şöyle


buyurmuştur:
َ ْ ‫ﺿﺎ ِﻓﻲ ا‬
{‫ اﻟﺘﻔﺴﯿﺮ‬،‫ﻷْﺟَﺴﺎد َوُﻫْﻢ اْﻟُﻤَﻨﺎِﻓُﻘﻮَن )اﺑﻦ ﻛﺜﯿﺮ‬ ٌ ‫ِﻓﻲ ُﻗﻠُﻮِﺑِﻬْﻢ َﻣَﺮ‬
ً ‫ َﻫَﺬا َﻣَﺮض ِﻓﻲ اﻟﱢﺪﯾﻦ َوَﻟْﯿَﺲ َﻣَﺮ‬:‫ض{ َﻗﺎَل‬
‫)اﻟﻘﺮان اﻟﻌﻈﯿﻢ ﻋﻦ ﻋﺒﺪ اﻟﺮﺣﻤﻦ ﺑﻦ زﯾﺪ ﺑﻦ أﺳﻠﻢ‬

″Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır″ diye geçen âyetteki maraz, bedende
olan bir hastalık değil, dînî (mânevî) bir hastalıktır ve bunlar münâfıklardır.[1]
[1] İbn-i Kesir, Tefir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s.

ٰ ‫﴾ اََلٓا ِاﱠﻧُﻬْﻢ ُﻫُﻢ اْﻟُﻤْﻔِﺴُﺪوَن َو‬١١﴿ ‫ضۙ َﻗﺎُلٓوا ِاﱠﻧَﻤﺎ َﻧْﺤُﻦ ُﻣْﺼِﻠُﺤﻮَن‬
﴿ ‫لِﻛْﻦ َﻻ‬ َ ْ ‫َوِاَذا ق۪ﯾَﻞ ﻟَُﻬْﻢ َﻻ ُﺗْﻔِﺴُﺪوا ِﻓﻲ ا‬
ِ ‫ﻻْر‬
١٢﴿ ‫﴾ ﴾َﯾْﺸُﻌُﺮوَن‬

Onlara, ″Yeryüzünde (Mü’minleri aldatarak) fesat çıkarmayın″ denildiği


zaman, ″Biz ancak ıslah edicileriz″ derler.* Haberiniz olsun ki, fesat çıkaranlar
ancak kendileridir. Lâkin bunun farkında değildirler.

İzah: Münâfığın dış görünüşü Mü’min şeklinde olduğu için onun durumu,
Mü’minleri şüpheye düşürmektedir. Bu bakımdan fitne ve fesat, münâfıklar
tarafından çıkarılır. Zîrâ münâfıklar, hakikat olmayan sözleriyle Mü’minleri
aldatmış, Mü’minlere karşılık kâfirleri dost edinmişlerdir. Bu sebepten Allah’u
Teâlâ münâfıklar hakkında böyle buyurmuştur.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da bu âyeti şöyle açıklamıştır:

- Münâfıklar, Mü’minler ile kitap ehli arasını yapmaya çalışmaktayız derler. İşte
münâfıkların yeryüzünde fesat çıkarmış olmalarının sebebi budur. Onlar bu
davranışlarıyla yeryüzünü ıslah ettiklerini sanmışlardır.

Ayrıca münâfıkların başka bir özelliği de, sâdece kendi çıkarları ve menfaatleri
için Müslüman ülkelerinde fitne ve fesat çıkararak, savaş çıkmasına neden
olmalarıdır. Bu da Müslümanların büyük sıkıntılar çekmesine sebep olmaktadır.
İşte bu fitneleri ve savaşları haksız yere çıkaran münâfıklar hakkında Resûlullah
Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫(اَْﻟِﻔْﺘَﻨُﺔ َﻧﺎِﺋَﻤٌﺔ ﻟََﻌَﻦ اﻟّﻞُٰه َﻣْﻦ أَْﯾَﻘَﻈَﻬﺎ )اﻟﺮاﻓﻌﻲ ﻋﻦ أﻧﺲ‬

″Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah’u Teâlâ lânet etsin!″[1]

Tarih boyunca münâfıklar tarafından, bütün Müslümanlar çok büyük zarar


görmüşlerdir. Bunlara, ″Niçin fesat çıkarıyorsunuz?″ denildiği zaman da, ″Biz
ıslah edicileriz″ demişlerdir. Birçok olayda olduğu gibi, Hz. Osman Efendimizin
şehit edilmesine sebep, Hakem İbn-i Ebi’l-As isminde bir münâfık idi.[2] Bu
münâfık, ortalığı karıştırıp Müslümanların birbirine düşmesine sebep olmuş ve
bunun sonunda Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında ki Sıffin Savaşı meydana
gelmiştir. Bu savaşta, nakledildiğine göre, her iki taraftan şehit olanların sayısı
otuz altı bine ulaşmıştır. Tarih boyunca da fitne ve fesat çıkaranlar hep
münâfıklar olmuştur. Sonuç olarak Müslümanlar bu fitneler dolayısıyla
öldürülmüş, göç etmek zorunda bırakılmış ve büyük zulümlere uğramışlardır.

[1] Kenz’ul Ummal, Hadis No:

[2] Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i İsrâ, Âyet 60’ın izahına bakınız.

﴿ ‫َوِاَذا ق۪ﯾَﻞ ﻟَُﻬْﻢ اِٰﻣُﻨﻮا َﻛَﻢٓا اَٰﻣَﻦ اﻟﱠﻨﺎُس َﻗﺎُلٓوا اَُﻧْﺆِﻣُﻦ َﻛَﻢٓا اَٰﻣَﻦ اﻟﱡﺴَﻔ َٓﻪاُءۜ اََلٓا ِاﱠﻧُﻬْﻢ ُﻫُﻢ اﻟﱡﺴَﻔ َٓﻪاُء َولِٰﻛْﻦ َﻻ َﯾْﻌﻠَُﻤﻮَن‬
١٣﴿﴾ ﴾

Onlara, ″Siz de insanların (Sahâbîlerin) îman ettiği gibi îman edin″ dendiği
zaman, ″O akılsızların îman ettiği gibi mi îman edelim?″ derler. Haberiniz olsun
ki, akılsız olanlar ancak kendileridir. Lâkin onlar bilmezler.

İzah: O münâfıklara hitaben, ″Gelin, hakiki Mü’minlerin İmân ettiği gibi samimî
bir şekilde îman edin″ denilince, onlar kibirlenerek, ″Biz o akılsızların îman
ettiği gibi mi îman edelim?″ derler. Halbuki asıl akılsız olanlar onlardır. Fakat
bunu idrak etmezler, demektir.

Gerçek şu ki, her zaman, her yerde bu düşüncede olan münâfıklar vardır. Bunlar
kendilerini bilgili, aydın, ilerici zannederler. Mü’minlere hakaret gözüyle
bakarlar, kendileri gibi düşünmeyenleri fikirden, zekâdan mahrum sayarlar,
onların medeniyete ilerlemeye karşı olduklarını sanırlar. Zavallılar, kendilerinin
nasıl bir cehalet ve gaflet çukuruna düşmüş olduklarının farkında değildirler.
Kendilerinin, o acınacak karanlık hallerini bir saadet, bir aydınlık hali
zannederler. Ne diyelim, Cenâb-ı Hakk cümlemize uyanıklık nasip buyursun![1]

Allah katında esas akıllı olanların Mü’minler olduğuna dair Ebû Hüreyre
Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

‫ﺼﱠﻨَﻚ‬ ُ َ ‫ﻷَﻛﱢﻤﻠَﱠﻨَﻚ ِﻓﯿَﻤْﻦ أَْﺣَﺒْﺒﺖ َو‬


َ ‫ﻷْﻧِﻘ‬ ُ َ ‫َﺧﻠََﻖ اْﻟَﻌْﻘَﻞ َﻓَﻘﺎَل اْﻟَﺠﱠﺒﺎُر َﻣﺎ َﺧﻠَْﻘﺖ َﺧْﻠًﻘﺎ أَْﻋَﺠَﺐ إﻟَﱠﻲ ِﻣْﻨﻚ َوِﻋﱠﺰِﺗﻲ َوَﺟَﻼِﻟﻲ‬
‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ أَْﻛَﻤُﻞ اﻟﱠﻨﺎِس َﻋْﻘًﻼ أَْﻃَﻮُﻋُﻬْﻢ ِﻟّﻞِٰه َوأَْﻋَﻤﻠُُﻬْﻢ ِﺑَﻄﺎَﻋِﺘِﻪ‬
َ ‫ِﻓﯿَﻤْﻦ أَْﺑَﻐْﻀﺖ َﻗﺎَل َرُﺳﻮُل اﻟّﻞِٰه‬
‫ اﻟﺠﺎﻣﻊ ﻷﺣﻜﺎم اﻟﻘﺮآن ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬,‫()اﻟﻘﺮﻃﺒﻰ‬

Cebbâr olan Allah, aklı yarattığında ona şöyle buyurdu: ″Senden daha çok
beğendiğim bir yaratık yaratmadım. İzzetim ve Celâlime yemin ederim ki,
sevdiğim kimselerde seni kemâle erdireceğim, buğzettiğim kimselerde seni eksik
kılacağım.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
″İnsanlar arasında aklı en mükemmel olan, Allah’a en itaatkâr olan ve O’na itaat
olan amelleri en çok yapandır.″[2]

[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm Meâli Âlîsi ve Tefsîri, c. 1, s.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s.

ٰ ّ ‫﴾ اَﻟ‬١٤﴿ ‫طﯾِﻨِﻬْﻢۙ َﻗﺎُلٓوا ِاﱠﻧﺎ َﻣَﻌُﻜْﻢۙ ِاﱠﻧَﻤﺎ َﻧْﺤُﻦ ُﻣْﺴَﺘْﻬِﺰ ُ ۫ؤَن‬


﴿ ‫ﻞُه‬ ُٓ ‫َوِاَذا ﻟَُﻘﻮا اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ اَٰﻣُﻨﻮا َﻗﺎ‬
۪ ‫لوا اَٰﻣﱠﻨﺎۚ َوِاَذا َﺧﻠَْﻮا ِالٰى َﺷَﯿﺎ‬
١٥﴿ ‫﴾ ﴾َﯾْﺴَﺘْﻬِﺰُئ ِﺑِﻬْﻢ َوَﯾُﻤﱡﺪُﻫْﻢ ف۪ي ُﻃْﻐَﯿﺎِﻧِﻬْﻢ َﯾْﻌَﻤُﻬﻮَن‬

Onlar, îman edenlerle karşılaştıkları zaman, ″Biz de îman ettik″ derler.
Şeytanları ile (şeytan gibi küfründe inâdi olan kâfirlerle) yalnız kaldıkları zaman
da, ″Biz sizinle beraberiz, biz ancak onlarla alay ediyoruz″ derler.* Allah’u Teâlâ
da o münâfıklarla alay eder ve onlara, kendi azgınlıkları içinde şaşkın bir halde
dolaşsınlar diye mühlet verir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’nın münâfıklarla alay


etmesinden maksat, Allah’u Teâlâ’nın onları derhal cezalandırmayıp kendilerine
bir mühlet vermesi ve mahşer gününde de onlarla alay etmesidir. Bu husus bir
Hadsi-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

‫ َﻓِﺈﱠن اﻟّﻞَٰه َﻋﱠﺰ‬،‫ﺼَﺮاِط‬ ‫ َوأَﱠﻣﺎ ِﻋْﻨَﺪ اﻟ ﱢ‬،‫إِﱠن اﻟّﻞَٰه َﺗَﻌﺎﻟَﻰ َﯾْﺪُﻋﻮ اﻟﱠﻨﺎَس َﯾْﻮَم اْﻟِﻘَﯿﺎَﻣِﺔ ِﺑَﺄْﺳَﻤﺎِﺋِﻬْﻢ ِﺳْﺘًﺮا ِﻣْﻨُﻪ َﻋﻠَﻰ ِﻋَﺒﺎِدِه‬
‫ﺼَﺮاِط َﺳَﻠَﺐ اﻟّﻞُٰه ُﻧﻮَر‬ ‫ َﻓِﺈَذا اْﺳَﺘَﻮْوا َﻋَﻠﻰ اﻟ ﱢ‬،‫ َوُﻛﱠﻞ ُﻣَﻨﺎِﻓٍﻖ ُﻧﻮًرا‬،‫ َوُﻛﱠﻞ ُﻣْﺆِﻣَﻨٍﺔ ُﻧﻮًرا‬،‫َوَﺟﱠﻞ ُﯾْﻌِﻄﻲ ُﻛﱠﻞ ُﻣْﺆِﻣٍﻦ ُﻧﻮًرا‬
‫ َرﱠﺑَﻨﺎ أَْﺗِﻤْﻢ‬:‫[ َوَﻗﺎَل اْﻟُﻤْﺆِﻣُﻨﻮَن‬13 ‫ اْﻧُﻈُﺮوَﻧﺎ َﻧْﻘَﺘِﺒْﺲ ِﻣْﻦ ُﻧﻮِرُﻛْﻢ ]اﻟﺤﺪﯾﺪ آﯾﺔ‬:‫ َﻓَﻘﺎَل اْﻟُﻤَﻨﺎِﻓُﻘﻮَن‬،‫اْﻟُﻤَﻨﺎِﻓِﻘﯿَﻦ َواْﻟُﻤَﻨﺎِﻓَﻘﺎِت‬
‫[ َﻓﻼ َﯾْﺬُﻛُﺮ ِﻋْﻨَﺪ َذِﻟَﻚ أََﺣٌﺪ أََﺣًﺪا )ﻃﺐ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬8 ‫(ﻟََﻨﺎ ُﻧﻮَرﻧﺎ ]اﻟﺘﺤﺮﯾﻢ آﯾﺔ‬

Allah’u Teâlâ, mahşer günü insanları isimleriyle çağırır. Bu O’nun kullarını


korumasıdır. Allah’u Teâlâ sırat köprüsünün yanında her Mü’mine ve her
münâfığa bir nûr verir. Sırat’a vardıklarında da münafık erkek ve münâfık
kadınların nûrları geri alınır. Sûre-i Hadîd, Âyet 13’te geçtiği üzere, ″O gün
münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, Mü’minlere: ″Bizi bekleyin; nûrunuzdan
biz de istifâde edelim!″ derler. Mü’minler de onlara: ″Arkanıza (dünyâya) dönün
de oradan nûru arayın!″ derler. Artık aralarına kapısı bulunan bir sur çekilir ki,
onun iç tarafında rahmet, dış tarafında da azap vardır.″ Yine o zaman Mü’minler,
Sûre-i Tahrîm, Âyet 8’de geçtiği üzere, ″Ey Rabbimiz! Bizim nûrumuzu
tamamla…″ derler. Bu sırada kimse kimseyi zikretmez.[1]

[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No:

﴿ ١٦﴿ ‫ﻀَﻼﻟََﺔ ِﺑﺎْﻟُﻬ ٰﺪىۖ َﻓَﻤﺎ َرِﺑَﺤْﺖ ِﺗَﺠﺎَرُﺗُﻬْﻢ َوَﻣﺎ َﻛﺎُﻧﻮا ُﻣْﻬَﺘ ۪ﺪﯾَﻦ‬
‫﴾ ﴾اُو۬لِٰٓﺋَﻚ اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ اْﺷَﺘَﺮُوا اﻟ ﱠ‬
İşte onlar, hidâyet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Onların bu ticaretleri
kâr etmemiş ve onlar hidâyete de erememişlerdir.

İzah: O münâfıklar, hidâyet karşılığında küfür ve isyanı satın almışlardır. Onlar,


her nekadar geçici dünya menfaatlerinden istifade etseler de, âhirette elim bir
azâba uğrayacaklardır. Onların bu ticaretleri, kendilerine hiçbir kazanç
sağlamamıştır.

ِ ‫ضٓاَءْت َﻣﺎ َﺣْﻮﻟَُﻪ َذَﻫَﺐ اﻟّﻞُٰه ِﺑُﻨﻮِرِﻫْﻢ َوَﺗَﺮَﻛُﻬْﻢ ف۪ي ُﻇﻠَُﻤﺎٍت َﻻ ُﯾْﺒ‬
﴿ ‫ﺼُﺮوَن‬ َ َ‫َﻣَﺜﻠُُﻬْﻢ َﻛَﻤَﺜِﻞ اﻟﱠِﺬي اْﺳَﺘْﻮَﻗَﺪ َﻧﺎًراۚ َﻓﻠَﱠﻢٓا ا‬
١٧﴿﴾ ﴾

Onların misâli, ateş yakmış kimselerin misâli gibidir. Ateş onların etrafını
aydınlatırken, Allah’u Teâlâ onların ateşinin nûrunu yok ediverir ve onları
karanlıklar içinde bırakır da, onlar böylece göremez olurlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle


buyurmuştur:

‫ﻹْﺳَﻼِم‬ْ َ ْ ّ َ ‫ َﻫَﺬا َﻣَﺜﻞ‬:‫َﻣَﺜﻠُُﻬْﻢ َﻛَﻤَﺜِﻞ اﻟﱠِﺬي اْﺳَﺘْﻮَﻗَﺪ َﻧﺎًرا إﻟَﻰ آَﺧﺮ اْﻵَﯾﺔ‬
ِ ‫ﺿَﺮَﺑُﻪ اﻟﻞٰه ِﻟﻠُﻤَﻨﺎِﻓِﻘﯿَﻦ أﱠﻧُﻬْﻢ َﻛﺎُﻧﻮا َﯾْﻌَﺘﱡﺰوَن ِﺑﺎ‬
‫ﺻﺎِﺣﺐ اﻟﱠﻨﺎر‬ َ ‫َﻓُﯿَﻨﺎِﻛﺤُﻬْﻢ اْﻟُﻤْﺴِﻠُﻤﻮَن وُﯾﻮاِرُﺛﻮﻧُﻬْﻢ َوُﯾَﻘﺎِﺳُﻤﻮَﻧُﻬْﻢ اْﻟَﻔْﻲء َﻓﻠَﱠﻤﺎ َﻣﺎُﺗﻮا َﺳﻠَﺒﻬْﻢ اﻟّﻞٰه َذِﻟَﻚ اْﻟِﻌّﺰ َﻛَﻤﺎ َﺳﻠَﺐ‬
‫ )اﺑﻦ ﺟﺮﯾﺮ اﻟﻄﺒﺮى ﺟﺎﻣﻊ اﻟﺒﯿﺎن ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬.‫ﺿْﻮُءُه َوَﺗَﺮَﻛُﻬْﻢ ِﻓﻰ ُﻇﻠَُﻤﺎت َﯾُﻘﻮم ِﻓﻲ َﻋَﺬاب‬ َ)

″Allah’u Teâlâ bu âyeti, münâfıkların hâlini beyan eden bir misâl olarak
zikretmiştir. Onlar dünyâda iken İslâm’ın izzet ve şerefinden faydalanırlar,
Müslümanlarla evlenirler, onlara mîrasçı olurlar, onlarla ganîmetleri paylaşırlar,
fakat öldüklerinde Allah’u Teâlâ, onlardan İslâm’ın lütuflarından
faydalanmalarını keser. Aydınlanmak için ateşi yakan kimsenin ateşinin sönmesi
hâlinde karanlıklar içinde kaldığı gibi, münâfıklar da öldükten sonra azap içinde
kalırlar.″[1]

[1] İbn-i Cerîr et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 1, s.

﴿ ١٨﴿ ۙ‫ﺻﱞﻢ ُﺑْﻜٌﻢ ُﻋْﻤٌﻲ َﻓُﻬْﻢ َﻻ َﯾْﺮِﺟُﻌﻮَن‬


ُ ﴾ ﴾

Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar (o dalâletten) dönmezler.

İzah: O münâfıklar, mânen sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Bunların misâli


şuna benzer: Kulağı sağır, dili yok, gözü kör olan kimselere, gittikleri yolda
tehlike olduğunu nasıl anlatıp döndürebilirsin? İyice düşün bak! Görmez ki
doğruyu bulsun, işitmez ki anlasın, dili yok ki söylesin. Ne yapsan aksini anlar.
İşte bunlar, bu hâllerinden dönmezler.

﴿ ۜ‫ﺼَﻮاِﻋِﻖ َﺣَﺬَر اْﻟَﻤْﻮِت‬ ‫ﺻﺎِﺑَﻌُﻬْﻢ ف۪ٓي اَٰذاِﻧِﻬْﻢ ِﻣَﻦ اﻟ ﱠ‬ َ ‫ﺼﱢﯿٍﺐ ِﻣَﻦ اﻟﱠﺴ َٓﻢاِء ف۪ﯾِﻪ ُﻇُﻠَﻤﺎٌت َوَرْﻋٌﺪ َوَﺑْﺮٌقۚ َﯾْﺠَﻌُﻠﻮَن َا‬ َ ‫َاْو َﻛ‬
‫ضاَء ﻟَُﻬْﻢ َﻣَﺸْﻮا ف۪ﯾِﻪۙ َوِاَذٓا اَْﻇﻠََﻢ َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ‬
ٓ َ َ‫ﺼﺎَرُﻫْﻢۜ ُﻛﻠﱠَﻢٓا ا‬ َ ‫﴾ َﯾَﻜﺎُد اْﻟَﺒْﺮُق َﯾْﺨَﻄُﻒ اَْﺑ‬١٩﴿ ‫َواﻟّﻞُٰه ُﻣﺢ۪ﯾٌﻂ ِﺑﺎْﻟَﻜﺎِﻓ ۪ﺮﯾَﻦ‬
٢٠﴿ ۟‫ﺼﺎِرِﻫْﻢۜ ِاﱠن اﻟّﻞَٰه َﻋﻞٰى ُﻛﱢﻞ َﺷْﻲٍء َﻗ ۪ﺪﯾٌﺮ‬ ٰ ّ ‫﴾ ﴾َﻗﺎُﻣﻮاۜ َوﻟَْﻮ َشٓاَء اﻟ‬
َ ‫ﻞُه ﻟََﺬَﻫَﺐ ِﺑَﺴْﻤِﻌِﻬْﻢ َوَاْﺑ‬

Yahut onların misâli şu kimseler gibidir ki; gökten yağmur yağarken
karanlık çöker, gök gürler, şimşek olur. O kimseler, şimşekten dolayı ölüm
korkusuyla işitmemek için parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Allah’u Teâlâ
onları (azapla) kuşatmıştır.* Neredeyse şimşek gözlerini kör edecekti. Şimşek,
onları aydınlatınca ışığında yürürler. (Şimşeğin aydınlığı kesilip) üzerlerine
karanlık çökünce de ayakta kalıverirler. Allah’u Teâlâ dileseydi, elbette onların
kulaklarını sağır ve gözlerini kör ederdi. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeye
kâdirdir.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, münâfığın durumunu, yağmur


yağarken olan hâdiselere benzetmektedir.

Allah’u Teâlâ onların sapıklığını; karanlıklara, îmanının geçici aydınlatmasını;


şimşeğin geçici aydınlatmasına, îmanının zayıflığını ve Allah’ın azâbına
çarptırılma korkusuyla şaşkınlığa düşmesini; ölüm korkusuyla şimşeğin
çarpması anında parmaklarını kulaklarına tıkamasına, îman içerisinde bulunduğu
süreyi; şimşeğin ışığında yürümesine, sapıklık içinde bocalayıp durmasını ise;
karanlıklar içerisinde kalmasına benzetmiştir.

﴿ ٢١﴿ ۙ‫﴾ ﴾َيٓا اَﱡﯾَﻬﺎ اﻟﱠﻨﺎُس اْﻋُﺒُﺪوا َرﱠﺑُﻜُﻢ اﻟﱠﺬ۪ي َﺧﻠََﻘُﻜْﻢ َواﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ ِﻣْﻦ َﻗْﺒِﻠُﻜْﻢ ﻟََﻌﻠﱠُﻜْﻢ َﺗﱠﺘُﻘﻮَن‬

Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin ki, takvâ
sahibi kimselerden olasınız.

İzah: Allah’u Teâlâ, takvâ ile ibâdet edenler kurtulurlar; siz de yapın, diye
buyuruyor. Hakk Teâlâ’nın: ″Felâha erenler de ancak onlardır″[1] diye
buyurduğu bunlardır.

Allah’a yaklaştıkça kişinin korkusu artmalıdır. Evvela, ibâdet ederek bu korku


kazanılır. Ancak yaptığı ibâdete güvenir yani nefsine güven gelirse bu korkuda
azalma olur. Çoğu kişiyi Allah yolunda ilerlemekten geri koyan budur. İşte takvâ
sahibi, her zaman Allah korkusunu kalbinde taşıyan kimsedir. Bu hususta
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫) َرأُْس اْﻟِﺤْﻜَﻤِﺔ َﻣَﺨﺎَﻓُﺔ اﻟّﻞِٰه )اﻟﺤﻜﯿﻢ ﻫﺐ ﻋﻦ ﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬

″Hikmetin başı, Allah korkusudur.″[2]

Takvâ hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫)َﻻ َﯾْﺒﻠُُﻎ اْﻟَﻌْﺒُﺪ أَْن َﯾُﻜﻮَن ِﻣْﻦ اْﻟُﻤﱠﺘِﻘﯿَﻦ َﺣﱠﺘﻰ َﯾَﺪَع َﻣﺎ َﻻ َﺑْﺄَس ِﺑِﻪ َﺣَﺬًرا ِﻟَﻤﺎ ِﺑِﻪ اْﻟَﺒْﺄُس )ت ه ﻋﻦ ﻋﻄﯿﺔ اﻟﺴﻌﺪى‬

″Kul, sakıncalı şeyden korktuğundan dolayı sakıncalı olmayan şeyi de


bırakmadıkça takvâlı kişilerden olamaz.″[3]

Fetvâ ile amel vardır, takvâ ile amel vardır, bir de azim ile amel vardır.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Fetvâ ile amel edin″ diye emrederdi.
Takvâyı tavsiye edip kendisi de tutardı. Azim ile amel eyleyip verâyı da elden
bırakmazdı.

Takvâ sahipleri ile ilgili Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i
Şerif nakledilmiştir:

‫ﺻِﻨﻰ َﻗﺎَل َﻋﻠَْﯿِﻪ اﻟﱠﺴَﻼُم َﻋﻠَْﯿَﻚ ِﺑَﺘْﻘَﻮى اﻟّﻞِٰه‬ ِ ‫ﻞِه أَْو‬


ٰ ّ ‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ َﻓَﻘﺎَل َﯾﺎ َرُﺳﻮَل اﻟ‬ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬
َ ‫َﺟﺎَء َرُﺟٌﻞ ِاﻟَﻰ اﻟﱠﻨِﺒﱢﻲ‬
‫ﻞِه َﺗَﻌﺎﻟَﻰ! َﻓِﺎﱠﻧُﻪ ُرْﻫَﺒﺎِﻧﱠﯿُﺔ اْﻟُﻤْﺴِﻠ ۪ﻢﯾَﻦ َوَﻋﻠَْﯿَﻚ ِﺑِﺬْﻛِﺮ اﻟّﻞِٰه‬ ٰ ّ ‫َﺗَﻌﺎﻟَﻰ! َﻓِﺎﱠﻧَﻬﺎ ِﺟَﻤﺎِع ُﻛﱡﻞ َﺧْﯿٍﺮ َوَﻋﻠَْﯿَﻚ ِﺑﺎْﻟِﺠَﻬﺎِد ِﻓﻰ َﺳِﺒﯿِﻞ اﻟ‬
‫ض َوِذْﻛٌﺮ ﻟََﻚ ِﻓﻰ اﻟﱠﺴَﻤﺎِء َوَاْﺧِﺰْن ِﻟَﺴﺎِﻧَﻚ ِاﱠﻻ ِﻣْﻦ َﺧْﯿٍﺮ َﻓِﺄﱠﻧَﻚ ِﺑَﺬِﻟَﻚ‬ ِ ‫ﻻْر‬ َ ْ ‫َﺗَﻌﺎﻟَﻰ َوِﺗَﻼَوِة اْﻟُﻘْﺮآِن! َﻓِﺎﱠﻧُﻪ ُﻧﻮٌر ﻟََﻚ ِﻓﻰ ا‬
‫)َﺗْﻐِﻠُﺐ اﻟﱠﺸْﯿَﻄﺎَن )ع ﺧﻂ ﻋﻖ ﺻﻒ ﻃﺢ غ ﻋﻦ أﺑﻰ ﺳﻌﯿﺪ اﻟﺨﺪرى‬

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir adam gelerek: ″Yâ Resûlallah!


Bana vasiyet eyle″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
″Takvâ ile amel edesin. Çünkü hayrın hepsi ondadır. Ve senin üzerine Allah
yolunda (nefsin ile) mücâhede etmek olsun ki bu, Müslümanların ruhbanlığıdır.
[4] Ve senin üzerine zikrullah etmek olsun ve Kur’ân okumak olsun. Çünkü
bunlar, sana yeryüzünde nûr ve gökyüzünde de senin için zikirdir. Ve senin
üzerine dilini tutmak olsun. Yalnız hayırda tutmalı değil, hayrı söylemelisin. İşte
sen bunların hepsini yaparsan, şeytana gâlip gelirsin.″[5]

Takvâ ve verâ sahibi olan kişiler, herkesten fazla ibâdet ederler. Resûlullah
Sallallâhu aleyhi ve sellem de takvâ ve verâ sahibi idi. Kendisinin geçmiş ve
gelecek bütün günahları affedildiği halde, herkesten fazla ibâdet ederdi.

Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te,


şöyle buyrulmuştur:

‫ﺻَﻼًة َوَﻻ َﯾُﻜﻮُن ِﻓﻰ اﻟﱠﺬاِﻛِﺮﯾَﻦ ِاﱠﻻ َﻛﺎَن اَْﻛَﺜُﺮُﻫْﻢ ِذْﻛًﺮا )اﺑﻮ ﻧﻌﯿﻢ ﺧﻂ‬
َ ‫ﺼﻠﱢﯿَﻦ ِاﱠﻻ َﻛﺎَن اَْﻛَﺜُﺮُﻫْﻢ‬
َ ‫َﻛﺎَن َﻻ َﯾُﻜﻮُن ِﻓﻰ اْﻟُﻤ‬
‫)ﻋﻦ اﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve


sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o
yapardı.″[6] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Fetvâ ile amel, şeriatın câiz gördüğü veya görmediği hususlardır. Fetvâ ile amel
eden, günahtan kurtulur. Etmeyenler, azap çekerler.

Takvâ ile amel de odur ki, herkes haramdan sakınır. Takvâ ehli, daha fazla dikkat
edip, fetvâda câiz olduğu halde şüpheli şeylerden sakınır. Takvâ ehli, helâl
malından çok yemeye bile sakınır. Şeriatta karnı doyana kadar yiyebilir. Ancak
bunlar daha fazla ibâdet yapıp Hakka sevilebilmek için yemeyi içmeyi azaltır.
Şeriatta yemeye içmeye ruhsat varken, takvâ ehli hak yolunda nefisle mücâhede
eder.

Azim ile amel edenler de, gece gündüz dâimâ azimle amel ederler. Diğerleri ise,
vakitten vakite amel ederler. Verâ, takvâdan yüksektir. Verâ ehli, şüpheli
şeylerden daha fazla sakınır, hattâ helâlden bile sakınır. Bu sebepten Hz. Ömer
Efendimiz: ″Allah korkusundan yetmiş helâli terkettim″ diye buyurmuştur.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻞِه َرأُْس ُﻛﱢﻞ ِﺣْﻜَﻤٍﺔ َواْﻟَﻮَرُع َﺳﱢﯿُﺪ اْﻟَﻌَﻤِﻞ )ﻃﺐ واﻟﻘﻀﺎﻋﻰ ﻋﻦ اﻧﺲ‬
ٰ ّ ‫(َﺧْﺸَﯿُﺔ اﻟ‬

″Allah korkusu, her hikmetin başıdır. Verâ da amelin seyyididir.″[7]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle


buyurmuştur:

‫ﻀُﻞ ِﻣْﻦ أَْﻟِﻒ َرْﻛَﻌٍﺔ ِﻣْﻦ ُﻣَﺨﻠﱢٍﻂ )اﺑﻮ ﻧﻌﯿﻢ ﻋﻦ أﻧﺲ‬


َ ‫(َرْﻛَﻌَﺘﺎِن َﻣْﻦ َرُﺟٍﻞ َوَرٍع أَْﻓ‬

″Verâ sâhibi olan bir kişinin iki re’kat namazı, bu vasfı taşımayan bir kişinin bin
rek’at namazından efdaldir.″[8]

Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ‬


َ ‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ ِﺑِﻌَﺒﺎَدٍة َواْﺟِﺘَﻬﺎٍد َوُذِﻛَﺮ ِﻋْﻨَﺪُه آَﺧُﺮ ِﺑِﺮَﻋٍﺔ َﻓَﻘﺎَل اﻟﱠﻨِﺒﱡﻲ‬
ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬
َ ‫ُذِﻛَﺮ َرُﺟٌﻞ ِﻋْﻨَﺪ اﻟﱠﻨِﺒﱢﻲ‬
‫(َوَﺳﻠﱠَﻢ َﻻ ُﯾْﻌَﺪُل ِﺑﺎﻟﱢﺮَﻋِﺔ )ت ﻋﻦ ﺟﺎﺑﺮ‬

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında bir adamın çok ibâdet


ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti. Buyurdu ki:
″Verâya denk olacak, onunla tartılabilecek bir şey yoktur.″[9]

[1] Sûre-i Bakara, Âyet 5.

[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: , ; Kenz’ül-İrfan, Hadis No:

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 24; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet

[4] Ruhbanlık hakkında Sûre-i Hadîd, Âyet 27 ve izahına bakınız.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, /8.

[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No:

[7] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /8.

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /9.

[9] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet

﴿ ‫ﻦاًءۖ َواَْﻧَﺰَل ِﻣَﻦ اﻟﱠﺴ َٓﻢاِء َمٓاًء َﻓَﺎْﺧَﺮَج ِﺑﻪ۪ ِﻣَﻦ اﻟﱠﺜَﻤَﺮاِت ِرْزًﻗﺎ ﻟَُﻜْﻢۚ َﻓَﻼ‬
َٓ ‫ض ِﻓَﺮاًﺷﺎ َواﻟﱠﺴ َٓﻢاَء ِﺑ‬ َ ْ ‫اَﻟﱠﺬ۪ي َﺟَﻌَﻞ ﻟَُﻜُﻢ ا‬
َ ‫ﻻْر‬
ٰ ّ ‫﴾ ﴾َﺗْﺠَﻌﻠُﻮا ِﻟ‬
٢٢﴿ ‫ﻞِه َاْﻧَﺪاًدا َوَاْﻧُﺘْﻢ َﺗْﻌﻠَُﻤﻮَن‬

O Rabb ki, sizin için arzı döşedi ve semâyı kubbe olarak bina etti. Gökten
size su indirerek onunla çeşitli meyve ve bitkiyi sizin için rızık olarak çıkardı. O
halde bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″O halde bile bile Allah’a ortaklar koşmayın″ diye
buyrulmaktadır. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, burada hitap edilenlerden
maksadın; bütün müşrikler olduğunu, Arap müşriklerinin de Ehl-i Kitap
müşriklerinin de bu ifadenin içinde bulunduklarını beyan etmiştir. Arap
müşrikleri, Allah’ın varlığını bildikleri halde, elleriyle yapmış oldukları putları
ilah edinip bunlara ibâdet etmişler ve böylece Allah’a ortak koşmuşlardır. Bu
müşrikler, ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″ diyerek de Allah’a ortak koşmuşlardır.
Ayrıca Ehl-i Kitap olan müşriklerden Yahudiler ise, Allah’ın varlığını bildikleri
halde, ″Üzeyr, Allah’ın oğludur″ diyerek Allah’a ortak koşmuşlardır. Aynı
şekilde Hristiyanlar da, ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″ diyerek Allah’a ortak
koşmuşlardır.

ٰ ّ ‫َوِاْن ُﻛْﻨُﺘْﻢ ف۪ي َرْﯾٍﺐ ِﻣﱠﻤﺎ َﻧﱠﺰْﻟَﻨﺎ َﻋﻞٰى َﻋْﺒِﺪَﻧﺎ َﻓْﺄُﺗﻮا ِﺑُﺴﻮَرٍة ِﻣْﻦ ِﻣْﺜِﻠﻪ۪ۖ َواْدُﻋﻮا ُﺷَﻬَﺪٓاَءُﻛْﻢ ِﻣْﻦ ُدوِن اﻟ‬
﴿ ‫ﻞِه ِاْن ُﻛْﻨُﺘْﻢ‬
٢٣﴿ ‫قﯾَﻦ‬ ۪ ‫ﺻﺎِد‬ َ ﴾ ﴾

Kulumuza (Muhammed Aleyhisselâm’a) indirdiğimiz Kur’ân hakkında


şüphe ediyorsanız, eğer sözünüzde doğru iseniz, onun gibi bir sûre getirin ve
Allah’tan başka şâhitlerinizi (putlarınızı ve bilginlerinizi) de yardımınıza çağırın.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, müşriklerin Kur’ân âyetleri hakkında: ″Muhammed onu


kendiliğinden söylemiştir; insan sözüdür″ demeleri üzerine nâzil olmuştur.

﴿ ٢٤﴿ ‫﴾ ﴾َﻓِﺎْن ﻟَْﻢ َﺗْﻔَﻌﻠُﻮا َوﻟَْﻦ َﺗْﻔَﻌﻠُﻮا َﻓﺎﱠﺗُﻘﻮا اﻟﱠﻨﺎَر اﻟﱠﺖ۪ي َوُﻗﻮُدَﻫﺎ اﻟﱠﻨﺎُس َواْﻟِﺤَﺠﺎَرُةۚ اُِﻋﱠﺪْت ِﻟْﻠَﻜﺎِﻓﺮ۪ﯾَﻦ‬

Onun gibi bir sûre yapamazsınız ve elbette hiçbir zaman yapamayacaksınız.
Artık yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azâbından sakının. O azap, kâfirler
için hazırlanmıştır.

İzah: Kul sözü eksik, yanlış ve geçersizdir. Allah’ın sözü ise her dâim geçerlidir
ve sözlerin en güzelidir. Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa sûrelerinden birinin dahi, bir
misli başkaları tarafından ne gelmiştir, ne de gelecektir. Kullar onu taklit
edemezler. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Yûnus, Âyet 38 ve izahına bakınız.

Yine bu Âyet-i Kerîme, Cehennemin yaratılmış olduğunun delilidir. Cennet ve


Cehennemin âhirette yaratılacağını iddia eden Mutezile Mezhebi’ni reddeder.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻀْﺖ ُﺛﱠﻢ أُوِﻗَﺪ َﻋَﻠْﯿَﻬﺎ أَْﻟَﻒ َﺳَﻨٍﺔ َﺣﱠﺘﻰ‬


‫أُوِﻗَﺪ َﻋَﻠﻰ اﻟﱠﻨﺎِر أَْﻟَﻒ َﺳَﻨٍﺔ َﺣﱠﺘﻰ اْﺣَﻤﱠﺮْت ُﺛﱠﻢ أُوِﻗَﺪ َﻋَﻠْﯿَﻬﺎ أَْﻟَﻒ َﺳَﻨٍﺔ َﺣﱠﺘﻰ اْﺑَﯿ ﱠ‬
‫)اْﺳَﻮﱠدْت َﻓِﻬَﻲ َﺳْﻮَداُء ُﻣْﻈِﻠَﻤٌﺔ )ت ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Cehennemin ateşi bin sene yakıldı, nihâyet kıpkırmızı kesildi. Bin sene daha
yakıldı, bembeyaz kesildi. Bin sene daha yakıldı, simsiyah oluverdi. Şimdi o,
simsiyah ve kapkaranlıktır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’lerinde de şöyle


buyurmuştur:

‫ﺼَﻼِة َﻓِﺈﱠن ِﺷﱠﺪَة اْﻟَﺤﱢﺮ ِﻣْﻦ َﻓْﯿِﺢ َﺟَﻬﱠﻨَﻢ َواْﺷَﺘَﻜْﺖ اﻟﱠﻨﺎُر إِﻟَﻰ َرﱢﺑَﻬﺎ َﻓَﻘﺎﻟَْﺖ َﯾﺎ َرﱢب أََﻛَﻞ‬
‫إَِذا اْﺷَﺘﱠﺪ اْﻟَﺤﱡﺮ َﻓَﺄْﺑِﺮُدوا ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
‫ﺼْﯿِﻒ َﻓُﻬَﻮ أََﺷﱡﺪ َﻣﺎ َﺗِﺠُﺪوَن ِﻣْﻦ اْﻟَﺤﱢﺮ َوأََﺷﱡﺪ َﻣﺎ‬ ‫ﻀﺎ َﻓَﺄِذَن َﻟَﻬﺎ ِﺑَﻨَﻔَﺴْﯿِﻦ َﻧَﻔٍﺲ ِﻓﻲ اﻟﱢﺸَﺘﺎِء َوَﻧَﻔٍﺲ ِﻓﻲ اﻟ ﱠ‬ ً ‫ﻀﻲ َﺑْﻌ‬ ِ ‫َﺑْﻌ‬
‫)َﺗِﺠُﺪوَن ِﻣْﻦ اﻟﱠﺰْﻣَﻬِﺮﯾِﺮ )خ م ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Sıcak şiddetlendiği zaman, onu namazla serinletin. Şüphesiz sıcaklığın şiddeti,


Cehennemin nefes almasından ileri gelir. Öyle ki, Cehennem ateşi Rabbine: ″Yâ
Rabbi! Bir kısmım, bir kısmımı yedi″ diyerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine
Allah’u Teâlâ, Cehennemin biri kışta, biri de yazda olmak üzere yılda iki nefes
almasına izin verdi. İşte sizin gördüğünüz en şiddetli sıcak ve en şiddetli soğuk
bu iki nefesten meydana gelmektedir.″[2]

[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 7; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No:


[2] Sahih-i Buhârî, Mevâkit 9; Sahih-i Müslim, Mesâcid 32 (, , ).

﴿ ‫ﻻْﻧَﻬﺎُرۜ ُﻛﻠﱠَﻤﺎ ُرِزُﻗﻮا ِﻣْﻨَﻬﺎ ِﻣْﻦ َﺛَﻤَﺮٍة‬ ‫َوَﺑﱢﺸِﺮ اﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ اَٰﻣُﻨﻮا َوَﻋِﻤﻠُﻮا اﻟ ﱠ‬
َ ْ ‫ﺼﺎِﻟَﺤﺎِت َاﱠن َﻟُﻬْﻢ َﺟﱠﻨﺎٍت َﺗْﺠﺮ۪ي ِﻣْﻦ َﺗْﺤِﺘَﻬﺎ ا‬
٢٥﴿ ‫﴾ ﴾ِرْزًﻗﺎۙ َﻗﺎﻟُﻮا هَٰذا اﻟﱠﺬ۪ي ُرِزْﻗَﻨﺎ ِﻣْﻦ َﻗْﺒُﻞ َواُُﺗﻮا ِﺑﻪ۪ ُﻣَﺘَﺸﺎِﺑًﻬﺎۜ َوﻟَُﻬْﻢ ف۪ﯾَﻪٓا اَْزَواٌج ُﻣَﻄﱠﻬَﺮٌة َوُﻫْﻢ ف۪ﯾَﻬﺎ َﺧﺎِﻟُﺪوَن‬

Ey Resûlüm! Îman edip sâlih ameller işleyenlere müjde et. Muhakkak ki
onlar için altlarından nehirler akan Cennetler vardır. Her ne vakit o
Cennetlerdeki bir meyveden rızıklanıp yeseler, ″Biz bunu önceden (dünyâda
iken) benzerlerini yemiştik″ derler. Böylece onlara önceden yediklerine benzer
(fakat daha lezzetli) meyveler verilecektir. Orada kendileri için tertemiz zevceler
de vardır ve onlar orada ebedî kalacaklardır.

İzah: Allah’u Teâlâ birçok Âyet-i Kerîme’de, îman ile ameli beraber zikretmiştir.
Bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Îman; amel etmekle tamam olur. Sâdece îmanın
şartlarına inandım demek yeterli değildir. Allah’a ve Resûlüne îman ettim
demek; ″Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lere inanıp kabulden sonra, onlarla amel
edip çalışmakla olur″ demektir. İşte îman böyle tamam olur.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Fetih, Âyet 29’da şöyle buyurmuştur:


″… Allah’u Teâlâ, onlardan îman edip sâlih amellerde bulunanlara bir bağışlama
ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.″

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:


َ ْ ‫)اْﻹﯾَﻤﺎُن َﻣْﻌﺮَﻓٌﺔ ﺑﺎْﻟَﻘْﻠﺐ َوَﻗْﻮٌل ﺑﺎﻟﻠﱢَﺴﺎن َوَﻋَﻤٌﻞ ﺑﺎ‬
‫ﻷْرَﻛﺎِن )ه ﻋﻦ اﻣﺎم ﻋﻠﻰ‬ ِ ِ ِ ِ ِ ِ ِ
″Îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve erkânıyla amel etmektir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle


buyurmuştur:

‫ﺼﺎِﺣِﺒِﻪ )اﻟﺪﯾﻠﻤﻰ ﻋﻦ ﻋﻠﻰ‬ ٰ ّ ‫ﻻﯾَﻤﺎُن َواْﻟَﻌَﻤُﻞ َﺷِﺮﯾَﻜﺎِن ِﻓﻰ َﻗْﺮٍن َﻻ َﯾْﻘَﺒُﻞ اﻟ‬
َ ‫ﻞُه َﺗَﻌﺎﻟَﻰ َاَﺣُﺪُﻫَﻤﺎ ِاﱠﻻ ِﺑ‬ ِ ْ ‫)َا‬

″Îman ve amel, ikisi bir memlekette ortaktırlar. Allah‘u Teâlâ, birini diğer
arkadaşı olmadan kabul etmez. Yalnız arkadaşı ile kabul eder.″[2]

İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle


buyrulmuştur:

‫(َﻻ ُﯾْﻘَﺒُﻞ ِاﯾَﻤﺎٌن ِﺑَﻼ َﻋَﻤٍﻞ َوَﻋَﻤٌﻞ ِﺑَﻼ ِاﯾَﻤﺎٍن )ﻃﺐ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﻤﺮ‬

″Îman amelsiz, amel de îmansız kabul edilmez.″[3]

Îman ile ameli bir temsil ile anlatacak olursak; îman, mermidir. Amel, tüfektir.
Kalp, mermi yatağıdır. Nefes kontrolü, bedenen namaz kılmaktır. Duâ, nişan
almaktır. Hedef, Hakk’tır. Atıcı, ruhtur. Bunların temizleme fırçası, zikrullahtır;
ruhun da gıdasıdır. ″Yâ eyyühellezîne âmenû ve âmil’us-sâlihat″ (îman ve sâlih
amel) kuvvetidir. İşte biri olmadan diğerinin olamayacağı açığa çıktı. Böyle
olursa, îman ve amel Hakk’a ulaşır ve kabul olur.

İmam-ı Âzam Efendimiz: ″Îman dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir; yaptığı
amellerindeki noksanlık kişiyi kâfir etmez″ diye buyurmuştur. Bu sebeple Hanefi
Mezhebi’ne göre, bir kimsenin bir defa da olsa, namaz kıldığı görülmüşse, o
kişinin cenâze namazı kılınır. Fakat ölen kimsenin namaz kıldığına dair hiçbir
şâhidi yoksa, o kişinin cenâze namazı kılınmaz.

Dili ile îman ettiği halde, ibâdet yapmaya mâni bir durumu yok iken, mâzeretsiz
olarak ömür boyu amelleri bilerek terkeden kişilerin de gerçek anlamda îman
etmiş olamayacağına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

‫ﻻﯾَﻤﺎُن ِاْﻗَﺮاٌر ﻟَْﯿَﺲ ِﻓﯿِﻪ َﻋَﻤٌﻞ )اﻟﺪﯾﻠﻤﻰ ﻋﻦ‬


ِ ْ ‫ﺻْﻨَﻔﺎِن ِﻣْﻦ اُﱠﻣِﺘﻰ ﻟََﻌَﻨُﻬُﻢ اﻟّﻞُٰه اْﻟَﻘَﺪِرﱠﯾُﺔ َواْﻟُﻤْﺮِﺟَﺌُﺔ اﻟﱠِﺬﯾَﻦ َﯾُﻘﻮﻟُﻮَن ا‬
ِ
‫)ﺣﺬﯾﻔﺔ‬

Ümmetimden iki sınıf var ki, Allah’ın lâneti onlara olsun. Biri kaderiyye, biri
mürciyedir. Bunlar ″Îman yalnız dil ile tasdikten ibârettir, onda amel yoktur″
derler.[4]

Amel, ibâdet etmektir. Sâlih amel ise, ihlas ile ibâdet etmektir. Yani amelden
murad, ancak Allah’ın rızâsı olmalıdır. İbâdetine riyâ yahut şeriata muhâlif işler
karıştırmayarak, hayrı şerri birbirine katmayıp temiz yapmaktır.

[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 9; Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No:

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /9.

[3] Kenz’ul-Ummal, Hadis No:

[4] Kenz’ul-Ummal, Hadis No:

﴿ ‫ﺿًﺔ َﻓَﻤﺎ َﻓْﻮَﻗَﻬﺎۜ َﻓَﺎﱠﻣﺎ اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ اَٰﻣُﻨﻮا َﻓَﯿْﻌﻠَُﻤﻮَن َاﱠﻧُﻪ اْﻟَﺤﱡﻖ ِﻣْﻦ َرﱢﺑِﻬْﻢۚ َوَاﱠﻣﺎ‬َ ‫ﻲٓ َاْن َﯾْﻀِﺮَب َﻣَﺜًﻼ َﻣﺎ َﺑُﻌﻮ‬ ۪ ‫ِاﱠن اﻟّﻞَٰه َﻻ َﯾْﺴَﺘْﺤ‬
۪ ‫ﻀﱡﻞ ِﺑ ۪ﻪٓ ِاﱠﻻ اْﻟَﻔﺎِﺳ‬
ۙ‫ﻖﯾَﻦ‬ ِ ‫ﻀﱡﻞ ِﺑﻪ۪ َﻛﺚ۪ﯾًﺮا َوَﯾْﻬﺪ۪ي ِﺑﻪ۪ َﻛﺚ۪ﯾًﺮاۜ َوَﻣﺎ ُﯾ‬ ِ ‫اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ َﻛَﻔُﺮوا َﻓَﯿُﻘﻮﻟُﻮَن َﻣﺎَذٓا اََراَد اﻟّﻞُٰه ِﺑ ٰﻪَذا َﻣَﺜًﻼۢ ُﯾ‬
٢٦﴿﴾ ﴾

Şüphesiz Allah’u Teâlâ (hakikati açıklamak için), bir sivrisineği ve ondan
daha üstününü (daha küçüğünü) misâl vermekten hayâ etmez. Îman edenler, bu
misâlin Rableri tarafından hak olduğunu bilirler. Kâfirler ise, ″Allah bu misâlle
ne murad etmiştir?″ derler. Allah’u Teâlâ bu misâlle birçok kimseyi dalâlette
bırakır ve birçoklarını da hidâyete erdirir. Allah’u Teâlâ, bununla ancak fâsıkları
(küfürde inâdi olanları) dalâlette bırakır.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın, Kur’ân’da sinek ve örümcekle[1] misâl getirdiğini


duyan Yahudilerin: ″Allah böyle basit ve değersiz şeylerle misâl getirir mi? Bu,
Allah’ın kelâmı değildir″ demeleri üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçen ″Fâsık″ ifadesi, geçtiği yere küfür, fesat çıkaran,
sözünde durmayan ve günahkâr gibi anlamlara gelmektedir.
[1] Örümceğin misâline dair de Sûre-i Ankebût, Âyet 41’e bakınız.

﴿ ‫ضۜ اُ ۬ولِٰٓﺋَﻚ‬ َ ْ ‫ﺻَﻞ َوُﯾْﻔِﺴُﺪوَن ِﻓﻲ ا‬


ِ ‫ﻻْر‬ ٰ ّ ‫ﻀﻮَن َﻋْﻬَﺪ اﻟّﻞِٰه ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪ م۪ﯾَﺜﺎِﻗ ۖﻪ۪ َوَﯾْﻘَﻄُﻌﻮَن َمٓا اََﻣَﺮ اﻟ‬
َ ‫ﻞُه ِﺑ ۪ﻪٓ اَْن ُﯾﻮ‬ ُ ‫اَﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ َﯾْﻨُﻘ‬
٢٧﴿ ‫﴾ ﴾ُﻫُﻢ اْﻟَﺨﺎِﺳُﺮوَن‬

Bunlar, Allah’u Teâlâ’ya verdikleri mîsâktan (sağlam ahidden) sonra


ahidlerini bozarlar ve Allah’ın emrettiği vuslat yolunu keserler ve yeryüzünde
fesat çıkarırlar. İşte bunlar, hüsrâna uğrayan kimselerdir.

İzah: Âyette: ″Bunlar, Allah’u Teâlâ’ya verdikleri mîsâktan (sağlam ahidden)


sonra ahidlerini bozarlar″ diye buyrulmaktadır. Bir kısım âlimlere göre, buradaki
Allah’a verilen mîsâktan maksat, insanlar Hz. Âdem’in sulbünde iken onları
çıkarıp Rableri olduğuna dair kendilerinden söz almasıdır. Ahdi bozmalarından
maksat ise, orada verdikleri sözü dünyâya geldikten sonra yerine
getirmemeleridir. Nitekim bu husus Sûre-i A’râf, Âyet ’de şöyle
geçmektedir:

Hani, senin Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı ve onları


kendi nefislerine karşı şâhit tutarak, ″Ben sizin Rabbiniz değil miyim?″ buyurdu.
Onlar da, ″Evet Rabbimizsin, şâhit olduk″ dediler. Böyle yaptık ki mahşer günü,
″Biz bundan habersizdik″ demeyesiniz.

Ebu’l-Âliye Hazretleri, ″Bunlar, Allah’u Teâlâ’ya verdikleri mîsâktan (sağlam


ahidden) sonra ahidlerini bozarlar″ diye geçen Âyet-i Kerîme hakkında şöyle
buyurmuştur:

‫ إَِذا َﺣﱠﺪُﺛﻮا َﻛَﺬُﺑﻮا َوإَِذا‬:‫ﺼﺎَل‬َ ‫ﺼﺎٍل ِﻓﻲ اْﻟُﻤَﻨﺎِﻓِﻘﯿَﻦ إَِذا َﻛﺎَﻧْﺖ ِﻓﯿِﻬُﻢ اﻟﱡﻈْﻬَﺮُة َﻋﻠَﻰ اﻟﱠﻨﺎِس أَْﻇَﻬُﺮوا َﻫِﺬِه اْﻟِﺨ‬ َ ‫ِﻫَﻲ ِﺳﱡﺖ ِﺧ‬
َ‫ﺻﻞ‬ َ ّ َ َ َ ّ
َ ‫ﻀﻮا َﻋْﻬَﺪ اﻟﻞِٰه ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪ ِﻣﯿﺜﺎِﻗِﻪ َوَﻗﻄُﻌﻮا َﻣﺎ أَﻣَﺮ اﻟﻞُٰه ِﺑِﻪ أْن ُﯾﻮ‬ َ ُ َ َ
ُ ‫َوَﻋُﺪوا أْﺧﻠﻔﻮا َوإِذا اْﺋُﺘِﻤُﻨﻮا َﺧﺎُﻧﻮا َوَﻧَﻘ‬
َ
‫ إَِذا َﺣﱠﺪُﺛﻮا َﻛَﺬُﺑﻮا َوإَِذا َوَﻋُﺪوا أْﺧﻠَُﻔﻮا َوإَِذا‬:‫ﺼﺎَل‬ َ
َ ‫ض َوإَِذا َﻛﺎَﻧِﺖ اﻟﱡﻈْﻬَﺮُة َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ أْﻇَﻬُﺮوا اْﻟِﺨ‬ َ َ
ِ ‫َوأْﻓَﺴُﺪوا ِﻓﻲ اﻷْر‬
‫)اْﺋُﺘِﻤُﻨﻮا َﺧﺎُﻧﻮا )ﺗﻔﺴﯿﺮ اﺑﻦ اﺑﻰ ﺣﺎﺗﻢ ﻋﻦ اﺑﻰ اﻟﻌﺎﻟﯿﺔ‬

Münâfıkların altı özelliği vardır. İnsanlar üzerine gâlip geldikleri zaman, bu


özelliklerini açığa çıkarırlar. Bunlar: ″Konuştukları zaman yalan söylerler, vaad
ettikleri zaman dönerler, emânet verildiğinde hıyânet ederler, Allah’u Teâlâ’ya
söz verdikten sonra ahidlerini bozarlar, Allah’ın emrettiği Hakk’a kavuşmak
yolunu keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar.″ Eğer gâlibiyet kendilerinin değil
de başkalarının olursa, o zaman da şu üç özelliği ortaya çıkar: ″Konuşunca yalan
söylerler, vaad edince dönerler, emânet verilince hıyânet ederler.″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’ın emrettiği vuslat yolunu keserler″ diye geçtiği
üzere münâfıklar, Allah yolunda olup o yolda çalışan Mü’minlere hasetlerinden
buğuz ve iftira ederek, onları Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar.

[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No:

﴿ ٢٨﴿ ‫﴾ ﴾َﻛْﯿَﻒ َﺗْﻜُﻔُﺮوَن ِﺑﺎﻟّﻞِٰه َوُﻛْﻨُﺘْﻢ َاْﻣَﻮاًﺗﺎ َﻓَﺎْﺣَﯿﺎُﻛْﻢۚ ُﺛﱠﻢ ُﯾ ۪ﻢﯾُﺘُﻜْﻢ ُﺛﱠﻢ ُﯾْﺤﻲ۪ﯾُﻜْﻢ ُﺛﱠﻢ ِاَﻟْﯿِﻪ ُﺗْﺮَﺟُﻌﻮَن‬

Allah’u Teâlâ‘yı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölüler idiniz (henüz
yok idiniz), sizi O diriltti (size hayat verdi). Sonra (eceliniz geldiğinde) sizi
öldürecektir. Sonra tekrar diriltecektir. Sonra da O‘na döndürüleceksiniz.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın, sizi öldürdükten sonra tekrar diriltme gücünde olduğunu
nasıl inkâr edersiniz? Halbuki sizler hiç yok iken, Allah’u Teâlâ sizlere can
vererek diriltti. Eceliniz geldiğinde de sizi öldürerek yok eder ve kıyâmetten
sonra da tekrar dirilterek Allah’ın huzurunda haşrolunursunuz, demektir.

۪ ‫ض َﺟ ۪ﻢﯾًﻌﺎ ُﺛﱠﻢ اْﺳَﺘ ٓﻮٰى ِاﻟَﻰ اﻟﱠﺴ َٓﻢاِء َﻓَﺴ ّ ٰﻮﯾُﻬﱠﻦ َﺳْﺒَﻊ َﺳﻢَٰواٍتۜ َوُﻫَﻮ ِﺑُﻜﱢﻞ َﺷْﻲٍء َﻋ‬
﴿ ۟‫ﻞﯾٌﻢ‬ َ ْ ‫ُﻫَﻮ اﻟﱠﺬ۪ي َﺧﻠََﻖ ﻟَُﻜْﻢ َﻣﺎ ِﻓﻲ ا‬
ِ ‫ﻻْر‬
٢٩﴿﴾ ﴾

O, yeryüzünde her ne var ise hepsini sizin istifâdeniz için yarattı. Sonra
semâyı yaratmaya yönelip yedi gökleri kurdu. O, her şeyi hakkıyla bilendir.

İzah: Abdullah İbn-i Mes’ud, Abdullah İbn-i Abbas Hazretleri ve bir kısım
Sahâbîler özetle kâinatın yaratılma safhâlarını şöyle beyan etmişlerdir:

- Allah’ın Arş’ı suyun üzerinde bulunmakta idi. Suyu yaratmadan önce,


yaratıldığı beyan edilenlerden başka bir şey yaratmamıştı. Mahlûkatı var etmeyi
dileyince, sudan duman (buhar) çıkarttı. Buhar suyun üzerine yükseldi. Allah’u
Teâlâ ona, yükselen anlamına gelen semâ ismini verdi. Sonra suyu kuruttu. Onu
bir tek kütle hâline getirdi. Sonra onu parçaladı. Onu, pazar ve pazartesi
günlerinde yedi yer hâline getirdi. Yeryüzü sarsıldı. Bunun üzerine dağları
yaratarak sarsıntıyı durdurdu. Yeryüzünün dağlarını ve orada yaşayacak
olanların rızıklarını salı ve çarşamba olmak üzere iki günde yarattı. Böylece
yeryüzünün yaratılması dört günde tamamlanmış oldu.

Allah’u Teâlâ sonra, duman hâlinde bulunan göğe yöneldi. Bu duman, suyun
buharlaşmasından meydana gelmişti. Allah’u Teâlâ, onu bir tek semâ yapmıştı.
Sonra onu yayarak perşembe ve cuma günlerinde yedi gök hâline getirdi.
Birleştirme anlamına gelen cuma gününe bu ismin verilmesi; o günde göklerle
yerin yaratılıp birleştirilmesinden ve dumanlanmasındandır. Allah’u Teâlâ, her
göğe emrini vahyetti. Yani her gökte melekler ve diğer mahlûkatı var etti. Sonra
yeryüzü semâsını yıldızlarla süsledi. Yıldızları hem bir süs aracı, hem de
gökyüzünü şeytanlardan koruyucular olarak var etti. Allah’u Teâlâ, dilediği
şeyleri yarattıktan sonra, Arş’ına yükseldi.

Bu husus Sûre-i Fussilet, Âyet ’de şöyle geçmektedir:

Ey Habîbim! De ki: ″Siz, arzı iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar
mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.* O, arz üzerinde sâbit dağlar yarattı,
yere bereket verdi ve muhtaç olan arz ehlinin yiyeceklerini uygun olarak dört
gün içinde takdir etti.* Sonra semâyı yaratmaya yöneldi ki o, duman hâlinde idi.
Allah’u Teâlâ, göğe ve yere: ″İsteyerek ya da istemeyerek olun″ dedi. Onlar da:
″İsteyerek ve emrine boyun eğerek olduk″ dediler.* Böylece yedi göğü iki günde
yarattı ve her göğe, kendilerine ait olan hususları emretti.″ Dünyâ semâsını da
yıldızlarla süsledik ve onu koruduk. Bu, her şeye gâlip ve her şeyi bilen Allah’ın
takdiridir.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

‫ض‬ َ ‫ﻷْر‬ َ ْ ‫ض ِﻓﻲ َﯾْﻮَﻣْﯿﻦ ُﺛﱠﻢ َﺧﻠََﻖ اﻟﱠﺴَﻤﺎَء ُﺛﱠﻢ اْﺳَﺘَﻮى إﻟَﻰ اﻟﱠﺴَﻤﺎِء َﻓَﺴﱠﻮاُﻫﱠﻦ ِﻓﻲ َﯾْﻮَﻣْﯿﻦ آَﺧَﺮْﯾﻦ ُﺛﱠﻢ َدَﺣﺎ ا‬ َ ‫ﻷْر‬َ ْ ‫َﺧﻠََﻖ ا‬
ِ ِ ِ ِ
‫َوَدْﺣُﻮَﻫﺎ أَْن أَْﺧَﺮَج ِﻣْﻨَﻬﺎ اْﻟَﻤﺎَء َواْﻟَﻤْﺮَﻋﻰ َوَﺧﻠََﻖ اْﻟِﺠَﺒﺎَل َواْﻟِﺠَﻤﺎَل َواْﻵَﻛﺎَم َوَﻣﺎ َﺑْﯿَﻨُﻬَﻤﺎ ِﻓﻲ َﯾْﻮَﻣْﯿِﻦ آَﺧَﺮْﯾِﻦ َﻓَﺬِﻟَﻚ‬
‫ض َوَﻣﺎ ِﻓﯿَﻬﺎ ِﻣْﻦ َﺷْﻲٍء ِﻓﻲ أَْرَﺑَﻌِﺔ أَﱠﯾﺎٍم َوُﺧِﻠَﻘْﺖ‬ ُ ‫ﻷْر‬َ ْ ‫ض ِﻓﻲ َﯾْﻮَﻣْﯿﻦ{ َﻓُﺠِﻌَﻠْﺖ ا‬ َ ‫ﻷْر‬ َ ْ ‫َﻗْﻮﻟُُﻪ }َدَﺣﺎَﻫﺎ{ َوَﻗْﻮﻟُُﻪ }َﺧَﻠَﻖ ا‬
ِ
‫(اﻟﱠﺴَﻤَﻮاُت ِﻓﻲ َﯾْﻮَﻣْﯿِﻦ )خ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬

Allah’u Teâlâ yeri iki günde yarattı, sonra göğe yöneldi, başka iki günde de onu
yedi kat olarak tanzim etti. Sonra diğer iki günde arzı düzenledi, yaydı. Arzdan
su ve bitkiler çıkardı. Arzda dağlar, ağaçlar, tepeler ve arz ile semâ arasında
bulunan şeyleri yarattı. Bunu Allah’u Teâlâ Sûre-i Nâziât, Âyet 30‘da: ″Bundan
sonra da yeri döşedi″ kelâmıyla ifade etmiştir. Sûre-i Fussilet, Âyet 9’da: Ey
Habîbim! De ki: ″Siz, arzı iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı
koşuyorsunuz?…″ diye geçen kelâmına gelince de, arz ve içindekiler dört günde
yaratılmış olmaktadır. Semâvat da iki günde yaratılmış olmaktadır.[1]

Bu konu hakkında Sûre-i Fussilet, Âyet ve izahına; Allah’u Teâlâ’nın


gökleri ve yeri altı günde yarattığına dair de Sûre-i A’râf, Âyet 54 ve izahına
bakınız.
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Fussilet 1.

﴿ ۚ‫لوا اََﺗْﺠَﻌُﻞ ف۪ﯾَﻬﺎ َﻣْﻦ ُﯾْﻔِﺴُﺪ ف۪ﯾَﻬﺎ َوَﯾْﺴِﻔُﻚ اﻟﱢﺪ َٓماَء‬


ُٓ ‫ض َﺧﻞ۪ﯾَﻔًﺔۜ َﻗﺎ‬
ِ ‫ﻻْر‬َ ْ ‫ن۪ي َﺟﺎِﻋٌﻞ ِﻓﻲ ا‬ ٰٓ ‫َوِاْذ َﻗﺎَل َرﱡﺑَﻚ ِﻟْﻠَﻤ‬
ّ ‫ﻞِﺋَﻜِﺔ ِا‬
٣٠﴿ ‫﴾ ﴾َوَﻧْﺤُﻦ ُﻧَﺴﱢﺒُﺢ ِﺑَﺤْﻤِﺪَك َوُﻧَﻘﱢﺪُس ﻟََﻚۜ َﻗﺎَل ِاّن۪ٓي َاْﻋﻠَُﻢ َﻣﺎ َﻻ َﺗْﻌﻠَُﻤﻮَن‬

Ey Resûlüm! Senin Rabbin, meleklere: ″Ben, yeryüzünde bir halife


yaratacağım″ diye buyurduğunda onlar: ″Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan
dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa bizler Seni hamd, tesbih ve takdis
ediyoruz″ dediler. Allah’u Teâlâ da: ″Ben sizin bilmediklerinizi bilirim″ diye
buyurdu.

İzah: Âdem Aleyhisselâm yaratılmadan önce yeryüzünde ″Can-cin″ diye bir


nesil yaşamıştı. Onlar yeryüzünde çok kan döküp, fesat çıkarmışlardı. Bu
nedenle de Allah’u Teâlâ onların tamamını helâk etmiş ve meleklere:
″Yeryüzünde bir halife yaratacağım″ diye buyurarak, onların yerlerine
Âdemoğlullarını getireceğini söylemiştir. Melekler, önceki yaratılanların
durumunu bildiği için ″Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Oysa bizler Seni hamd, tesbih ve takdis ediyoruz″ dediler. Cenâb-ı
Hakk da, ″Ben sizin bilmediklerinizi bilirim″ diye buyurmuştur. Yani Allah’u
Teâlâ demek istiyor ki: ″Ben yaratayım da bakın. Onların içinde Beni sizden
daha iyi hamd ile tesbih eden, daha iyi zikir edenler olacak.″[1]

Rivâyet edildiğine göre; Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı yaratacağını


meleklere haber verdiği zaman, onlar âyette geçtiği üzere: ″Yeryüzünde fesat
çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?″ dediler. Allah da: ″Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim″ diye buyurdu. Melekler bu cevapta bir azarlama
sezerek, söylediklerine pişman olup af dilediler. Bunun üzerine Allah, onlara
keffaret olmak üzere bir iş yükledi ve Arş’ın altında Beyt’ül-Mâmur’u[2] yapıp
orada tavaf etmelerini emretti.[3]

Beyt’ül-Mâmur hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle


buyurmuştur:

‫ َﯾْﺪُﺧﻠُُﻪ‬،‫ َوُﻫَﻮ َﻋﻠَﻰ ِﻣْﺜِﻞ َﺑْﯿِﺖ اْﻟَﺤَﺮاِم ِﺑِﺤَﯿﺎِﻟِﻪ ﻟَْﻮ َﺳَﻘَﻂ ﻟََﺴْﻘَﻂ َﻋﻠَْﯿِﻪ‬،‫اْﻟَﺒْﯿُﺖ اْﻟَﻤْﻌُﻤﻮُر ِﻓﻲ اﻟﱠﺴَﻤﺎِء ُﯾَﻘﺎُل ﻟَُﻪ اﻟﺼﺮاُح‬
‫ َوإِﱠن َﻟُﻪ ِﻓﻲ اﻟﱠﺴَﻤﺎِء ُﺣْﺮَﻣٌﺔ َﻗْﺪَر ُﺣْﺮَﻣِﺔ َﻣﱠﻜَﺔ )ﻃﺐ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬،‫(ُﻛﱠﻞ َﯾْﻮٍم َﺳْﺒُﻌﻮَن أَْﻟَﻒ َﻣَﻠٍﻚ َﻟْﻢ َﯾَﺮْوَﻧُﻪ َﻗﱡﻂ‬

″Beyt’ul-Mâmur semâdadır. Ona ″Surah″ ismi verilir. Bu, Beyt-i Haram’ın


mislidir ve onun üst hizasına düşmektedir, yere düşecek olsa onun üstüne
düşerdi. Orayı her gün daha önce hiç görmemiş yetmiş bin melek ziyaret eder.
Onun semâdaki kıymeti, Beytullah’ın kıymeti gibidir.″[4]

[1] Bakınız: Sûre-i Ahzâb, Âyet

[2] Beyt’ül-Mâmur: Aynı Kâbe gibi meleklerin tavaf yaparak ibâdet ettikleri yer
olup, dünyâdaki Kâbe’nin tam üzerine denk gelmektedir.

[3] Bu hususta Bakınız: Mir’at’ul-Haremeyn, Mir’at-ı Mekke, c. 1, s.

[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: ; Râmûz’ul-Ehâdis, s. /3.

ٰٓ ‫ﺿُﻬْﻢ َﻋﻠَﻰ اْﻟَﻤ‬


َ ‫ﻞِﺋَﻜِﺔ َﻓَﻘﺎَل َاْﻧِﺒ ُ ۫ﺆن۪ي ِﺑَﺎْﺳَﻢٓاِء هُٰٓؤَ۬لٓاِء ِاْن ُﻛْﻨُﺘْﻢ‬
﴿ ٣١﴿ ‫ﺻﺎِدق۪ﯾَﻦ‬ َ ‫ﻻْﺳَﻢٓاَء ُﻛﻠﱠَﻬﺎ ُﺛﱠﻢ َﻋَﺮ‬
َ ْ ‫﴾ ﴾َوَﻋﻠﱠَﻢ اَٰدَم ا‬

Allah’u Teâlâ, Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere
arzederek, ″Eğer siz doğru söylüyor iseniz, bu mevcûdâtın isimlerini Bana
bildirin″ diye buyurdu.

﴿ ٣٢﴿ ‫ﻞﯾُﻢ اْﻟَﺤﻚ۪ﯾُﻢ‬


۪ ‫﴾ ﴾َﻗﺎﻟُﻮا ُﺳْﺒَﺤﺎَﻧَﻚ َﻻ ِﻋْﻠَﻢ ﻟََﻦٓا ِاﱠﻻ َﻣﺎ َﻋﻠﱠْﻤَﺘَﻨﺎۜ ِاﱠﻧَﻚ اَْﻧَﺖ اْﻟَﻌ‬

Melekler de: ″Ey Rabbimiz! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bize
bildirdiğinden başka bir ilmimiz yoktur. Şüphesiz ki Sen her şeyi bilensin,
hüküm ve hikmet sahibisin″ dediler.

﴿ ‫ض َوَاْﻋﻠَُﻢ‬ ۪ ّ ‫َﻗﺎَل َيٓا اَٰدُم َاْﻧِﺒْﺌُﻬْﻢ ِﺑَﺎْﺳ َٓﻢاِﺋِﻬْﻢۚ َﻓﻠَﱠﻢٓا َاْﻧَﺒَﺎُﻫْﻢ ِﺑَﺎْﺳَﻢٓاِﺋِﻬْﻢۙ َﻗﺎَل َاﻟَْﻢ َاُﻗْﻞ ﻟَُﻜْﻢ ِا‬
َ ْ ‫نٓي َاْﻋﻠَُﻢ َﻏْﯿَﺐ اﻟﱠﺴ ٰﻢَواِت َوا‬
ِ ‫ﻻْر‬
٣٣﴿ ‫﴾ ﴾َﻣﺎ ُﺗْﺒُﺪوَن َوَﻣﺎ ُﻛْﻨُﺘْﻢ َﺗْﻜُﺘُﻤﻮَن‬

Allah’u Teâlâ: ″Yâ Âdem! Mevcûdâtın isimlerini meleklere bildir″ dedi.
Âdem de mevcûdâtın isimlerini bildirince, Allah‘u Teâlâ meleklere: ″Ben size
göklerin ve yerin gaybını muhakkak bilirim, sizin açıktan söylediklerinizi ve
gizlediklerinizi de bilirim demedim mi?″ buyurdu.

İzah: Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı yarattı. Onun vücut endamı, yapısı,
anlatış tarzı ve sesi çok güzeldi. Dâvûdi bir sesi vardı. Ve Allah’u Teâlâ ona,
Safiyye ilmi’ni verdi. Bu ilim çok yüksektir. Bütün ilimlerden üstündür.
Mâneviyat ilminin başı bu Safiyye ilmidir. Bu ilim, Âdem Aleyhisselâm’da
mevcuttu; bu ilimle bütün mevcûdâtın isimlerini meleklere bildirdi.

Âdem Aleyhisselâm, o zamana kadar İblis’in de, meleklerin de duymadığı ve


bilmediği mevcûdâtın isimleri ile beraber Allah’ın isimlerini de bütün mazharları
ile sayınca, melekler hayran kaldı.

Bu hususta geniş olarak nakledilen şefaat hadisinde, Âdem Aleyhisselâm ile


ilgili kısımda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫َﯾْﺠَﻤُﻊ اﻟّﻞُٰه اْﻟُﻤْﺆِﻣِﻨﯿَﻦ َﯾْﻮَم اْﻟِﻘَﯿﺎَﻣِﺔ َﻛَﺬِﻟَﻚ َﻓَﯿُﻘﻮﻟُﻮَن َﻟْﻮ اْﺳَﺘْﺸَﻔْﻌَﻨﺎ إَِﻟﻰ َرﱢﺑَﻨﺎ َﺣﱠﺘﻰ ُﯾِﺮﯾَﺤَﻨﺎ ِﻣْﻦ َﻣَﻜﺎِﻧَﻨﺎ َﻫَﺬا َﻓَﯿْﺄُﺗﻮَن آَدَم‬
‫َﻓَﯿُﻘﻮﻟُﻮَن َﯾﺎ آَدُم أََﻣﺎ َﺗَﺮى اﻟﱠﻨﺎَس َﺧﻠََﻘَﻚ اﻟّﻞُٰه ِﺑَﯿِﺪِه َوأَْﺳَﺠَﺪ ﻟََﻚ َﻣَﻼِﺋَﻜَﺘُﻪ َوَﻋﻠﱠَﻤَﻚ أَْﺳَﻤﺎَء ُﻛﱢﻞ َﺷْﻲٍء اْﺷَﻔْﻊ ﻟََﻨﺎ إِﻟَﻰ َرﱢﺑَﻨﺎ‬
‫ )خ ﻋﻦ اﻧﺲ‬(

Allah’u Teâlâ, mahşer gününde Mü’minleri böylece toplar. Rabbimizden, içinde


bulunduğumuz şu durumdan bizleri kurtarması için şefaat istesek, derler. Bunun
üzerine Hz. Âdem’e gelirler ve ″Yâ Âdem! İnsanların sıkıntıda olduklarını
görmüyor musun? Allah’u Teâlâ seni kendi eliyle yarattı, meleklerini sana secde
ettirdi ve her şeyin isimlerini sana öğretti. Bulunduğumuz bu durumdan bizi
kurtarması için Rabbin katında bizim için şefaatçi ol!″ derler…[1]

[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid

﴿ ٣٤﴿ ‫ﻞﯾَﺲۜ َابٰى َواْﺳَﺘْﻜَﺒَﺮ َوَﻛﺎَن ِﻣَﻦ اْﻟَﻜﺎِﻓﺮ۪ﯾَﻦ‬


۪ ‫ﻞِﺋَﻜِﺔ اْﺳُﺠُﺪوا ِﻻَٰدَم َﻓَﺴَﺠُﺪٓوا ِاﱠلٓا ِاْﺑ‬
ٰٓ ‫﴾ ﴾َوِاْذ ُﻗْﻠَﻨﺎ ِﻟْﻠَﻤ‬

Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki meleklere, ″Âdem’e secde edin″ demiştik.


Onlar da hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmekten kaçındı, kibirlendi ve
kâfirlerden oldu.

İzah: Hz. Âdem‘deki Safiyye ilminden dolayı, melekler ona çok hürmet edince,
İblis’in içindeki gizli kini biraz daha arttı. Kibrinden kendi karşısında kimseyi
rakip olarak tanımıyordu, kendi kendine: ″Eğer Allah’u Teâlâ, -Âdem’e secde et-
diye bana emretse, secde etmem″ dedi. Onun kalbinden geçeni Allah’u Teâlâ
bilmekteydi. Bütün meleklere Âdem Aleyhisselâm’a secde etmelerini emretti.
Bir tek İblis kibirlenerek secde etmedi. Halbuki istese secde etmesine mâni olan
bir durum yoktu. Böylece lânet toku[1] İblis’in boğazına geçti ve Cennetten
kovuldu.

Şeytanın kovulması hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i A’râf, Âyet 13’te şöyle
buyurmaktadır:

Allah’u Teâlâ da İblis’e: ″Artık oradan (Cennetten) in. Orada kibirlenmek senin
hakkın değildir. Artık çık, şüphesiz ki sen alçaklardansın″ buyurdu.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

‫ص َﻋَﻠﻰ أَْن‬ َ ‫إِﱠﯾﺎُﻛْﻢ َواْﻟِﻜْﺒَﺮ َﻓِﺈﱠن إِْﺑِﻠﯿَﺲ َﺣَﻤَﻠُﻪ اْﻟِﻜْﺒُﺮ َﻋَﻠﻰ أَْن ﻻ َﯾْﺴُﺠَﺪ ﻵَدَم َوإِﱠﯾﺎُﻛْﻢ َواْﻟِﺤْﺮ‬
ُ ‫ص َﻓِﺈﱠن آَدَم َﺣَﻤَﻠُﻪ اْﻟِﺤْﺮ‬
‫ﺻﺎِﺣَﺒُﻪ َﺣَﺴًﺪا )اﺑﻦ ﻋﺴﺎﻛﺮ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬ َ ‫)أََﻛَﻞ ِﻣَﻦ اﻟﱠﺸَﺠَﺮِة َوإِﱠﯾﺎُﻛْﻢ َواْﻟَﺤَﺴَﺪ َﻓِﺈﱠن اْﺑَﻨْﻲ آَدَم إِﱠﻧَﻤﺎ َﻗَﺘَﻞ أََﺣُﺪُﻫَﻤﺎ‬

″Kibirden sakının. Şüphesiz ki kibir, şeytanı Âdem’e secde etmemeye sevk


etmiştir. Hırstan da sakının. Zîrâ hırs, Âdem’i mâlum ağaçtan yemeğe sevk
etmiştir. Hasetten de sakının. Zîrâ Âdem’in iki oğlundan biri kardeşini ancak
haset sebebiyle öldürmüştür. İşte bunlar her hatânın aslıdır.″[2]

İblis’in, Allah’u Teâlâ’nın emrinden çıkması hakkında Resûlullah Sallallâhu


aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫َﺧﻠََﻖ اﻟّﻞُٰه َﻋﱠﺰ َوَﺟﱠﻞ آَدَم َﻋﻠَْﯿِﻪ اﻟﱠﺴَﻼُم َﯾْﻮَم اْﻟُﺠُﻤَﻌِﺔ ِﺑَﯿِﺪِه َوَﻧَﻔَﺦ ِﻓﯿِﻪ ِﻣْﻦ ُروِﺣِﻪ َوأََﻣَﺮ اْﻟَﻤﻼِﺋَﻜَﺔ أَْن َﯾْﺴُﺠُﺪوا ﻟَُﻪ‬
‫)َﻓَﺴَﺠُﺪوا ﻟَُﻪ ِاﱠﻻ إِْﺑِﻠﯿَﺲ َﻛﺎَن ِﻣَﻦ اْﻟِﺠﱢﻦ َﻓَﻔَﺴَﻖ َﻋْﻦ أَْﻣِﺮ َرﱢﺑِﻪ َاْى َﺧَﺮَج َﻋْﻦ أَْﻣِﺮ َرﱢﺑِﻪ )م ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Allah’u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı kendi eliyle[3] Cuma günü yarattı ve


ruhundan üfledi ve meleklere ona secde etmelerini emretti. Hepsi ettiler. Yalnız
İblis secde etmedi ki, o cinden idi. Böylece secde etmediği için İblis, Rabbinin
emrinden çıktı.″[4]

Meleklerin Âdem’e secde etmeleri, ona ibâdet için değil saygı göstermeleri ve
Allah’ın emrine itaat etmeleri içindir. Burada geçen ″İblis″ kelimesi ″İblas″
kelimesinden türetilmiş bir kelimedir. ″Hayırdan, pişmanlıktan kesilmiş, hayırı
olmayan″ anlamına gelir.

İblis’in meleklerden olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir.

İbn-i Abbas, Abdullah b. Mes’ud Hazretleri ve diğer bâzı Sahâbîler, İblis’in,


meleklerden birisi olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu
anhumâ şöyle buyurmuştur:

″İblis, kendilerine cin denilen meleklerin kabilelerinden bir kabileye mensuptu.


Bunlar, melekler arasında şiddetli harlanmış ateşten yaratılmışlardı. Bu
kabileden olan İblis’in adı Hâris[5] idi. O, Cennetin bekçilerinden birisi idi. Bu
kabilenin hâricindeki melekler ise nûrdan yaratılmışlardır. Sûre-i Rahmân, Âyet
15’te zikredilen cinler ise, dumansız ateş alevinden yaratılmışlardır. İblis,
meleklerin en bilgini olup, Âdem Aleyhisselâm’a onu secde etmemeye kibri
sevk etmiştir.″[6]

Bunların delillerinden biri de, müşrikler hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Sâffât,
Âyet ’de:

″Onlar, Allah ile melekler arasında nesep koyarlar…″ diye buyrulmuştur.[7]


″Melekler″ diye tercüme edilen kelime, âyetin metninde ″el-Cinne″ diye
geçmektedir. Bu ifade gözle görülmeyen varlıklar anlamına gelir. Bu nedenle, bu
tâbirin geçtiği yere göre âyetlerde; bâzen melek, bâzen cin ve bâzen de şeytan
için kullanıldığı görülmektedir.

İmam Taberî de tefsirinde, İblis’in meleklerden olduğunu kabul etmenin daha


uygun olduğunu söylemiştir.

Bir kısım âlimler de İblisin, meleklerden olmadığını söylemişlerdir. Bu hususta


Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

″İblis, hiçbir an meleklerden olmamıştır. Âdem Aleyhisselâm insanların atası


olduğu gibi, o da cinlerin atasıdır. Onlar da Âdemoğulları gibi doğum yoluyla
çoğalırlar.″ İblisin meleklerden olmayıp Cinlerden olduğunu söyleyenler delil
olarak şunları zikretmişlerdir:

- İblis, meleklerden olsaydı, Allah’a isyan etmezdi. Çünkü Allah’u Teâlâ


melekler hakkında Sûre-i Tahrîm, Âyet 6’da:

″… Verilen emirleri yerine getiren melekler vardır″ diye buyurmuştur.

- Meleklerle cinlerin yaratılış özellikleri farklıdır. Melekler nurdan


yaratılmışlardır. Cinler ise ateşten yaratılmışlardır.

[1] Burada geçen ″Tok″ ifadesi, boğaza takılan metalden veya ahşaptan bir
cisimdir ki, düşmanlarını aşağılamak için mahkûmlara veya esirlere takılır. Lânet
toku diye söylenmesi de, Allah’ın lânetinin onun boynuna geçirilmesi, demektir.
Allah dilemedikçe de bu lânet ve onun mânevi ağırlığı aslâ çıkartılamaz.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /5.

[3] Burada geçen ″Kendi eliyle″ ifadesi müteşâbihtir.


[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. /2.

[5] İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir rivâyete göre de; Adem
Aleyhisselâm’a secde emrinden önce İblis’in bir diğer adı ″Azâzil″ idi. (İbn-i
Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 1, s. )

[6] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 1, s.

[7] Yine bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet ’e bakınız.

﴿ ‫َوُﻗْﻠَﻨﺎ َيٓا اَٰدُم اْﺳُﻜْﻦ َاْﻧَﺖ َوَزْوُﺟَﻚ اْﻟَﺠﱠﻨَﺔ َوُﻛَﻼ ِﻣْﻨَﻬﺎ َرَﻏًﺪا َﺣْﯿُﺚ ِﺷْﺌُﺘَﻤﺎۖ َوَﻻ َﺗْﻘَﺮَﺑﺎ هِٰذِه اﻟﱠﺸَﺠَﺮَة َﻓَﺘُﻜﻮَﻧﺎ ِﻣَﻦ‬
٣٥﴿ ‫﴾ ﴾اﻟﱠﻈﺎِﻟ ۪ﻢﯾَﻦ‬

Biz: ″Yâ Âdem! Sen ve zevcen Cennete yerleşin ve orada istediğiniz gibi
Cennet yemişlerinden bol bol yiyin. Lâkin şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
nefislerinize zulmetmiş olursunuz″ dedik.

İzah: İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhum ve diğer bir kısım
Sahâbîlerden nakledildiğine göre; İblis, lânete uğradıktan sonra Cennetten
çıkarıldı. Buna karşılık Âdem Aleyhisselâm ise Cennete yerleştirildi. Âdem
Aleyhisselâm Cennette yalnız başına dolaşıyordu. Bir zaman uykuya daldı.
Sonra uyandı. Baktı ki, başucunda bir kadın oturuyor. Allah’u Teâlâ, o kadını
Âdem Aleyhisselâm’ın kaburgasından yaratmıştı. Âdem Aleyhisselâm kadına:
″Sen kimsin?″ dedi. O da: ″Ben bir kadınım″ dedi. Âdem Aleyhisselâm: ″Niçin
yaratıldın?″ diye sordu. Kadın: ″Sen benimle birlikte yaşayasın diye″ dedi.
Melekler, Âdem Aleyhisselâm’ın ilminin derecesini ölçmek için: ″Yâ Âdem! Bu
kadının ismi ne?″ dediler. Âdem Aleyhisselâm: ″Havva″ dedi. Melekler: ″Niçin
Havva diye adlandırıldı?″ dediler. Âdem Aleyhisselâm: ″Çünkü o, diri bir
varlıktan yaratıldı″ dedi. Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’a: ″Yâ Âdem! Sen
ve zevcen Cennete yerleşin ve orada istediğiniz gibi Cennet yemişlerinden bol
bol yiyin…″ diye buyurdu.

Yine rivâyet edildiğine göre; Allah’u Teâlâ, Hz. Havva’yı Âdem Aleyhisselâm
uykuda iken sol kaburga kemiğinden yarattığında, Âdem Aleyhisselâm
uykusundan uyanıp Hz. Havva’yı yanında oturuyor gördü ve ona hitâben: ″Sen
kimin için yaratıldın?″ diye sordu. Hz. Havva da: ″Senin için yaratıldım″ diye
cevap verdi. Âdem Aleyhisselâm ona dokunmak isteyince, Hakk Teâlâ
tarafından: ″Mehrini vermeden Havva’ya dokunma″ denildi. Âdem
Aleyhisselâm: ″Mehri nedir?″ diye sorunca, Allah’u Teâlâ: ″Yâ Âdem! Senin
âhir zaman peygamberi üzerine on kere salâvat getirmen onun mehridir″
buyurdu.[1]

Ebû Zerr Radiyallâhu anhu da, şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

‫ﯿﺎ َرُﺳﻮًﻻ َﻛﻠﱠَﻤُﻪ اﻟّﻞُٰه ُﻗُﺒﻼ َﻗﺎَل َﻟُﻪ َيٓا اَٰدُم اْﺳُﻜْﻦ أَْﻧَﺖ‬‫ُﻗْﻠُﺖ َﯾﺎ َرُﺳﻮَل اﻟّﻞِٰه أََرأَْﯾَﺖ آَدَم أََﻧِﺒﱞﻲ َﻛﺎَن؟ َﻗﺎَل َﻧَﻌْﻢ َﻛﺎَن َﻧِﺒ‬
‫ )ﻃﺲ ﻋﻦ أﺑﻲ ذر‬.‫)َوَزْوُﺟَﻚ اْﻟَﺠﱠﻨَﺔ‬

″Yâ Resûlallah! Sana Âdem Aleyhisselâm gösterildi. Acaba bir Nebî miydi?″
dedim. Buyurdu ki: ″Evet, bir Nebî ve Resûl idi. Allah’u Teâlâ, onunla açıktan
konuşarak: ″Yâ Âdem! Sen ve zevcen Cennete yerleşin″[2] diye buyurdu.″[3]

Hz. Havva’nın nasıl yaratıldığı, Sûre-i Nisâ, Âyet 1’de şöyle geçmektedir:

″Ey insanlar! O Rabbinizden korkun ki, sizi bir nefisten (Hz. Âdem’den)
yarattığı gibi zevcesini (Hz. Havva’yı) dahi ondan yarattı…″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

‫ﻀَﻠِﻊ أَْﻋَﻼُه َﻓِﺈْن َذَﻫْﺒَﺖ ُﺗِﻘﯿُﻤُﻪ َﻛَﺴْﺮَﺗُﻪ َوإِْن‬


‫ﺿَﻠٍﻊ َوإِﱠن أَْﻋَﻮَج َﺷْﻲٍء ِﻓﻲ اﻟ ﱢ‬
ِ ‫ﺻﻮا ِﺑﺎﻟﱢﻨَﺴﺎِء َﻓِﺈﱠن اْﻟَﻤْﺮأََة ُﺧِﻠَﻘْﺖ ِﻣْﻦ‬
ُ ‫اْﺳَﺘْﻮ‬
‫ﺻﻮا ِﺑﺎﻟﱢﻨَﺴﺎِء )خ م ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬ َ
ُ ‫)َﺗَﺮْﻛَﺘُﻪ ﻟَْﻢ َﯾَﺰْل أْﻋَﻮَج َﻓﺎْﺳَﺘْﻮ‬

″Size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Çünkü kadın kaburga
kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu
doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kendi hâline bırakırsan da sürekli olarak eğri
kalır. Onun için kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim.″[4]

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, Allah’u Teâlâ onlara, bir ağaca
yaklaşmamalarını emretmiştir. Yaklaşmayın dediği bu ağaç ise, bir rivâyete göre
buğday ağacıdır. Buğday, Cennette ağaç şeklinde idi.

[1] Günyet’üt-Tâlibîn, c. 2, s.

[2] Sûre-i Bakara, Âyet

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Evsat, Hadis No: ; Celâleddin es-Suyûtî, ed-


Dürr’ül-Mensûr, c. 1, s.
[4] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 1, Nikah 80; Sahih-i Müslim, Radâ 18 (60).

﴿ ‫ض ُﻣْﺴَﺘَﻘﱞﺮ‬ َ ْ ‫ﺾ َﻋُﺪﱞوۚ َوﻟَُﻜْﻢ ِﻓﻲ ا‬


ِ ‫ﻻْر‬ ُ ‫َﻓَﺎَزﻟﱠُﻬَﻤﺎ اﻟﱠﺸْﯿَﻄﺎُن َﻋْﻨَﻬﺎ َﻓَﺎْﺧَﺮَﺟُﻬَﻤﺎ ِﻣﱠﻤﺎ َﻛﺎَﻧﺎ ف۪ﯾِﻪۖ َوُﻗْﻠَﻨﺎ اْﻫِﺒُﻄﻮا َﺑْﻌ‬
ٍ ‫ﻀُﻜْﻢ ِﻟَﺒْﻌ‬
٣٦﴿ ‫﴾ ﴾َوَﻣَﺘﺎٌع ِالٰى ح۪ﯾٍﻦ‬

Bunun üzerine şeytan, onları (vesveseyle) Cennetten kaydırdı ve oradaki


nîmetlerden çıkarıp uzaklaştırdı. Biz de onlara: ″Birbirinize düşman olarak
yeryüzüne inin ve sizin için yeryüzünde bir müddet kalma ve (ecelleriniz
gelinceye kadar) bir nasip vardır″ dedik.

İzah: İblis, Cennetten kovulmuştu. Cennetin kapısına kadar gelirdi. Fakat görevli
melekler kendisini içeri almazlardı. Tavus kuşu ve yılan, Cennetten dışarı
çıkmıştı. İblis: ″Cenneti son bir kez göreyim″ diyerek ağlayıp yalvardı ve onlara:
″Zâten siz de Cennetten çıkarılacaksınız, Âdem ile Havva da çıkarılacak″ dedi.
Böylece onları kandırdı. İblis, sihirle bir boncuk gibi oldu. Tavus kuşu onu
ağzına alıp Cennete götürdü. Allah’u Teâlâ ise bu durumdan haberdardı ve
Âdem Aleyhisselâm’ı imtihan için İblis’in bu şeklide Cennete girmesine müsâde
etti.

Bu husus Sûre-i A’râf, Âyet 22’de şöyle geçmektedir:

… Rableri de onlara, ″Ben bu ağaçtan sizi nehyetmedim mi? Şüphesiz ki şeytan,


sizin için apaçık bir düşmandır demedim mi?″ diye nidâ etti.

Allah’u Teâlâ, bu âyette bildirdiği üzere, İblis’in Cennete tekrar girerek


kendilerine vesvese vereceğini önceden haber vermişti.

İblis, Cennette insan sûretine girdi ve Havva annemize: ″Siz şu ağaçtan


yemezseniz, Cennetten çıkacaksınız″ diye yemin etti. İlk yalan yere yemin
etmek böylece başlamış oldu. Şeytan, Havva annemizi inandırdı. Bu husus Sûre-
i A’râf, Âyet 21’de şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz, ben size nasihat ediyorum!″ diye onlara yemin de etti.

Hz. Havva, o ağaçtan yedi ve Âdem Aleyhisselâm’a; İblis’in, ″O ağaçtan


yemedikleri takdirde, Cennetten kovulacaklarını″ söyleyerek yemin ettiğini ve
kendisinin de inanıp o ağaçtan yediğini söyledi. Âdem Aleyhisselâm ondan yese
Allah’ın emrine karşı geleceğini, yemese Havva’dan ebediyyen ayrılacağını
düşündü. Halbuki yemese bir şey olmayacaktı. O da yiyince ikisinin de
üzerindeki elbiseler soyuldu, düştü.

Bu husus Sûre-i A’râf, Âyet 22’de şöyle geçmektedir:

″Böylece şeytan, onları aldatarak menedilen ağaçtan yemeye sevk etti. Onlar,
kendilerine menedilen ağacın meyvesinden tattıkları vakit, ayıp yerleri açığa
çıktı. Onlar da hemen Cennet yaprakları ile örtünmeye başladılar…″

Rivâyete göre, mahrem yerlerini örtünmek için ağaçlardan yaprak istediler,


yalnızca incir ağacı yaprağından verdi. Böylece lânet toku[1] Âdem
Aleyhisselâm’a da geldi ve boynuna takıldı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫)َﺧْﯿُﺮ َﯾْﻮٍم َﻃﻠََﻌْﺖ ِﻓﯿِﻪ اﻟﱠﺸْﻤُﺲ َﯾْﻮُم اْﻟُﺠُﻤَﻌِﺔ ِﻓﯿِﻪ ُﺧِﻠَﻖ آَدُم َوِﻓﯿِﻪ أُْدِﺧَﻞ اْﻟَﺠﱠﻨَﺔ َوِﻓﯿِﻪ أُْﺧِﺮَج ِﻣْﻨَﻬﺎ )ن ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür. O günde Hz. Âdem yaratıldı.
O günde Hz. Âdem Cennete girdirildi ve o günde Hz. Âdem Cennetten çıkarıldı.
″[2]

Rivâyet edildiğine göre; Tavus kuşu ve yılan İblis’e yardım ettikleri için, Allah’u
Teâlâ onları da Cennetten çıkarıp yeryüzüne indirmiştir. Tavus kuşu, İblis’i
ağzında Cennete girdirdiğinden, görüntüsü çok güzel olmasına rağmen Allah’u
Teâlâ sesini çirkin yapmıştır. Yılan da, Cennette iken elleri ve ayakları olan bir
varlıktı. Allah’u Teâlâ, onu da sürüngen bir varlık hâline getirmiştir. Böylece
yaptıkları hatâdan dolayı bunlar da cezâlandırılmıştır.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçen ″Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin″


ifadesinden maksat şudur ki; Âdemoğlu ile İblis yeryüzünde kıyâmete kadar
birbirlerinin düşmanıdırlar. Bu husus Sûre-i Yûsuf, Âyet 5’te şöyle geçmektedir:
″… Şüphesiz ki şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.″

[1] Burada geçen ″Tok″ ifadesi, boğaza takılan metalden veya ahşaptan bir
cisimdir ki, düşmanlarını aşağılamak için mahkûmlara veya esirlere takılır. Lânet
toku diye söylenmesi de, Allah’ın lânetinin onun boynuna geçirilmesi, demektir.

[2] Sünen-i Nesâî, Cuma 4.

۪ ‫ﻖٰى اَٰدُم ِﻣْﻦ َرﱢﺑﻪ۪ َﻛِﻠَﻤﺎٍت َﻓَﺘﺎَب َﻋﻠَْﯿِﻪۜ ِاﱠﻧُﻪ ُﻫَﻮ اﻟﱠﺘﱠﻮاُب اﻟﱠﺮ‬
﴿ ٣٧﴿ ‫حﯾُﻢ‬ ّٓ َ‫﴾ ﴾َﻓَﺘﻠ‬
Bunun üzerine Âdem, Rabbinden öğrendiği kelimelerle tevbe etti. Allah’u
Teâlâ da onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri çok kabul edendir ve
çok merhametlidir.

İzah: Âdem Aleyhisselâm, suçu kendi nefsine buldu ve duâsı kabul oldu. Âdem
Aleyhisselâm, Sûre-i A’râf, Âyet 23’te: ″… Ey Rabbimiz! Biz kendi nefsimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, şüphesiz hüsrâna
uğrayanlardan oluruz″ diye geçtiği üzere, duâ ederek sürekli üzerindeki lânet
tokunun kalkması için Allah’a yalvarıp, Havva annemizi arayarak geziyordu. Bu
yıllarca sürdü. Bu şekilde dünyânın her tarafını gezdi ve sonunda Allah’u Teâlâ
onu affetti.

Âdem Aleyhisselâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i vesîle edince, onun


hürmetine tevbesi kabul edilmiştir. Bu husus bir Hadis-i Şerif’te şöyle
geçmektedir:

‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ ِاﱠﻻ ﻟَﱠﻤﺎ َﻏَﻔْﺮَت ِﻟﻰ َﻓَﻘﺎَل اﻟّﻞُٰه‬ ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬ َ ‫ َﯾﺎ َرﱢب! اَْﺳَﺄﻟَُﻚ ِﺑَﺤﱢﻖ ُﻣَﺤﱠﻤٍﺪ‬:‫ﻟَﱠﻤﺎ ِاْﻗَﺘَﺮَف آَدُم اْﻟَﺨِﻄﯿَﺌَﺔ َﻗﺎَل‬
‫ﻻﱠﻧَﻚ ﻟَﱠﻤﺎ َﺧﻠَْﻘَﺘِﻨﻰ ِﺑَﯿِﺪَك َوَﻧَﻔْﺨَﺖ ِﻓﱠﻰ ِﻣْﻦ ُروِﺣَﻚ‬ َ ِ !‫ َﯾﺎ َرﱢب‬:‫ َﯾﺎ آَدُم! َﻛْﯿَﻒ َﻋَﺮْﻓَﺖ ُﻣَﺤﱠﻤًﺪا َوﻟَْﻢ أَْﺧﻠُْﻘُﻪ؟ َﻗﺎَل‬:‫َﺗَﻌﺎﻟَﻰ‬
‫ﻀْﻒ ِاﻟَﻰ‬ ِ ‫ﻞُه ُﻣَﺤﱠﻤٌﺪ َرُﺳﻮُل اﻟّﻞِٰه َﻓَﻌِﻠْﻤُﺖ أَﱠﻧَﻚ ﻟَْﻢ ُﺗ‬ ٰ ّ ‫َرَﻓْﻌُﺖ َرأِْﺳﻰ َﻓَﺮأَْﯾُﺖ َﻋﻠَﻰ َﻗَﻮاِﺋِﻢ اْﻟَﻌْﺮِش َﻣْﻜُﺘﻮًﺑﺎ َﻻ ِاﻟََﻪ ِاﱠﻻ اﻟ‬
‫ﻻَﺣﱡﺐ اْﻟَﺨْﻠِﻖ ِاﻟَﱠﻰ َوِاَذا َﺳَﺄْﻟَﺘِﻨﻰ ِﺑَﺤﱢﻘِﻪ َﻓَﻘْﺪ‬
َ َ ‫ﺻَﺪْﻗَﺖ َﯾﺎ آَدُم! ِاﱠﻧُﻪ‬ َ :‫اْﺳِﻤَﻚ ِاﱠﻻ أََﺣﱠﺐ اْﻟَﺨْﻠِﻖ ِاﻟَْﯿَﻚ َﻓَﻘﺎَل اﻟّﻞُٰه َﻋﱠﺰ َوَﺟﱠﻞ‬
‫)َﻏَﻔْﺮُت ﻟََﻚ َوﻟَْﻮ َﻻ ُﻣَﺤﱠﻤٌﺪ َﻣﺎ َﺧﻠَْﻘُﺘَﻚ )ك واﺑﻦ ﻋﺴﺎﻛﺮ ﻋﻦ ﻋﻤﺮ‬

Âdem, Cennetten kovulduğunda hatâsını anlayıp, ″Yâ Rabbi! Eğer beni


affetmemiş isen Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem hürmetine Senden
affımı diliyorum″ demişti. Allah’u Teâlâ (ne cevap vereceğini bildiği halde,
cevabını da diğer insanların duyması için): ″Yâ Âdem! Ben onu henüz (zâhirde)
yaratmadığım halde, sen Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i nasıl tanıdın?
″ diye buyurdu. Âdem: ″Yâ Rabbi! Sen beni (kudret) elin ile yaratıp bana
rûhundan üflediğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda Arş’ın ayaklarında -Lâ
ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh- yazılmış olduğunu gördüm. İsminin
yanına ancak yaratılmışların en sevgilisini koyacağını bildim″ dedi. Allah’u
Teâlâ: ″Yâ Âdem! Doğru söyledin, hakikaten Muhammed Sallallâhu aleyhi ve
sellem Bana yaratılmışların en sevgilisidir. Onun hürmetine Benden ne istesen
sana verirdim. Affını diledin, Ben de seni affettim. Şâyet Muhammed Sallallâhu
aleyhi ve sellem olmasaydı, seni yaratmazdım″ buyurdu.[1]

Âdem Aleyhisselâm’ın duâsının kabul edildiği yer Arafat diye bilinen yerdir.
Âdem Aleyhisselâm’ın duâsı kabul olunca, Havva annemizle o anda orada
buluşmuşlardır. İşte hacıların Arafat’ta toplanıp duâ etmeleri ve orada
günahlarının affedilmesi bu sebeptendir.

İblis ise, suçu hâşâ! Allah’u Teâlâ’ya bularak: ″Sen, ezelî olan ilminle benim
secde etmeyeceğimi biliyordun, nasıl olacağım sana malûmdu. Bana, bile bile
lânet tokunu giydirdin, benim hiçbir kabahatim yok″ dedi. Böylece kabahati
kendinde bulmayıp, kibrinden dolayı tevbe istiğfar etmediği için lânet onun
üzerinden kaldırılmadı ve affedilmedi. Bu hususta Race’ İbn-i Ebî Seleme
Hazretlerinin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

‫ﺻﺎِﺑِﻌِﻪ َراِﻓًﻌﺎ َرأَْﺳُﻪ إِﻟَﻰ اﻟﱠﺴَﻤﺎِء )ﺗﻔﺴﯿﺮ‬


َ َ‫أُْﻫِﺒَﻂ آدم َﯾَﺪْﯾِﻪ َﻋﻠَﻰ ُرْﻛَﺒَﺘْﯿِﻪ ُﻣَﻄْﺄِﻃًﺌﺎ َرأَْﺳُﻪ َوأُْﻫِﺒَﻂ إِْﺑِﻠﯿُﺲ ُﻣَﺸﱢﺒًﻜﺎ َﺑْﯿَﻦ أ‬
‫)اﺑﻦ اﺑﻰ ﺣﺎﺗﻢ ﻋﻦ رﺟﺎء ﺑﻦ اﺑﻰ ﺳﻠﻤﺔ‬

″Âdem Aleyhisselâm yere indirildiğinde, mahcupluğundan başı eğik ve elleri de


dizleri üzerindeydi. İblis ise indirildiğinde, kibrinden başı göğe doğru kalkık ve
parmakları da birbirine geçmiş şekilde idi.″[2]

[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: ; İmam Kastalânî, Mevâhib-i


Ledünniyye, s. 13; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: ; Celâleddin es-
Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 1, s.

[2] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No:

ّ ‫﴾ ﴾ُﻗْﻠَﻨﺎ اْﻫِﺒُﻄﻮا ِﻣْﻨَﻬﺎ َﺟ ۪ﻢﯾًﻌﺎۚ َﻓِﺎﱠﻣﺎ َﯾْﺄِﺗَﯿﱠﻨُﻜْﻢ ِﻣ‬


﴿ ٣٨﴿ ‫ﻦ۪ي ُﻫًﺪى َﻓَﻤْﻦ َﺗِﺒَﻊ ُﻫَﺪاَي َﻓَﻼ َﺧْﻮٌف َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ َوَﻻ ُﻫْﻢ َﯾْﺤَﺰُﻧﻮَن‬

Biz dedik ki: ″Hepiniz Cennetten inin. Benden size hidâyet (Kitap ve
Resuller) geldiğinde, her kim hidâyetime tâbi olursa, artık onlar için hiçbir korku
yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur:

‫ َﻗﺎَل‬:‫ َﻓَﻤﺎ ِﻛَﺘﺎُﺑُﻬْﻢ َوُرُﺳﻠُُﻬْﻢ؟ َﻗﺎَل‬،‫ َﯾﺎ َرﱢب َﻗْﺪ أُْﻫِﺒَﻂ آَدُم َوَﻗْﺪ َﻋِﻠْﻤُﺖ أَﱠﻧُﻪ َﺳَﯿُﻜﻮُن ِﻛَﺘﺎٌب َوُرُﺳٌﻞ‬:‫َﻗﺎَل إِْﺑِﻠﯿُﺲ ِﻟَﺮﱢﺑِﻪ‬
:‫ ِﻛَﺘﺎُﺑَﻚ‬:‫ َﻓَﻤﺎ ِﻛَﺘﺎِﺑﻲ؟ َﻗﺎَل‬:‫ َﻗﺎَل‬،‫ﻹﻧﺠﯿُﻞ َواْﻟُﻔْﺮَﻗﺎُن‬ ُ ُ ْ ُ
ِ ‫ اﻟﱠﺘْﻮَراُة َواﻟﱠﺰُﺑﻮُر َوا‬:‫ َوﻛُﺘُﺒُﻬْﻢ‬،‫ اﻟَﻤَﻼِﺋَﻜﺔ َواﻟﱠﻨِﺒﱡﯿﻮَن ِﻣْﻨُﻬْﻢ‬:‫ُرُﺳﻠُﻬْﻢ‬
،‫ ُﻛﱡﻞ ُﻣْﺴِﻜٍﺮ‬:‫ َوَﺷﺮاُﺑَﻚ‬،‫ َﻣﺎ ﻻ ُﯾْﺬَﻛُﺮ اْﺳُﻢ اﻟّﻞِٰه َﻋَﻠْﯿِﻪ‬:‫ َوﻃﻌﺎُﻣَﻚ‬،‫ اْﻟَﻜَﻬَﻨُﺔ‬:‫ َوُرُﺳﻠَُﻚ‬،‫ اﻟﱢﺸْﻌُﺮ‬:‫ َوُﻗﺮآُﻧَﻚ‬،‫اْﻟَﻮْﺷُﻢ‬
‫ﻷْﺳَﻮاُق )ﻃﺐ ﻋﻦ اﺑﻦ‬ َ ‫ ا‬:‫ َوَﻣْﺴﺠُﺪَك‬،‫ اْﻟِﻤْﺰﻣﺎُر‬:‫ َوُﻣَﺆﱢذُﻧَﻚ‬،‫ اﻟﱢﻨَﺴﺎُء‬:‫ َوﻣﺼﺎﺋُﺪَك‬،‫ اْﻟَﺤﱠﻤﺎُم‬:‫ َوﺑﯿُﺘَﻚ‬،‫ اْﻟَﻜِﺬُب‬:‫ﺻْﺪُﻗُﻚ‬ ِ ‫َو‬
ِ
‫(ﻋﺒﺎس‬

İblis, Rabbi Teâlâ’ya: ″Yâ Rabbi! Âdem yeryüzüne indirildi. İnsanlara, Kitap ve
Resuller geleceğini biliyorum. Onların Kitapları ve Resulleri nedir?″ diye sordu.
Allah’u Teâlâ: ″Resulleri, melekler ve Peygamberlerdir. Kitapları, Tevrat, İncil,
Zebur ve Furkân’dır″ cevabını verince İblis: ″Peki, benim kitabım nedir?″ diye
sordu. Allah’u Teâlâ: ″Kitabın vücuda yapılan dövmelerdir. Kıraatin şiir,
elçilerin kâhinler, yemeğin Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanlar,
içeceğin sarhoşluk veren her şey, konuşman yalan, evin hamamlar, avlandığın
silahların kadınlar, müezzinin çalgı, mescidin ise çarşılardır″ buyurdu.[1]

[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No:

﴿ ٣٩﴿ ۟‫﴾ ﴾َواﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ َﻛَﻔُﺮوا َوَﻛﱠﺬُﺑﻮا ِﺑﺎَٰﯾﺎِﺗَﻦٓا اُ ۬ولِٰٓﺋَﻚ اَْﺻَﺤﺎُب اﻟﱠﻨﺎِرۚ ُﻫْﻢ ف۪ﯾَﻬﺎ َﺧﺎِﻟُﺪوَن‬

Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlar ise, işte onlar Cehennem ehlidirler ve
onlar orada ebedî kalacaklardır.

﴿ ٤٠﴿ ‫﴾ ﴾َﯾﺎ َﺑﻦ۪ٓي ِاْﺳَﺮٓا ئَ۪ل اْذُﻛُﺮوا ِﻧْﻌَﻤِﺘَﻲ اﻟﱠﺖ۪ٓي اَْﻧَﻌْﻤُﺖ َﻋﻠَْﯿُﻜْﻢ َواَْوُﻓﻮا ِﺑَﻌْﻬ ۪ﺪٓي اُوِ۫ف ِﺑَﻌْﻬِﺪُﻛْﻢ َوِاﱠﯾﺎَي َﻓﺎْرَﻫُﺒﻮِن‬

Ey İsrailoğulları! Size ihsan etmiş olduğum nîmetlerimi hatırlayın. Ve Bana


verdiğiniz ahdi yerine getirin ki, Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim. Ve
ancak Benden korkun.

İzah: İsrail, Yâkub Aleyhisselâm‘ın diğer bir adıdır. Âyette geçen İsrailoğulları
da, Yâkub Aleyhisselâm‘ın çocukları, demektir. Yâkub Aleyhisselâm’ın on iki
oğlu vardı. En büyüğünün adı Yahuda, en küçüğünün adı ise Bünyamin idi.
Bünyamin‘in büyüğü Yusuf Aleyhisselâm idi. Bu ikisi bir anneden, diğerleri ise
başka anneden doğmuşlardı. İsrailoğularının on iki kabile olması da, Yâkub
Aleyhisselâm‘ın on iki evlâdı olduğundan dolayıdır.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Bana verdiğiniz ahdi yerine getirin ki, Ben de size
verdiğim ahdi yerine getireyim″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ’nın,
İsrailoğullarından aldığı ahid, Tevrat’ta, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve
sellem’in geleceğini ve hak Peygamber olduğunu bildirmesi, geldiğinde de ona
îman etmelerine dair kendilerinden söz almasıdır.

İşte Allah’u Teâlâ: ″Ey İsrailoğulları! Sizi, Firavun’un zulmünden kurtarma,


çölde taştan sular çıkartma, gökten kudret helvası ve bıldırcın yağdırma ve
sizden Peygamberler seçme ve onlara kitaplar verme nîmetlerimi hatırlayın. Siz,
Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman edip ona uyun ki, Ben de sizi
Cennete koyacağıma dair olan vaadimi yerine getireyim″ diye buyurmuştur.

﴿ ‫ﻞﯾًﻼۘ َوِاﱠﯾﺎَي َﻓﺎﱠﺗُﻘﻮِن‬


۪ ‫نوا اَﱠوَل َﻛﺎِﻓٍﺮ ِﺑ ۖﻪ۪ َوَﻻ َﺗْﺸَﺘُﺮوا ِﺑﺎَٰﯾﺎت۪ي َﺛَﻤًﻨﺎ َﻗ‬ َ ‫َوٰاِﻣُﻨﻮا ِﺑَﻢٓا اَْﻧَﺰْﻟُﺖ ُﻣ‬
ُٓ ‫ﺼﱢﺪًﻗﺎ ِﻟَﻤﺎ َﻣَﻌُﻜْﻢ َوَﻻ َﺗُﻜﻮ‬
٤١﴿﴾ ﴾

Sizin yanınızda bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur’ân’a
îman edin ve onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Benim âyetlerimi dünyâ
menfaatleri karşılığında değiştirmeyin. Ve ancak Benden korkun!

İzah: Allah’u Teâlâ, Resûlü Ekrem’e Peygamberlik görevi vererek âyetlerini


göndermeye başladığında, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem,
Peygamberliğini ve nâzil olan Kur’ân âyetlerini insanlara haber verdi. Bu âyette
de Allah’u Teâlâ, Yahudi âlimlerine hitâben: ″Onu ilk inkâr edenlerden olmayın″
diye buyurarak, tebliğ edilen İslâm Dîni’ni kabul etmedikleri takdirde, diğer
Yahudilerin vebâlini yüklenmiş olacaklarını söylemektedir. Eğer o Yahudi
âlimleri îman etmiş olsalardı, diğer Yahudiler ve onlardan sonra gelen Yahudiler
de onların bu hallerinden etkilenerek îman etmiş olacaklardı.

Yine Âyet-i Kerîme‘de: ″Benim âyetlerimi dünyâ menfaatleri karşılığında


değiştirmeyin″ diye buyrulmaktadır. Allah’ın âyetlerinin karşılığında, dünyânın
metâ’ının, parasının, mal ve mülkünün tamamının hiçbir değeri yoktur. Dünyâ
menfaati için bile bile Allah’ın âyetlerini değiştiren, hükümlerini yok sayan veya
gizleyen kimse kâfir olur. İşte Ehl-i Kitap da bu sebeple küfre girmişlerdir.

Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet ’te de şöyle geçmektedir:

″Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu dünyâ menfaati karşılığında
değişenler var ya, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka
bir şey değildir. Mahşer günü Allah’u Teâlâ onlarla konuşmaz, onları temize
çıkarmaz ve onlar için elim bir azap vardır.″

﴿ ٤٢﴿ ‫﴾ ﴾َوَﻻ َﺗْﻠِﺒُﺴﻮا اْﻟَﺤﱠﻖ ِﺑﺎْﻟَﺒﺎِﻃِﻞ َوَﺗْﻜُﺘُﻤﻮا اْﻟَﺤﱠﻖ َواَْﻧُﺘْﻢ َﺗْﻌﻠَُﻤﻮَن‬

(Ey Benî İsrail âlimleri!) Hakkı bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.
Halbuki siz bilirsiniz.

İzah: Ey Benî İsrâil âlimleri! Hakikati, uydurduğunuz bâtıl sözlerinizle


karıştırmayın ve ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vasıflarını Tevrat’ta
bulmadık″ diye hakkı gizlemeyin. Halbuki siz onu vasıflarıyla bilirsiniz,
demektir.

Benî İsrail âlimlerinin, Peygamberimizin hak Peygamber olduğunu ve kendi


çocuklarını nasıl bilirlerse öyle bildikleri, Sûre-i Bakara, Âyet ’da şöyle
haber verilmektedir:

″Ehl-i Kitap, kendi çocuklarını nasıl bilirlerse, onu (Muhammed Aleyhisselâm’ı)


da öyle bilirler ki, bütün vasıflarıyla bilirler. Halbuki onlardan bir kısmı bu
hakikati bilerek gizlerler.″

﴿ ٤٣﴿ ‫كوَة َواْرَﻛُﻌﻮا َﻣَﻊ اﻟﱠﺮاِﻛ ۪ﻊﯾَﻦ‬


ٰ ‫ﺼﻞٰوَة َوٰاُﺗﻮا اﻟﱠﺰ‬
‫﴾ ﴾َواَق۪ﯾُﻤﻮا اﻟ ﱠ‬

(Ey İsrailoğulları!) Namazı kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû
edin.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme‘de Allah’u Teâlâ, Yahudilere; Mü’minlerin îman ettiği


gibi îman edin, onların namaz kıldığı gibi namazı kılın ve zekâtı verin, diye
buyurmaktadır. Allah’u Teâlâ’nın, ″Rükû edenlerle birlikte rükû edin″ diye
buyurması da, Müslüman olarak bu ibâdetleri onlarla birlikte yapın, demektir.

Yine ″Rükû edenlerle birlikte rükû edin″ ifadesinden, namazın belli rükünlerinin
olduğu ve ancak o şekilde namaz kılınabileceğine işâret de vardır. Nitekim
birçok âyette namazdan bahsedilirken kıyam, rükû ve secde gibi namazın
farzlarından bahsedildiği görülmektedir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Fetih, Âyet 29’da şöyle buyurmuştur:

″Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı çok


şiddetlidirler, kendi aralarında ise çok merhametlidirler. Onları rükû ediciler,
secde ediciler olarak görürsün…″

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

‫ َواﻟﱡﺮْﻛَﺒَﺘْﯿِﻦ َوأَْﻃَﺮاِف اْﻟَﻘَﺪَﻣْﯿِﻦ َوَﻻ‬،‫ اْﻟَﺠْﺒَﻬِﺔ َوأََﺷﺎَر ِﺑَﯿِﺪِه ِاَﻟﻰ أَْﻧِﻔِﻪ َواْﻟَﯿَﺪْﯾِﻦ‬:‫أَِﻣْﺮُت أَْن أََﺳُﺠَﺪ َﻋَﻠﻰ َﺳْﺒَﻌِﺔ أَْﻋُﻈِﻢ‬
‫)َﻧُﻜﱠﻒ اﻟﱢﺜَﯿﺎَب َوَﻻ اﻟﱠﺸْﻌَﺮ )خ م ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬

″Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Eliyle işâret ederek; alın
ile burun, eller, diz kapakları, ayakların parmak uçları. Namazda ne elbiseleri ne
de saçı toplamayın.″[1]
İşte namazın zâhir vücutla kılınması emrolunmuştur. Bu sebepten benim
namazım kılınmıştır veya ben mâneviyatta kılıyorum gibi sözler sapıklıktır. Bu
Hadis-i Şerif’te de açıkça geçtiği üzere, bir kimsenin yedi azası yere gelmeden
kıldığı namazı, namaz olmaz. Ancak bir kimsenin hastalık gibi bir mazereti
varsa, bu müstesnâdır. Bu kimse sağlık durumuna göre oturduğu yerden, hattâ
îma ile namazını kılabilir.

[1] Sahih-i Buhârî, Ezan ; Sahih-i Müslim, Salât 44 ().

﴿ ٤٤﴿ ‫﴾ ﴾َاَﺗْﺄُﻣُﺮوَن اﻟﱠﻨﺎَس ِﺑﺎْﻟِﺒﱢﺮ َوَﺗْﻨَﺴْﻮَن َاْﻧُﻔَﺴُﻜْﻢ َوَاْﻧُﺘْﻢ َﺗْﺘﻠُﻮَن اْﻟِﻜَﺘﺎَبۜ َاَﻓَﻼ َﺗْﻌِﻘﻠُﻮَن‬

(Ey Benî İsrail âlimleri!) Kendi nefislerinizi unutup insanlara takvâ ile mi
emrediyorsunuz? Halbuki siz kitabı (Tevrat’ı) okursunuz, hiç düşünmez misiniz?

İzah: Bu Âyet-i Kerîme‘de, halka emir ve nehiy ile öğütler verdikleri halde,
bunlar ile kendileri amel etmeyen âlimler hakkında büyük bir tehdit vardır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Cuma, Âyet 5’te şöyle buyurmaktadır:

″Kendilerine Tevrat verildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, ciltlerle


kitap taşıyan eşeğin hâli gibidir″ Yani, kendisine ancak o ilmin mesuliyeti kalır,
demektir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ِ ‫َﻣَﺜُﻞ اْﻟَﻌﺎِﻟِﻢ اﻟﱠِﺬى ُﯾَﻌﻠﱢُﻢ اﻟﱠﻨﺎَس اْﻟَﺨْﯿَﺮ وَﯾْﻨَﺴﻰ َﻧْﻔَﺴُﻪ َﻛَﻤَﺜِﻞ اﻟﱢﺴَﺮاِج ُﯾ‬
‫ﻀﻲُء ِﻟﻠﱠﻨﺎِس وُﯾْﺤِﺮُق َﻧْﻔَﺴُﻪ )ﻃﺐ ﻋﻦ ﺟﻨﺪب‬
‫(ﺑﻦ ﻋﺒﺪ اﻟّﻞٰه‬

″İnsanlara iyiliği öğretip onunla amel etmeyen âlimin misâli, insanları aydınlatıp
kendini yakan çıranın misâli gibidir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle


buyurmuştur:

‫ﺿْﺖ ُدﱠﻗْﺖ َﻓُﻘْﻠُﺖ َﯾﺎ ِﺟْﺒَﺮاِﺋﯿُﻞ َﻣْﻦ‬ َ ‫ﺾ ِﻣْﻦ َﻧﺎٍر ُﻛﻠﱠَﻤﺎ ُﻗِﺮ‬ َ ‫ض ِﺷَﻔﺎُﻫُﻬْﻢ ِﺑَﻤَﻘﺎِرﯾ‬ُ ‫أُِﺗﯿُﺖ ﻟَْﯿﻠََﺔ أُْﺳِﺮَي ِﺑﻲ َﻋﻠَﻰ َﻗْﻮٍم ُﺗْﻘَﺮ‬
‫ﻞِه َوَﻻ َﯾْﻌﻠَُﻤﻮَن ِﺑِﻪ )ﻫﺐ ﻋﻦ‬ ٰ ّ ‫َﻫُﺆَﻻِء َﻗﺎَل َﻫُﺆَﻻِء ُﺧَﻄَﺒﺎُء أُﱠﻣِﺘَﻚ اﻟﱠِﺬﯾَﻦ َﯾُﻘﻮﻟُﻮَن َﻣﺎ َﻻ َﯾْﻔَﻌﻠُﻮَن َوَﯾْﻘَﺮُؤَن ِﻛَﺘﺎَب اﻟ‬
‫(أﻧﺲ‬

Mîraca çıkarıldığım gece bir kavmin yanına geldim. Dudakları ateşten


makaslarla kesiliyordu. Kesildikçe yine eski hâline dönüyordu. Cebrâil’e onların
kim olduklarını sordum. Dedi ki: ″Onlar, ümmetinin hatipleridir ki, yapmadıkları
şeyleri söylerler. Allah’ın kitabını okurlar. Lâkin onunla amel etmezler.″[2]

[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No:

[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: ; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 15/5. Ayrıca


bakınız: Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

﴿ ‫﴾ اَﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ َﯾُﻈﱡﻨﻮَن اَﱠﻧُﻬْﻢ ُﻣَﻼُﻗﻮا َرﱢﺑِﻬْﻢ َواَﱠﻧُﻬْﻢ‬٤٥﴿ ۙ‫ﺐﯾَﺮٌة ِاﱠﻻ َﻋﻠَﻰ اْﻟَﺨﺎِﺷ ۪ﻊﯾَﻦ‬
۪ ‫ﺼﻞٰوِةۜ َوِاﱠﻧَﻬﺎ ﻟََﻜ‬ ‫َواْﺳَﺘﻊ۪ﯾُﻨﻮا ِﺑﺎﻟ ﱠ‬
‫ﺼْﺒِﺮ َواﻟ ﱠ‬
٤٦﴿ ۟‫﴾ ﴾ِاﻟَْﯿِﻪ َراِﺟُﻌﻮَن‬

Ve sabırla, namazla Allah’a sığının. Şüphesiz bu zordur. Fakat takvâ


sahipleri için kolaydır.* Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve sonunda O‘na
döneceklerini bilirler.

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Üyeyne İbn-i Abdurrahman Radiyallâhu anhu şu
hâdiseyi anlatmıştır:

‫ﺻﻠﱠﻰ َرْﻛَﻌَﺘْﯿﻦ َوأََﻃﺎَل‬ َ ‫أَﱠن اْﺑَﻦ َﻋﱠﺒﺎٍس ُﻧِﻌَﻲ إِﻟَْﯿِﻪ أَُﺧﻮُه ُﻗَﺜُﻢ َوُﻫَﻮ ِﻓﻲ َﺳَﻔٍﺮ َﻓﺎْﺳَﺘْﺮَﺟَﻊ ُﺛﱠﻢ َﺗَﻨﱠﺤﻰ َﻋِﻦ اﻟﱠﻄِﺮﯾِﻖ ُﺛﱠﻢ‬
‫ﺼﻼِة َوإِﱠﻧَﻬﺎ ﻟََﻜِﺒﯿَﺮٌة إِﱠﻻ َﻋﻠَﻰ‬ ‫ َواْﺳَﺘِﻌﯿُﻨﻮا ِﺑﺎﻟ ﱠ‬:‫ِﻓﯿِﻬَﻤﺎ اْﻟُﺠﻠُﻮَس ُﺛﱠﻢ َﻗﺎَم َﯾْﻤِﺸﻲ إِﻟَﻰ َراِﺣﻠَِﺘﻪ َوُﻫَﻮ َﯾُﻘﻮُل‬
‫ﺼْﺒِﺮ َواﻟ ﱠ‬
‫)اْﻟَﺨﺎِﺷِﻌﯿَﻦ )ﻫﺐ ﻋﻦ ﻋﯿﯿﻨﺔ ﺑﻦ ﻋﺒﺪ اﻟﺮﺣﻤﻦ ﻋﻦ اﺑﯿﻪ‬

İbn-i Abbas Hazretlerine kardeşi Kusem’in, kendisi bir seferde iken öldüğü
haber verildi. O, ″İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn″[1] dedi. Sonra yoldan bir
kenara ayrıldı, oturdu ve iki rekât namaz kıldı ve namazda kaideleri uzattı, sonra
kalktı bineğine doğru gitti ″Ve sabırla, namazla Allah’a sığının. Şüphesiz bu
zordur. Fakat takvâ sahipleri için kolaydır″ mealindeki Sûre-i Bakara, Âyet 45’i
okuyordu.[2]

Sabır hakkında As’as Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

‫ إِﱢﻧﻲ أََرْدُت أَْن‬،‫ﻞِه‬


ٰ ّ ‫ َﯾﺎ َرُﺳﻮَل اﻟ‬:‫ َﻓَﻘﺎَل‬،‫ َﻓَﺠﺎَء‬،‫ َﻓَﻘَﺪ َرُﺟﻼ َﻓَﺴَﺄَل َﻋْﻨُﻪ‬، ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ‬ َ ،‫أَّن َرُﺳﻮَل اﻟّﻞِٰه‬
‫ﺼْﺒُﺮ أََﺣِﺪُﻛْﻢ َﺳﺎَﻋًﺔ َﻋﻠَﻰ َﻣﺎ‬ َ ،‫ َﻓَﻘﺎَل َرُﺳﻮُل اﻟّﻞِٰه‬،‫ َﻓَﺄْﺧﻠَُﻮ ِﻓﯿِﻪ َوأََﺗَﻌﱠﺒَﺪ‬,‫آِﺗَﻲ َﻫَﺬا اْﻟَﺠَﺒَﻞ‬
َ َ‫ ﻟ‬:‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ‬
‫ﻹْﺳَﻼِم َﺧْﯿٌﺮ ِﻣْﻦ ِﻋَﺒﺎَدِﺗِﻪ َﺧﺎِﻟًﯿﺎ أَْرَﺑِﻌﯿَﻦ َﺳَﻨًﺔ )ﻫﺐ ﻋﻦ ﻋﺴﻌﺲ‬ ْ
ِ ‫ﺾ َﻣَﻮاِﻃِﻦ ا‬ ِ ‫(َﯾْﻜَﺮُه ِﻓﻲ َﺑْﻌ‬
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir kişinin yokluğunu hissedip onu
sorunca, adam geldi ve ″Yâ Resûlallah! Şu dağa gidip inzivaya çekilerek ibâdet
etmek istedim″ dedi. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: ″İslâm diyarından
birinde hoşlanmadığınız bir şeye, bir saat sabretmeniz, tek başına kırk yıl ibâdet
etmenizden daha hayırlıdır.″[3]

Sabır hakkında Hz. Ömer b. el-Hattab Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

‫ﺼِﯿَﺒِﺔ َﺣَﺴٌﻦ َوأَْﺣَﺴُﻦ ِﻣْﻨُﻪ اﻟ ﱠ‬


‫ﺼْﺒُﺮ َﻋْﻦ َﻣَﺤﺎِرِم اﻟّﻞِٰه )ﺗﻔﺴﯿﺮ اﺑﻦ اﺑﻰ ﺣﺎﺗﻢ ﻋﻦ‬ ُ ‫ﺼْﺒُﺮ ِﻋْﻨَﺪ اﻟْﻤ‬
‫ﺻْﺒَﺮاِن اﻟ ﱠ‬
َ ‫ﺼْﺒُﺮ‬
‫اﻟ ﱠ‬
‫(ﻋﻤﺮ ﺑﻦ اﻟﺨﻄﺎب‬

″Sabır iki çeşittir: Musîbet anında sabır, güzeldir. Ondan daha güzeli, Allah’ın
yasaklarına karşı sabretmektir.″[4]

Namazla Allah’a sığınmaya dair de Huzeyfe Radiyallâhu anhu’dan nakledilen


Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

َ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ إَِذا َﺣَﺰَﺑُﻪ أَْﻣٌﺮ‬


‫ﺻﻠﱠﻰ )د ﺣﻢ ﻋﻦ ﺣﺬﯾﻔﺔ‬ َ ‫)َﻛﺎَن اﻟﱠﻨِﺒﱡﻲ‬

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendisini üzecek bir hâl olursa, namaza
koşardı.″[5]

[1] Bu ifade; ″Muhakkak ki, biz O’ndan geldik ve elbette yine O’na döneceğiz″
demektir. (Sûre-i Bakara, Âyet )

[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No:

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No:

[4] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No:

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât ; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

﴿ ‫﴾ َواﱠﺗُﻘﻮا َﯾْﻮًﻣﺎ َﻻ‬٤٧﴿ ‫ﻀْﻠُﺘُﻜْﻢ َﻋﻠَﻰ اْﻟَﻌﺎﻟَ ۪ﻢﯾَﻦ‬ ۪ ‫ﻦٓي ِاْﺳَﺮٓا ئَ۪ل اْذُﻛُﺮوا ِﻧْﻌَﻤِﺘَﻲ اﻟﱠ‬
‫ﺖٓي اَْﻧَﻌْﻤُﺖ َﻋﻠَْﯿُﻜْﻢ َواَّن۪ي َﻓ ﱠ‬ ۪ ‫َﯾﺎ َﺑ‬
٤٨﴿ ‫ﺼُﺮوَن‬ ٌ ُ ٌ ُ ْ ْ ْ
َ ‫﴾ ﴾َﺗْﺠﺰ۪ي َﻧﻔٌﺲ َﻋْﻦ َﻧﻔٍﺲ َﺷْﻲـًٔا َوَﻻ ُﯾﻘَﺒﻞ ِﻣْﻨَﻬﺎ َﺷَﻔﺎَﻋﺔ َوَﻻ ُﯾْﺆَﺧﺬ ِﻣْﻨَﻬﺎ َﻋْﺪل َوَﻻ ُﻫْﻢ ُﯾْﻨ‬

Ey İsrailoğulları! Size ihsan etmiş olduğum nîmetlerimi ve sizi (bir


zamanlar atalarınızı) âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.* Ve hiçbir kimsenin
başka bir kimse için bir şey ödeyemeyeceği, (Allah’ın izni olmadıkça) kimseden
şefaat kabul olunmayacağı, kimseden fidye alınmayacağı ve onların yardım
görmeyeceği günden korkun!
İzah: Hakk Teâlâ, İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmış, denizi yarıp
onları karşıya geçirmiş, çöllerde onlar için bir taştan on iki çeşme akıtmış,
gökten bıldırcın eti ve helva indirmiş, soylarından birçok Peygamber
göndermiştir. Böylece onları, kendi zamanlarında yaşayan kimselere üstün
kılmıştır.

Yine Sûre-i Bakara, Âyet 48‘deki şefaattin reddi, kâfirler içindir. Çünkü
Kur’ân’ın bu hitâbı onlara yöneliktir. Bu husus Sûre-i Müddessir, Âyet 48’de de
şöyle geçmektedir: ″Artık o kâfirlere, şefaat edenlerin şefaatleri fayda vermez.″

Müslümanlara ise, şefaat haktır. Bu husus Sûre-i Duhân, Âyet ’de şöyle
geçmektedir: ″Şüphesiz ki, hakkı bâtıldan ayırma günü, onların hepsinin
toplanacağı vaad olunmuş gündür.* O gün, dostun dosta hiçbir faydası
olmayacak ve onlar yardım da görmeyeceklerdir.* Ancak Allah’ın merhamet
ettiği kimseler müstesnâ. Şüphesiz O, (kâfirlere karşı) mutlak gâliptir,
(Mü’minlere) çok merhametlidir.″

Nitekim Müslümanlar için şefaatin olduğuna dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve
Hadis-i Şerif vardır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Tâhâ, Âyet ’da şöyle buyurmuştur:

″O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahmân‘ın kendilerine izin verdiği ve


sözünden râzı olduğu kimseler müstesnâ.″

Yine Allah’u Teâlâ Sûre-i Sebe, Âyet 23’te şöyle buyurmuştur:

Allah katında, O’nun izin verdiklerinden başkasının şefaati fayda vermez.


Nihâyet kalplerinden korku giderilince, şefaat edilecekler şefaatçilere: ″Rabbiniz
şefaat hakkında ne buyurdu?″ derler. Şefaatçiler de: ″Hakkı″ buyurdu (Allah’u
Teâlâ, sizlere şefaat etmemiz için izin verdi) derler. O, çok yücedir ve çok
büyüktür.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:


َ ِ ‫ُﺧﱢﯿْﺮُت َﺑْﯿَﻦ اﻟﱠﺸَﻔﺎَﻋِﺔ َوَﺑْﯿَﻦ أَْن َﯾْﺪُﺧَﻞ ِﻧْﺼُﻒ أُﱠﻣِﺘﻰ اْﻟَﺠﱠﻨَﺔ َﻓﺎْﺧَﺘْﺮُت اﻟﱠﺸَﻔﺎَﻋَﺔ‬
‫ﻷﱠﻧَﻬﺎ أََﻋﱡﻢ َوأَْﻛَﻔﻰ أَُﺗَﺮْوَﻧَﻬﺎ ِﻟْﻠُﻤﱠﺘِﻘﯿَﻦ َﻻ‬
‫(َوﻟَِﻜﱠﻨَﻬﺎ ِﻟْﻠُﻤْﺬِﻧِﺒﯿَﻦ اْﻟَﺨﱠﻄﺎِﺋﯿَﻦ اْﻟُﻤَﺘﻠَﱢﻮِﺛﯿَﻦ )ه ﻋﻦ ﻣﻮﺳﻰ اﻻﺷﻌﺮى‬

″Ben, ümmetimin yarısının Cennete girmesi ya da şefaat etmem arasında


muhayyer bırakıldım. Ben şefaati tercih ettim. Çünkü şefaat, daha kapsamlı ve
ümmetimin hepsinin kurtuluşuna daha yeterlidir. Şefaati siz takvâ sahiplerine has
mı biliyorsunuz? Hayır! O takvâ sahipleri için değil, günahkâr, hatâlı ve kötü
işlere karışan Müslümanlar içindir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle


buyurmuştur:
ُ ِ ‫ِﻟُﻜﱢﻞ َﻧﺒﱟﻰ َدْﻋَﻮٌة ُﻣْﺴَﺘَﺠﺎَﺑٌﺔ َﻓَﺘَﻌﱠﺠَﻞ ُﻛﱡﻞ َﻧﺒﱟﻰ َدْﻋَﻮَﺗُﻪ َوِاﱢﻧﻰ أَْﺧَﺘَﺒْﺄُت َدْﻋَﻮِﺗﻰ َﺷَﻔﺎَﻋًﺔ‬
‫ﻷﱠﻣِﺘﻰ َﯾْﻮَم اْﻟِﻘَﯿﺎَﻣِﺔ )خ م ت ﻋﻦ‬ ِ ِ
‫(اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة وﻫﻮ ﻣﺘﻮاﺗﺮ‬

″Her Peygamberin Allah katında kabul edilecek bir duâsı vardır. Her Peygamber,
o duâyı yapmakta acele etti. Ben ise, bu duâmı mahşer gününde ümmetime
şefaat olarak kullanmak üzere sakladım.″[2]

Şefaat hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet ’in izahına bakınız.

[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd

[2] Sahih-i Buhârî, Daavât 1; Sahih-i Müslim, Îman 86 ( Sünen-i Tirmizî,
Daavât

ٓ َ ‫َوِاْذ َﻧﱠﺠْﯿَﻨﺎُﻛْﻢ ِﻣْﻦ اِٰل ِﻓْﺮَﻋْﻮَن َﯾُﺴﻮُﻣﻮَﻧُﻜْﻢ ُسٓوَء اْﻟَﻌَﺬاِب ُﯾَﺬﱢﺑُﺤﻮَن اَْﺑَﻦٓاَءُﻛْﻢ َوَﯾْﺴَﺘْﺤُﯿﻮَن ِﻧ‬
﴿ ‫ﺲاَءُﻛْﻢۜ َوف۪ي ذِٰﻟُﻜْﻢ‬
٤٩﴿ ‫ﻞاٌء ِﻣْﻦ َرﱢﺑُﻜْﻢ َﻋﻆ۪ﯾٌﻢ‬ َٓ ‫﴾ ﴾َﺑ‬

(Ey İsrailoğulları!) Şu vakti de düşünün ki, sizi o vakit, Âl-i Firavun’dan
(Firavun ve ona tâbi olanlardan) kurtardık. Onlar, sizi en kötü azap ile
cezâlandırıyorlardı. Erkek çocuklarınızı boğazlıyor ve kızlarınızı da hayatta
bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.

İzah: Firavun’un erkek çocuklarını öldürüp, kız çocuklarını bırakmasının sebebi


şöyle rivâyet edilmiştir:

Şeytanlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den önce, göğe çıkarak kulak


hırsızlığı yaparlardı. Yani gökteki meleklerin konuşmalarını dinlerler ve
yeryüzüne gelerek bu haberleri kahinlere söylerlerdi. Kâhinler de olacak bâzı
şeylerden böylece haberdar olurlardı. Firavun’un kâhinlere, ″Benim helâkime
sebep kim olur?″ diye sorması üzerine onlar, ″Bu sene içinde doğacak bir erkek
çocuk″ diye Mûsâ Aleyhisselâm’ın doğacağını haber vermişlerdi. Bunun üzerine
Firavun, İsrailoğullarından o yıl içerisinde doğan bütün erkek çocuklarını
öldürüyor ve kız çocuklarını ise sağ bırakıyordu.

O dönemde Mısır’da uzun zamandan beri sülâle tâkip ederek krallık yapanlara
″Firavun″ denirdi. Mûsâ Aleyhisselâm zamanında gelen ve tanrılık dâvâsında
bulunan son Firavun suya gark olarak öylelikle helâk oldu. ″Âl-i Firavun″
ifadesinden maksat da, Firavun’un dînini kabul edip, ona tâbi olanlardır.

﴿ ٥٠﴿ ‫﴾ ﴾َوِاْذ َﻓَﺮْﻗَﻨﺎ ِﺑُﻜُﻢ اْﻟَﺒْﺤَﺮ َﻓَﺎْﻧَﺠْﯿَﻨﺎُﻛْﻢ َواَْﻏَﺮْﻗَﻦٓا اَٰل ِﻓْﺮَﻋْﻮَن َواَْﻧُﺘْﻢ َﺗْﻨُﻈُﺮوَن‬

Denizi yarıp yol açarak sizi kurtardığımız ve Âl-i Firavun’u (Firavun ve
adamlarını) ise gözlerinizin önünde gark ettiğimiz zamanı da düşünün.

İzah: Hz. Mûsâ ve ümmeti Mısır’dan ayrılınca, Firavun ve adamları peşlerine


düştü. Nihâyet Kızıldeniz’de onlara yetişti. Bunun üzerine Hz. Mûsâ âsâsı ile
denize vurunca, denizin içerisinden on iki yol açıldı. Çünkü İsrailoğulları on iki
kabileden oluşuyordu. Böylece her kabile açılan bir yoldan denize girdi. Dağlar
gibi sular çekiliyor ve anında yolları kuruyordu. Bunlar, tozlu yolda gider gibi
gidiyorlardı. Hz. Mûsâ’ya: ″Yâ Mûsâ! Biz on iki aşiretiz ve diğerlerinin
durumunu merak ediyoruz. Bu aradaki sular kalksın″ dediler. Hz. Mûsâ, âsâsıyla
suya vurdu. Yol arasındaki on iki parça su havaya kalktı. Bu sefer karışık
gitmeye başladılar. Böylece İsrailoğulları karşıya geçtiler. Nihâyet Firavun ve
askerleri, İsrailoğullarını tâkip ederek denizde açılan yola girdiler. Kızıldeniz’in
üzerlerine kapanmasıyla da helâk oldular. Bu olanları, karşıya geçmiş olan
İsrailoğulları seyrettiler.

Firavun ve askerlerinin Kızıldeniz’de gark olmaları hakkında daha geniş bilgi


için Sûre-i Şuarâ, Âyet ve izahına bakınız.

Bu hâdisenin Aşûre Günü gerçekleştiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve


sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻞِه َﻋﱠﺰ َوَﺟﱠﻞ َوِﻓﻲ َﯾْﻮِم َﻋﺎُﺷﻮَراَء‬ ٰ ّ ‫ﺼﺎَم ُﻧﻮٌح َوَﻣْﻦ َﻣَﻌُﻪ َواْﻟَﻮْﺣُﺶ ُﺷْﻜًﺮا ِﻟ‬ َ ‫َﯾْﻮُم َﻋﺎُﺷﻮَراَء أُْﻫِﺒَﻂ َﻋﻠَﻰ اْﻟُﺠﻮِدﱢي َﻓ‬
‫ﻞُه َﻋَﻠْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ َوَﻋَﻠﻰ‬
ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬
َ ‫ﻞُه َﻋﱠﺰ َوَﺟﱠﻞ َﻋَﻠﻰ آَدَم‬ ٰ ّ ‫أْﻓَﻠَﻖ اﻟّﻞُٰه اْﻟَﺒْﺤَﺮ ِﻟَﺒِﻨﻲ إِْﺳَﺮاِﺋﯿَﻞ َوِﻓﻰ َﯾْﻮِم َﻋﺎُﺷﻮَراَء َﺗﺎَب اﻟ‬
‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ )ﻃﺐ ﻋﻦ ﺳﻌﯿﺪ ﺑﻦ أﺑﻲ راﺷﺪ‬ ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬ َ ‫(َﻣِﺪﯾَﻨِﺔ ُﯾﻮُﻧَﺲ َوِﻓﯿِﻪ ُوِﻟَﺪ ِاْﺑَﺮاِﻫﯿُﻢ‬

″Aşûre Günü Nûh’un gemisi Cudi Dağı’na indirildi. O gün Nûh ve yanındakiler,
Allah’a şükür için oruçlu idiler. Allah’u Teâlâ denizi, İsrailoğulları için Aşûre
Günü yardı. Aşûre Günü Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ın tevbesini ve
Yunus’un kavminin tevbesini kabul etti. İbrâhim Aleyhisselâm da o gün doğdu.
″[1]

Bu husus İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de,


şöyle geçmektedir:

‫ﺻﺎِﻟٌﺢ‬ َ ‫ﺼﻮُم َﯾْﻮَم َﻋﺎُﺷﻮَراَء َﻓَﻘﺎَل َﻣﺎ َﻫَﺬا َﻗﺎﻟُﻮا َﻫَﺬا َﯾْﻮٌم‬ ُ ‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ اْﻟَﻤِﺪﯾَﻨَﺔ َﻓَﺮأَى اْﻟَﯿُﻬﻮَد َﺗ‬
ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬ َ ‫َﻗِﺪَم اﻟﱠﻨِﺒﱡﻲ‬
‫ﺼَﯿﺎِﻣِﻪ‬ِ ‫ﺼﺎَﻣُﻪ َوأََﻣَﺮ ِﺑ‬ َ ‫ﺼﺎَﻣُﻪ ُﻣﻮَﺳﻰ َﻗﺎَل َﻓَﺄَﻧﺎ أََﺣﱡﻖ ِﺑُﻤﻮَﺳﻰ ِﻣْﻨُﻜْﻢ َﻓ‬ َ ‫ﻞُه َﺑِﻨﻲ ِاْﺳَﺮاِﺋﯿَﻞ ِﻣْﻦ َﻋُﺪﱢوِﻫْﻢ َﻓ‬ ٰ ّ ‫َﻫَﺬا َﯾْﻮٌم َﻧﱠﺠﻰ اﻟ‬
‫()خ م ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye ulaştığında, Yahudileri Aşûre


Günü oruç tutuyor buldu. Bunun sebebi sorulunca, Yahudiler: ″Bugün Allah’u
Teâlâ’nın, Firavun’a karşı Mûsâ’ya yardım ettiği gündür. Biz onu tâzim için
bugün oruç tutuyoruz″ dediler. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve
sellem: ″Biz, Mûsâ’ya sizden daha yakınız″ buyurdu ve Aşûre orucunu emretti.
[2]

Aşûre orucu hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle


buyurmuştur:

‫ﺻﻮُﻣﻮا َﻗْﺒﻠَُﻪ َﯾْﻮًﻣﺎ أَْو َﺑْﻌَﺪُه َﯾْﻮًﻣﺎ )ﺣﻢ ﻫﺐ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬


ُ ‫ﺻﻮُﻣﻮا َﯾْﻮَم َﻋﺎُﺷﻮَراَء َوَﺧﺎِﻟُﻔﻮا ِﻓﯿِﻪ اْﻟَﯿُﻬﻮَد‬
ُ(

″Aşûreden bir gün önce veya bir gün sonra da oruç tutarak Yahudilere muhalefet
edin.″[3]

Bugünün önemi hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledildiği için Aşûre Günü,
Müslümanlar tarafından mübârek bir gün olarak kutlanmaktadır.

[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No:

[2] Sahih-i Buhârî, Menâkib’ül-Ensâr, 52; Sahih-i Müslim, Sıyâm 19 ().

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: ; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis
No:

﴿ ‫﴾ ُﺛﱠﻢ َﻋَﻔْﻮَﻧﺎ َﻋْﻨُﻜْﻢ ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪ ذِٰﻟَﻚ‬٥١﴿ ‫سٰى اَْرَﺑ ۪ﻊﯾَﻦ ﻟَْﯿﻠًَﺔ ُﺛﱠﻢ اﱠﺗَﺨْﺬُﺗُﻢ اْﻟِﻌْﺠَﻞ ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪه۪ َواَْﻧُﺘْﻢ َﻇﺎِﻟُﻤﻮَن‬
ٓ ‫َوِاْذ وَٰﻋْﺪَﻧﺎ ُﻣﻮ‬
٥٢﴿ ‫﴾ ﴾ﻟََﻌﻠﱠُﻜْﻢ َﺗْﺸُﻜُﺮوَن‬
Ve bir vakit, Mûsâ ile kırk gece için vaadleşmiştik. O gittikten sonra siz,
(Sâmirî’nin altından yaptığı) buzağıyı ilah edindiniz ve zâlimler (kâfirler)
oldunuz.* Bu olaydan sonra da şükretmeniz için sizi affettik.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen bu vaadleşme olayı Sûre-i A’râf, Âyet ’te de
şöyle geçmektedir:

Mûsâ, (kırk geceyi tamamlamak için) mîkatımıza geldiği zaman, Rabbi onunla
(vâsıtasız) konuşunca, ″Yâ Rabbi! Bana zâtını da göster, Seni göreyim!″ dedi.
Allah’u Teâlâ da, ″Beni göremezsin. Lâkin şu dağa bak. Eğer yerinde
durabilirse, sen de Beni görürsün″ dedi. Rabbi Teâlâ, o dağa tecellî edince, dağı
parça parça etti. Mûsâ da düşüp bayıldı. Ayılınca, ″Yâ Rabbi! Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim. Ben, îman edenlerin (bu ümmetten
İslâm’ı kabul edenlerin) ilkiyim″ dedi.

Mûsâ Aleyhisselâm’ın, Allah’u Teâlâ ile vaadleştiği üzere kırk geceliğine


gitmesi olayı, kavmiyle beraber Kızıldeniz’i geçtikten sonra olmuştur. Bu kırk
günlüğüne vaadleşilen yer, müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre Tûr Dağı’dır.
Çünkü âyetlerde de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm ile Tûr
Dağı’nda konuşmuştur. Bâzı ulemâya göre ise bu vaadleşilen yer, hac görevi için
gittiği Mekke’dir. Bu konu hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet ’ün
izahına bakınız.

Ayrıca Sûre-i Bakara, Âyet 51’de Yahudilerin, Sâmirî’nin altından yaptığı


buzağıya taptıkları tefsirlerde beyan edilmiştir. Bu hususta İbn-i Abbas
Radiyallâhu anhumâ’dan şu rivâyet nakledilmiştir:

Firavun ve ordusu, Mûsâ Aleyhisselâm ve İsrailoğullarını tâkip ederken denize


varınca, Firavun denizin ikiye yarıldığını görmüş, tehlikeyi sezerek denize
girmemiş ve askerlerini göndermiştir. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm, bir
dişi atla gelerek Firavun’un atının denize girmesine sebep olmuştur. Şöyle ki,
Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının dişi olması nedeniyle Firavun’un erkek atı, o dişi
atın peşinden gitmiş ve böylece Firavun’un atını durdurmak için yaptığı bütün
çabalar boşa gitmiştir.[1] Bu arada Sâmirî de, Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının
ayağının izinden bir avuç toprak alıp saklamış, daha sonra açılan denizin tekrar
kavuşmasıyla, Firavun ve askerleri helâk olmuştur.

Mûsâ Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ ile vaadleştiği yere, kırk günlüğüne


gittiğinde, Sâmirî, Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının izinden aldığı toprağı, erittiği
altının içine karıştırarak sihirle ses çıkaran altından bir buzağı yaptı. Bu husus
Sûre-i Tâhâ, Âyet ’da şöyle geçmektedir:

Mûsâ: ″Ey Sâmirî! Sen niçin böyle yaptın?″ dedi.* Sâmirî de: ″Ben, onların
görmedikleri bir şeyi gördüm. Resûlün (Cebrâil’in) izinden (atının bastığı
yerden) bir avuç toprak aldım ve onu erimiş altınların üzerine bıraktım. İşte
böyle, bunu bana nefsim hoş gösterdi″ dedi.

Sâmirî’nin teşviki ile İsrailoğulları bu buzağıya tapmaya başladılar. Hârun


Aleyhisselâm uyarmak için ne kadar çaba sarfetti ise dinlemediler.

[1] Bu olayın tafsilatı hakkında Sûre-i Şuarâ, Âyet ’nın izahına bakınız.

﴿ ٥٣﴿ ‫﴾ ﴾َوِاْذ اَٰﺗْﯿَﻨﺎ ُﻣﻮَﺳﻰ اْﻟِﻜَﺘﺎَب َواْﻟُﻔْﺮَﻗﺎَن ﻟََﻌﻠﱠُﻜْﻢ َﺗْﻬَﺘُﺪوَن‬

Hidâyete ermeniz için Mûsâ’ya kitabı (Tevrat’ı) ve hak ile bâtılı ayıran
hükümleri indirdiğimiz zamanı da düşünün.

ُٓ ‫بوا ِالٰى َﺑﺎِرِﺋُﻜْﻢ َﻓﺎْﻗُﺘ‬


﴿ ‫ﻞوا اَْﻧُﻔَﺴُﻜْﻢۜ ذِٰﻟُﻜْﻢ‬ ٓ ُ ‫َوِاْذ َﻗﺎَل ُﻣﻮسٰى ِﻟَﻘْﻮِﻣﻪ۪ َﯾﺎ َﻗْﻮِم ِاﱠﻧُﻜْﻢ َﻇﻠَْﻤُﺘْﻢ اَْﻧُﻔَﺴُﻜْﻢ ِﺑﺎﱢﺗَﺨﺎِذُﻛُﻢ اْﻟِﻌْﺠَﻞ َﻓُﺘﻮ‬
٥٤﴿ ‫﴾ ﴾َﺧْﯿٌﺮ ﻟَُﻜْﻢ ِﻋْﻨَﺪ َﺑﺎِرِﺋُﻜْﻢۜ َﻓَﺘﺎَب َﻋﻠَْﯿُﻜْﻢۜ ِاﱠﻧُﻪ ُﻫَﻮ اﻟﱠﺘﱠﻮاُب اﻟﱠﺮح۪ﯾُﻢ‬

Ve o zaman ki Mûsâ, kavmine: ″Ey kavmim! Siz buzağıyı tanrı edinmekle
nefsinize zulmettiniz (kâfir oldunuz). Hemen sizi yaratan Allah’a tevbe edin de
nefislerinizi öldürün (ıslah edin). Böyle yapmanız, sizin için Rabbiniz katında
daha hayırlıdır″ demişti. Böylece Allah’u Teâlâ tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O,
tevbeleri çok kabul edendir ve çok merhametlidir.

﴿ ‫﴾ ُﺛﱠﻢ َﺑَﻌْﺜَﻨﺎُﻛْﻢ‬٥٥﴿ ‫ﺼﺎِﻋَﻘُﺔ َوَاْﻧُﺘْﻢ َﺗْﻨُﻈُﺮوَن‬ ٰ ّ ‫َوِاْذ ُﻗْﻠُﺘْﻢ َﯾﺎ ُﻣﻮسٰى ﻟَْﻦ ُﻧْﺆِﻣَﻦ ﻟََﻚ َﺣّﺖٰى َﻧَﺮى اﻟ‬
‫ﻞَه َﺟْﻬَﺮًة َﻓَﺎَﺧَﺬْﺗُﻜُﻢ اﻟ ﱠ‬
٥٦﴿ ‫﴾ ﴾ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪ َﻣْﻮِﺗُﻜْﻢ َﻟَﻌﻠﱠُﻜْﻢ َﺗْﺸُﻜُﺮوَن‬

(Ey İsrailoğulları!) Şu vakti de hatırlayın ki siz: ″Yâ Mûsâ! Allah’ı


açıktan görmedikçe sana îman etmeyiz″ demiştiniz. O vakit sizi yıldırım
çarpmıştı. Siz ise bakıp duruyordunuz.* Ölümünüzden sonra, şükretmeniz için
sizi tekrar diriltmiştik.

İzah: Yahudiler: ″Yâ Mûsâ! Allah’ı açıktan görmedikçe sana îman etmeyiz″
diyerek haddi aşmışlardı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hak
Peygamber olduğuna inanmayan Medîne’deki Yahudiler de, Mûsâ
Aleyhisselâm’ın zamanındaki Yahudiler gibi, isteklerde bulunarak
Peygamberimize de; açıktan gökyüzünden bir kitabın indiğini görmedikçe,
kendisine îman etmeyeceklerini söylemişlerdi.

Bu husus Sûre-i Nisâ, Âyet ’te şöyle geçmektedir:

″Ehl-i Kitap’tan Yahudiler, senin gökten kendilerine (gözleriyle görecekleri) bir


kitap indirmeni isterler. Mûsâ’dan daha büyüğünü istemişler ve ″Allah’ı açıktan
bize göster″ demişlerdi. Artık bu zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı″

Yine Sûre-i Bakara, Âyet 55 ve 56’da geçen hâdise ile ilgili olarak şu hâdise
rivâyet edilmiştir:

Mûsâ Aleyhisselâm’ın kavminden olan eşraftan kırk kişi: ″Yâ Mûsâ! Biz senin,
Allah ile konuştuğunu âşikâr görmedikçe sana îman etmeyiz″ dediler. Mûsâ
Aleyhisselâm da, onları Tûr Dağı’na çıkardı. Kendisi, Allah’u Teâlâ ile
konuşmaya başladığında Allah’u Teâlâ’nın ilk kelâmında, yıldırım çarpması gibi
hepsi birden öldü. Mûsâ Aleyhisselâm baktı ki, hepsi ölmüş, dedi ki: ″Yâ Rabbi!
Ben bunları Müslüman olurlar ve halklarını da Müslüman ederler, diye getirdim.
Sen bunları öldürdün, şimdi ben onların kavmine ne cevap vereceğim?″ Allah’u
Teâlâ da buyurdu ki: ″Bu zamanda Benimle konuşma yetkisini sâdece sana
verdim. Sen onları buraya getirirken Benden izin aldın mı? Şimdi sen duâ et,
Ben onları tekrar dirilteyim.″ Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm duâ etti ve
hepsi dirildi. Mûsâ Aleyhisselâm onlara: ″İnandınız mı?″ deyince onlar, ″Biz bir
şey görmedik ve duymadık. Sen bizi kandırdın, sihir yaparak uyuttun″ dediler ve
yine îman etmediler.

İşte Âyet-i Kerîme‘de geçtiği üzere, onların yıldırım çarpmasıyla bir anda
ölmeleri, Allah’ın kelâmıyla ölmeleridir. Tekrar diriltilmeleri de, Mûsâ
Aleyhisselâm’ın duâsıyla Allah’u Teâlâ’nın onları diriltmesidir.

ٰ ‫َوَﻇﻠﱠْﻠَﻨﺎ َﻋﻠَْﯿُﻜُﻢ اْﻟَﻐَﻤﺎَم َواَْﻧَﺰْﻟَﻨﺎ َﻋﻠَْﯿُﻜُﻢ اْﻟَﻤﱠﻦ َواﻟﱠﺴْﻠ ٰﻮىۜ ُﻛﻠُﻮا ِﻣْﻦ َﻃﱢﯿَﺒﺎِت َﻣﺎ َرَزْﻗَﻨﺎُﻛْﻢۜ َوَﻣﺎ َﻇﻠَُﻤﻮَﻧﺎ َو‬
ُٓ ‫لِﻛْﻦ َﻛﺎ‬
﴿ ‫نوا‬
٥٧﴿ ‫﴾ ﴾اَْﻧُﻔَﺴُﻬْﻢ َﯾْﻈِﻠُﻤﻮَن‬

Tih (Sinâ) çölünde, Biz sizin üzerinize bulutla gölge eyledik ve size kudret
helvası ve bıldırcın eti indirdik. ″Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin helâl ve
temiz olanlarından yiyin″ dedik. Onlar (nankörlük etmekle) Bize zulmetmediler,
lâkin kendi nefislerine zulmettiler.
İzah: Kudret helvası hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:

‫)اْﻟَﻌْﺠَﻮُة ِﻣْﻦ اْﻟَﺠﱠﻨِﺔ َوِﻓﯿَﻬﺎ ِﺷَﻔﺎٌء ِﻣْﻦ اﻟﱡﺴﱢﻢ َواْﻟَﻜْﻤَﺄُة ِﻣْﻦ اْﻟَﻤﱢﻦ َوَﻣﺎُؤَﻫﺎ ِﺷَﻔﺎٌء ِﻟْﻠَﻌْﯿِﻦ )ت ﺣﻢ ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Acve hurması Cennetten gelmedir ve onda zehirlenmenin şifâsı vardır. Mantar


ise, kudret helvâsındandır ve onun suyu göz için şifâdır.″[1]

Allah’u Teâlâ İsrailoğullarına, ″Kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik″ diye


buyurmuştur. Yahudiler ise, apaçık mûcizeleri gördükleri halde bu emre
muhalefet edip, inkâr ile kâfir oldular ve böylece kendi nefislerine zulmettiler.
Bu da, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbının, diğer
Peygamberlerin Ashâbından üstünlüğünü ortaya çıkarmaktadır. Çünkü
Peygamberimizin Ashâbının seferlerde ve savaşlarda, onunla beraber sebatla
nasıl mücâdele ettikleri ortadadır. Bunlardan birisi Tebük Seferi’dir. O zaman
susuzluk, şiddetli sıcak ve yorgunluk hâli olduğu halde, harikulade hiçbir şey
istememişlerdi. Kaldı ki, bu kendi Peygamberlerine çok daha kolaydı. Sâdece
açlıktan bitkin düştüklerinde yemeklerini çoğaltmasını istemişler ve yanlarındaki
yemeklerinin hepsini toplayıp getirmişlerdi ki, ancak bir kuzunun yattığı yer
kadar bir alanı işgal ediyordu. Resûlü Ekrem duâ etti ve herkesin beraberindeki
yemek kaplarını doldurmalarını söyledi. Böylece Ashâbın hepsi,
Peygamberimizin mûcizesiyle kaplarını doldurdular. Yine suya muhtaç
olduklarında, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’dan
diledi ve bir bulut gelip, onlara istediklerinden fazla su verdi; içtiler, develerini
suladılar ve kaplarını doldurdular. Sonra bir de baktılar ki, o bulut karargâhın
ötesine bile geçmemiş. İşte Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve
sellem’e bağlılık ve ona tâbi olmak konusunda en mükemmel örnektir.

[1] Sünen-i Tirmizî, Tıb 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

﴿ ۜ‫َوِاْذ ُﻗْﻠَﻨﺎ اْدُﺧﻠُﻮا هِٰذِه اْﻟَﻘْﺮَﯾَﺔ َﻓُﻜﻠُﻮا ِﻣْﻨَﻬﺎ َﺣْﯿُﺚ ِﺷْﺌُﺘْﻢ َرَﻏًﺪا َواْدُﺧﻠُﻮا اْﻟَﺒﺎَب ُﺳﱠﺠًﺪا َوُﻗﻮﻟُﻮا ِﺣﱠﻄٌﺔ َﻧْﻐِﻔْﺮ ﻟَُﻜْﻢ َﺧَﻄﺎَﯾﺎُﻛْﻢ‬
‫﴾ َﻓَﺒﱠﺪَل اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ َﻇﻠَُﻤﻮا َﻗْﻮًﻻ َﻏْﯿَﺮ اﻟﱠﺬ۪ي ق۪ﯾَﻞ ﻟَُﻬْﻢ َﻓَﺎْﻧَﺰْﻟَﻨﺎ َﻋﻠَﻰ اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ َﻇﻠَُﻤﻮا ِرْﺟًﺰا ِﻣَﻦ‬٥٨﴿ ‫َوَﺳَﻨ ۪ﺰﯾُﺪ اْﻟُﻤْﺤِﺴﻦ۪ﯾَﻦ‬
٥٩﴿ ۟‫﴾ ﴾اﻟﱠﺴ َٓﻢاِء ِﺑَﻤﺎ َﻛﺎُﻧﻮا َﯾْﻔُﺴُﻘﻮَن‬

Tih çölünden çıktıktan sonra, onlara: ″Şu beldeye (Eriha’ya) girin,
dilediğiniz yiyecekleri refah içinde bol bol yiyin. Kapıdan girerken şükür secdesi
yapın ve ″Hıtta! (Yâ Rabbi, günahlarımızı bağışla!)″ deyin ki, Biz de hatâlarınızı
bağışlayalım. Muhsinlere ise sevabı daha da artıracağız″ dediğimiz zamanı
hatırlayın.* Fakat onlardan zâlim olanlar, kendilerine söylenilen sözü
değiştirdiler. Biz de o zâlimlere, hak yoldan sapmaları sebebiyle semâdan azap
indirdik.

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Yahudiler, secde ederek girmeleri emredilen kapıdan, kıçları üzerine gerisin geri
sürünerek girdiler. Bunlar: ″Yâ Rabbi, günahlarımızı bağışla!″ anlamına gelen
″Hıtta″ kelimesi yerine; ″Hınta fî şaîrah″ diğer bir rivâyette de, ″Habbe fi Şaîrah
″ diyorlardı. Bu sözlerinin ne mânâya geldiği bilinmiyordu. Bir kısım âlimler;
onların, bu anlamsız sözleri söyleyerek, Allah’u Teâlâ’dan af dilemeyi
reddettiklerini ve bunun üzerine de Allah’u Teâlâ’nın, kendilerini cezâlandırarak
yetmiş bin kişinin, tâun (vebâ) hastalığından öldüğünü söylemişlerdir. Bu
hususta Üsâme b. Zeyd Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ َذَﻛَﺮ اﻟﱠﻄﺎُﻋﻮَن َﻓَﻘﺎَل َﺑِﻘﱠﯿُﺔ ِرْﺟٍﺰ أَْو َﻋَﺬاٍب أُْرِﺳَﻞ َﻋﻠَﻰ َﻃﺎِﺋَﻔٍﺔ ِﻣْﻦ َﺑِﻨﻲ إِْﺳَﺮاِﺋﯿَﻞ‬َ ‫أَﱠن اﻟﱠﻨِﺒﱠﻲ‬
‫ض َوﻟَْﺴُﺘْﻢ ِﺑَﻬﺎ َﻓَﻼ َﺗْﻬِﺒُﻄﻮا َﻋﻠَْﯿَﻬﺎ )خ ت ﻋﻦ اﺳﺎﻣﺔ‬ َ َ َ
ٍ ‫ض َوأْﻧُﺘْﻢ ِﺑَﻬﺎ َﻓَﻼ َﺗْﺨُﺮُﺟﻮا ِﻣْﻨَﻬﺎ َوإَِذا َوَﻗَﻊ ِﺑﺄْر‬ ٍ ‫َﻓِﺈَذا َوَﻗَﻊ ِﺑﺄْر‬
‫)ﺑﻦ زﯾﺪ‬

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, tâun (vebâ) hastalığından bahsederek


buyurdu ki: ″Tâun, İsrailoğullarından bir taifeye gönderilen bir pislik veya azap
artığıdır. Tâun, bir yerde baş gösterir ve siz orada bulunursanız oradan çıkmayın!
Şâyet bir yerde baş gösterir ve siz de orada olmazsanız, o yere girmeyin!″[1]

[1] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 54; Sünen-i Tirmizî, Cenâiz

﴿ ‫ﺼﺎَك اْﻟَﺤَﺠَﺮۜ َﻓﺎْﻧَﻔَﺠَﺮْت ِﻣْﻨُﻪ اْﺛَﻨَﺘﺎ َﻋْﺸَﺮَة َﻋْﯿًﻨﺎۜ َﻗْﺪ َﻋِﻠَﻢ ُﻛﱡﻞ اَُﻧﺎٍس‬
َ ‫َوِاِذ اْﺳَﺘْﺴﻖٰى ُﻣﻮسٰى ِﻟَﻘْﻮِﻣﻪ۪ َﻓُﻘْﻠَﻨﺎ اْﺿِﺮْب ِﺑَﻌ‬
٦٠﴿ ‫ض ُﻣْﻔِﺴ ۪ﺪﯾَﻦ‬ ِ ‫ﻻْر‬ َ ْ ‫﴾ ﴾َﻣْﺸَﺮَﺑُﻬْﻢۜ ُﻛﻠُﻮا َواْﺷَﺮُﺑﻮا ِﻣْﻦ ِرْزِق اﻟّﻞِٰه َوَﻻ َﺗْﻌَﺜْﻮا ِﻓﻲ ا‬

Tih çölünde susayan kavmi için Mûsâ, su talep ettiğinde, ″Âsânı şu taşa vur!
″ demiştik. Onun vurmasıyla taştan on iki çeşme fışkırdı. Ve her kabile kendisine
mahsus olan çeşmeyi bildi. Biz onlara: ″Allah’ın size vermiş olduğu rızıktan
yiyip için ve yeryüzünde fesat çıkararak haddi aşmayın″ dedik.

İzah: Rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm’ın âsâsının uzunluğu kendi boyu


kadardı ve iki bölümdü. Karanlıkta nûr gibi parlar, bir kandil gibi aydınlatırdı.
Âdem Aleyhisselâm onu Cennetten yanında çıkarmıştı. Peygamberlerin
birinden, diğerine intikâl ederek, nihâyet Şuayb Aleyhisselâm’ın eline geçmiş, o
da Mûsâ Aleyhisselâm’a vermişti.

Kendisinden on iki çeşme çıkan taş ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi
ve sellem şöyle buyurmuştur:

:‫ﯿﺎ ِﺳﱢﺘﯿًﺮا َﻻ ُﯾَﺮى ِﻣْﻦ ِﺟْﻠِﺪِه َﺷْﻲٌء اْﺳِﺘْﺤَﯿﺎًء ِﻣْﻨُﻪ َﻓﺂَذاُه َﻣْﻦ آَذاُه ِﻣْﻦ َﺑِﻨﻲ إِْﺳَﺮاِﺋﯿَﻞ َﻓَﻘﺎﻟُﻮا‬‫إِﱠن ُﻣﻮَﺳﻰ َﻛﺎَن َرُﺟًﻼ َﺣِﯿ‬
‫ص َوإِﱠﻣﺎ أُْدَرٌة َوإِﱠﻣﺎ آَﻓٌﺔ َوإِﱠن اﻟّﻞَٰه أََراَد أَْن ُﯾَﺒﱢﺮَﺋُﻪ ِﻣﱠﻤﺎ َﻗﺎﻟُﻮا‬ٌ ‫َﻣﺎ َﯾْﺴَﺘِﺘُﺮ َﻫَﺬا اﻟﱠﺘَﺴﱡﺘَﺮ إِﱠﻻ ِﻣْﻦ َﻋْﯿٍﺐ ِﺑِﺠْﻠِﺪِه إِﱠﻣﺎ َﺑَﺮ‬
‫ﺿَﻊ ِﺛَﯿﺎَﺑُﻪ َﻋﻠَﻰ اْﻟَﺤَﺠِﺮ ُﺛﱠﻢ اْﻏَﺘَﺴَﻞ َﻓﻠَﱠﻤﺎ َﻓَﺮَغ أَْﻗَﺒَﻞ إِﻟَﻰ ِﺛَﯿﺎِﺑِﻪ ِﻟَﯿْﺄُﺧَﺬَﻫﺎ َوإِﱠن اْﻟَﺤَﺠَﺮ‬ َ ‫ َﻓَﺨَﻼ َﯾْﻮًﻣﺎ َوْﺣَﺪُه َﻓَﻮ‬:‫ِﻟُﻤﻮَﺳﻰ‬
‫ﻺ ِﻣْﻦ‬ ُ
ٍ َ ‫ َﺛْﻮِﺑﻲ َﺣَﺠُﺮ َﺛْﻮِﺑﻲ َﺣَﺠُﺮ َﺣﱠﺘﻰ اْﻧَﺘَﻬﻰ إِﻟَﻰ َﻣ‬:‫ﺼﺎُه َوَﻃﻠََﺐ اﻟَﺤَﺠَﺮ َﻓَﺠَﻌَﻞ َﯾُﻘﻮل‬
ْ َ ‫َﻋَﺪا ِﺑَﺜْﻮِﺑِﻪ َﻓَﺄَﺧَﺬ ُﻣﻮَﺳﻰ َﻋ‬
‫ َوَﻗﺎَم اْﻟَﺤَﺠُﺮ َﻓَﺄَﺧَﺬ َﺛْﻮَﺑُﻪ َﻓَﻠِﺒَﺴُﻪ َوَﻃِﻔَﻖ‬:‫ﻞُه َوأَْﺑَﺮأَُه ِﻣﱠﻤﺎ َﯾُﻘﻮﻟُﻮَن‬ٰ ّ ‫َﺑِﻨﻲ إِْﺳَﺮاِﺋﯿَﻞ َﻓَﺮأَْوُه ُﻋْﺮَﯾﺎًﻧﺎ أَْﺣَﺴَﻦ َﻣﺎ َﺧَﻠَﻖ اﻟ‬
‫ﺿْﺮِﺑِﻪ َﺛَﻼًﺛﺎ أَْو أَْرَﺑًﻌﺎ أَْو َﺧْﻤًﺴﺎ … )خ ﻋﻦ أﺑﻰ‬ َ ‫ﺼﺎُه َﻓَﻮ اﻟّﻞِٰه إِﱠن ِﺑﺎْﻟَﺤَﺠِﺮ ﻟََﻨَﺪًﺑﺎ ِﻣْﻦ أََﺛِﺮ‬ َ ‫ِﺑﺎْﻟَﺤَﺠِﺮ‬
َ ‫ﺿْﺮًﺑﺎ ِﺑَﻌ‬
‫(ﻫﺮﯾﺮة‬

Mûsâ, çok utangaç ve hayâlı idi. Hayâsından dolayı derisinden bile bir şey
görünmezdi. İsrailoğulları bu yüzden kendisine ezâ ederlerdi ve şöyle derlerdi:
″Bunun böylece örtünmesinin tek sebebi ya derisinde cilt hastalığı olması veya
kasık yarığı hastalığı ya da başka bir hastalığı vardır.″ Allah’u Teâlâ, Mûsâ’yı
onların söylediklerinden temize çıkarmak istedi.

Mûsâ, bir gün yalnız kalmıştı, elbiselerini bir taşın üzerine koyarak yıkanmıştı.
Yıkanma işini bitirdiği zaman elbiselerini almak üzere taşa yöneldi. Fakat taş,
elbiselerini alıp yürümeye başladı. Mûsâ da âsâsını alarak taşın arkasına düştü ve
″Ey taş! Elbisemi ver. Ey taş! Elbisemi ver″ demeye başladı. Sonunda
İsrailoğullarından bir toplumun yanına bu vaziyette varmış oldu. Onlar da
Mûsâ’yı çıplak vaziyette ve yaratılışta insanların en güzeli olarak gördüler.
Böylece Allah’u Teâlâ da onların söylemekte oldukları şeylerden onu temize
çıkardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:

- Taş durdu, Mûsâ da elbisesini aldı ve giydi. Âsâsıyla taşa vurmaya başladı.
Vallâhi! Mûsâ’nın âsâsının darbelerinden dolayı o taşta üç veya dört yahut beş
yara izi vardır…[1]

Rivâyet edildiğine göre, Mûsâ Aleyhisselâm taşa kızınca, Allah’u Teâlâ, bu taşın
hikmetini sonra göreceksin, dedi ve nihâyet Sûre-i Bakara, Âyet 60’ta geçtiği
üzere, Allah’u Teâlâ’nın Mûsâ Aleyhisselâm’a su çıkması için, âsânla şu taşa vur
dediği taş ile, bu Hadis-i Şerif’te geçen taş aynı taştır.

[1] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 26; Sünen-i Tirmizî Tefsir’ul-Kur’ân


﴿ ‫ض ِﻣْﻦ َﺑْﻘِﻠَﻬﺎ‬ َ ْ ‫َوِاْذ ُﻗْﻠُﺘْﻢ َﯾﺎ ُﻣﻮسٰى ﻟَْﻦ َﻧْﺼِﺒَﺮ َﻋﻞٰى َﻃَﻌﺎم َواِﺣٍﺪ َﻓﺎْدُع ﻟََﻨﺎ َرﱠﺑَﻚ ُﯾْﺨِﺮْج ﻟََﻨﺎ ِﻣﱠﻤﺎ ُﺗْﻨِﺒُﺖ ا‬
ُ ‫ﻻْر‬ ٍ
‫ﺼِﻠَﻬﺎۜ َﻗﺎَل َاَﺗْﺴَﺘْﺒِﺪﻟُﻮَن اﻟﱠﺬ۪ي ُﻫَﻮ َاْدنٰى ِﺑﺎﻟﱠﺬ۪ي ُﻫَﻮ َﺧْﯿٌﺮۜ ِاْﻫِﺒُﻄﻮا ِﻣْﺼًﺮا َﻓِﺎﱠن ﻟَُﻜْﻢ َﻣﺎ‬ َ ‫َوِﻗﱠﺚٓاِﺋَﻬﺎ َوُﻓﻮِﻣَﻬﺎ َوَﻋَﺪِﺳَﻬﺎ َوَﺑ‬
‫ﻞِه َوَﯾْﻘُﺘﻠُﻮَن‬
ٰ ّ ‫ﻀٍﺐ ِﻣَﻦ اﻟّﻞِٰهۜ ذِٰﻟَﻚ ِﺑَﺎﱠﻧُﻬْﻢ َﻛﺎُﻧﻮا َﯾْﻜُﻔُﺮوَن ِﺑﺎَٰﯾﺎِت اﻟ‬ ٓ َ ‫ﺿِﺮَﺑْﺖ َﻋﻠَْﯿِﻬُﻢ اﻟﱢﺬﻟﱠُﺔ َواْﻟَﻤْﺴَﻜَﻨُﺔ َو‬
َ ‫باُؤ۫ ِﺑَﻐ‬ ُ ‫َﺳَﺎْﻟُﺘْﻢۜ َو‬
٦١﴿ ۟‫ﺼْﻮا َوَﻛﺎُﻧﻮا َﯾْﻌَﺘُﺪوَن‬ َ ‫ﻲَن ِﺑَﻐْﯿِﺮ اْﻟَﺤّﻖِۜ ذِٰﻟَﻚ ِﺑَﻤﺎ َﻋ‬ ۪ ّ ‫﴾ ﴾اﻟﱠﻨِﺒ‬

Siz şu vakti de düşünün ki, ″Yâ Mûsâ! Biz bir çeşit yiyecek (bıldırcın eti ve
kudret helvası) üzere aslâ sabredemeyiz. Bizim için Rabbine duâ et de bize,
yerin bitirdiği sebze, salatalık, buğday, mercimek ve soğandan çıkarsın″
demiştiniz. Mûsâ da: ″Siz, daha hayırlı olan şeyi, daha basit bir şeyle mi
değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre (Mısır’a) inin. Orada istediğiniz
şeyler vardır″ demişti. Böylece onlara, zillet ve yoksulluk vuruldu. Onlar,
Allah’ın gazabına uğradılar. Bu da şüphesiz ki onların, Allah’ın âyetlerini inkâr
etmeleri ve Peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir. Yine bu cezâ,
isyan etmelerinden ve haddi aşmalarından dolayıdır.

İzah: Rivâyete göre; Yahudiler, üç yüz Peygamberin ölümünden sorumludurlar.


Zekeriyya, Yahyâ ve Şuayb Aleyhimüsselâm Yahudilerin öldürdüğü bilinen
Peygamberlerdendir.

َ ‫ﻞِه َواْﻟَﯿْﻮِم اْﻻِٰﺧِﺮ َوَﻋِﻤَﻞ‬


﴿ ‫ﺻﺎِﻟًﺤﺎ َﻓﻠَُﻬْﻢ اَْﺟُﺮُﻫْﻢ‬ ٰ ّ ‫ﺼﺎِﺑ۪ٔـﯾَﻦ َﻣْﻦ اَٰﻣَﻦ ِﺑﺎﻟ‬ َ ‫ِاﱠن اﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ اَٰﻣُﻨﻮا َواﻟﱠﺬ۪ﯾَﻦ َﻫﺎُدوا َواﻟﱠﻨ‬
‫ﺼﺎرٰى َواﻟ ﱠ‬
٦٢﴿ ‫﴾ ﴾ِﻋْﻨَﺪ َرﱢﺑِﻬْﻢۖ َوَﻻ َﺧْﻮٌف َﻋﻠَْﯿِﻬْﻢ َوَﻻ ُﻫْﻢ َﯾْﺤَﺰُﻧﻮَن‬

Şüphesiz ki, (yalnız dilleriyle) îman edenlerden, Yahudilerden,


Hristiyanlardan ve Sâbiilerden (yıldızlara tapanlardan) her kim Allah’a ve âhiret
gününe îman eder ve sâlih amelde bulunursa, onlar için Rableri katında mükâfat
vardır ve onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

İzah: Tefsir-i Kebîr, Rûh’ul-Beyan, Nûr’ul-Beyan, Tefsir-i Tibyan ve Tefsir-i


Mevâkib gibi eserlerde, bu âyetin başında geçen ″Îman edenler″ ifadesine, ″Dili
ile inandığını söyleyip kalben îman etmeyenler″ diye mânâ verilmiştir. Çünkü
âyetin devamında, Yahudi ve Hristiyan ile birlikte hiçbir zaman hak bir din
olmayan Sâbiiler yani yıldızlara tapan sapık bir zümre zikredilmiştir. Bu sebeple
burada sayılan dört zümre de küfür üzere olan topluluklardır. İşte bunlardan her
kim îman eder ve ameli sâlih işlerse, diye buyrulduğundan, âyetin başında geçen
″Îman edenler″ ifadesinden maksadın da, münâfıklar olduğu anlaşılmaktadır.
Münâfıklar için, ″Îman edenler″ diye bir ifadenin kullanılması, onların sâdece
dilleri ile inandım demelerinin, kendilerini Cehennemden kurtarmayacağından
dolayıdır.[1]
Âyet-i Kerîme‘de geçen ″Sâbiin″ ifadesine de, ″Yıldızlara, meleklere tapan ve
Allah’a ortak koşarak küfre giren bâtıl bir zümre″ diye mânâ verilmişir. Bu
zümrenin, İslâm’ın dışında olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. ″Ahtâr-i
Kebîr″ adlı eserde, İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretlerinin Sâbiiler hakkında,
″Onların yıldızlara tapan bir kavim olduğu″ beyan edilmiştir.[2]

Bu hususta Mücâhid Hazretleri de şöyle buyurmuştur: ″Sâbiiler, ne Hristiyan ve


ne Yahudidir. Onlar kitabı olmayan bir topluluktur.″[3]

Yahudilik ve Hristiyanlık ise, kendi zamanlarında hak din olup sonradan bozulan
dinlerdir. Bunlar, hiçbir zaman hak din olmayan yıldıza tapan Sâbiiler ile birlikte
zikredildiği için bu âyet, kendi zamanında hak üzere olan Yahudi ve Hristiyanları
değil, sonradan bozulmuş olan Yahudi ve Hristiyanları kastetmektedir. İşte
âyetin başındaki, ″Âmenû (îman edenler)″ ifadesi de, îman eden Mü’minleri
değil, dili ile inandıkları halde kalbi ile îman etmeyen münâfıkları
kastetmektedir. Çünkü burada sayılan zümrelerin hepsi sapık zümrelerdir.
Nitekim âyetin devamında da bu sapık zümreler, Allah’a ve âhirete îman edip
Mü’min olarak ameli sâlih işlerlerse, işte o zaman, bunlara korku ve hüzün
olmayacağı beyan edilmiştir.

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 19’da Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

″Şüphesiz ki, Allah katında tek din İslâm’dır. Bu hakikati bilen Ehl-i Kitab’ın
ihtilaf etmeleri ise, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hasetten
dolayıdır. Allah’ın âyetlerini kim inkâr ederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, hesabı
çabuk görendir.″

Bu husus Sûre-i Nisâ, Âyet ’de de şöyle geçmektedir:

″Lâkin Ehl-i Kitap’tan ilimde râsih olanlar ve Mü’min olanlar, sana indirilene ve
senden önceki Peygamberlere indirilenlere îman ederler. Namazı kılanlar, zekâtı
verenler, Allah’a ve âhiret gününe îman edenler var ya, işte onlara büyük bir
mükâfat vereceğiz.″

İşte Sûre-i Bakara, Âyet 62’de sayılan zümrelerin, dalâlet ehli oldukları ve
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e tâbi olup îman eder ve sâlih amel
işlerlerse, ancak o zaman Cehennem azâbından kurtulabilecekleri beyan
edilmiştir.
Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ُ ْ ‫َواﻟﱠِﺬى َﻧْﻔُﺲ ُﻣَﺤﱠﻤٍﺪ ﺑَﯿِﺪِه َﻻ َﯾْﺴَﻤُﻊ ﺑﻰ أََﺣٌﺪ ِﻣْﻦ َﻫِﺬِه ا‬
‫ﻷﱠﻣِﺔ َﯾُﻬﻮِدﱞي َوَﻻ َﻧْﺼَﺮاِﻧﱞﻲ ُﺛﱠﻢ َﯾُﻤﻮُت َوﻟَْﻢ ُﯾْﺆِﻣْﻦ ِﺑﺎﻟﱠِﺬى‬ ِ ِ
‫)أُْرِﺳْﻠُﺖ ِﺑِﻪ ِاﱠﻻ َﻛﺎَن ِﻣْﻦ أَْﺻَﺤﺎِب اﻟﱠﻨﺎِر )ﺣﻢ م ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim
Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere
inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[4]

Allah katında artık İslâm’dan başka hiçbir dînin kabul edilmeyeceği, Yahudiliğin
ve Hristiyanlığın bâtıl olup, bunlara uyanların dalâlet üzere oldukları ve bu
sebeple de İslâm’a girmedikleri sürece ebedî Cehennemlik olacaklarına dair
Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 19, 20, 85; Sûre-i Bakara, Âyet , Sûre-i Beyyine,
Âyet 6, Sûre-i Tevbe, Âyet 30’a bakınız.

[1] Nûr’ul-Beyan, c. 1, s. 17; Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 65; Fahreddin er-


Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 2, s. ; Tefsir-i Rûh’ul-Beyan, c. 1, s. ; Tefsir-i
Mevâkib, s.

[2] Şemseddin Âhtari, Ahtâr-i Kebîr, c. 1, s. ; Ferid Devellioğlu, Osmanlıca-


Türkçe Ansiklopedik Lügat adlı kitabında da bu kelimeye: ″Yıldıza tapanlar″
diye mânâ verilmiştir.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 1, s.

[4] Sahih-i Müslim, Îman 70 ( Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:

﴿ ‫﴾ ُﺛﱠﻢ َﺗَﻮﻟﱠْﯿُﺘْﻢ‬٦٣﴿ ‫َوِاْذ اََﺧْﺬَﻧﺎ م۪ﯾَﺜﺎَﻗُﻜْﻢ َوَرَﻓْﻌَﻨﺎ َﻓْﻮَﻗُﻜُﻢ اﻟﱡﻄﻮَرۜ ُﺧُﺬوا َمٓا اَٰﺗْﯿَﻨﺎُﻛْﻢ ِﺑُﻘﱠﻮٍة َواْذُﻛُﺮوا َﻣﺎ ف۪ﯾِﻪ ﻟََﻌﻠﱠُﻜْﻢ َﺗﱠﺘُﻘﻮَن‬
٦٤﴿ ‫ﻞِه َﻋﻠَْﯿُﻜْﻢ َوَرْﺣَﻤُﺘُﻪ ﻟَُﻜْﻨُﺘْﻢ ِﻣَﻦ اْﻟَﺨﺎِﺳ ۪ﺮﯾَﻦ‬
ٰ ّ ‫﴾ ﴾ِﻣْﻦ َﺑْﻌِﺪ ذِٰﻟَﻚۚ َﻓﻠَْﻮَﻻ َﻓْﻀُﻞ اﻟ‬

(Ey İsrailoğulları!) Şu vakti de hatırlayın ki, mâsiyetten sakınmanız için


sizden sağlam ahid almış, Tur Dağı’nı da üzerinize kaldırmış ve ″Tevrat’a
sımsıkı sarılın, ahkâmıyla amel edin!″ demiştik.* Bundan sonra yine yüz
çevirdiniz. Eğer Allah’u Teâlâ’nın size lütfu ve rahmeti olmasaydı, elbette
hüsrâna uğrayanlardan olurdunuz.

﴿ ‫﴾ َﻓَﺠَﻌْﻠَﻨﺎَﻫﺎ َﻧَﻜﺎًﻻ ِﻟَﻤﺎ َﺑْﯿَﻦ َﯾَﺪْﯾَﻬﺎ‬٦٥﴿ ۚ‫َوﻟََﻘْﺪ َﻋِﻠْﻤُﺘُﻢ اﻟﱠ ۪ﺬﯾَﻦ اْﻋَﺘَﺪْوا ِﻣْﻨُﻜْﻢ ِﻓﻲ اﻟﱠﺴْﺒِﺖ َﻓُﻘْﻠَﻨﺎ ﻟَُﻬْﻢ ُﻛﻮُﻧﻮا ِﻗَﺮَدًة َﺧﺎِﺳـ۪ٔﯾَﻦ‬
٦٦﴿ ‫ﻖﯾَﻦ‬ ۪ ‫﴾ ﴾َوَﻣﺎ َﺧْﻠَﻔَﻬﺎ َوَﻣْﻮِﻋَﻈًﺔ ِﻟْﻠُﻤﱠﺘ‬
(Ey İsrailoğulları!) Yemin olsun ki sizler, cumartesi gününün ibâdetini
bırakıp haddi aşanların hâlini elbette bilirsiniz. Biz onlara, ″Zelil ve hakir
maymunlar olun″ demiştik.* Biz onların bu hallerini, o zamandaki insanlara ve
ondan sonrakilere bir ibret ve takvâ sahipleri için de bir öğüt kıldık.

İzah: Yahudiler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir Hadis-i


Şerif’inde şöyle buyurmuştur:

‫ اﻟﺘﻔﺴﯿﺮ اﻟﻘﺮان اﻟﻌﻈﯿﻢ ﻋﻦ اﺑﻰ‬،‫َﻻ َﺗْﺮَﺗِﻜُﺒﻮا َﻣﺎ اْرَﺗَﻜَﺒِﺖ اْﻟَﯿُﻬﻮُد َﻓَﺘْﺴَﺘِﺤﻠﱡﻮا َﻣَﺤﺎِرَم اﻟّﻞِٰه ِﺑَﺄْدَﻧﻰ اْﻟِﺤَﯿِﻞ )اﺑﻦ ﻛﺜﯿﺮ‬
‫)ﻫﺮﯾﺮة‬

″Siz, Yahudilerin işlediğini işlemeyin. Sonra en küçük bir hile ile Allah’ın
yasaklarını helâl saymaya başlarsınız.″[1]

Yahudiler, vaktiyle cumartesi gününe tâzim etmekle, o gün dünyevî işlerini


bırakıp ibâdet ve taatte bulunmakla mükellef kılınmışlardı. O gün bir iş yapmak
onlara yasaklanmıştı. Allah’u Teâlâ, ″Bakalım bir iş yapacaklar mı? Yoksa
emrime mi uyacaklar?″ diye cumartesi günü balıkları denizin yüzüne
çıkartıyordu. O gün balık avına ilk defa az bir kimse gidip balık avladılar. Çok
balık tuttular. Bunu gören diğer Yahudiler de cumartesi günü balık avlamaya
gittiler. Allah’ın emrine itaat edip, balık avlamayanlar pek azınlıkta kaldı. Bu ise
Allah’u Teâlâ’nın bir denemesiydi. Nihâyet Allah’u Teâlâ, cumartesi yasağını
çiğneyenleri maymun sûretine döndürmüştür.

Bu husus Sûre-i A’râf, Âyet ’te şöyle geçmektedir:

″Ey Habîbim! O Yahudilere, deniz kenarındaki şehir halkının başına gelenleri


sor. Onlar, cumartesi günü balık avlamaktan menedilmişlerdi. Balıklar başka
günler gelmeyip cumartesi günü su yüzüne geldiği vakit, cumartesi gününün
hürmetini ihlal edip, Allah’ın hudûdunu çiğnediler. İşte yoldan çıkmaları
sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.″

Yahudilerin maymuna döndürülmeleri bir Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

‫ﺼﻮِﻧِﻬْﻢ َﻓَﻘﺎَل َﯾﺎ ِاْﺧَﻮاَن اﻟِﻘَﺮَدِة َواْﻟَﺨَﻨﺎِزﯾَﺮ َﻓَﻘﺎﻟُﻮا َﻣْﻦ أَْﺧَﺒَﺮ‬


َ ‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ َﯾْﻮَم ُﻗَﺮْﯾَﻈَﺔ َﺗْﺤَﺖ ُﺣ‬ ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬
َ ‫َﻗﺎَم اﻟﱠﻨِﺒﱡﻰ‬
‫ اﻟﺘﻔﺴﯿﺮ اﻟﻘﺮان اﻟﻌﻈﯿﻢ ﻋﻦ ﻣﺠﺎﻫﺪ‬،‫ﻷْﻣِﺮ ُﻣَﺤﱠﻤًﺪا َﻣﺎ َﺧَﺮَج َﻫَﺬا اْﻟَﻘْﻮُل ِاﱠﻻ ِﻣْﻨُﻜْﻢ )اﺑﻦ ﻛﺜﯿﺮ‬ َ ْ ‫)ﺑَﻬَﺬا ا‬
ِ
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyza Yahudilerini muhâsara ettiğinde,
kalelerinin altında durdu ve buyurdu ki: ″Ey maymun ve domuzların kardeşleri!
Kalenizden inin.″ Onlar birbirlerine: ″Bunu Muhammed’e kim haber verdi? Bu
söz sizden çıkmış olmalıdır″ dediler.[2]

Bu hususta İbn-i Mes’ud Hazretleri de şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

‫ﺻﻠﱠﻰ‬ ٰ ّ ‫ﻞُه َﻋﻠَْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ َﻋْﻦ اْﻟِﻘَﺮَدِة َواْﻟَﺨَﻨﺎِزﯾِﺮ أَِﻫَﻲ ِﻣْﻦ َﻧْﺴِﻞ اْﻟَﯿُﻬﻮِد َﻓَﻘﺎَل َرُﺳﻮُل اﻟ‬
َ ‫ﻞِه‬ ٰ ّ ‫ﺻﻠﱠﻰ اﻟ‬ َ ‫َﺳَﺄْﻟَﻨﺎ َرُﺳﻮَل اﻟّﻞِٰه‬
‫ﻞَه َﻟْﻢ َﯾْﻠَﻌْﻦ َﻗْﻮًﻣﺎ َﻗﱡﻂ َﻓَﻤَﺴَﺨُﻬْﻢ َﻓَﻜﺎَن َﻟُﻬْﻢ َﻧْﺴٌﻞ ِﺣﯿَﻦ ُﯾْﻬِﻠُﻜُﻬْﻢ َوَﻟِﻜْﻦ َﻫَﺬا َﺧْﻠٌﻖ َﻛﺎَن َﻓَﻠﱠﻤﺎ‬
ٰ ّ ‫اﻟّﻞُٰه َﻋَﻠْﯿِﻪ َوَﺳﻠﱠَﻢ إِﱠن اﻟ‬
‫ﻀَﺐ اﻟّﻞُٰه َﻋﻠَﻰ اْﻟَﯿُﻬﻮِد َﻣَﺴَﺨُﻬْﻢ َﻓَﺠَﻌﻠَُﻬْﻢ ِﻣْﺜﻠَُﻬْﻢ )م ﺣﻢ ﻋﺒﺪ اﻟّﻞٰه ﺑﻦ ﻣﺴﻌﻮد‬ ِ ‫)َﻏ‬

Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den maymun ve domuzlar


hakkında: ″Acaba bu hayvanlar, bunların şekline giren Yahudilerin soyundan mı
gelmedir?″ diye sorduk. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
″Allah’ın lânetine uğratarak başka yaratıklar şekline döndürdüğü her topluluk
yok olup gitmiştir, soyları kalmamıştır. Bu maymun ve domuzlar ise, daha önce
var olan soylarının devamıdır. Allah’u Teâlâ, Yahudilere gazap edince, onları
maymunlar ve domuzlar şekline çevirmiştir.″[3]

Yahudilerin maymun ve domuzlara dönüştürüldüklerine dair Sûre-i Mâide, Âyet


60 ve maymuna dönüştürüldüklerine dair de Sûre-i A’râf, Âyet ’ya bakınız.

Benî İsrail zamanının ümmetleri, îman ettikten sonra azdılar, dünyâda iken
şekilleri değişti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Rabbi! Benim
ümmetimin yüzünün karasını bu dünyâda yüzüne vurma, şekillerini değiştirme″
diye duâ edince, duâsı kabul oldu. Fakat Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve
sellem, âhir zamanda ümmetinden bir takım insanların, şekillerinin değişeceğini
şu Hadis-i Şerif’inde haber vermiştir:

‫ﻟََﯿْﺸَﺮَﺑﱠﻦ َﻧﺎٌس ِﻣْﻦ أُﱠﻣِﺘﻲ اْﻟَﺨْﻤَﺮ ُﯾَﺴﱡﻤﻮَﻧَﻬﺎ ِﺑَﻐْﯿِﺮ اْﺳِﻤَﻬﺎ ُﯾْﻌَﺰُف َﻋﻠَﻰ ُرُءوِﺳِﻬْﻢ ِﺑﺎْﻟَﻤَﻌﺎِزِف َواْﻟُﻤَﻐﱢﻨَﯿﺎِت َﯾْﺨِﺴُﻒ اﻟّﻞُٰه‬
‫ض َوَﯾْﺠَﻌُﻞ ِﻣْﻨُﻬْﻢ اْﻟِﻘَﺮَدَة َواْﻟَﺨَﻨﺎِزﯾَﺮ )ه ﺣﺐ ﻃﺐ ق واﻟﺒﻐﻮى ﻋﻦ اﺑﻰ ﻣﺎﻟﻚ‬ َ ‫ﻷْر‬َ ْ ‫)ﺑﻬْﻢ ا‬
ِِ
″Ümmetimden birtakım insanlar içki içecekler, ona isminden başka isim
takacaklar, başları ucunda çalgılar çalınacak, kadınlar oynatılacak. Allah onları
yerle bir edecek ve maymunlar ve domuzlar şekline sokacaktır.″[4]

[1] İbn-i Kesir, Tefir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s.

[2] İbn-i Kesir, Tefir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s.

[3] Sahih-i Müslim, Kader 7 (33 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No:
[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 22; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No:

ُٓ ‫َوِاْذ َﻗﺎَل ُﻣﻮسٰى ِﻟَﻘْﻮِﻣ ۪ﻪٓ ِاﱠن اﻟّﻞَٰه َﯾْﺄُﻣُﺮُﻛْﻢ اَْن َﺗْﺬَﺑُﺤﻮا َﺑَﻘَﺮًةۜ َﻗﺎ‬
﴿ ‫لوا اََﺗﱠﺘِﺨُﺬَﻧﺎ ُﻫُﺰًواۜ َﻗﺎَل اَُﻋﻮُذ ِﺑﺎﻟّﻞِٰه اَْن اَُﻛﻮَن ِﻣَﻦ‬
٦٧﴿ ‫ﻞﯾَﻦ‬ ۪ ‫﴾ ﴾اْﻟَﺠﺎِﻫ‬

Şu vakti de düşünün ki Mûsâ, kavmine: ″Allah’u Teâlâ size bir inek
kesmenizi emrediyor″ dedi. Onlar da: ″Sen bizimle alay mı ediyorsun″ dediler.
Mûsâ da: ″Ben, câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım″ dedi.

﴿ ‫ض َوَﻻ ِﺑْﻜٌﺮۜ َﻋَﻮاٌن َﺑْﯿَﻦ ذِٰﻟَﻚۜ َﻓﺎْﻓَﻌﻠُﻮا َﻣﺎ‬


ٌ ‫َﻗﺎﻟُﻮا اْدُع ﻟََﻨﺎ َرﱠﺑَﻚ ُﯾَﺒﱢﯿْﻦ ﻟََﻨﺎ َﻣﺎ ِﻫَﻲۜ َﻗﺎَل ِاﱠﻧُﻪ َﯾُﻘﻮُل ِاﱠﻧَﻬﺎ َﺑَﻘَﺮٌة َﻻ َﻓﺎِر‬
٦٨﴿ ‫﴾ ﴾ُﺗْﺆَﻣُﺮوَن‬

″Yâ Mûsâ! Rabbine bizim için duâ et de, o ineğin vasıflarını bize bildirsin″
dediler. Mûsâ dedi ki: ″Rabbim şöyle buyuruyor: O öyle bir inektir ki, ne yaşlı
ne de körpe, orta yaşta dinç bir inektir. Artık emrolunduğunuz işi yapın.″

َ ‫﴾ ﴾َﻗﺎﻟُﻮا اْدُع َﻟَﻨﺎ َرﱠﺑَﻚ ُﯾَﺒﱢﯿْﻦ َﻟَﻨﺎ َﻣﺎ َﻟْﻮُﻧَﻬﺎۜ َﻗﺎَل ِاﱠﻧُﻪ َﯾُﻘﻮُل ِاﱠﻧَﻬﺎ َﺑَﻘَﺮٌة‬
﴿ ٦٩﴿ ‫ﺻْﻔَﺮٓاُءۙ َﻓﺎِﻗٌﻊ َﻟْﻮُﻧَﻬﺎ َﺗُﺴﱡﺮ اﻟﱠﻨﺎِﻇﺮ۪ﯾَﻦ‬

″Yâ Mûsâ! Rabbine bizim için duâ et, o ineğin renginin ne olduğunu bize
bildirsin″ dediler. Mûsâ dedi ki: ″Rabbim şöyle buyuruyor: Görenlerin içini
açan, parlak, sarı bir inektir.″

ٰ ّ ‫﴾ ﴾َﻗﺎﻟُﻮا اْدُع ﻟََﻨﺎ َرﱠﺑَﻚ ُﯾَﺒﱢﯿْﻦ ﻟََﻨﺎ َﻣﺎ ِﻫَﻲۙ ِاﱠن اْﻟَﺒَﻘَﺮ َﺗَﺸﺎَﺑَﻪ َﻋﻠَْﯿَﻨﺎۜ َوِاﱠنٓا ِاْن َشٓاَء اﻟ‬
﴿ ٧٠﴿ ‫ﻞُه ﻟَُﻤْﻬَﺘُﺪوَن‬

Yâ Mûsâ! Rabbine bizim için duâ et de, onu bize açıkça bildirsin. Zîrâ nasıl
bir inek keseceğimizi anlayamadık. İnşâallah, buluruz″ dediler.

﴿ ‫ض َوَﻻ َﺗْﺴِﻘﻲ اْﻟَﺤْﺮَثۚ ُﻣَﺴﻠﱠَﻤٌﺔ َﻻ ِﺷَﯿَﺔ ف۪ﯾَﻬﺎۜ َﻗﺎﻟُﻮا اْلـَٰٔن ِﺟْﺌَﺖ‬ َ ْ ‫َﻗﺎَل ِاﱠﻧُﻪ َﯾُﻘﻮُل ِاﱠﻧَﻬﺎ َﺑَﻘَﺮٌة َﻻ َذﻟُﻮٌل ُﺗﺚ۪ﯾُﺮ ا‬
َ ‫ﻻْر‬
٧١﴿ ۟‫﴾ ﴾ِﺑﺎْﻟَﺤّﻖِۜ َﻓَﺬَﺑُﺤﻮَﻫﺎ َوَﻣﺎ َﻛﺎُدوا َﯾْﻔَﻌﻠُﻮَن‬

Mûsâ dedi ki: ″Rabbim şöyle buyuruyor: Çift sürmemiş, ekin sulamamış,
hiçbir kusuru olmayan, tam sarı bir inektir.″ Onlar: ″Şimdi keseceğimiz ineği
anladık″ dediler. Nihâyet o ineği kestiler. Neredeyse bunu yapmayacaklardı.

﴿ ٧٢﴿ ۚ‫﴾ ﴾َوِاْذ َﻗَﺘْﻠُﺘْﻢ َﻧْﻔًﺴﺎ َﻓﺎّٰدَرْءُﺗْﻢ ف۪ﯾَﻬﺎۜ َواﻟّﻞُٰه ُﻣْﺨِﺮٌج َﻣﺎ ُﻛْﻨُﺘْﻢ َﺗْﻜُﺘُﻤﻮَن‬

O vakit, siz bir şahsı öldürmüş, sonra da suçu birbirinizin üstüne atmıştınız.
Halbuki Allah’u Teâlâ, gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkarır.
﴿ ٧٣﴿ ‫ﻀَﻬﺎۜ َﻛ ٰﺬِﻟَﻚ ُﯾْﺤِﻲ اﻟّﻞُٰه اْﻟَﻤْﻮتٰى َوُﯾ ۪ﺮﯾُﻜْﻢ اَٰﯾﺎِﺗﻪ۪ ﻟََﻌﻠﱠُﻜْﻢ َﺗْﻌِﻘﻠُﻮَن‬
ِ ‫﴾ ﴾َﻓُﻘْﻠَﻨﺎ اْﺿِﺮُﺑﻮُه ِﺑَﺒْﻌ‬

Biz de, ″O ineğin bir parçasıyla öldürülene vurun″ dedik. (vurdular, ölü de
dirilerek kâtilinin kim olduğunu söyledi). İşte Allah’u Teâlâ, akledip düşünmeniz
için ölüleri böyle diriltir ve kudretinin delillerini size gösterir.

İzah: Bu âyetlerde geçen hâdise, genel olarak şöyle nakledilmiştir:

Mûsâ Aleyhisselâm zamanında bir adam öldürülmüştü. Bu adamın kim


tarafından öldürüldüğü bilinmiyordu. Yalancı şâhitler, esas kâtili saklamak
istiyordu. Mûsâ Aleyhisselâm’a bu hâdiseyi anlattılar. Bunun üzerine Allah’u
Teâlâ, bir inek kesmelerini ve o ineğin azasıyla ölüye vurmalarını, ölünün dirilip;
kendini öldüreni söyleyeceğini, bildirdi. O zamanın kavmi Mûsâ Aleyhisselâm’a
alay tarzında, ″O ineğin rengi nasıl? Eşgali nasıl? Bize bildir″ dediler. Halbuki
hangi ineği kesseler olacaktı.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫ﻷْﺟَﺰأََﺗُﻬْﻢ )اﻟﺒﺰار ﻋﻦ اﺑﻰ ﻫﺮﯾﺮة‬


َ َ ‫)ِاﱠن َﺑِﻨﻰ ِاْﺳَﺮاِﺋﯿَﻞ ﻟَْﻮ أََﺧُﺬوا أَْدَﻧﻰ َﺑَﻘَﺮًة‬

″İsrailoğulları, en âdi olan sıradan bir inek alsalardı, bu onlar için yeterli olurdu.
″[1]

Allah‘u Teâlâ onların mekirlerine karşı mekir yaptı. O ineğin renginin altın
sarısı; ne yaşlı, ne de körpe, ikisi arası bir inek olduğunu ve hiçbir işe
koşulmadığını haber vererek tarif etti ve tarif edilen inekten başkasının kabul
olmayacağını bildirdi. Evvelce inanmayıp alay edenler, Allah’u Teâlâ’nın kesin
olarak sâdece o özellikteki ineğin bulunup kesilmesi emrinden dolayı, o ineği
kesmedikleri takdirde Allah’ın kendilerine bir belâ vereceğini düşünerek
korktular ve ″İnşâallah o ineği buluruz″ dediler. Böyle dedikleri için de Allah’u
Teâlâ o özellikteki ineği kendilerine buldurdu.

Bu inek, çok fakir bir ailenindi. Yahudiler, o ineği sahibinden yüzlerce inek
pahasına satın aldılar. Bu, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine bir cezâsıydı. Sonunda o

sayfa 1

(Özkan)

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Horoza Kurşun İşlemiyor!





Hacı Muhammed Bilâl-i Nâdir tarafından Gaziantep' in İslahiye kazası eski adı Erikli Belen yeni adı Kozuluk köyünde Gerçekleşen bu olay hakkında ki görüşlerinizi merak ediyorum.


Hacı Muhammed Bilâl-i Nâdir'in hayatı;

seafoodplus.info tanitimi/

 mesajı beğendiniz mi?: &#;+5

Yusuf Esengül

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Bu kardeşler hangi mülahaza ile yapıyorlar bilmiyorum.

Ancak çok az kimsenin aşkı şevki artsa da mebzul miktarda kişinin de dinden soğuyacağı kesin.

Şahsi kanaatime göre böyle keşif-kerametlere gerek yok.

 mesajı beğendiniz mi?: &#;+2

+Muhammed

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Sadettin Teksoy yıllarından mı bu video?

Ben düşüncemse şudur.

Ayetin bir kuvvetidir.. Hocanın imanının kuvvetidir.. Yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin.

Edirne müdafisi diye ün kazanan Şükrü Paşa için askerleri (biride babamın dedesi bizzat anlatıyor)"seafoodplus.infoşa siperde ayağa kalkar üzerinden şakır şakır mermiler dökülürdü.. ancak işlemezdi.." şeklinde anlatırmış. Belkide bu tarz bir koruma elde etmiştir. Ancak Paşa'nın evliya olabileceğinide söylüyorlar.

Yaklaşik 20 yıllık bu videoda ki tarzı meden şimdi binlerce bürokrat hatta daha tehlikeli zümreyi söyleyelim mafya uygulamıyor..

Belki bir cevap olur.. horoz safiyetiyle zulüm altında. O kadar saf olalım, temiz olalım.. ihtimal Allah bizide muskasız, dilerse yaşamamızı, mermide işlemez.

Toplum hayatına maddi menfaatten başka birşey katmaz, bizim insanımız bunun ticarerini yapar Yy. İçin söylüyorum Bu tarz şeylerle iman inkişaf etse bile devamını bekleme ihtimali yüksektir.

 mesajı beğendiniz mi?: &#;+1

Misafir

8 yıl önce - Pts 25 May ,

seafoodplus.infoberimizin bile yaralandığını düşünecek olursakbu horozun veya bu saçmalığı yapanın nasıl bir keramet sahibi olduğunu hayal bile edemiyorum..
yapmayınetmeyinciddiye alanlar çıkabilir vebali sizde kalır.

 mesajı beğendiniz mi?: &#;+1

yusufyuşa

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Peygamberlerin mucizeleri, evliyaların keramet leri vardır. Tabi bunlar Allah'ın dostlarına hediyeleri. Allah müsaade ettikten sonra olmayacak iş yok.



 mesajı beğendiniz mi?

Misafir

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Alıntı:
Tabi bunlar Allah'ın dostlarına hediyeleri


yanlış cümle..
kimse Allah cc düşmanı değildir zaten.
Ancak böyle fasafisolara prim verirseniz kimse çıkamaz bunun içinden.
Şıhının,şeyhinin,muhterem hocasının .vs uçtuğunu bile iddia eder benim Peygamberimin deve üstünde gittiğinden habersiz.

 mesajı beğendiniz mi?

enemyy

8 yıl önce - Pts 25 May ,

bunun nesine inanıyorsunuz aklım almıseafoodplus.infoır bunu yapabilen adam tvleri niye çağırsın ?

 mesajı beğendiniz mi?

yusufyuşa

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Bu görüntüler gerçek veya değil onu tartışmıyorum bile ancak deve üstüne binen Peygamberimizin (s.a.s) ayı ikiye böldüğünden haberin yok galiba. Orda bile müşrikler bu mucize karşısında kendisine hitaben sen ne usta bir sihirbazsın demişlerdir.
Kendisine madem peygambersin şu ayı ikiye bölde biz de senin peygamber olduğunu tasdik edelim diyen topluluk bu mucize sonrasında dahi kendisine inanmamıştır. Şimdi bazı arkadaşların madde gözüyle bazı kerametlere böyle birşey olmaz demeleri ancak kıt aklın tezahürleri olabilir.

 mesajı beğendiniz mi?

SalihB

8 yıl önce - Pts 25 May ,

Görüntü gayet açık bence. İsabet etmemiş ve horoz korkudan kaçmaya başlamış. Etrafındaki insanların vahşi ve tuhaf tavırları nasıl bir akıl tutulması içinde olduklarını açıklıyor.

edit: Benden sonra başkası açıklamış, merminin ömrü dolduğu için etkisiz hale gelmiş.

En son SalihB tarafından Sal 26 May , tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

 mesajı beğendiniz mi?

CezzarAhmet
8 yıl önce - Pts 25 May ,

Kesinlikle gerçek. Rahmetli 2 dedemde de bu muskadan vardı. Vakti zamanında köy meydanında horoz uzerinde onlarda bu şekilde bir deneme yapmışlar ve kurşun yine işlememiş. Hatta dedem bıçaklı saldırıya uğradığında da yine hiçbirsey olmamış. Merak edip muskanin icerisini açtık. Cok tuhaf cizimler vardı ben biraz korktum açıkçası bu muskadan. Unutmadan dedemin adida abdulkadir geylani idi. Dergahlardan ayrılmazdı. Nufus memuru zamaninda ismi tehlikeli bulup Ceylan yazmiş .
Edit. Bahsettigim muska cok eski imiş. Kendisi yazdirmamış. Onada dedesinden kaldığı söyleniyor.



 mesajı beğendiniz mi?

sayfa 1

Kur’ân’ın Mûcizevî Yönleri Nelerdir?

Kuran'ın mucizevi yönleri nelerdir?

Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönleri pek çoktur. Bunlara bir sınır koymak mümkün değildir.[1] Âlimler bu konuda pek çok eser kaleme almışlardır. Onun bugüne kadar idrâk edilebilen mûcizevî yönlerinin bir kısmı şöyledir:

  • Kur’ân-ı Kerîm’e karşı mücâdele etmelerine rağmen müşriklerin onun bir benzerini getiremeyişleri,
  • Bilinen edebî şekillerden farklı olması,[2]
  • Hiçbir beşerin ulaşamayacağı derecede belâğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif güzelliğine sahip olması,
  • Geçmişe ve geleceğe âit gaybî haberler ihtivâ etmesi ve bunların zamanı geldikçe aynen tahakkuk etmesi,[3]
  • Kalplerde ve gönüllerde derûnî bir tesir icra etmesi,
  • Ümmî bir kimse vâsıtasıyla tebliğ edilmesi,[4]
  • Mânâlarının doğruluğu,
  • Kelimelerindeki fesâhatin birbirini izlemesi,[5]
  • Kur’ân’ın kendisine has mûsikîsi,
  • Tarihi (nüzûlü, cem‘i, tertîbi vs…),
  • İçinde lüzumsuz söz ve kelime bulunmaması,
  • İlmî hakîkatleri ihtivâ etmesi…[6]

İmâm Süyûtî, Kur’ân’ın mûcizevî yönlerine bir sınır getirilemeyeceğini ifade etmiş ve bu hususta kaleme aldığı üç ciltlik eserinde otuz beş madde zikretmiştir.[7]

Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönlerinden pekçoğunu anlamak için geniş bir ilim, kültür ve belâğat kâbiliyetine ihtiyaç yoktur. Onu tefekkür ederek okuyan her insan, kültürü ve eğitimi ne olursa olsun, mûcizevî yapısını kolayca fark edebilir.[8] Onun, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı’nın kelâmı olduğunu, bir beşer tarafından söylenemeyeceğini derhâl kavrar.

Fesâhat ve Belâğati

Fesâhat lügatte “açık seçik olmak” demektir. Bu sebeple sözün kusurlardan arınmış olmasına fesahat denilmiştir. Böyle olan söze veya onu söyleyene de fasîh denilir.

Belâgat ise, sözün fasih olmakla birlikte zaman ve zemîne de münasip olmasıdır. Bir fikrin sözlü veya yazılı olarak yerinde, zamanında ve yeterince ifade edilmesidir. Mânanın güzel ve uygun ifadelerle zihinlere ulaştırılmasıdır. Câhız’a göre lafızla mânanın güzellikte birbiriyle yarışması, mânadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mânanın zihne süratle ulaşmasıdır.[9]

Kur’ân’ın en başta gelen mucizevî yönü onun son derece fasîh ve belîğ olmasıdır. O, en güzel ve en münasip kelimelerden oluşan en akıcı, en tesirli ve en anlamlı cümleler ihtivâ eder. Onun her âyeti, beşerî lisan cümlelerinin fevkinde, eşsiz bir beyan mûcizesi olarak, kendine has bir ses âhengiyle nâzil olmuştur. O, insanoğlunun bir benzerini getirmekten âciz kaldığı muhteşem mânâ derinliklerine sahiptir. İlâhî hakîkatleri, müstesnâ bir diksiyon, ses ve tecvid zarâfeti içinde, lâhutî bir lisan ihtişâmıyla insanlığa tebliğ eder.

Kur’ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. Bilâkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir üslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir güzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri nasibini alır.[10]

Kur’ân dâimâ, müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanlarını seçer. Müfessir İbn-i Atiyye (v. ) şöyle der:

“Kur’ân öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münâsip bir kelime bulmak mümkün değildir.”[11]

Kur’ân-ı Kerîm’in indiği toplum, edebiyâtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belâğat ve fesâhat müsâbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe güzel söz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen bütün edebiyat üstadları, Kur’ân-ı Kerîm’in belâğat, fesâhat ve hârikulâde nazmı karşısında çaresizlikten kıvranmış, sükûtun derinliklerine gömülmek zorunda kalmışlardır. Bir gün Mekke müşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm’den bazı bölümler okudu. Velîd Kur’ân’a hayran oldu, bir şey diyemedi. Kalbi îmâna yumuşadı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, hemen yanına gelerek câhiliye hamiyyetini tahrik etti:

“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyor. Zira sen Muhammed’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:

“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim” dedi. Ebû Cehil:

“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[12], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallâhi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, bütün sözleri yıkıp geçiyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor!” dedi. Ebû Cehil ısrarla:

“–Sen onun aleyhine bir şey söylemedikçe kavmin râzı olmayacak!” dedi. O da:

“–Bırak beni biraz düşüneyim!” dedi. Sonra da:

“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi.[13] Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:

“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir» dedi.” (el-Müddessir 74/)

Arap edebiyatının ileri gelenlerinden Velid, Kur’ân’ın çarpıcı üslûp ve belâgati karşısında şaşkın bir hâle düşerek derin derin düşünmüş, fakat nefsinin ve şeytanın vesveselerini yenemediği için îmân etmemiştir.

Müslümanların sayısının hızla artması ve Hz. Hamza, Hz. Ömer gibi kahramanların Müslüman olması üzerine müşrikler iyice telâşa kapıldılar. Derhal toplanarak İslâm’ın yükselişine mânî olmak için çâreler düşündüler:

“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler. Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü’ne gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce Peygamber Efendimiz’e yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlü (s.a.v), sözleri bitinceye kadar onu sessizce dinlediler. Daha sonra ona künyesiyle hitâb ederek:

“−Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordular. Utbe, “Evet!” deyince Rasûlullah (s.a.v):

“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurup Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladılar. Secde âyeti olan âyeti de okuyup secde ettikten sonra:

“−Ey Ebû’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdular. Utbe o kadar müteessir olmuştu ki cereyana kapılmış bir insana dönmüştü. Kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, kendisini gören müşrikler:

“−Vallâhi Ebû’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle dönüyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:

“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:

“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ

«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim»[14] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması için akrabâlığımızın hakkını ileri sürerek yemin ettim. Zira Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum. Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer diğer Arap kabîleleri onunla savaşıp kendisini öldürürlerse, siz de zahmet çekmeden bu meseleden kurtulmuş olursunuz. Şayet o Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi. Kureyşliler:

“−Ey Ebû’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:

“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi.[15]

Hicretin 9. senesinde Medîne’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm okuyup İslâm’ı anlattılar. İşittiklerine hayran kalan Ebû Harb:

“–Vallâhi sen, ya Allah’a, ya da Allah’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik” dedi.[16] Kur’ân’da konuşan zâtın insan olmadığını derhal farketti.

O zamanlar bedevîler, belâğat ve fesâhatta en zirve insanlardı. Bir gün bedevîlerden biri, Cenâb-ı Hakk’ın:

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ

“Sana emrolunan şeyleri açıkça söyle ve şirk koşanlardan yüz çevir!”[17] âyetini işitince derhal secdeye kapanmıştı. Bu hareketinin sebebi sorulunca:

“–Sırf fesâhati sebebiyle secde ettim!” dedi.[18]

Bu âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mükemmel bir şekilde açıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apaçık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mânâlarını ihtivâ eden fe’sdaʻ” kelimesiyle[19]; bunca kısalığına rağmen çok mânâlar ihtivâ eden “bi-mâ tu’mer: Sana emredilen, söylenilen her şeyi” terkibi ve bu cümlenin ihtivâ ettiği emsalsiz mûsikî idi.

Bir başka bedevî:

فَلَمَّا اسْتَيْـَٔسُوا مِنْهُ خَلَصُوا نَجِيًّا

“Ondan ümidi kesince aralarında fısıltıyla konuşmak üzere (bir kenara) çekildiler”[20] âyetini işitmişti. Bunun üzerine:

“–Şehâdet ederim ki, bir kul böyle bir söz söyleyemez!” diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti.[21]

 Kur’ân bu fesahat ve belâğatı sebebiyle çok kolay okunur ve ezberlenir. Onun mucizevî yönlerinden biri de Allah’ın onu ezber ve öğüt için bütün dillere ve gönüllere kolaylaştırmasıdır. Öyleki manasını anlamayan insanlar bile onu kolayca ezberleyebilirler.[22]

Gaybî Haberler Vermesi

Kur’ân-ı Kerîm, gayba dâir pek çok haberler ve işaretler ihtivâ eder. Onda geçmişe, hâle ve geleceğe dâir işaretler, bilgiler ve atıflar mevcuttur.[23] Melekler, cinler ve insanlar ise gaybı bilemezler. Allah gayba dair bilgilerden dilediği kadarını dilediği rasûlüne bildirdiğini haber vermiştir.[24] Bunun dışında hiçbir varlığın gayba dair bilgisi yoktur. Kur’ân’da bu tür bilgilerin yer alması ve bir kısmının doğruluğunun ilmen ispat edilmesi onun Allah kelâmı olduğunu ve verdiği diğer haberlerin de aynen gerçekleşeceğini göstermektedir.

Geçmişe Âit Haberler

Kur’ân-ı Kerîm’in insanın ilk yaratılış kademelerini, ondan sonra cereyan eden hâdiseleri, bizden önceki toplumları, onların hayat hikâyelerini, kendilerine gönderilen peygamberler ile münâsebetlerini anlatması, mâzîye âit gayb haberlerindendir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i hangisi yetiştirecek diye kur‘a çekerlerken, sen onların yanında değildin, bu hususta ihtilâf ederlerken de orada bulunmuş değildin.” (Âl-i İmrân 3/44)

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyederek, hâdiseleri sana en güzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha önce bunlardan habersizdin” (Yûsuf 12/3)

“Sana böylece vahyettiklerimiz, gayba âit haberlerdir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları zaman sen yanlarında değildin.” (Yûsuf 12/)

“Sen daha önce ne bir kitap okumuş ne de elinle yazmıştın; öyle olsaydı, inkârcılar şüpheye düşebilirlerdi.” (el-Ankebût 29/48)

Mekke müşrikleri önceki kavimlerle ilgili birtakım efsânevî bilgi kırıntılarına sahiptiler. Kur’ân-ı Kerîm ise onlarla ilgili, günümüz târih ilminin de tasdîk ettiği şekilde en doğru bilgileri getirdi.

Meselâ Ehl-i Kitâb’a göre Ashâb-ı Kehf, mağaralarında üç yüz güneş yılı kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm, onların mağarada üç yüz sene kaldıklarını, buna dokuz senenin de ilâve edildiğini söylemektedir. Bu dokuz yıl, şemsî ve kamerî yıl arasındaki zaman farkıdır. Hâlbuki o zaman insanlar şemsî yılı bilmiyor, aralarındaki farktan da haberleri yoktu. Âyet-i kerîmede mûcizevî bir şekilde şöyle buyrulur:

“Onlar mağaralarında üç yüz yıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır.” (el-Kehf, 18/25)

Kur’ân-ı Kerim bunun gibi son derece hassas ve hakikate uygun bilgiler vermektedir.

Hâle Âit Haberler

Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler, kabir âlemi, Cennet ve Cehennem ile alâkalı haberler, bilhassa ehl-i kitâb, münâfık ve müşriklerin içlerinden geçirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan âyetler nüzul zamanıyla alâkalı gaybî bilgilerdir.

Tefsir âlimi Mukâtil şöyle anlatır: Mekke’nin fethedildiği gün Rasûlullah (s.a.v), Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üstüne çıkıp ezan okumasını emretmişti.

Attâb bin Esîd: “Allah’a hamdolsun ki babam daha önceden öldü de bu günü görmedi” dedi.

Hâris bin Hişâm, “Muhammed, müezzin olarak şu kara kargadan başkasını bulamamış mı?” dedi.

Süheyl bin Amr, “Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir” dedi.

Ebu Süfyân da, “Ben bir şey söylemeyeceğim. Çünkü semânın Rabbinin bunları Muhammed’e haber vermesinden korkarım” dedi.

Cibrîl (a.s) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek bu sözleri haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.v), onları çağırıp ne söylediklerini sordu. Onlar da bu sözleri ikrar ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hucurât Sûresi’nin âyetini indirip onları birbirlerine karşı soy, sop, mal-mülk çokluğu gibi şeylerle övünmekten ve fakirlerle alay etmekten menetti.[25]

Ebû Süfyân gibi akıllı insanlar tefalarca tecrübe ettikten sonra artık Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Allah’tan bilgiler geldiğini iyice anlamışlardı. Bu sebeple konuşmalarına ve düşüncelerine dikkat etmeye başlamışlardı.

O gün vahyin haber verdiği gaybî bilgilere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

  • Kıble hususunda Allah Rasûlü’nün kalbinden geçenler,[26]
  • Yahudilerin kalblerindeki kinin daha büyük olması,[27] ölümü asla temenni etmeyecekleri[28]
  • Allah’ın âyetleri hakkında kesin bir delil olmaksızın münakaşa eden kimselerin, kalbinde asla yetişemeyecekleri bir büyüklük hevesi taşımaları[29]
  • Münafıkların kalblerinde mü’minlere karşı hissettikleri korkunun Allah korkusundan fazla olması[30]
  • Bedir öncesi Müslümanların çoğunun ordu yerine savaşmadan kervanı elde etmeyi istemeleri[31]
  • Uhud Harbi’ne çıkan münafıkların kalblerindeki düşünceler[32]
  • Uhud’a giderken iki kabilenin bozulma istekleri[33]…

Bütün bunlar Kur’ân’ın gaybden verdiği haberler idi. Bu düşüncelerin sahipleri Kur’ân’ın verdiği haberleri hiçbir zaman inkâr etmemiş, doğruluğunu kabul etmişlerdir. İnsanlar bunu defalarca tecrübe ettikleri için daha dikkatli olmaya mecbur kalıyorlardı. Nitekim Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Bir takım insanlar, Rasûlullah (s.a.v) zamanında vahiy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şim­di ise vahiy kesilmiştir. Şimdi biz sizi ancak zâhirde gördüğümüz amellerinize göre değerlendiririz. Kim hayır hâli ızhâr ederse, biz ona güvenir ve ikrâm ederiz. Onun gizli işlerinden hiçbir şey(i araştırmak) bize âid de­ğildir. Gizli işleri hususunda onu Allah hesaba çeker. Kim de şer hâli ızhâr ederse, o kalbinin temiz oldu­ğunu söylese de, biz ona güvenmez ve sözünü tasdik etmeyiz.”[34]

Abdullah bin Ömer (r.a) de şöyle demiştir: “Biz Rasûlullah (s.a.v) zamanında hakkımızda bir vahiy gelir korkusuyla hanımlarımıza istediğimiz gibi davranmaktan sakınırdık. Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edince istediğimiz gibi konuşup davranmaya başladık.”[35]

İstikbâle Âit Haberler

Gayba dâir haberlerin en mühimleri ise, gelecekte cereyan edecek hâdiselerin bildirilmesidir. Bu haberlerin, aynen bildirildiği gibi tahakkuk ettiğini tarih de tasdik edince, Kur’ân-ı Kerîm’in, “Allâmu’l-Ğuyûb” yani gaybları tam olarak ve en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ tarafından indirildiğinde şüphe kalmamıştır. Bununla ilgili birkaç misal zikredelim:

Hristiyan olan Rumlar ile mecûsî olan İranlılar arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifâde etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:

“–İlâhî kitap sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitap ehli olan Rumları yendiler” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürur verecek olan şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:

“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde.İşler önceden de sonradan da Allah’a âittir. O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsan sahibidir.” (er-Rûm 30/)

O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir te’kidle şöyle buyuruyordu:

“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm 30/6)

Nihayet Cenâb-ı Hak, vaadini gerçekleştirdi. Tarihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar İranlılara gâlip geldiler. Aynı gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[36] Bu da 4. ve 5. âyet-i kerîmelerde haber verilen ikinci bir mûcizeydi.

Kur’ân’ın istikbâle ait haberlerine şunları da misal olarak zikredebiliriz: İnkârcıların Kur’ân’ın bir benzerini asla getiremeyeceği,[37] müşriklerin hezimete uğrayaca­ğı,[38] Allah Rasûlü’nün Mekke’ye tekrar döneceği,[39] ashâb-ı kirâmın Mescid-i Harâm’a emniyet içerisinde gireceği, bir müddet sonra da büyük bir zaferle Mekke’yi fethedeceği,[40] insanların fevc fevc Allah’ın dinine gireceği,[41] Allah’ın hak dini bütün dinlere üstün kılacağı,[42] Kur’ân’ı muhafaza edeceği…[43] Beşer olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, buna benzer gaybî haber­leri kendiliğinden vermesi mümkün değildir. Bunları ancak vahiy yoluyla her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah’tan öğrenmiş ve insanlara tebliğ etmiştir.

İlmî Keşiflere İşaret Etmesi

Kur’ân-ı Kerîm’in esas maksadı insanları hidâyete erdirmektir. Dolayısıyla onu bir fizik, kimya, astronomi, tıp kitabı gibi düşünmemeli, bu alanlarla ilgili bilgiler vermesini beklememelidir. Buna rağmen, bilhassa tevhid akîdesine dikkat çekmek üzere tabiat ilimlerinin sahasına giren konularda verdiği özlü bilgilerin, daha sonra modern ilim tarafından keşfedilmesi, onun ayrı bir mûcizevî yönünü teşkil etmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kur’ân’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan delillerimizi hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhitlik etmesi (onlar için) yeterli değil midir?” (Fussilet 41/53)

“Şunu da söyle: Hamd Allah’a mahsustur. O, işaretlerini size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (en-Neml 27/93)

“Onun bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz.” (Sâd 38/88)

İlmî keşiflere ışık tutması, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devam edecek ayrı bir mûcizesidir. Bu vasfı onun ihtişâmını, her seferinde yeniden ispat edip durmaktadır. Nitekim sürekli artarak devam eden ilmî terakkîler, bu bilgileri devamlı teyid ve tasdik etmektedir. Ancak bu konuda dikkatli davranmak gerekmektedir. Sıhhati sâbit olmamış ilmî nazariyeleri (teorileri) Kur’ân âyetleriyle îzâh etmeye kalkmamalıdır. Bir müddet sonra onlar terkedilir veya yalanlanabilir. Bu durumda insanlar kusuru yanlış tefsir yapan kimsede değil de Kur’ân’da görmeye kalkabilirler. Ancak doğruluğu ispat edilmiş olan ilmî hakikatleri alıp bir kısım âyet ve hadisleri onlarla îzâh etmekte bir mahzur yoktur.[44] Bu konuya misal olarak şunları zikredebiliriz:

İnsanın Yaratılışı

İnsanın anne karnında teşekkülü ve teselsülü husûsunda Kur’ân-ı Kerîm, modern ilmin daha yakın zamanda keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler verir:

“Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden şüphe duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim; ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hâle gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir…” (el-Hacc 22/5)

“Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz; Sonra onu sağlam bir korunakta nutfe hâline getiriyoruz. Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurta) alakaya (rahimde asılıp beslenen embriyoya) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir yaratık hâlinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir.” (el-Mü’minûn 23/)

Rasûlullah (s.a.v) de bu konuda şöyle buyururlar:

“Her birinizin yaratılış mayası, ana rahminde nutfe olarak kırk gün derlenip toplanır. Sonra yine (kırk gün içinde) aleka hâline gelir. Sonra yine öyle (bir kırk gün daha) et parçası (mudğa) hâlindedir. Bundan sonra bir melek gönderilir. (Melek, Allah’ın emriyle) ona rûh üfler ve rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd (kötü veya iyi) olacağını yazar.”[45]

Âyet ve hadîslerin verdiği bu bilgilerle, yakın zamanda modern biyolojinin tespitleriyle tefsir edilmiştir. Bu bilgiler, on dokuzuncu asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde bilinmiyordu. Kur’ân bu hakîkatleri, on dört asır önce sâde bir üslûpla ve net bir şekilde açıklamıştır. Kanada’nın Toronto Üniversitesi’nde Embriyoloji profesörü olan Keith L. Moore Kur’ân’ın bu âyetlerine hayran kalanlardandır.

Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzâh ettikten sonra Abdülmecit Zindânî’nin tavsiyesi ile bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırmaya karar verir. Sonuçta ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mutâbakat hâlinde olduğunu, hattâ Kur’ân’ın, verdiği misal ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiğini itirâf eder. Keith, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yani bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu ifâde eder. Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyâtına şâmildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur’ân ve Rasûlullah (s.a.v) hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk eder.

Ayrıca Keith, verdiği bir konferansta Kur’ân-ı Kerîm’in embriyoloji ile ilgili hakîkatleri karşısında şöyle bir îtirafta bulunur: “Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği mûcizeler üzerinde size bir konferans takdîm ettiğim için çok mutluyum! Asrımızın ilim ve teknolojisinin daha yeni keşfettiği gerçeklerin, bundan 14 asır önce ümmî bir insan tarafından dile getirilmesi, beni büyük bir şaşkınlık ve hayrete düşürmüş, yaptığım bütün araştırmalar da, beni Kur’ân’ın şeksiz şüphesiz vahiy mahsûlü olduğu husûsunda kesin bir kanaate sevk etmiştir.”[46]

Keith, Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve etmiştir. Kendisine:

“–Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:

“–O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir” cevâbını vermiştir.[47]

Kur’ân’ın verdiği bilgilere hayran kalan ilim adamlarından biri de Amerika’da anatomi ana bilim dalı başkanı olan Prof. Dr. Marshall Johnson’dur. Kur’ân’daki yaratılış safhaları ile “mudğa”nın ihtivâ ettiği hakîkatler son derece dikkatini çekmiş ve onu hayrete düşürmüştür:

Bir çiğnemlik et… Tam dişlerin dizilişine göre şekillenmiş durumda. Sanki çiğnenmiş bir etin üzerinde kalan diş izleri görüntüsü… Tamamı bir santimetre (âdeta bir lokma kadar). Mudğa’da insanın bütün husûsiyetleri mevcut. Ancak kimi faal, kimisi henüz faâliyete geçmemiş! Tıp, bu durumu anlatabilecek bir tâbir bulamıyor. Organlar iş yapıyor dese, yapmayanlar var; yapmıyor dese yapanlar var. Oysa Kur’ân, bunu “belli belirsiz bir çiğnem et” diye tavsîf ederek onun bütün bilgilerini ihtivâ eden bir tâbirle düğümü küsûr sene evvelinden çözmüş bile… İşte Kur’ânî bilgileri önce peşînen reddedip sonra da tamâmen kabûl etmek zorunda kalan, hattâ bu arada birçok yeni hakîkatler de öğrenen Prof. Dr. Marshall, sonunda ısrarlı bir şekilde şöyle demekten kendini alamadı:

“Evet, ilim ehline ışık tutan bu Kur’ân, Allah tarafından indirilmiştir. Zamanı geldikçe onun hakîkatleri böyle tek tek açılacak ve ortaya çıkacaktır. Allah’ın buyurduğu, «Her haberin mukarrer bir zamanı var, artık ileride bilirsiniz!»[48] âyeti tecellî edecektir.”[49]

İlim adamları, yüzyılda henüz mikroskop keşfedilmeden önce, spermin ana rahmine tam bir insan şeklinde geçtiğini zannediyor, insanın safha safha yaratılışını bilmiyorlardı. Bu görüş, yüzyılda da devâm etti. Hattâ asrın yarısına kadar ilim adamları, insanın safha safha yaratıldığı hakîkatine ulaşamadılar. Ancak son zamanlarda teknik imkânların iyice artması sebebiyle bu hususta yeterli araştırmaları yapabildiler ve nihâyet Kur’ân’ın sene evvel ifâde buyurduğu hakîkatin eşiğine varabildiler. Demek ki, doğru bir şekilde yapılan bütün ilmî çalışmalar, sonunda mutlaka Kur’ân’ı tasdik edecektir. Bu durum, Kur’ân’ın azamet ve ihtişâmını gösteren delillerden sadece biridir.[50]

Anne Sütü

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de çocukların iki tam yıl emzirilmesini tavsiye ederek şöyle buyurur:

“Emzirmenin tamamlanmasını isteyen kimse için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler” (el-Bakara 2/)

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur…” (Lokman 31/14)

“İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek doğurdu. Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır…” (el-Ahkâf 46/15)

Zamanımızda tıp ilmi de, annenin çocuğunu emzirmesinin, hem kendi sağlığı hem de bebeğin sağlığı açısından fevkalâde ehemmiyetli olduğunu ispat etmiştir. Anne sütünde çocuğun ihtiyaç duyduğu vitaminler, hormonlar, koruyucu maddeler ve mikroplarla mücâdele eden enzimler yanında annenin karakterini çocukta teşekkül ettirecek unsurlar mevcuttur. Anne sütünde, insanın beslenmesi açısından temel unsur olan protein, şeker, yağ, fosfor ve vitaminlerin tümü, bebeğin bünyesine uygun gelecek şekilde çok âhenkli bir nisbet ve ölçüde bulunmaktadır. Anne sütünde, bebeği ilk altı ayda tüm mikroplu hastalıklardan koruyan bağışıklık maddeleri vardır. Bu ve benzeri sebeplerle bebeğin ilk altı ayda sadece sütle beslenmesi çok faydalıdır.

Tıp ilmine göre de, ideal bir emzirme süresi iki tam yıldır. Çünkü karaciğerin kan yapması dolayısıyla çok yüklü oluşu ve diğer organların gelişim hâlinde olması sebebiyle anne sütüne olan mecbûrî ihtiyaç, iki yıl devam etmektedir. Ayrıca çocuğa âit gelişmenin en önemli safhasında da gerçek biyolojik maddelere olan ihtiyaç süresi iki yıldır. Zira tıp, bebeğin ilk iki yılda gerçekleştireceği gelişmenin en mühim devre olduğunu kabûl etmektedir. Yine tıp, bebeğini yıl emziren annelerde biyolojik bir yenilenmenin meydana geldiğini, bu sebeple onlarda göğüs kanserinin çok az görüldüğünü, çocuğuna süt vermeyen annelerin ise, sıhhat bakımından tehlike altında bulunduğunu ifâde etmektedir. Bütün bu faydaların kâmil mânâda gerçekleşmesi için emzirmenin iki yıl olması îcâb eder ki, bu da büyük bir Kur’ân mûcizesidir.

Diğer taraftan Nisâ Sûresi’nin âyetinde evlenilmesi haram olan kadınlar arasında “süt bacılar” da sayılmaktadır. İslâm fıkhına göre, çocukluğun ilk iki yılı içerisinde vukû bulan emzirmelerle sütkardeşliği meydana gelir. İki yıldan sonraki emzirmelerde bu kardeşlik mevzubahis değildir. Demek ki, iki yıl sonra anne sütü, taşıdığı aslî özelliğini büyük ölçüde yitirmektedir.

Anne sütü, çocuğun rahimde meydana gelmesiyle oluşur. Bir başka çocuk, iki seneye kadar bu sütten belli bir miktar emdiğinde sütkardeşliği tahakkuk eder. Bu süt, çocuğun oluşmasıyla meydana geldiği için, onu emen diğer çocuğa da aynı karakter intikal eder. Yani ortak vasıflara hâiz bir kardeşlik karakteri gerçekleşir. Bu sebeple İslâm’da, zikri geçen âyet-i kerîme ile sütkardeşlerinin evlenmesi haram kılınmıştır. Normal batın kardeşliği gibi sütkardeşliği de aynı mahremiyet ölçülerine tâbîdir. Bu haram kılmanın, bilinen ve bugün için henüz meçhûl olan pek çok hikmetlerinin bulunduğu muhakkaktır.[51]

Yukarıda zikredilen âyetlerde bir mucize daha vardır: Bakara sûresinin âyetiyle Lokman sûresinin âyetinde çocuğun iki sene emzirilmesinden bahsediliyor. Ahkâf sûresinin âyetinde ise hâmileliğin ve sütten kesmenin süresinin otuz ay olduğu ifade ediliyor. İki seneyi yani yirmi dört ayı süt emmeye ayırdığımızda geriye altı ay kalıyor. Bu da hâmileliğin en kısa süresinin altı ay olduğunu gösteriyor.

İmam Mâlik şöyle anlatır: Hz. Osman’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Normalde bir çocuk ancak dokuz ayda doğabileceğinden bu durum, insanları şüpheye düşürdü. Kadının cezâlandırılmasını düşünürken Hz. Ali (r.a) müdâhale etti. Bahsedilen âyetleri okuyarak; “Bu durumda hâmilelik müddeti altı ay olabilir” dedi. Bu açıklama üzerine Hz. Osman (r.a) kararından vazgeçti.[52]

Bu âyetlerde aynı zamanda zaruret hallerinde çocuğu iki yılı doldurmadan sütten kesmenin mümkün olduğuna işaret edildiğini de söyleyebiliriz.

Parmak İzi

Parmak izlerini inceleyen ilim dalı (Daktiloskopi), parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, yılında keşfedilmiş ve senesinde kullanılmaya başlanmıştır.[53] Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden şöyle dikkat çekmiştir:

“İnsan, Biz’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını (بَنَانَهُ) bile bütün incelikleriyle yeniden düzenlemeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâme 75/)

Bugün bir şifre olarak parmak iziyle açılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Zira her insanın parmak izi farklıdır. Hattâ insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Tıpkı parmak izi gibi, insanların gözleri de birbirinden farklıdır. Şifre yerine, sahibinin gözüyle çalışan makineler, açılan bilgisayarlar veya kapılar, günlük hayatta giderek yaygınlaşmaktadır. 1 cm2 bile olmayan küçücük bir alanda sonsuz farklılıkları yaratan Allah Teâlâ yüceler yücesidir!

Gen Hârikası

Genetik ilminde yapılan ye­ni ke­şif­ler, her in­sa­nın nev’i şah­sı­na mün­ha­sır bir başka şif­re­si daha ol­du­ğunu or­ta­ya koy­muş­tur. Üstelik bu gen denilen şeyler o kadar küçüktür ki, yeryüzündeki bütün canlıların genleri bir araya toplansa bir fındık kabuğunu doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler, her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkilere husûsiyetlerini verirler. Bu ancak hikmet sahibi bir yaratıcıdan sâdır olabilecek sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olabilir; başka hiçbir nazariyeye imkân yoktur.[54] Nitekim bu hakîkate işaretle Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» buyurmuştu. Onlar da, «Evet, şâhit olduk (ki Rabbimizsin)» demişlerdi. Böyle yapmamız, kıyâmet günü, «Biz bundan habersizdik» dememeniz içindir.” (el-A‘râf 7/)

Acıyı Deri Hisseder

Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason, azapla ilgili bir çalışma yapmış ve şu neticelere ulaşmıştı: Azâbın uzun müddet devam edebilmesi için, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kâbiliyeti kazandırmak gerekir. Çünkü azap, deriler üzerinde gerçekleştiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Zira beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla yapmaktadır.

Bu ilmî neticelere ulaşan Tajason’a bir gün şu âyet-i kerîme gösterildi:

“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri yarın ateşe atacağız! Onların derileri yandıkça, başka derilerle değiştiririz ki, azâbı tatsınlar! Allah dâimâ üstün ve Hakîm’dir.” (en-Nisâ 4/56)

Âyet-i kerîme, Tajason’a şok tesiri yaptı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olamayacağını îtirâf etti. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmân etti. Nihâyet kendisi de Riyad’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirdikten sonra sevinçle; “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.[55]

Göklerle Yerin Bitişikken Ayrılması

Kur’ân-ı Kerîm’de göklerle yerin önceden bitişik olduğu, daha sonra yaratılma sürecinde Allah tarafından ayrıldığı bildirilir:

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Hâlâ inanmazlar mı? Onları sarsmasın diye yeryüzüne köklü dağlar yerleştirdik. Orada geniş geniş yollar açtık; ta ki doğru ve rahatça gidip maksatlarına ulaşsınlar. Biz, semâyı da korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler. O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (el-Enbiyâ 21/)[56]

“Sonra (Allah’ın irâdesi) göğe yöneldi; o zaman gök duman hâlinde idi.Ona ve yerküreye; «İsteyerek veya istemeyerek, gelin!» buyurdu. İkisi de; «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11)

Bugün ilim dünyasının bu konuda sahip olduğu kuvvetli kanaat da, bu âyetlerin çizdiği çerçeveye uygun düşmektedir.[57]

Tokyo İlmî Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Dr. Yuşili Kozayn bir konferansında yerin ve gökteki diğer cisimlerin oluşumu hakkında bugün ilmin gâyet net tespitler yaptığını söylemekte ve bunların sâbit gaz kütlesi hâlinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı. Bu esnada kendisine Kur’ân’ın bu konuyla ilgili âyetlerinden bahsedildi. Kur’ân, bu oluşum hâlindeki varlığa “duhan” diyordu ve bu tâbir ona çok tesir etti. Çünkü o âna kadar ilim, gaz kütlesinin patlaması neticesinde belirmeye başlayan şekli “sis” kelimesiyle ifâde etmekteydi. Hâlbuki sis, bünyesinde bulunan soğukluk ve su gibi özellikleriyle bu hakîkati îzahtan çok uzaktı. Kur’ân-ı Kerîm ise “duhân, yani sıcak duman” demekle, hem gerçek târifi yapmış, hem de mevcut reaksiyona ışık tutarak patlamadaki harârete de değinmiş bulunuyordu. Yuşili:

“–Bu kitap ne zaman indi?” diye sordu.

“– sene evvel” cevabını alınca şok oldu ve büyük bir şaşkınlık içinde şöyle dedi:

“–Hiç şüphe yok ki bu kitap, kâinâta tepeden bakıyor. Baksanıza; ne var ne yok her şeyi bütün ayrıntılarına kadar görmüş ve hem de gücüne erişilemeyecek bir mükemmellikle tasvîr etmiş!.. Ona gizli kalabilen hiçbir şey yok!”

Kendisine, müsbet ilim ancak bâzı hakîkat kırıntılarını tespit ve keşfedebildiği hâlde, Kur’ân’ın, bunları daha dakîk bir şekilde önceden nasıl haber verdiği sorulunca Yuşili şu cevabı vermiştir:

“–Bu bilgilerin bir insan sözü olması mümkün değil! Çünkü biz ilim erbâbı, ancak bir mevzû üzerinde derinleşebiliyoruz. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, bütün bir kâinat sahasındaki bilgileri, hattâ daha ötelerini en mükemmel bir şekilde ihtivâ ediyor ve îzah ediyor! Bu kadar geniş bir sahayı içine alan en doğru ve en mükemmel bir ilmî kudreti hiçbir beşer gösteremez! Bundan sonra ilmî hayatımın rotası Kur’ân-ı Kerîm olacak! Önceki dar çerçevemi Kur’ân’la genişleteceğim!..”[58]

Bu izahlardan anlıyoruz ki kâinat ezelî ve ebedî değildir. Onun bir başlangıcı vardır ve mutlaka bir sonu da olacaktır. Allah bütün varlıkları, daha önce hiçbir mahlûk yokken yoktan var etmiştir. Kâinâtın ilk maddesine “ol” demiş, madde de oluvermiştir.[59]

Galaksiler ve Güneş Sistemi

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok defa göklerin yaratılışına, sağlamlığına ve genişliğine dikkat çekilir.[60] Yakın zamana kadar insanlar göklerin genişliğini ve büyüklüğünü çok sınırlı bir şekilde anlayabiliyorlardı. Ancak son gelişmelerle semaların ne muazzam bir yapıda olduğu daha iyi anlaşıldı ve böylece Kur’ânî ifadeler de daha iyi idrak edilmeye başladı. Şimdi bunu daha yakından görebilmek için insanoğlunun göklerle ilgili ulaşabildiği bir takım bilgileri nakledelim:

Her gün gördüğümüz Güneş’ten başlayalım. Güneş sistemi 12 milyar km çapındadır. Güneş’in yaşı 4, milyar yıl olarak hesap ediliyor. Güneş, Samanyolu merkezinden ışık yılı uzaktadır.

Güneş’te her saniye milyon ton hidrojen milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk gaz maddesi de enerji/ışın hâlinde yayılır. Yok olan kütleye göre hesap edersek Güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise milyon ton madde kaybetmiş olacaktır. Eğer Güneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji üretiyorsa, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle milyar kere milyon ton olacaktır ki, bu değer, yine de Güneş’in şimdiki toplam kütlesinin ’de biri kadar ancak tutar.

Güneş zeminindeki sıcaklık santigrat derecedir. Merkezindeki sıcaklık ise yaklaşık olarak 20 milyon santigrat dereceyi bulur. Güneş’in sıcaklığı devamlı artarken, çapı da büyüyor. Çapı büyümeye devam eden Güneş’in bir zaman sonra patlayarak en yakın gezegenleri Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ı yok edebileceği mümkün görülmektedir.

Güneş’in kütlesi 2 x 1027 yani iki kere milyar kere milyar kere milyar tondur. kilometrelik devâsâ bir yarıçapı vardır. Dünya’dan kat daha büyüktür.[61]

Güneş’ten daha büyük yıldızlar vardır. Büyüklü küçüklü milyarlarca yıldızın birleşmesiyle bir galaksi (gökada) meydana gelir. Semâda milyarlarca galaksi vardır. Galaksi, kütleçekim kuvvetiyle birbirine bağlı olan yıldızların, gaz-toz-plazmaların meydana getirdiği maddelerin ve henüz ne olduğunu bilmediğimiz karanlık maddenin oluşturduğu bir sistemdir. Samanyolu Galaksisi bunlardan sadece biridir. Güneş sistemi de Samanyolu Galaksisi içinde yer alan milyarlarca yıldızdan sadece biridir. Yıldızların bir araya gelip galaksiyi oluşturması gibi galaksiler de bir araya gelerek daha büyük gruplar oluştururlar. Meselâ Samanyolu, Andromeda ve Macellan Bulutları 30 galaksiden oluşan ve “Yerel Grup” diye isimlendirilen bir grupta yer almaktadır. Bu grubun en büyük galaksisi Andromeda, ikinci sıradaki de Samanyolu’dur. Spiral galaksiler ışıkyılından ışık yılına kadar farklı büyüklüklerde olabilir. Samanyolu galaksisi yaklaşık ışık yılı büyüklüktedir. Galaksilerin birbirinden uzaklığı, galaksilerin çaplarının yaklaşık 20 katı kadardır. Andromeda ve Samanyolu arasındaki uzaklık yaklaşık milyon ışık yılıdır. Kâinâtta sürekli olarak gaz bulutları, galaksiler birbirleriyle çarpışmaktadır. Yaklaşık 5 milyar yıl sonra Samanyolu’nun da, komşusu Andromeda ile çarpışacağı hesaplanmaktadır. Böyle bir şey olur ve o zaman dünya üzerinde yaşayan kimseler bulunursa muhtemelen onlar bu durumdan müteessir olmayacaklardır. Çünkü yıldızlararası uzaklık, yıldız çapının milyon katını bulabilir. Bu da, iki yıldızın çarpışmasını neredeyse imkânsız hâle getirir. Dolayısıyla galaksiler çarpışma esnasında birbirlerinin içlerinden geçip gidebilirler.[62]

Kâinâtın görebildiğimiz kısmında milyar civarında büyük, trilyon civarında da küçük galaksinin bulunduğu ifade edilmektedir. “Samanyolu” veya “Andromeda” gibi büyük galaksiler, 50 milyar ile birkaç trilyon arasında farklı sayılarda yıldıza sahiptir. Küçük galaksilerde ise birkaç milyon ila milyar arasında yıldız bulunur. Çok çeşitli boyutları olan bu küçük galaksilerin mühim bir kısmı, büyük galaksilerin uydusu durumundadır. Küçük galaksilerden biri, 10 ila 20 bin ışık yılı çapa sahip olabilir. Bunların bünyesinde, her çeşit yıldız, küçüklü büyüklü yıldız kümeleri, gaz ve toz bulutları yer alır. Bazılarının merkezinde dev karadelikler de keşfedilmiştir. Samanyolu, Andromeda ve Üçgen (Triangulum) galaksisinin bulunduğu Yerel Gökada grubunda 40 civarında küçük galaksi bulunmaktadır.[63]

Yüzlerce ya da binlerce galaksinin bir arada olduğu topluluklara, Galaksi Kümesi denir. Galaksi kümelerinin oluşturduğu topluluklara da Galaksi Süperkümesi denir.[64] Bir Süperküme’de onlarca galaksi kümesi bulunur ve çapı da milyon ışık yılını bulur.[65]

Şimdi bu bilgiler ve verilen rakamlar üzerinde durup biraz düşünelim. Aklımıza hayâlimize sığmayan muazzam büyüklükte bir kâinât ile karşı karşıyayız. Bu bilgiler bize Allah’ın azametini ve Kur’ân’ın haber verdiği şeylerin doğruluğunu gösteriyor.

“Semâda burçlar yaratan ve onların içine bir çerağ (Güneş) ve nurlu bir Ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân 25/61)

“Göklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük bir olaydır ama insanların çoğu bunu bilmez.” (el-Mü’min 40/57)

“Gökleri, yeri ve oralarda üretip yaydığı canlıları yaratması O’nun (kudretinin) delillerindendir. O dilediği zaman onları bir araya getirme gücüne de sahiptir.” (eş-Şûrâ 42/29)

“Onlar düşünmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratma konusunda acze düşmeyen Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Şüphe yok ki O her şeye kādirdir.” (el-Ahkâf 46/33)

Kâinâtın Genişlemesi

Yeryüzü, semâlara nisbetle okyanusta bir damla gibi, belki bundan da küçüktür. Kur’ân’ın pek çok yerinde göklerin büyüklüğünden, sağlamlığından ve haşmetinden bahsedilir, onlar üzerine yeminler edilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Burçlarla dolu gökyüzüne andolsun ki!” (el-Burûc 85/1)

“Hayır! Yıldızların mevkîlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa 56/)[66]

sene evvel yıldızlarla ilgili çok şey bilinmiyordu. O günlerde Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede yıldızlar arasındaki mesâfelere yemîn etti ve bunun hakikaten büyük bir yemin olduğunu söyledi. Bu mesafenin binlerce, milyonlarca ışık yılı olduğu daha yeni yeni keşfedilmektedir. Işık ise yaklaşık olarak sâniyede kilometre hızla gider. Yıldızlar arasındaki uzaklıklara baktığımızda bunlar insan aklının bugün bile idrak edebileceği rakamlar değildir. Bu mesafeler her saniye daha da artmakta ve kâinat büyük bir süratle genişlemeye devam etmektedir. Bu sebeple ilim adamları:

“Kâinat, bizim hayâl edebildiğimizden çok daha ürpertici, dehşet verici ve çok daha büyüktür. Çünkü kâinattaki cisimler fezâda korkunç bir süratle birbirlerinden uzaklaşmaktadır” demek zorunda kalmışlardır.[67]

Âlimler, senesinde nebülözlerin[68] bizim galaksimizden uzaklaştığını keşfettiler. Daha sonra bu keşiften hareketle kâinâtın devamlı genişlediği teorisini ortaya attılar.[69] Yirminci yüzyılın bilimde en mühim dönüşümlerinden birini meydana getiren bu iddiâya göre, galaksiler uzaklıklarıyla orantılı olarak artan bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır.[70] Âlimler yılında, bu kanunu tatbik ederek galaksilerin uzaklaşma hızını hesapladılar. Bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede kilometredir.[71] Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:

“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) biz binâ ettik ve biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-Zâriyât 51/47)

Âyet-i kerimede geçen “mûsi‘ûn” kelimesi ism-i fâilin cem‘i olup genişletmek, yaymak, daha geniş ve daha uzak hâle getirmek anlamlarına gelen evsa‘a fiilinden gelmektedir. Bilhassa eşya söz konusu olduğunda genişletmek anlamını ifade eder. Bu ayet hem kâinâtın genişliğine, hem de genişlemeye devam ettiğine işaret eder. Kâinât o kadar geniş ve sınırsızdır ki, içinde milyarlarca nebüle bulunmakta ve bunların sadece bir tanesinde bile yüz milyonlarca parlak yıldız yer almaktadır.[72] Astronomi âlimleri, kâinâtın yarıçapını 14 trilyon ışık yılı olarak tahmin etmektedirler. Işığın hızı ise yaklaşık olarak saniyede km’dir. Muazzam bir genişliğe sahip olduğu tespit edilen kâinâtın, olduğu gibi kalmayıp her sâniye büyük bir hızla genişlemeye devam ediyor olması, onu yaratan ve ayakta tutan Allah’ın azametini tam olarak idrâk etmemizin mümkün olmadığını göstermektedir. Bu hakikat aynı zamanda genişleme neticesi ortaya çıkan boşluğu dolduran madde ve enerjinin yoktan yaratıldığını da göstermektedir.[73]

Bu muazzam kâinâtı devamlı genişletmekte olan Cenâb-ı Hak, nihâyet onu, bir kâtibin kâğıdı dürüp rulo yaptığı gibi tekrar dürecektir.[74] Yine vakti geldiğinde yeri başka bir yere, gökleri de başka göklere çevirecektir.[75] Bu ise yeni bir âlemin yaratılmasını ve yeni bir hayatın başlamasını ifâde etmektedir.[76]

Korunmuş Tavan

Ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşları semânın her tarafına dağılır. Bunların dünyaya çarparak oradaki hayatı sona erdirmesi mümkündür. Ancak Cenâb-ı Hak, Dünya’yı bunlardan muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, Dünya için tehlikeli olacak pek çok cismi tutarlar. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşlarını da Ay çeker. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz. Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girince sürtünme sebebiyle yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yeryüzüne ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[77]

Ayrıca dünyanın hareketinden meydana gelerek onu kuşatan manyetik alan ve atmosferin muhtelif katmanları da, Dünya’yı uzaydan gelen zararlı ışınlardan ve Güneş patlamalarından muhâfaza eder. Atmosfer bizi uzaydaki eksi dereceyi bulan akıl almaz soğuktan da muhâfaza eder. Meselâ atmosferi olmayan Ay’da hava gece eksi derece, gündüz ise artı derece civarında olur. Çünkü “korunmuş tavan”ı olmadığı için Güneş’ten gelen tüm ısı ve ışık, olduğu gibi Ay yüzeyine düşer. Kur’ân-ı Kerîm’de dünyanın korunmasına şöyle işaret edilir:

“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (el-Enbiyâ 21/32)

Güneş ve Ay’ın Yapısı

Kur’ân-ı Kerîm, Güneş ve Ay’ın farklı cisimler olduğunu ifâde eder:

“Gökte yıldız kümeleri oluşturan, yine orada bir ışık kaynağı ve aydınlatan bir ay yaratan (Allah) mübarektir, cömerttir.” (el-Furkân 25/61)

“Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbirleriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış? Bunların içinde Ay’ı bir nûr, Güneş’i de bir kandil yapmış!..” (Nûh 71/)

Âyet-i kerîmelerde Ay, “münîr, aydınlatıcı bir cisim”, Güneş ise, kandil (sirâc) veya parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan bir lamba (vehhâc) olarak vasıflandırılır. Böylece Ay ve Güneş’in farklı vasıf ve husûsiyetlerde olduğuna, ışıklarının aynı mâhiyette olmadına işaret edilir.[78]

Âyetlere bakıldığında alev alev yanan ve bizzat kendisi ışık veren cisme verilen isimle soğuk ve karanlık bir cisim üzerine düşen ışığa verilen ismin özenle seçildiği görülür.[79] Bugünkü bilim, uzayda ısı ve ışık kaynağı olan gök cisimlerine “yıldız”, bağlı bulunduğu yıldızdan aldığı ısı ve ışığı yansıtan gök cisimlerine de “gezegen” demektedir. Buna göre Güneş, Samanyolu Galaksisi içinde yer alan bir yıldız; Dünya, Güneş sistemi içinde bir gezegen; Ay da Dünya etrafında dönen bir uydudur. Yani Dünya ve Ay’daki ısı ve ışığın kaynağı Güneş’tir; onlar ise sadece bir yansıtıcıdır. Kur’ân-ı Kerim her kelimeyi en dikkatli bir şekilde ve hakikate uygun olarak seçip kullandığı için Ay ile Güneş’in durumlarını farklı kelimelerle ifade etmiştir. Günümüzde Ay ve Güneş’le ilgili bildiklerimizle Kur’ân’ın bu husustaki ifadeleri arasında hiçbir çelişki göremeyiz. Muharref Tevrât ise, Güneş ve Ay’ı “ışıklar” olarak nitelendirir, yalnız bunlardan birine “büyük” ötekine “küçük” sıfatını verir. Bu ise zamanımızın ilmî verilerine uygun değildir.

Diğer taraftan Ay, hareketlerindeki safhalarla zaman tespiti için insanlığın istifâdesine sunulmuştur. Bunu da şu âyet-i kerime ifade etmektedir:

“…Yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için Ay’a birtakım menziller takdîr eden O’dur. Allah bunları (boş yere değil), ancak bir gerçeğe (ve bir hikmete) binâen yaratmıştır. (Allah), âyetlerini bilen kimseler için açıklamaktadır.” (Yûnus 10/5)[80]

Yıldızlar Yol Gösterir

Semâya serpiştirilen yıldızların bir hikmeti de, insanlara kılavuzluk yapmalarıdır:

(Allah) O’dur ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için yıldızları yarattı. Gerçekten, bilen kimseler için âyetleri iyice açıkladık.” (el-En‘âm 6/97)

(Yol bulmak için faydalanılacak) işaretler de (yarattı. İnsanlar), yıldız(lar)la da yol bulurlar.” (en-Nahl 16/16)

Meselâ Kutup Yıldızı dâimâ kuzeyi gösterir. Bundan hareketle insanlar diğer yönleri tespit edebilirler.

Kâinâttaki bütün cisimlerde ilâhî bir sanat ve tanzim vardır. Bunun için birbirlerine çarpmadan her biri kendisine belirlenen yörüngede döner. Hareketlerinde bir anlık gecikme ve hızlanma olmaz. Hep aynı ilâhî denge içinde akıp giderler. Son derece dakik ve hassa bir hesapla döndükleri için zaman ve yol tâyininde kullanılırlar. Bu da, âyet-i kerîmede işaret buyrulan ayrı bir azamet tecellîsidir.

Zamanın İzâfîliği

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Andolsun ki Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı gündeyarattık. Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” (Kâf 50/38)

Bâzı tefsirciler, altı günden maksadın, altı zaman dilimine yayılan altı dönem olduğunu belirtmektedirler. Bugünkü modern ilim de Kur’ân-ı Kerîm’deki bu ifâdeyi tasdîk etmektedir. Bugün yahûdilerin elinde bulunan ve onlar tarafından tahrif edilmiş olan Tevrât ise, bu altı günü normal yirmi dört saatlik bir gün olarak görür ve “Yedinci gün olan cumartesi günü Allah dinlendi” der.[81] Bu îzah tarzı, Tevrât’ın bugünkü hâliyle ilmî hakîkatlerden ne kadar uzak, Kur’ân’ın ise bütün âyetleriyle her zaman ve mekânda ne büyük bir mûcize olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu âyette bahsedilen gün, belli bir zaman aralığıdır, bugün insanların bildiği 24 saatlik bir zaman dilimi değildir. Onun müddetini ancak Allah Teâla bilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.” (es-Secde 32/5)

“Melekler ve Rûh (Cebrâîl), oraya, miktârı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (el-Meâric 70/4)

Secde Sûresi’nde kâinâtın tedvîriyle ilgili bir zaman, Meâric Sûresi’nde ise melekler ve Cebrâîl (a.s) için mevzubahis olan bir mesâfeyi ihtivâ eden farklı bir zaman bildirilmektedir. Yani her iki zamanın da mevzûları farklıdır ve aralarında bir tenâkuz yoktur. Bu itibarla denilebilir ki, Cenâb-ı Hak katındaki zaman mefhûmu, beşerin idrâk ettiği zaman anlayışından çok farklıdır. Bâzı müfessirlere göre bu ifâdeler, birer kinâyedir ve sürenin uzunluğunu belirtmek içindir. Fakat bu süre, mahlûkat için geçerli bir süredir. Hak Teâlâ için ise, hiçbir zaman mefhûmu geçerli değildir. O, bütün zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh bir Sübhân’dır!..

İlim adamları, bu âyetlerden, son zamanlarda keşfedilen “zamanın izâfîliği” husûsuna da bir işaret çıkarmaktadırlar.

Zamanın izâfî oluşuna bir delil de şudur: Dünya kendi ekseni etrafındaki bir turunu 24 saatte tamamlar ve bir gün oluşur. Ay ise kendi ekseni etrâfındaki turunu günde tamamlar. Bu sebeple Ay’da gün gündüz, gün de gece yaşanır ve Dünya’dan bakıldığında Ay’ın hep aynı yüzü görülür. Aynı şekilde diğer gök cisimlerinin de eksenleri etrafındaki dönüş müddetleri ve bunun netîcesinde gün ve sene mefhumları farklı farklıdır.[82] Meselâ Merkür, Güneş etrafındaki dönüşünü 88 günde, Venüs günde, Mars günde, Jüpiter 11 senede, Uranüs 84 senede tamamlar. Kendi eksenleri etrafındaki dönüşleri de farklı farklıdır.

Atomun Parçalanması

Bundan 14 asır evvel Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:

“…Ne yerde ne gökte zerre (atom) ağırlığınca bir şey Rabb’inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus 10/61)

“Küfredenler ise «bize o saat gelmez» dediler, de ki hayır, Rabbim Hakk’ı için o size behemehâl gelecek, gaybi bilen Rabbim ki ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz, ne ondan daha küçüğü, ne de daha büyüğü, hepsi mutlak bir «kitab-ı mübîn»dedir.” (Sebe’ 34/3)

Âyet-i kerîmelerde atomdan ve ondan daha küçük varlıklardan bahsedilmektedir. Hâlbuki asra kadar atomun parçalanamayacağı görüşü hâkimdi. Atomun, maddenin parçalanamayan en küçük parçası olduğu zannediliyor ve “cüz’-ü lâ yetecezza: parçalanamayan parça” diye isimlendiriliyordu. Fakat asrın ilk yarısının sonlarında âlimler atomu parçalayarak onun proton, nötron ve elektron diye isimlendirdikleri üç unsurunu keşfettiler. Daha sonra proton ve nötronun da kuarklardan oluştuğu keşfedildi. Âyetlerdeki “zerreden daha küçüğü” ifadesinin bu hususa delâlet ettiğini söyleyebiliriz. “Göklerde ve yerde” ifadesinden de yerdeki atomların özelliklerinin Güneş ve yıldızlardakilerde de aynen bulunduğunu anlayabiliriz.[83]

Büyük İslam mütefekkiri Mevlânâ Hazretleri de () asırlar evvel bu hakîkati şöyle haber vermiştir:

“Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temiz­lenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet duma­nından arınmış olduğu için, nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kud­retini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî istekler, şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lût­funa, rahmetine dönersiniz” âyetinin[84] sırrına nasıl erersin? Bunun ne ol­duğunu nasıl anlarsın? Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür.”[85]

Mevlânâ Hazretleri’nin bir kısım eserlerini Fransızca’ya tercüme eden Eva De Vitray Meyerovitch şöyle diyor: “Söylemekten gurur duyuyorum, Mevlânâ’nın son çevirdiğim eseri benim 10 yılımı aldı. Hârikulâde güzel ve büyük bir eserdir bu Düşünün, Mevlânâ, «Atomu keserseniz güneş sistemini bulursunuz» diyor. İçinde ve çevresinde dönen gezegenler bulunduğunu söylüyor. Ama dikkat etmek gerektiğini de ifâde ediyor. Zira bu atomlar ağızlarını açtıklarında, bütün dünyayı yok edebilecek bir ateşin çıkacağını ilâve ediyor. Görüldüğü gibi, asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor. Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor. Hâlbuki bilim bunu ancak ’da ortaya koyabildi. Daha önceleri yedi gezegenin bulunduğu sanılıyordu Batı’da Güneş’in Dünya çevresinde döndüğü söylenirken, Mevlânâ Dünya’nın öbür gezegenler gibi, küçük bir gezegen olduğunu söylüyor. Ve daha bilinmeyen pek çok şey söylüyor…”[86]

Mevlânâ Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye hizmet eden, maddî ve mânevî ilimlerde önemli bir noktaya gelmiş büyük bir İslâm âlimidir. Kur’ân’ın sırlarına pek çok âlimden daha fazla vâkıftır.

Aynı konuyla ilgili olarak matematik profesörü Gary Miller şöyle der: “Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinden önce atom hakkında bilinen bir teori vardı. Bu teoriyi de yunan filozof Demokritos ortaya atmıştı. Bu filozofun ardından gelenler de, maddenin gözle görülemeyen, bölünemeyen ve atom (zerre) ismi verilen parçacıklardan meydana geldiğini ortaya attılar. Şimdi ise, maddenin en küçük parçası olan zerrenin, tâbi olduğu maddenin aynı husûsiyetlerini taşıdığı ve aynı şekilde ayrışıp bölünebileceği keşfedildi. Bu bilgi, geçtiğimiz asırdaki gelişmelerin neticesinde elde edilen yeni bir hakikat sayılır. Hâlbuki ne kadar câlib-i dikkattir ki bu bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel bize takdim edilmişti. Âyet-i kerime atomdan daha küçük varlıklardan bahsetmektedir. En ufak bir şüphe yok ki; böyle bir şey o dönemde hiçbir yazar ve hiçbir Arap tarafından yazılamaz. Çünkü o dönemde en küçük olarak bilinen şey “zerre” yani atom idi. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekten de zamanla aşınmadığına delil teşkil etmektedir.”[87]

Çift Yaratılış

Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

 “Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbîh ve takdîs ederim!” (Yâ-sîn 36/ Ayrıca bkz. er-Ra‘d 13/3)

“Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.” (ez-Zâriyât 51/49)

İlim adamlarının yakın zamanda keşfettiklerine göre insanlar ve hayvanlar nasıl çiftse, bitkiler ve diğer varlıklar da hep çift çift yaratılmıştır. Atomlar bile çifttir. Onların bir kısmı artı bir kısmı eksi yüklüdür. Meselâ artı elektrik eksi elektriğe akar, ışık yanar; artı bulut eksi buluta akar, yağmur yağar. Bu ilâhî kânun bütün mahlûkâta şâmildir. Bunu bugün ilmî araştırmalar da teyit etmektedir. Bu sebeple “Teklik Allah’a mahsustur” denilmiştir.[88]

İki Deniz Arasındaki Perde

Rahmân Sûresi’nin 19 ve Âyetlerinde, “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar!” buyrulur. Furkân Sûresi’nin ve Neml Sûresi’nin âyet-i kerîmelerinde de benzer ifadeler yer alır. Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mucizesidir. Son keşiflerde Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği Cebel-i Târık Boğazı’nda, suların birbirine karışmasına mânî olan sudan bir perdenin olduğu tespit edilmiştir. Böylece iki denizin suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterini muhafaza etmektedir.[89] Aynı türden bir su engeli ’lı yıllarda Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da keşfedilmiştir. İlmî açıklamaya göre, tuzluluk oranları ve yoğunlukları farklı iki su kütlesi, “yüzey gerilimi” denen bir husûsiyet sayesinde birbirine karışmamaktadır. Bu yaratılış mûcizesinin en büyük faydası, farklı sularda farklı canlıların yaşamasına münâsip vasatın sağlanmasıdır.

Mr. A. Brawn, denizlerle ilgili bu ve benzeri âyetlerle karşılaşmıştı. Hem tuzlu hem tatlı sudan taze et, inci ve mercan çıkarıldığını, gemilerin rüzgârla yürüdüğünü… ifade eden âyetleri tefekkür eden bu İngiliz, Hint kıyı şehirlerinden birine varınca oradaki bir müslümana:

“–Sizin peygamberiniz Muhammed, denizlerde seyahat etti mi?” diye sordu. O da:

“–Hayır, bildiğimize göre o denizlerde seyahat etmemiştir” dedi. Bu cevap üzerine İngiliz gemici, Kur’ân’ın vahiyden başka bir yolla Peygamber Efendimiz’e gelemeyeceğine kanaat getirdi. Kur’ân’ın tevhîd ve hukûka dâir âyetlerini tefekkür edip bunları Tevrat ve İncil’deki sözlerden daha doğru ve anlamlı bularak müslüman oldu. Daha sonra Mısır’a gidip âlimlerle görüştü.[90]

Nehirler ve Denizler

Yukarıda bahsedilen su engeli, tatlı su nehirlerinin denize döküldüğü haliç ve deltalarda da görülür. Hem üst hem de dip akıntılarıyla birbirlerine karışması son derece kolay görülen nehirler, denizlere döküldükleri noktalarda asla tuzlu su ile karışmazlar. Cenâb-ı Hak bu iki su arasına bir perde koymasaydı, yeryüzündeki tatlı su nehirleri tuzlu deniz suyu ile karışır ve canlılar içme suyu sıkıntısı çekerlerdi. Âyet-i kerîmede buna şöyle dikkat çekilir:

“İki deryayı salıveren O’dur; şu tatlı, susuzluğu giderir, şu tuzlu ve acı bir sudur. Aralarına da karışmalarına mânî olan bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.” (el-Furkân 25/53)

Denizlerdeki Üstüste Dalgalar ve Karanlıklar

Okyanusların dibine inmek, neredeyse uzaya çıkmak kadar zor bir meseledir. İnsanlar, bu iş için yapılmış husûsî araçlar olmadan ancak 70 metre kadar derinlere dalabilirler, bundan sonrası imkânsızdır. Bu sebeple denizlerin metre kadar aşağısı neredeyse karanlık, metreden sonrası ise tamamen koyu bir karanlıktır. Cenâb-ı Hak bizlere deniz diplerinin, kendi elimizi bile göremeyeceğimiz kadar karanlık olduğunu sene evvel şöyle haber vermiştir:

“Yahut (inkârcıların küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur.” (en-Nûr 24/40)

Âyet-i kerîmenin başındaki “derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor” ifâdesi ise bambaşka ve yine yakın zamanda keşfedilen ilmî bir hakikati yani “İç dalgalar”ı haber vermektedir. Okyanus suları derinlere inildikçe birbirinden farklı yoğunlukta tabakalardan teşekkül etmiştir. Bu tabakalar arasında tıpkı okyanus yüzeyindeki gibi dalgalar meydana gelmektedir. Bunlara “dip dalgalar” veya “iç dalgalar” ismi verilir. Bu dalgalar çıplak gözle görülemezler. Ancak, su tabakaları arasındaki sıcaklık ve tuz oranı farkları ölçülerek anlaşılabilirler. Bütün bu keşiflerin, Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik ettiğini müşahade etmekteyiz.

Allah Rasûlü (s.a.v) elbette denizci değildi, hatta denizde seyahat bile etmemişti. Ancak Kur’ân-ı Kerîm denizlere ve onların özelliklerine sıkça temas etmektedir. Bunlar üzerinde tefekkür ettiğimizde, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiyden başka bir yolla gelmediğine kanaat getiririz. Zira bir manzara tasviri yapan kişi, ancak yaşadığı veya gezip gördüğü çevredeki unsurları kullanabilir. Kur’ân-ı Kerîm, çöllerle kaplı bir bölgeye indiği hâlde, onda daha çok çoşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can veren yağmur yüklü bulutlardan, bağlardan, bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahsedilir.[91]

Atmosfer Basıncı

Kur’ân-ı Kerîm, inkârcı bir insanın hâlini, semâya doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetir.

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِۚ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقاً حَرَجاً كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَٓاءِۜ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar; kimi de dalalete bırakmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir. Allah inanmayanları işte böyle cezalandırır.” (el-En‘âm 6/)

Bugün ilmî keşifler, yükseğe çıkıldıkça hava yoğunluğunun azaldığını, basıncın düştüğünü ve oksijenin azaldığını ortaya koymuştur. Bu sebeple insan yükseldikçe, nefes almakta zorlanır, sadrı daralıp sıkışır. Âyet-i kerîmede bu mânâyı ifâde eden kelimenin (يَصَّعَّدُ) telâffuzu ve mûsıkîsi de aynı mânâyı âdeta tatbikî olarak insana yaşatmaktadır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in devrinde yükseklere çıkacak bir vâsıta olmadığı gibi, bulunduğu coğrafyada çok yüksek dağlar bile yoktu. O hâlde böyle bir teşbih ve ifâde, ancak her şeyi bilen Allah Teâlâ’ya âit olabilir.[92]

Aşılayıcı Rüzgârlar

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık” (el-Hıcr 15/22)

Bu âyet-i kerîmenin inişinden asırlar sonra, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşıladığı keşfedilmiştir. Rüzgârlara, “yoğunlaşma çekirdeği” ismi verilen toz zerreciklerini taşımak gibi mühim bir vazife verilmiştir. Deryaların üzerinden kalkan tuz zerrecikleri, çöllerden savrulan tozlar, yanardağların püskürttüğü küller, rüzgâr vâsıtasıyla atmosferin üst tabakalarına kadar taşınır. Bunlarla havadaki su buharı aşılanarak su zerreleri hâline gelir. Bunlar olmasa, su buharı yoğunlaşamaz ve dolayısıyla insanlar da yağmurdan mahrum kalırlar. Yine, yeryüzündeki sayısız bitki türüne ait polenler, çiçek tozları ve tohumlar, rüzgârlar vasıtasıyla birinden diğerine taşınır. Böylece bitkilerin döllenerek çoğalması, neslini devam ettirmesi ve çiçek, meyve, sebze gibi ürünlerini vermesi sağlanır.

Ağır Bulutlar

Gökyüzüne baktığımızda pamuk yığını gibi duran bulutların çok hafif olduğunu zannederiz. Ancak Cenâb-ı Hak, onların ağır olduğunu ifâde buyurmaktadır:

“O, rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, onları ölü bir belde(yi diriltmek) için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.” (el-A‘râf 7/57)

İlim adamları bulutlardan yağan yağmuru hesaplamışlar, mesela 50 km2lik bir alanı 1 santim kalınlığında kaplayacak yağmurun ağırlığı yarım milyon ton kadar çıkmıştır. Tek bir yağmur bulutunun da ton ağırlığında olabileceğini ifâde etmişlerdir.

Nûr Sûresi’nin âyet-i kerîmesinde de dolu ile şimşeğe ve ikisi arasındaki münâsebete işaret edilir.

Dağların Fonksiyonu

Cenâb-ı Hak dağların kazıklara benzediğini ve yere çakıldığını ifade ederek şöyle buyurur:

“Yeryüzünü bir yatak (gibi) yapmadık mı? Dağları da kazıklar (gibi çakılı) yapmadık mı?” (en-Nebe’ 78/)

 “(Allah) dağları dasapasağlam çaktı!” (en-Nâziât 79/32)

İnsanlar çadır kurarken kazıklarının yarısına yakınını yere çakarlar. Bugünkü jeoloji ilminin ifâdelerine göre de dağların içyapısı kazık görünümündedir. Yer üstündeki kısımları kadar yeraltında da temelleri vardır. Âdeta aşağıdan onları tutan bir kök tabaka vardır.

Dünya, tıpkı bir yumurtanın sarısı, akı ve kabuğu gibi üç tabakadan meydana gelmektedir. En içte çekirdek, onu saran manto ve en üstte yerkabuğu mevcuttur. Yerkabuğu yumurtada olduğu gibi sert, kabuğun altındaki mağma kızgın ve akıcıdır. Yerkabuğunun kalınlığı okyanus tabanlarında ince ( km.), yüksek dağların olduğu kısımlarda kalındır ( km.). Yine dağların, mağma üzerinde yüzen kıta bloklarının dengesini sağlamada mühim bir unsur olduğu, ancak asrımızda anlaşılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ise bu gerçeği on dört asır önce pek çok âyetinde ifâde etmiştir. Bu âyetlerden birinde şöyle buyrulur:

“…Sizi sarsmasın diye yeryüzüne de sâbit dağlar attı” (Lokman 31/10)

Jeo-fizikte, “sıcak noktalar” denilen ve Dünya’da kadar olduğu belirlenen büyük dağ kitleleri vardır. Bunlar yerkabuğunun hareketine mânî olmakta olup yerin çok derinliklerinden yükselen ve yerkabuğunu deldikten sonra yüzeyde katılaşarak âdeta bir perçin şeklinde kabuğu sâbit tutan ve muvâzeneyi sağlayan büyük mağma kitleleridir.[93]

Kur’ân-ı Kerîm, bunlar gibi daha pek çok ilmî hakîkate işaret etmiştir ki bunların bir kısmı keşfedilmiş, bir kısmı da hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir.[94]

Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok mevzu öz hâlinde yer almış veya onlara kısaca işaret edilmiştir. Böyle olmasaydı onun hacmi çok büyür, bu da onun -bırakınız ezberlenerek muhâfaza edilmesini- başından sonuna kadar bir defa okunmasını bile imkânsız hâle getirirdi.

Diğer taraftan pek çok hakikat Kur’ân-ı Kerîm’de, ancak insanların ilmî seviyesi müsâit olduğunda kavranabilecek şekilde yer almıştır. Yani Kur’ân, kıyâmete kadar her asrın ilmî seviyesi ve insanların idrâkine göre hakîkatlerini peyderpey sergilemektedir. Şüphesiz bu durum, Allah’ın merhametinin bir tecellîsidir. Çünkü insan yaratılışındaki hârikulâde husûsiyetler, büyük tıbbî buluşlar, yer ve göklerdeki insanı dehşete düşüren hakîkatler, şayet ilmen keşfedilmeden evvel Kur’ân’da açıkça ve detaylarıyla ifâde edilmiş olsaydı, insanlar o zamanki aklî ve ilmî seviyeleriyle bunları tasdik etmekte zorlanır ve neticede inkâra saparlardı. Allah Teâlâ, rahmet ve merhameti gereği, bu hakîkatleri Kur’ân’a zamanla anlaşılabilecek şekilde yerleştirmiştir. Bu yönüyle de Kur’ân-ı Kerîm, sanki derinliğine inildikçe define çıkan kadîm ve bereketli bir toprak gibidir. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önden gitmekte, her asırdaki beşerî ilimler ise yaptıkları keşiflerle onu tasdîk ve tefsîr ederek takip etmektedir.[95]

Dipnotlar:

[1] Tafsîlât için bkz. Osman Nûri Topbaş, Rahmet Peygamberi’nden Rahmet Esintileri ve Kur’ân Mûcizesi (İstanbul: Erkam Yayınları, ), s. ; seafoodplus.info, Kâînât, İnsan ve Kur’ân’da Tefekkür (İstanbul: Erkam Yayınları, ), s. ; seafoodplus.info, Hak Din İslâm (İstanbul: Erkam Yayınları, ), s.

[2] Rummânî, en-Nüket fî İ’câzi’l-Kur’ân (Selâsü Resâil fî İ’câzi’l-Kur’ân içinde, nşr. Muhammed Halefullah - Muhammed Zağlûl Sellâm), Kahire, ts., s.

[3] Kadı Iyâz, eş-Şifâ bi-ta‘rîfi hukûki’l-Mustafâ, Mısır , 1:

[4] Bâkıllânî, İʻcâzü’l-Kur’ân, Beyrut , s.

[5] Süyûtî, el-İtkân, 4: 9.

[6] Râfiî, İ‘câzu’l-Kur’ân: vd.

[7] Süyûtî, Mu’tereku’l-akrân fî i‘câzi’l-Kur’ân, 1: 3.

[8] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s.

[9] Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, 1:

[10] Muhammed Abdullah Derrâz, en-Nebeü’l-Azîm, Dâru’l-kalem, ts., s.

[11] İbn Atiyye, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut , 1:

[12] Recez: Arap şiirindeki aruz bahirlerinden biridir.

[13] Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s.

[14] Fussilet 41/

[15] Bkz. İbn Hişâm, 1: ; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3: ; Heysemî, 6:

[16] İbn Sa‘d, 1: ; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 2: ; İbn Haldun, Târih, 2: 2,

[17] el-Hıcr 15/

[18] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul , 1:

[19] Zemahşerî, Esâsü’l-belâğa, Dâru’l-Fikr, /, s. , “صدع” maddesi.

[20] Yûsuf 12/

[21] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, 1: 82; İbn -i Aşûr, et-Tahrîr, 1:

[22] Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed el-Mâverdî (ö. /), A‘lâmu’n-nübüvve, Beyrut: Dâru’l-Hilâl, , s.

[23] Salah Abdülfettah Hâlidî, el-Beyan fî i‘câzi’l-Kur’ân, Ammân , s.

[24] el-Cin 72/

[25] Vâhıdî, s. ; Kurtubî, , (el-Hucurât, 13); Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s.

[26] İbn Mâce, İkâmetü’s-Salah,

[27] Âl-i İmrân,

[28] el-Bakara 2/

[29] el-Mü’min,

[30] el-Haşr 59/

[31] el-Enfâl 8/7.

[32] Âl-i İmrân 3/,

[33] Âl-i İmrân 3/

[34] Buhârî, Şehâdât, 5. Krş. Buhârî, Nikâh, Bkz. Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s.

[35] Buhârî, Nikâh,

[36] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 30/; Ahmed, 1: ; Kurtubî, el-Câmi, 3.

[37] el-Bakara 2/

[38] el-Kamer 54/

[39] el-Kasas 28/

[40] el-Feth 48/16,

[41] en-Nasr /2.

[42] et-Tevbe 9/33; el-Feth 48/28; es-Saff 61/9.

[43] el-Hicr 15/ Başka misaller için bkz. Yûsuf el-Hâc Ahmed, Mevsûatü’l-i‘câzi’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-sünneti’l-mutahhara, Dımeşk, , s.

[44] Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide -el-İ’câzü’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm- (İstanbul: Ravza Yayınları, ), s.

[45] Buhârî, Kader, 1; Müslim, Kader, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16/

[46] Bkz. Abdülmecid ez-Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler, trc. Resul Tosun (İstanbul: Kayıhan Yayınları, ), s.

[47] Gary Miller (Abdülahad Ömer), The Amazing Qur’an/Eşsiz Mûcize Kur’ân, trc. Dr. Erdoğan Baş (İstanbul: Erkam Yayınları, ), s. Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s.

[48] el-En‘âm 6/

[49] Bkz. Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler.

[50] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Ömer Çelik, Tek Kaynak İki Irmak: Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar (İstanbul, ), s.

[51] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Celal Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri (İstanbul: Mârifet Yayınları, ), s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s.

[52]Muvatta’, Hudud 11; Kurtubî,

[53] Topbaş, Hak Din İslâm, s. ; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s.

[54] Bkz. İlim-Ahlâk-Îman, Derleyen: M. Rahmi Balaban, sf. ; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s.

[55] Bkz. Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler; Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s.

[56] Bu hususta bkz. en-Neccâr, es-Semâ, s.

[57] Bkz. Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s.

[58] Bkz. Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler; Topbaş, Rahmet Esintileri, s.

[59] Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s.

[60] Bkz. el-Bakara 2/29; Âl-i İmrân 3/; el-Enbiyâ 21/30; Fussılet 41/12; Kâf 50/6; el-Hadîd 57/21; el-Mülk 67/; en-Nâziât 79/27; el-Ğâşiye 88/

[61] Bkz. seafoodplus.info~ecevit/bilinen_evren_seafoodplus.info, (Erişim: ); seafoodplus.info (Erişim: ); seafoodplus.info (Erişim: ); Yûsuf el-Hâc, Mevsûatü’l-İ’câzi’l-İlmî, s. ; Ekrem Ahmed İdrîs, el-Felek ve’t-Tıb Emâme Azameti’l-Kur’ân, s. ; Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, İstanbul , s.

[62] Bkz. seafoodplus.info (Erişim: )

[63] Bkz. seafoodplus.info (Erişim: )

[64] seafoodplus.info, Evren/Gökbilim Sözlüğü, (Erişim, ).

[65] seafoodplus.info, Evren/Evrenin Yapıtaşları/Gökadalar/Gökada Kümeleri, (Erişim, ).

[66] Ayrıca bkz. ez-Zâriyât, 7; en-Necm, l; et-Tekvîr, 15; et-Târık, 1; eş-Şems, , 5.

[67] Yûsuf el-Hâc, Mevsûatü’l-İ’câzi’l-İlmî, s.

[68]Nebülöz: Yıldızlardan başka fezâda görülen beyaz lekelerdir. Işıklı ve gaz durumunda çok büyük kütlelerdir. Beyazımsı bulutlara benzediklerinden bu ad verilmiştir.

[69] Kırca, Kur’ân-ı Kerîm’de Fen Bilimleri, s. ; en-Neccâr, es-Semâ, s. ; Faruk Yılmaz, Kâinâtın Yaratılışı, s. ,

[70] Şakir Kocabaş, Kur’ân’da Yaratılış, İstanbul , s.

[71] Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s. 28; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[72] Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[73] Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[74] el-Enbiyâ 21/

[75] İbrâhîm,

[76] Bkz. en-Neccâr, es-Semâ, s. 82, , ; seafoodplus.info, Evren/Evrenin Kaderi/Kapalı Evren.

[77] Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s. 94,

[78] Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, ; İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 50 (el-İsrâ 17/12).

[79] Bkz. Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[80] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s.

[81]Tevrat, Tekvin, Bâb

[82] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[83] Bkz. Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 25; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s.

[84] el-Bakara 2/’e işaret edilmektedir.

[85] Mevlânâ, Mesnevî, Cilt: 1, Beyt:

[86] seafoodplus.info

[87] Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, s.

[88] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Bedir Yayınevi, , 1: ; Topbaş, Hak Din İslâm, s. ; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[89] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[90] Reşit Rızâ, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm,

[91] Bkz. Topbaş, Hak Din İslâm, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[92] Bkz. Topbaş, Hak Din İslâm, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s.

[93] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. ; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s.

[94] Kur’ân’ın ilmî mûcizeleriyle ilgili tafsilât için bkz. Maurice Bucaille, La Bible le Coran et la science: les ecritures saintes examinees a la lumiere des connaissances modernes, Paris: Seghers, (The Bible, the Qur’an and science, trc. Alastair D. Pannell, Karaçi, t.y.); Afzalurrahman, Quranic Sciences, London ; Zaglul Ragıb Muhammed en-Neccâr, es-Semâ fi’l-Kur’âni’l-Kerîm -min âyâti’l-i’câzi’l-ilmî, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, ; Topbaş, Rahmet Esintileri, s. ; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, İstanbul, ; İmâduddin Halil, “The Qur’an and Modern Science: Observations on Methodology”, The American Journal of Islamic Social Sciences, , Vol. 8, No. 1: ; Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, İstanbul ; M. Sinan Adalı, Kur’ân Mucizeleri, İstanbul ; Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide -el-İ’câzü’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm-, İstanbul: Ravza Yayınları,

[95] Bkz. Osman Nûri Topbaş, “Takrîz”, Ömer Çelik, Hakk’ın Dâveti Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsîri (İstanbul: Erkam Yayınları, ), 1:

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır

Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

PAYLAŞ:                

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir