ledün ilmi nedir kısaca / Ledün İlmi Nedir? – İsmailağa Câmiası Resmî İnternet Sitesi

Ledün Ilmi Nedir Kısaca

ledün ilmi nedir kısaca

Ledün İlmi Nedir?

Ledün ilmi: Allah’ın nezdindeki ilim. İlahi sırlara ait ilim; Cenab-ı Hakk’ın bildiği, ancak dilediği peygamber ve velilerine öğrettiği ilim. Hızır Aleyhisselam’ a verilen ilim bu kabildendir. Bu ilmin ehli ise Enbiya-i İzam (Aleyhimüsselâm) ve Ehlûllah-ı Kiram Hazerâtıdır.

Nitekim Mevlâ Teâlâ Sûre-i Kehf’de Hızır Aleyhisselam için şöyle buyurmaktadır: “Ona kendi indimizden bir rahmet vermiştik. Ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”(Âyet: 65) Ledün; kelimesi gibi zaman ve mekân zarfıdır. Yusuf Aleyhisselam’ın başından çok hadiseler geçti. Kuyuya atıldı, köle olarak satıldı, hapse girdi, senelerce orada kaldı. Ama sonunda Mısır meliki onu kendine halis kıldı. Melik ona ne demişti: dedi ki: Şüphesiz sen bizim yanımızda mevki emanet sahibisin.”[1] Melik, Hazreti Yusuf Aleyhisselam’ı nasıl hazinelerine amir yaptı, onu kendine yakın kıldı ise, Hazreti Allah da, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimizi kendine mahsus kıldı, onu ilmi ledünnün sultanı etti, yani fuyuzatı ilâhiyenin depoları üzerine onu tayin etti. Mevlâ Teâlâ’ya en yakın insan odur.

Ledün deryasıdır bu ilmi a’lâ,
Anın çün has olup ahyara ifşa.

Bu yüksek ilim, ledün deryasıdır. Onun için Allah’ın hayırlı kullarına mahsûstur, ancak onlara ifşa edilir. Bu ilimden herkese yok. İlm-i a’lâ: En yüksek ilim. Ledün ilmi öyle bir deryadır ki, dünyanın bütün deryaları toplansa onun yanında bir damla olmaz.

Kehf Suresinde Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“Habibim söyle eğer Rabbimin kelimelerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa muhakkak ki Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Velev ki bir o kadar daha yardımcı getirsek bile. ”[2]

Mevlâ’yı bilemedik. Biz gene biraz biliyoruz. Hiç bilmeyenler, Mevlâ’ya hepten düşman olanlar var. Onlar nefs-i emarelerinin kulları, boğazlarının, karınlarının kulları. Yesinler, içsinler, bilmem nereye gitsinler. Ya Rabbi! Ayıplamıyoruz ama bunu da böyle demesek anlamıyorlar, ne edelim!

Bu ilmin şeyhidir Mevlâ’yı Mevlâ,
Bu vehbîdir değildir kesbi asla

“Bu ilmin şeyhi Mevlâ Teâlâ’dır, başkası değildir. Bu ledün ilmi, Mevlâ tarafından hediye edilmiştir. Asla çalışmakla olmaz (ama çalışana verilir).”

Vehbî: Hibe ve hediye kabilindan olan, Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah’ın lutfu ile olan.

Kesbî: Çalışmakla elde edilen.

Rasûlüllah Efendimiz bu hadis-i şerifte buyuruyor ki:

Rabbim bana üç ilim öğretti. Bu üç ilimden biri var ki, bunu herkese duyurmamı emretti. (O Şeriat ilmidir.) İkinci bir ilim var ki, onu ifşa etmekten beni nehyetti. (Onu bilme kuvveti sadece bana verildi. Bu nübüvvet ilmidir.) Üçüncü ilim ise, onu ifşa etmekte beni muhayyer bıraktı; (Ehlini bulursan duyur, bulmazsan duyurma, buyurdu. Bu üçüncü ilim Tarikat ilmidir.)”[3]

Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi Hazretleri (Kuddise Sırruhu) burada kendi Risâle-i Kudsiyye’sinin kenarına şu hadis-i şerifi yazmıştır;

Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) şöyle buyurdu: Ben Rasûlüllah’dan iki kap doldurdum. Onlardan birini (Şeriat ilmini) yaydım, diğerine gelince eğer ben onu yaysam şu boynum kesilirdi.”[4] (Mahmut Efendi Hazretleri Sohbetler 7. cilt)

Dipnotlar


[1] Yusuf, 54
[2] Kehf,
[3]İsmail Hakkı Bursevî, Ruhul Beyan,
[4]Buharî, İlim, 42

Etiketler: Efendi Hazretleri Sohbetleriledün ilmisohbetlerTasavvuf

DERSİN ADI: İSLÂMİ VE TASAVVUFİ KONULAR
DÖNEM: 3. YIL 1. DÖNEM
DERSİN KONUSU: İLM-İ LEDÛN
TARİHİ:


SUAL:İlm-i ledûn nedir? Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmış mıdır? Ayrıca zülmanî ilimlerden farkı nedir?)

Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetinde bir araya getirdi.

Allahû Tealâ’nın indinde ilm-i ledûn, “Allah’ın gizli ilmi” anlamına geliyor. Allahû Tealâ’nın zahir kıldığı ilimler var; insanları amelle yükümlü kıldığı emirler. Allahû Tealâ’nın dîn konusunda verdiği bütün bilgiler bu bölüme girer. Ama bir de Allah’ın ileri seviyedeki evliyalarına öğrettiği ilm-i ledûn var. Bu ilmin ötesi ve irfan boyutları içinde, beş duyumuz ötesinde kesbedebildiğimiz şeyler. Fizik âleminin kanunlarını aşan, fizik ötesi kanunlara tâbî olan -ki aynı kanunlar her âlemde birbirinin devamıdır- bir özellik gösterir. Öyleyse Allahû Tealâ’nın indinde bütün insanlar için söz konusu olan şey, Allahû Tealâ’nın bu ilm-i ledûnunu yaşamaktır.

Asırlarca evvel Yıldırım Beyazıd, Bursa’da Ulu Cami’nin açılışında damadına diyor ki: “Caminin açılışını sen yapacaksın.” Damadı olan Emir Sultan Hazretleri, konuşmayı yapmak üzere minbere çıkıyor: “eûzûbillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.” diyor. Konuşmaya başlayacakken duruyor ve dinliyor. Ondan sonra diyor ki: “Rabbimizden gelen emir şöyle ki;  konuşmayı yapmaya ben yetkili değilmişim. Konuşmayı Somuncu Baba yapacak.”

İlm-i ledûn başladı. Allah’tan o sırada vahyini aldı ve emrin gereğini yerine getiriyor, Somuncu Baba’nın gelmesini bekleyerek. Ve Somuncu Baba geliyor. Somuncu Baba üç tane konuşma yapıyor, aynı konuda; takva konusunda. Birinci takvayı anlatıyor, sonra ekber takvayı anlatıyor, sonra azîm takvayı anlatıyor. Birinci konuşması için diyor ki: “Bunu avam da anladı, havas da anladı, hazz’ul havas da anladı.” İkinci takvayı (ekber takvayı) anlatıyor ve “Bunu havas ve hazz’ul havas anladı.” diyor. Azîm takvaya gelince “Bunu sadece hazz’ul havas anladı.” diyor.

İşte burada ilmin derece derece ledûnu var. Kalp gözünün açılması, kalp kulağının açılması, ilmin ötesinde bir özellik gösterir. İşte Allahû Tealâ’nın bu özel ilmi, ilm-i ledûn adını alıyor. Yani kalp gözünüz açılmadıkça Allah’ın gösterdiklerini ne zemin kat olarak ne (3, 4, 5, 6, 7) ayrı ayrı gök katları olarak göremezsiniz. Salâha ulaşmadıkça, Allah’ın Zat’ını göremezsiniz. Allahû Tealâ dilerse daha ötesini gösterebilir. Ama normal standartlarda bu hakkı müktesep olarak elde ettiğiniz yer, daimî zikirdir. Öyleyse daimî zikrin çok daha ötesi olan salâh makamı, Allahû Tealâ’nın Zat’ının mutlaka görüldüğü bir özellik ifade eder ki; ilm-i ledûnun en büyük özelliği Allah’ın Zat’ını görebilmektir.

Öyleyse ilm-i ledûn öyle bir ilimdir ki; aynı anda aynı yerde bulunan ruhlardan bazıları bu ilmin sahibidir, bazıları değildir. Şimdi Somuncu Baba’nın hikâyesine devam ederek ilm-i ledûnun başka özelliklerini verelim.

Somuncu Baba konuşmasını yaptıktan sonra minberden iniyor. Avamdan bir grup, havastan bir grup ve hazz’ul havastan bir grup geliyor ve hepsi de Somuncu Baba’yı o akşam evlerine yemeğe davet ediyorlar. Birbirlerinden ayrı yerlerde söylüyorlar. Birinci grup söylüyor. Daha sonra ötekiler Somuncu Baba’yı yakalıyor ve onlar söylüyor. En son üçüncü grup yakalıyor ve onlar da söylüyor. Somuncu Baba hiçbirine “hayır” demiyor.

Ve o gece ne olmuşsa olmuş. Ertesi gün Ulu Cami’de şenlik var. Hazz’ul havas diyor ki: “Akşam Somuncu Baba bizdeydi. Çok üst seviyelere geldik. Büyük zevkler yaşadık.” Havas diyor ki: “İyi ama nasıl olur ki? O, bizdeydi.” Avam da diyor ki: “İkiniz de yanılıyorsunuz. İkinizde de olamaz. Çünkü O, bizimle beraberdi.”

Şimdi burada idrakin de birbirinden farklı olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Havasın söylediği: “Belki de olabilir.” tarzında. Ama avam, “İmkânsız, bizimle beraberdi.” diyor. Ve günlerden Cuma. Cuma ezanı okunurken, 3 tane kapıdan birden 3 tane Somuncu Baba giriyor Ulu Cami’ye. O noktadan sonra bir daha Somuncu Baba’yı artık kimse Bursa’da görmemiş. Bursa’dan ayrılmış ve ondan sonraki hayatının tamamını Bursa’nın dışında geçirmiş.

Somuncu Baba’nın 3 tane olarak, Ulu Cami’nin 3 kapısından birden aynı anda girmesi; işte burası ilm-i ledûnun bir işaretini taşır. Somuncu Baba aslında bir tane. O da Somuncu Baba’nın fizik vücudu. Öteki de ruhu. Ya üçüncüsü? Üçüncüsü de gene ruhu. Ama böyle bir dizaynda üçünü birden kullanan Somuncu Baba mı? Hayır! Sadece fizik vücudunu kullanan, Somuncu Baba. Hem birinci ruhu hem de ikinci ruhu, Allahû Tealâ’nın kumandasında.

Öyleyse kim mürşidiyle karşı karşıya olmayı dilerse, onun rabıta yapması gerekir. Rabıta için gayret sarf edenlerin hepsi, neticede rabıtanın şerefine ererler. Diyelim ki aynı anda bin kişi birden mürşidiyle konuşuyor, bin kişi birden kalp gözüyle mürşidini görüyor. Söylediklerini, kalbinden geçirdiklerini ona işittiriyor. Onun da söylediklerini kalbinden işitiyor.

Kalbinde işitmek ne demek? O da ilm-i ledûnun bir başka bölümü. Allahû Tealâ’nın söyledikleri kulağınıza ulaşmaz. Benim söylediklerim şu anda sizin kulağınıza ulaşıyor. Kulağınız onu işitmiyor; duyuyor. Duyduklarını beyne iletiyor ve beynin bir temel fonksiyonu olan zihin sözü işitiyor; yani mânâsına varıyor. Ama kendine mâl edemez. Kişinin kendine mâl edebilmesi için kalbine inmesi lâzım, kalbinde fıkıh etmesi lâzım. İşte ne zaman kalbine inerse, kalbinde fıkıh edebilirse, o zaman bu kişi meselenin mânâsına varır ve kendisine mâl eder.

Bu, fizik standartlarda herkesin yapabileceği cinsten bir fıkıh etme müessesesidir. Ama eğer size Allahû Tealâ hitap ediyorsa, kulağınıza hitap etmez, beyninize hitap etmez; doğrudan kalbinize hitap eder. Yani iki tane safhayı atlar, üçüncü ve son safhada size ulaşır. O zaman yaptığınız şey, Allahû Tealâ’nın söylediklerini idrak etmektir. Ne oldu? Kalbinizle idrak ediyorsunuz.

Allahû Tealâ, kulağınıza söylediği şeyi zihninizden kalbinize indiriyor. Ama bu fizik şartların işitmesidir, fizik şartların idrakidir. Zihindeki idrak, aynı vasıtalarla oluşmaz. Buradaki farklılığı anlatmak istiyorum. Yani kalp kulağı açık olmayan bir insan, Allah’ın söylediklerini duyamaz. Ama kim ona kulağının işitebileceği şekilde bir şeyler söylemişse, o kulağın duyduğu şeyi zihni işitir, zihne ulaşır ve zihin onu kalbe indirip fıkıh eder.

Kalpteki fıkıh hassası, kalpteki sem’î hassası ile aynı şey değildir. Kalpteki fıkıh hassası, idraki sağlayan müessesedir. Ama sem’î hassası, kalbin işitme hassasıdır. Farklılık orada ki; eğer Allahû Tealâ ilm-i ledûnuyla kalbinize hitap ederse, kalbinizin sem’î hassasına hitap eder; işitme hassasına; işitirsiniz. Ondan sonra kalbinizdeki fıkıh hassasına ulaşır; kendinize mâl edersiniz. Duyan, kulak değildir artık. Duyan ve işiten, kalbinizdeki sem’i hassasıdır, işitme hassasıdır. Her ikisinde de idrak eden gene kişinin kendine mâl ettiği kalpteki fıkıh hassasıdır. Öyleyse fıkıh noktasına ulaşıncaya kadar nerden geliyor? Allah’tan geliyor. Ama bu kulaklara gelmiyor, zihne de gelmiyor; kalbe geliyor. Kalpteki sem’î hassası, Allah’ın söylediklerini işitiyor. Zihinde şekillenmiyor hiç, doğrudan doğruya kalpteki idrake geliyor. Yani kişinin kendine mâl etme sistemine geliyor.

Öyleyse ne zaman bir insan, mürşidiyle bir neticeye ulaşmışsa Allahû Tealâ’nın indinde bir sonuç hasıl oluyor. Böyle bir dizaynda mürşidini kalp gözüyle gören kişi, kalp kulağıyla işitir. Kalbindeki sem’î isimli işitme hassasıyla işitir. Bu kulakları duymaz, bu kulakları işitmez. Kalbindeki sem’î hassası, duymanın ötesinde onu işitir. Kalpte mânâlanır ve kalpte fıkıh edilir.

Demek ki ne zaman kalbimizdeki görme hassası, ne zaman kalbimizdeki işitme hassası devreye giriyorsa, burada ilm-i ledûn vardır. Allahû Tealâ’nın ilm-i ledûnu, bütün insanlar için bir farklılık ifade eder. Yani Allahû Tealâ ilm-i ledûnunu, beş duyu ile sağlanabilecek olan sistemlerde oluşturmaz. Beş duyunun ötesinde kalbin duyma sistemleri, kalbin işitme sistemleri, kalbin görme sistemleri devreye girdiği zaman netice farklı teşekkül eder.

Demek ki bir insan kulağıyla duyar, zihniyle işitir, kalbine indirip kendisine mâl eder. Bu, fizik şartların, fizik alıntıların geçerliliğini ifade eder. Ama ne zaman Allahû Tealâ o kişinin kalp kulağını açmışsa, kalp gözünü açmışsa, kalbindeki fıkıh hassasını çalışır hale getirmişse, o zaman kalbindeki ilm-i ledûnu temsil eden üç hassa da çalışıyor: Görme hassası, işitme hassası, fıkıh etme hassası.

Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın ilm-i ledûndan bir muradı var. İlmi ledûn, beş duyumuzla ulaşabileceğimiz standartların ötesidir. İşte Allahû Tealâ’nın liyakat kanununa göre Allahû Tealâ ilm-i ledûnu sadece onun yeteneklerini sahip kıldığı kişilere verir. İşte ilm-i ledûnun bir başka standardı, kişinin idrak kapasitesi, kişinin tezekkür kapasitesi.

Dîn adamları soruyorlar: “Kur’ân-ı Kerim’i, özellikle müteşabih âyetleri kim tezekkür edebilir?” Cevap veriyorlar kendileri: “Arapçayı ana dili gibi bilecek. Fıkıh bilecek, kelâm bilecek, akait bilecek, bilmem kaç yüz tane hadîsi ezbere bilecek. Ve daha ötede Arapçanın gramerini bilecek. Ancak böyle bir adam Kur’ân-ı Kerim’i tezekkür edebilir.” İşte ilm-i ledûn burada devreye giriyor. Çünkü Allahû Tealâ öyle söylemiyor. Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesinde diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).


“Allah’ın âyetleri muhkem âyetler ve müteşabih âyetlerdir. Muhkem âyetler, Ümmülkitab’ın esasını teşkil eder. Müteşabih âyetlere gelince onların gerçek anlamını Allah’tan başka kimse bilmez. Kalplerinde zeyg olanlar, bu müteşabih âyetleri yoruma tâbî tutarak insanların arasına fitne sokmak isterler. İlimde kökleşmiş olanlarsa rasihunsa derler ki: Yarabbi! biz inandık, îmân ettik ki muhkem âyetler de müteşabih âyetler de Allah’ın katındandır.” Ve Allahû Tealâ şöyle bitiriyor âyet-i kerimeyi: “Ama bu müteşabih âyetleri rasihun da tezekkür edemez, illa ulûl’elbab.”

“Sadece ulûl’elbab tezekkür edebilir.” diyor. Kimdir ulûl’elbab? Ulûl’elbab, daimî zikrin sahipleridir. Kimdir ulûl’elbab?  Kalp gözü açılanlar, kalp kulağı açılanlar, beş duyunun ötesinde algılama sistemi başlamış olanlar. Böylece ilm-i ledûna girenler. İşte fizik standartlarda insanların bu gözlerle gök katlarını görmeleri mümkün değil. Bu gözlerle zemin katta ana dergâhın manevî özelliklerini görmeleri mümkün değil. Ne altın para kümesini çözebilirler ne Hz. Ebûbekir’in kürsüsünü görebilirler ne insan ruhlarının nasıl sıralandığını görebilirler ne insan ruhlarının Allahû Tealâ’ya ulaşmak için yola çıktıkları zaman Sıratı Mustakîm’in altın kapısının sağ tarafında, ta kapıya kadar nasıl secde halinde beklediklerini görebilirler. Hiçbir şey göremezler. Ne de biraz yukarı tarafta zamanın halifesinin ilm-i ledûnu öğrettiği 7. kata çıkabilenleri görebilirler. Hiçbir şey göremezler.

Öyleyse bizim fizik vücudumuz bu zahirî âleme ait bir özellik gösterir. Zahirî âlem, bize göre fiziktir ve bu gözler bu âlemi görmek üzere dizayn edilmiştir. Hz. Musa, bu âleme ait olan baş gözleriyle Allahû Tealâ’yı görmeyi diledi. Allahû Tealâ da O’na dedi ki: “Senin bu fizik vücudun bütün insanlar gibidir. Bununla sen Bizi göremezsin.” dedi. Hz. Musa da ısrar etti. Allahû Tealâ da dedi ki: “Kalp gözünle bu her zaman mümkün ama baş gözünle Bizi görmek istersen buna dayanamazsın. İstersen Ben şu karşı dağa tecelli edeyim, sen de duruma bak.” Allahû Tealâ karşı dağa tecelli ettiği zaman Hz. Musa bayıldı. İşte bayıldıktan sonra kendine gelen Hz. Musa, bir daha baş gözüyle Allah’ı görmeyi dilemedi ama kalp gözüyle kim bilir kaç bin defa Allahû Tealâ’yı gördü.

Şimdi böyle bir dizaynda buradaki niyet olayı, acaba baş gözünün “reâ” fiiliyle anlatılan görüşü müdür? Hayır! Allahû Tealâ’nın görülmesi, hiçbir standartta baş gözüyle gerçekleşemez. Peygamber Efendimiz (S.A.V), ruhu fizik vücuduna örtü olarak Allah’ın katına çıktı. Fizik vücuduna örtü olan ruhunun gözleriyle Allahû Tealâ’yı gördü. Ama daha evvel zaten Allahû Tealâ, Kendisini Peygamber Efendimiz’in kalp gözüyle göstermişti. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in iki ayrı açıdan Allah’ın Zat'ını gördüğü, Kur’ân-ı Kerim âyetlerine göre kesin. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki:

53/NECM Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.

Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.


“Kalbi gördüklerini tekzib etmedi; yalanlamadı.”

Kalp gözünün gördüğü şey, ruhunun baş gözüyle gördüğü şeyle aynıydı. Daha evvel Allahû Tealâ’yı yüzlerce defa gördü. Orada, Allah’ın huzurunda bir de ruhunun gözleriyle gördü. İşte ruhunun gözleriyle görmesi de ilm-i ledûndur, nefsinin kalp gözüyle görmesi de ilm-i ledûndur.

Burada ilm-i ledûnun sadece rüyet konusunu gördük. Bir de Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın katına çıktığı zaman da Allah’ın katına çıkmadan evvel de Allahû Tealâ ile yüzlerce defa konuşmuştu. Yetmez; Allahû Tealâ neyi söyletmek istiyorsa onu hep söyletmişti. Şimdi böyle bir tatbikat şunu gösteriyor: İlmi ledûn, burada birinci anlattığımız konuda görüşü kapsadığı halde, bir de Allah’ın söylediklerini işitebilme kabiliyeti söz konusu. Baştan söylediğimiz gibi Allahû Tealâ konuştuğu zaman başlangıçta onu kulaklarımız duymaz. Bu kulaklar Allah’ın söylediklerini duymaya müsait değildir. Allahû Tealâ kalbinizdeki sem'î  hassası yoluyla size ulaşır. Öyleyse ne zaman Allahû Tealâ bizimle konuşur? Allahû Tealâ’nın bizimle hangi konuşması olursa olsun, bu konuşma vahiydir. Vahiyse bu kulakların duyabileceği bir özelliği taşımaz. Vahiy, ilmi ledûnun bir bölümünü oluşturur. İlmi ledûn adını verdiğimiz sistemin bu bölümünde, Allahû Tealâ’nın indinde Allahû Tealâ’nın dizaynını görüyoruz. Yani gerek kalbimizin, Allah’ın kalbimize göre olan sesini duyma hassası, gerek kalbimizin gözünün Allah’ın gösterdiklerini görmesi, ilmi ledûnun iki ayrı parçasını oluşturur. İlmi ledûn her zaman aynı standartlarda bir olgudur. Beş duyumuzun alamayacağı, alması mümkün olmayan üst seviye standartlar kalbinizle yaşanır. İşte görme açısından kalbimizdeki görme hassasına Allahû Tealâ “basar” diyor. Yûsuf Suresinin âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

12/YÛSUF Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).

De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”


“O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Benim ve bana tâbî olanların basiret üzere (yani kalbimizdeki basar hassasıyla Allahû Tealâ’yı görerek) Allah’a çağırdığımız yol, işte bu yoldur. Bu Sıratı Mustakîm’dir. Bu bizim yolumuzdur.”  

Demek ki bütün sahâbe başta Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte Allah’a çağırıyordu. Ama bir özellikleri var; basiretle. Burada şimdiye kadar anlattığımız İlmi ledûn standartlarının yeni bir açıklamasına şahit oluyoruz. Bu açıklamada bütün sahâbe, kalp gözleriyle Allahû Tealâ’yı görmüşler. Öyleyse Allahû Tealâ’nın kalp gözüyle görülmesi, beş duyumuzdan görme hassası olan baş gözümüzle görülmesi anlamına gelmiyor. Ne zaman devreye kalbe ait özellikler girmişse ve diğer beş duyumuz harekete geçmeden herhangi bir konuda doğrudan doğruya kalbimizle ilişkiyi kuruyorsak, burada ilm-i ledûn vardır. İşte ilm-i ledûnun muhtevası sadece kalp gözümüzle görmek, kalp gözümüzle işitmek, Allah’ı görmek, Allah’ı işitmek değildir; onun ötesinde Allahû Tealâ’nın ilmi ledûnu farklı standartlar da gösterir.

İşte Hz. Süleyman, Belkıs’ın tahtının kendisine gönderileceğini öğreniyor. Şehrin ileri gelenlerini topluyor ve diyor ki: “Ey bu şehrin ileri gelenleri! Belkıs bize tahtını gönderecek ama o tahtını bize göndermeden evvel aranızdan hanginiz o tahtı bize getirebilir?”

Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim’de diyor ki:

27/NEML Kâle yâ eyyuhel meleu eyyekum ye’tînî bi arşihâ kable en ye’tûnî muslimîn(muslimîne).

(Süleyman A.S): "Ey ileri gelenler! Onlar teslim olmak üzere bana gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getirir?" dedi.

27/NEML Kâle ıfrîtun minel cinni ene âtîke bihî kable en tekûme min makâmik(makâmike) ve innî aleyhi le kaviyyun emîn(emînun).

Cinlerden ifrit: "Sen, makamından kalkmadan önce onu sana getiririm. Muhakkak ki ben, ona (onu gerçekleştirebileceğime) kuvvetle eminim." dedi.


“İfrit dedi ki: sen daha yerinden kalkıp tekrar oturana kadar biz o tahtı sana getiririz.”    

Ondan sonra Allahû Tealâ bir şey daha söylüyor:

27/NEML Kâlellezî indehu ilmun minel kitâbi ene âtîke bihî kable en yertedde ileyke tarfuk(tarfuke), fe lemmâ reâhu mustekırran indehu kâle hâzâ min fadlı rabbî, li yebluvenî e eşkur em ekfur(ekfuru), ve men şekere fe innemâ yeşkuru li nefsih(nefsihî) ve men kefere fe inne rabbî ganiyyun kerîm(kerîmun).

Kitaptan ilmi olan kişi (Hızır A.S): “Ben onu, sen gözünü açıp kapamadan önce sana getiririm.” dedi. (Süleyman A.S) böylece onun yanında (önünde) durduğunu görünce: “Bu Rabbimin bir fazlıdır (lütfudur), ben şükredecek miyim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni imtihan etmek için.” dedi. Ve kim şükrederse sadece kendi nefsi için şükreder. Ve kim küfrederse o taktirde muhakkak ki benim Rabbim Gani'dir, Kerim'dir.


“Kitaptan bir ilme sahip olan adam dedi ki: Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar onu sana getiririm.”

Ve “Hz. Süleyman bakışlarını döşemeye döndürdüğü zaman Belkıs’ın tahtını gördü.” diyor.

Öyleyse döşeme üzerinde Belkıs’ın tahtının bulunması, kitaptan bir ilme sahip olan adamın dizaynını söylüyor. İşte kitaptaki o ilim var ya, bu tahtı bir anda oraya ulaşarak o tahtı getirebilme yeteneği Bu, İlmi ledûndur. “Kitaptan bir ilim” dediği Allahû Tealâ’nın, işte o ilim. Normal standartlarda bu ilme herkes sahip olabilir mi? Hayır. Bu, Allah’ın özel bir ihsanıdır. Ne zaman Allah’ın özel bir ihsanına ulaşırsak, o zaman biz ilm-i ledûnun sahibi oluruz. Bu ilmi ledûn müessesesi, Allah’ın bir gizli ilmidir. Öyleyse Allahû Tealâ’nın bu ilmi kalbe hitap eder. Kalbin işitmesi, kalbin görmesi, kalbin fıkhı söz konusu.

Demek ki böyle bir işitmenin, görmenin, fıkıh etmenin ötesinde Allahû Tealâ’nın ilm-i ledûnu başka hususlara ihtiyaç duyuyor. İşte ilm-i ledûnun bir safhası da tayyi mekân olayıdır. Tayyi mekân müessesesi üç ayrı özellik gösterir:

1- Nefs tayyi mekânı, ilm-i ledûndur.
2- Ruh tayyi mekânı, ilm-i ledûndur.
3- Fizik tayyi mekânı, o da ilm-i ledûndur.

Normal standartlar içerisinde insanların ulaşamayacakları, sadece Allah’ın özel ilmiyle kavuşulan fiziğin ötesindeki imkânların sahibi olmak söz konusudur. Allahû Tealâ, ilm-i ledûnun standardının bu olduğunu ifade ediyor. Öyleyse nefs tayyi mekânı bunların bir parçası. İşte kitaptan ilme sahip olan bir kişinin yaptığı şey, fizik vücut tayyi mekânıdır. Bir anda fizik vücut gidiyor, tahtı alıyor, geliyor ve bir anda taht orada. O adam da gözden kaybolmamış. Öyle kısa bir zaman süresi içerisinde oraya gidip onu getiriyor ki insanlar onun gittiğini fark edemiyorlar bile.

İşte böyle bir şey Allahû Tealâ’nın o kişiye ihsanıdır; ilm-i ledûn ihsanıdır. Allahû Tealâ, zamanı sıfırlayabilen sonsuz hızın sahibidir. Bu yetkisini hiç kimseye vermez. Kâinatta zamanı sıfırlama özelliği, zamanın ötesinde oluş sadece Allah’ın sahip olduğu bir yetkidir. Hiçbir mahlûkunun sıfır zaman aralığında bunu yapması mümkün değildir. Yani kitaptan bir ilme sahip olan adam; Hızır (A.S), O da bir anda oraya ulaşıyor, tahtı götürüyor. Ama zaman sıfır değil! Belki 1 saniyelik bir zaman parçasında oraya ulaşıp tekrar geri dönüp bunu yapıyor.

Bir dakikada normal bir film sahnesinde 16 tane kare geçer. Bu 16 tane kare, hareketin normalini ifade eder bize. Eğer bunları daha çoğaltırsanız, aynı zaman parçası içerisinde daha detaylı, daha net bir görüntü seyredersiniz. Ama sayıları kısarsanız, o zaman hareketlerin çok daha hızlı cereyan ettiğini göreceksiniz.

Öyleyse filmin yavaş alınması, hareketle ters orantılıdır. İşte bir insanın normal standartlardaki görme kapasitesi, belli bir zaman parçası içerisinde belli karelerin geçişiyle alâkalıdır. Demek ki Hızır (A.S), öyle bir anda gitti ve geldi ki, onun oradan ayrıldığını insanlar fark edene kadar o tekrar yerine dönmüştü. Yani öyle bir hızla gidip geliyor ki, zamanı sıfırlayamıyor hızı ama sıfırlayamamasına rağmen insanlar onun hareket halinde olduğunu kolay kolay keşfedemiyorlar.

Şimdi böyle bir dizaynda, Hızır (A.S)’a atfedilen birçok olayın Kur’ân-ı Kerim’de geçtiğini görüyoruz. Hz. Süleyman’a atfedilen birçok olayın da geçtiğini görüyoruz. Allahû Tealâ Hz. Süleyman için diyor ki: “Biz O’nun emrine rüzgârı verdik.”

38/SÂD Fe sehharnâ lehur rîha tecrî bi emrihî ruhâen haysu esâb(esâbe).

Bunun üzerine rüzgârı ona musahhar (emre amade) kıldık. Onun emri ile dilediği yere hafif hafif eserek giderdi.


Ve üç ayrı hız sınırıyla ifade etmiş Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın hareketlerini; rüzgârı emrine alışını. Gene tayyi mekânın üç şeklini de Allahû Tealâ,  Hz. Süleyman’ın yaşadığını ifade ediyor.

Öyleyse nefs tayyi mekânı, nefsimizin fizik vücudumuzdan ayrılmasını, fizik vücudumuzun uyku haline girmesini ve nefsimizin sonsuz hızla dilediği istikamete hareket etme yeteneğini ifade eder. Bir anda nefsiniz fizik vücudunuzdan ayrılır. Ve bunu hissedersiniz. Nefsiniz fizik vücudunuzdan ayrıldığı zaman aklınız artık fizik vücudunuzu değil, nefsinizi kullanıyor olur. Çünkü fizik vücudunuzun artık aklınıza ihtiyacı yoktur. Oradaki otomatik sistemler fizik vücudunuzu yaşatmaya devam edecektir. Böbrekleriniz çalışmaya devam edecektir, mideniz çalışmaya devam edecektir, organlarınızın hepsi otomatik çalışan müesseselerle, otomatik kontrol merkezleriyle kontrol altında çalışmalarını devam ettirirler. Yani aklın kontrolü altında bir sistem değil. Aklınız da vücudunuzdan ayrılmış ve nefsinize kumanda etmeye başlamıştır.

Ve aklınız neresini düşünürse, düşündüğü anda kendisi oraya sonsuz hızla ulaşabildiği gibi, kendisiyle beraber bu fizik âlemin ötesindeki her şeyi fizik âlemin bir başka noktasına aynı anda sonsuz hızla ulaştırır. İşte Allahû Tealâ’nın koyduğu şey, bir maddenin veya bir partikülün ışık hızının ötesinde sonsuz bir hızla hareketi, o maddenin veya partikülün ait olduğu âlemde ya da seyir halinde olduğu âlemde, o âlemin yapısına ait olmamasıdır. Böylelikle nefsimiz, fizik âlemin bir varlığı değildir. Ve fizik âlemin bir varlığı olmadığı cihetle sonsuz hızla hareket edebilir. İster yakınlarda bir gezegen olsun, ister en uzaktaki gezegen olsun, aynı zaman parçası içerisinde meselâ bir saniyede ruhunuz vücudunuzdan ayrılıp oraya ulaşır. Böyle bir şey gerçekleştiği zaman Allahû Tealâ’nın indinde bütün insanlar için söz konusu olan şey, Allah’ın bu güzelliğini yaşamak, o hedefe ulaşmak, fiziğin ötesini hissetmektir.

Nefsimizin, Allahû Tealâ’nın indinde sonsuz bir hızla harekete geçişi, bütün insanlar için öyle bir hususu ifade eder ki; burada Allahû Tealâ’nın sadece sonsuz bir yardımı vardır. Bu yardım bütün insanlar için geçerlidir; eğer insanlar ona ehil olabilirlerse. İşte kim nefs tayyi mekânı yaparsa, nefs tayyi mekânı yapan bu kişi, Allah’ın ilm-i ledûnundan nefs tayyi mekânına müteallik olan kesimi almıştır. Öyleyse Allah’ın böyle bir ihsanını o kişiye vermesi, sadece tayyi mekânın birinci safhasını gerçekleştirmesini sağlar.

İnsan, salâh makamına ulaştığı zaman Allahû Tealâ onun başının üzerine Kendi ruhunu verecektir. İşte bu ruhu verdiği zaman, bu ruhun o kişiye verilmesinin arkasında, o kişinin ruh tayyi mekânını gerçekleştirmesi olayı yatar.

Ruh tayyi mekânı, nefs tayyi mekânından ayrı bir özellik gösterir. Çünkü nefs, kendi âleminin dışında fizik olamaz ama ruh, her âlemde fizik olabilir. Nefs, yalnız kendi âleminde fizik olabilir, başka âlemlerde fizik olamaz. Ruh, her âlemde hem fizik olabilir, hem de fizik olmayabilir yani Allahû Tealâ ruha, bütün âlemlerde fizik olabilme ve fizik ötesi olabilme yetkisini vermiştir. Yani elektron devir sayısını kendi ayarlayabilme yetkisinin sahibidir ruhumuz. Böyle olduğu için ruhumuz, Allahû Tealâ’nın indinde bütün dizaynını Allah’ın fizik ötesi gerçeklerini yaşamak üzere kullanmak yetkisinin sahibidir.

Berzah âleminde giden bir nefs, berzah âleminde, kendi âleminde fizik olacağı için, Allahû Tealâ onun elektron devir sayısında gerekli değişiklikleri fizik ötesinde sağlar. Orada, nefsin kendi âleminde fizik olduğu bir standarttan fizik olmadığı bir standarda geçmesi söz konusudur ki, kendi âleminde sonsuz hızı yaşayabilsin. Bu, Allah’ın elektron devir sayısını değiştirmesiyle gerçekleşen bir olgudur. Ama bir ruh için, Allah’ın özel bir yardımı gerekmiyor. Ruh, kendi iradesiyle elektron devir sayısını her âleme göre değiştirebilir ve bu her âleme göre yaptığı değişiklik, o kişi için onu bir sonuca ulaştırır. Bu, fizik vücut tayyi mekânına kadar yürür.

Şimdi ruh tayyi mekânı dediğimiz zaman neyi anlıyoruz? O kişinin fizik vücudu, uyku haline giriyor. Nefs tayyi mekânı dediğimiz zaman neyi anlıyoruz? Onda da o kişinin fizik vücudu uyku haline giriyor. Öyleyse her ikisinde de fizik vücut var. Ruhtan ve neftsen ayrı. Ve fizik vücut uyku halinde. Uyku halinde akıl, fizik vücuda kumanda edemez. Ruh tayyi mekânının standartları da nefs gibidir. Fakat ruhun asıl özelliği şu: Nefs, zemin kattan yukarıya çıkamaz. Yani yıldızlar âleminin ötesine geçemez; Sıratı Mustakîm boyunca yükselemez. Sadece zemin katta, zemin katın semasında hareket halindedir. Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Biz, yıldızları zemin katın tavanı olarak yaptık.” Öyleyse nefsin yukarı katlara çıkması mümkün değildir, sadece bu katlarda dolaşabilir. Yani zemin katın yıldızlarında dolaşabilir, bir de aşağıya inebilir ama ruh öyle değildir. Ruh, zemin katı aşar. 1, gök katına, 2. gök katına; o kişinin çıktığı 7 tane gök katına çıkmak hakkının sahibidir. Allah’ın huzuruna kadar yükselebilir. Ve hiçbir engel yoktur. Demek ki ruh tayyi mekânı, bir defa yetki alanı itibariyle nefs tayyi mekânının ötesinde bir şeydir. İlm-i ledûnun tayyi mekân bölümünde Allah’ın ruha verdiği yetki, adeta sonsuz bir yetkidir. Bütün âlemlerde hareket halinde olabilir, bütün âlemlerde fizik olabilir, bütün âlemlerde fizik olmayabilir. Fizik olduğu zaman ne olur? İnsanlar o zaman ruhu fizik vücuttan ayırt edemezler. Fizik vücut hangi özelliklerin sahibiyse ruh, bütün o özelliklerin sahibidir. Kimin yanında bulunursa bulunsun, o insanlar onun ruh mu olduğunu, yoksa fizik vücut mu olduğunu asla idrak edemezler.

Öyleyse ruhun sonsuz hıza ulaşma yetkisi nasıl sağlanıyor? Hangi âlemde olursa olsun, o âlemin dışına çıktığı anda elektron devir sayısını değiştirerek ruh, sonsuz hızın yetkisine mutlaka kavuşuyor ve ulaştığı her yerde bütün fizik standartların sahibidir. Meselâ bir ruh yanınızda koltukta oturuyor olsa koltuğu tutar, bardağı alır, içindeki çayı rahatlıkla içer. Fizik vücudun yapabildiği her şeyi yapma yetkisinin sahibidir. Bu sebeple ruh ile fizik vücudu, dışarıdan görenlerin ayırt etmesi mümkün değildir.

Nefs tayyi mekânıyla fizik vücudun tayyi mekânı, ilm-i ledûnun iki safhasını ifade eder. Yukarıda açıklandığı gibi her iki safhada da fizik vücut uykudadır ve bırakılan yerde uyku halinde kalır. Nefs ve ruh, o fizik vücuda tekrar döndükleri zaman fizik vücudun içine tekrar bir anda girerler. Ama fizik vücut tayyi mekânı dediğimiz zaman bu, ilm-i ledûnun tayyi mekân bölümünün en üstünüdür. Çünkü o zaman ruh, fizik vücudun üzerine örtü oluyor. Ve fizik vücut ikinci safhaya giriyor; bağımlı safhaya giriyor. Siz bunu ideal hedefine alın.

Nefs, fizik vücudun içinde bir esirdir. Neden? Çünkü nefsin elektron devir sayısı, fizik vücudun elektron devir sayısının yarısı kadardır. Nefsin elektronlarının ağırlığı da negatiftir. Negatif ağırlığın sahibi olan ve fizik vücudun yarısı hızında olan  nefs elektronları sebebiyle nefsimiz, fizik vücudumuzla bir ilişkiye girse de girmese de fizik vücudun içinde esirdir. Fizik vücut bayılmadıkça, fizik vücut uyumadıkça, fizik ölmedikçe, nefs fizik vücudu terk edemez. Yani nefs, fizik vücuda bağımlı unsurdur. Bağımlılığın merkezinde yatan Allahû Tealâ’nın ana ifadesi ise elektron devir sayısıdır. Hangi elektron sayısı diğerinin iki katıysa, o dominanttır (hâkim unsurdur). Yarım olan ona bağımlı unsurdur. Onun için nefsimiz, fizik vücudumuzu dilediği an terk edemez ama ruhumuz öyle değil! Dilediği an elektron devir sayısını, bizim elektron devir sayımızla aynı hale getirir. Aynı sayıya geldiği anda  tereyağından kıl çeker gibi vücudumuzdan ayrılır. Hiç bize sormaz, bizden emir almaz, böyle bir şey aklına bile gelmez. O, Allah’ın bütün emirlerini mutlaka yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen ahsen bir özelliğin sahibidir. Allah’ın tam itimadıyla hareket eden, sonsuz imkânların sahibidir.

Şimdi nefsimizin fizik vücudumuza bağımlılığının sebebi, fizik vücudumuzun elektron devir sayısının, nefsimizin elektron devir sayısından iki kat fazla oluşudur. İşte ne zaman ruhumuz fizik vücudumuzun üzerine gelir de onun elektron devir sayısı fizik vücudumuzun iki katı olursa, fizik vücudumuz ruhumuzun içinde bağımlı hale gelir. O zaman, ruhumuz müsaade etmedikçe fizik vücudumuz ruhumuzdan ayrılamaz. Yetmez; ruhumuz fizik vücudumuzun her safhasını kapladığı için ve ruhumuz görünmediği için, fizik vücudun üzerine örtü olan ruhu kimse göremeyeceği için, fizik vücudumuz onun içinde olmasına rağmen kimse fizik vücudu göremez.

İşte fizik vücut tayyi mekânı öyle bir tayyi mekândır ki o oda kilitli kalmalıdır tayyi mekân boyunca. Başka birisi o odaya girmemelidir. Çünkü girerse duvarlar, camlar, kapılar kapalı olduğu halde fizik vücudun oradan nasıl dışarıya çıktığı konusu, herkes için bir muamma teşkil eder, birçok problemlere sebebiyet verir. Onun için fizik vücut tayyi mekânı, Allah’ın evliyalarının en son ihtimâl olarak kullanacakları bir husustur ve başlangıçta daima nefs tayyi mekânı yaparlar, ikinci etap son etap gibi ruh tayyi mekânı yaparlar, en sonunda fizik vücudu bırakmayı tercih ederler. Ama şartlar onu gerektirir, fizik vücudun gitmesini gerektirir; o zaman kapılar açılmadan, duvarlar açılmadan fizik vücut orayı terk edebilir. Bu, ruhun özelliği sebebiyledir.

İşte ışık hızının ötesine geçtiği anda, uçan daireyi hiç kimse göremez. O hıza geçtiği anda içindeki insanların da görünmemesi, uçan dairenin görünmemesi standardına bağlıdır. Nasıl bir evin duvarları varsa, biz duvarın içinde olduğumuz için dışarıdan kimse bizi göremiyorsa, uçan dairenin duvarları, nev’i şahsına has duvarlardır ki o duvarların âlem değiştirmesi demek yani içinde bulunduğu fizik âlemin duvar olarak dışına çıkması demek, onun görünmez oluşu demek. Ama o duvar görünmez olunca içindeki de görünmez oluyor.

İşte böylece fizik vücut tayyi mekânı, üçüncü ve en üst seviye tayyi mekândır. İşte Allahû Tealâ’nın fizik vücut tayyi mekânını yapan birisi, bu sebeple birçok anlaşmazlığa sebebiyet vermemek için Allahû Tealâ kendilerine fizik vücut tayyi mekânını verdiyse onu çok gizli şartlar altında gerçekleştirmek mecburiyetindedirler. Yoksa fizik vücudun ne olduğu konusu, birçok anlaşmazlıklara sebebiyet verebilir.

Allahû Tealâ’nın dizaynı, üç ayrı tayyi mekânı ifade ediyor. Allahû Tealâ’nın ihsanları sonsuzdur. O, her şeyi vermeye hazırdır. Yeter ki biz lâyık olalım. Liyakatimizle Allahû Tealâ’nın ihsanları, tam bir paralellik arz eder. Öyleyse insanoğlunun liyakati nereye kadar uzanıyorsa, Allahû Tealâ mükâfatını -zaten vermek istiyor- hemen anında teslim eder. Yani insanlar Allahû Tealâ’yı hep suçlarlar: “Ben Allahû Tealâ’dan şunu istiyorum vermiyor, bunu istiyorum vermiyor.” Neden vermiyor? Ona lâyık olmadığımız için. Lâyık olsak, zaten otomatik kanunlar gereğince derhal verilecek. İnsanlar, kendi davranışlarındaki eksiklikleri ve Allah’a hangi açıdan lâyık olamadıklarını hiç hesaba katmadan “Ben Allahû Tealâ’dan istiyorum da Allahû Tealâ bana vermiyor.” diyebilirler. Ama onların bunu demesi, aslında çok bir şey ifade etmez. Çünkü Allahû Tealâ’nın liyakat kanunları, lâyık olduğumuz şeyin Allahû Tealâ’dan mutlaka alınacağını gösterir.

Öyleyse ilm-i ledûn Allah’ın bir ihsanıdır ki o ilm-i ledûna sahip olmak için Allah’ın sizi o liyakat seviyesinde görmesi lâzım. Siz o liyakat seviyesine ulaşmak isterseniz, Allahû Tealâ size yardım edecektir, mutlaka oraya ulaşacaksınız. Ama ulaştığınız zamanın özelliklerinin sahibi olmadıkça, o hedefe vasıl olamazsınız. Allahû Tealâ sizi o hedeflere yöneltmek ister. Yani tayyi mekânın size verilebilmesi noktasında, siz gördüğü hiçbir şeyden etkilenmeyen bir özelliğin sahibi olmak mecburiyetindesiniz. Çünkü duvarlar sizin için bir şey ifade etmeyecektir. Bütün sırlar sizin için kalkmıştır. O başkalarına ait olan sırları, kötüye kullanabilecek olan hiçbir insan, Allahû Tealâ’dan tayyi mekân yetkisi alamaz.

Allahû Tealâ onlara nefs tayyi mekânı verir, Madagaskar Adası’nın bir yerinde hiç tanımadığı bir âlemde insanların evlerinin içini görür. Zaten bilmediği bir yerde, hiç tanımadığı insanları görmek, onun için bir dedikodu yapabilecek olan, onların hayatları hakkında başkalarına sır ulaştırabilecek olan bir özellik taşımaz. Onun için Allahû Tealâ’nın nefs tayyi mekânının ötesinde, o kişiye tanıdığı insanların arasında tayyi mekân yaptırabilmesi, o kişinin Allahû Tealâ’nın mürşidinin bu standartlarda olmasına bağlıdır.

1- Gördüğü hiçbir şeyi başkasına söylememek mecburiyetinde.
2- Olaylardan hiçbir şekilde etkilenmemek mecburiyetindedir. Çünkü etkilenirse, insanlara karşı haksız davranışlarda bulunabilir. Etkilenirse, belki şahit olması gerektiği bir konuda başkalarına şahitlik eder. O zaman Allahû Tealâ’nın sır müessesesi zedelenmiş olur. Allahû Tealâ’nın buna müsaadesi yok.

Allah’ın bütün dizaynı, kendi standartları altında en iyisini ifade eder. Öyleyse insanlar “Niçin Allahû Tealâ bana vermiyor?” diye düşündükleri zaman kendilerinin buna niçin ehil olamadıklarını düşünmek mecburiyetindedirler. Ehil olsalar, Allahû Tealâ derhal ihsanda bulunacak. Öyleyse Hz. Musa’ya bile bakın hangi şartlar içinde, neden ehil değil.

Allahû Tealâ’ya diyor ki Hz. Musa: “Yarabb! Bana katından ilim almış birini nasip kıl. Ben ondan ilm-i ledûnu öğreneyim.” Allahû Tealâ kabul ediyor ve diyor ki: “İki denizin birleştiği yerde onu bulacaksın.” Hz. Musa soruyor: “Yanıma Harun’u da alabilir miyim?” Allahû Tealâ: “Alabilirsin.” diyor. İkisi beraber yola çıkıyorlar. Bu yola çıkışın neticesine bakıyoruz: Yanlarına kurutulmuş balık almışlar ve onları durdukları yerlerde yiyorlar. Bir yerde duruyorlar ve “Balıkları çıkar.” diyor Hz. Musa. Harun diyor ki: “Balıklar canlandı ve suya girdi.” Hz. Musa soruyor: “Yahu nasıl olur, kuru balıklar canlanır mı?” Harun da cevap veriyor: “Sen görmedin, farkına varmadın.” Hz. Musa soruyor: “Nerede?” Harun cevap veriyor: “Hani iki deniz birleşiyordu ya.” diyor. Hz. Musa iki elini başına vuruyor ve diyor ki: “Tamam! Oradaki adam… Hani ağacın kenarında, ağacın altında bir adam vardı hatırladın mı? Hadi tekrar dönelim.” diyor. Dönüp bakıyorlar adam orada. Hemen yaklaşıyor Hz. Musa ve diyor ki: “Sana tâbî olmam kaydıyla bana öğrendiğin o ilmi öğretir misin?” Hızır (A.S) diyor ki: “Sen benimle yapamazsın.” Hz. Musa da diyor ki: “Ben Allah’ın peygamberiyim; yaparım.” diyor. Hızır (A.S): “Yapamazsın.” diyor. Hz. Musa da diyor ki: “Yaptığımı göreceksin, beni kabul et.” Hz. Hızır: “Kabul ettim.” diyor Allahû Tealâ’dan aldığı emir üzerine. Ve beraberce yola çıkıyorlar.

Gidiyorlar, gidiyorlar, birtakım gemilerin olduğu bir limana ulaşıyorlar. O limanda gemi sahiplerinden ekmek istiyorlar, hiç kimsenin onlara bir şey verdiği yok. En sonunda bir gemiye ulaşmışlar, o gemideki geminin sahibi bunlara yiyecek vermiş. Ve yiyeceklerini yer yemez Hz. Hızır, oradan bulduğu bir baltayla geminin bordalarını parça parça etmiş, gemide kocaman bir yara açmış ve gemi orada kalmış. Bütün gemiler sefere çıkmış, bu gemi çıkamıyor. Hz. Musa sabretmiş, sabretmiş; dayanamamış: “Yahu kimse bize ekmek vermedi. Bak bu adam bize yiyeceğimizi verdi, sen ona mükâfat olarak adamın bordasını duman ettin ve gemiyi yerle bir ettin.” demiş. Hızır (A.S) demiş ki: “Ben sana benimle yapamazsın demedim mi?” Hz. Musa: “ Dedin ama” demiş, “Bu kadarına dayanamazdı ben.” Hz. Hızır da: “Dayanamadığını gördün, artık bu işi bitirelim.” demiş. Hz. Musa: “Yok, bana yeniden bir hak ver.” Hızır (A.S) tekrar soruyor Allahû Tealâ’ya, Allahû Tealâ da diyor ki: “Tamam, gene ver.”

Gene beraberler. Gidiyorlar bir köye. Köyden gene herkesten yiyecek bir şeyler istiyorlar. Gene kimse vermiyor. Birisi veriyor. Hızır (A.S) onun da bahçe duvarını yıkıyor. Hz. Musa tekrar diyor ki: “Yahu kimse bir şey vermedi, bunlar verdi. Mahvettin adamın duvarını.” Hızır (A.S) da: “Ben sana benimle yapamazsın demedim mi?” diyor. “Dedin ama hadi bu sefer de olsun bir daha yapmayacağım.” Hz. Musa. Hızır (A.S)’a soruyor Hz. Musa: “Neden yaptın?” “Orada yetimler vardı. Onların hazinesi orada toprağın altındaydı. O duvarı oraya yıktım ki, onların üzerini tamamen örtsün.” diyor. Allahû Tealâ’dan aldığı emir bu.

Gidiyorlar, bir pınar başında mola veriyorlar. Bir delikanlı geliyor, oradan su içerken Hz. Hızır kılıcını çekiyor, delikanlıyı öldürüyor. Hz. Musa diyor: “Buraya kadar arkadaş. Sen gözümün önünde cinayet işliyorsun, ben buna dayanamam.” Hızır (A.S) da cevap veriyor: “Biliyor musun, bu çocuk eve gitseydi anne ve babasını öldürecekti. Onun bu hataya ulaşmaması için Allahû Tealâ, O’nun alınmasını istedi benden. Ben de görevimi yaptım.”

Şimdi Hz. Musa’nın daha ilm-i ledûna sahip olmadığı devrede, ilm-i ledûnun sahibi olan Hz. Hızır, O’na dersler veriyor. Mantık ölçüsüne göre, şer’i ölçülere göre Hz. Musa haklı. Adam ekmek veriyor, geminin bordasını deviriyor. Adam ekmek veriyor, bahçesinin duvarını yıkıyor,  bir başkasını öldürüyor. Ama hepsinin arkasında ilm-i ledûnun gerekleri var. Allahû Tealâ, tasarruf halinde olan Hz. Hızır’a dilediğini emretmiyor, sadece yaptırıyor. Öyleyse demek ki Allahû Tealâ’nın indinde ilm-i ledûn dediğimiz bir husus var.

Sakın ilm-i ledûn ile şeytanın ilmini birbirine karıştırmayın. Şeytanın ilimlerinden bir tanesi büyüdür, bir tanesi hüddamdır ve daha birçok ilmi var. Hipnotizma gibi, manyetizma gibi vs. İnsanların bu ilimlere verdiği ad, occult kültür. Nerede bu ismi görürseniz, bilin ki burada şeytan devrede. Occult kültürün sahiplerinin arkasında bugün Lord Mentre var yani deccal. Onun da en yakını, Maharishi. Bütün dünyada bu adamlar üniversiteler kuruyorlar, bugüne kadar yüzlerce konferans vermişler. 8 tane uydudan, kaç tane radyoyla 40 yıldan beri dünyaya zülmanî ilimleri yayıyorlar. Tabiî 40 yıldan beri 8 tane uyduyla çalışmıyor adamlar ama şu andaki durumları bu. Ve bütün dünyaya yoga standartlarını veriyorlar ve Budizm’in fizik ötesindeki zülmanî kesimlerini veriyorlar. Yani şeytanın öğrettiği ilimleri veriyorlar.

İşte böyle bir ilmin bir bölümünü de Maharishi’nin manyetik alanlar teorisi oluşturuyor ve transandantal meditasyon oluşturuyor. Hepsi Allah’ın Kur’ân-ı Kerim ilminin % karşısında ve Allah’ın söylediklerini yok etmek üzere harekete geçirilmiş olan şeyler. Allahû Tealâ en büyük ilim olarak zikri emrediyor ve Maharishi ve onun takımı şeytandan emir alarak zikri yok etmek için transandantal meditasyonu sokuyorlar ve insanları zikirden men ediyorlar. Zikir ki; insanlara Allah’ın manevî ilimlerini, fizik ötesi ilimlerini, ilm-i ledûnunu insanlara ulaştıracakken, Maharishi, şeytandan aldığı emirler gereğince occult kültür içinde insanlara yoga öğretmek için, insanlara transandantal meditasyonu öğretmek için, insanlara hipnotizma öğretmek için, büyü öğretmek için, hüddam öğretmek için faaliyette.

İşte hüddam, cinlerin üzerlerine saldırtılması ilmidir. Başının üzerinde mürşidinin ruhu bulunmayan bütün cinler, onun hüddam ilmini bilenler tarafından yapılmak gibi bir tehlikenin mutlaka karşısındadırlar. Hüddam ilminin sahipleri cinlere diyorlar ki: “Eğer emrimizi dinlemezsen seni yakarız.” Başının üzerinde mürşidinin ruhu bulunmadığı için cin mutlaka yanacak. İşte böyle bir tehlike mutlak olarak tahakkuk edeceği için zavallı cin itaat etmek mecburiyetinde, emri yerine getirmek mecburiyetinde ve insanlara rahatsızlık vermek mecburiyetinde.

İşte şeytanın zülmanî ilmi, bir iradenin rızası olmaksızın o iradenin sahibine zarar vermek ilmidir. Allahû Tealâ’nın indinde insanları mutsuz etme ilmidir. Birinin arkasında ruhumuz (Allah’ın ilminin arkasında), şeytanın ilminin arkasında da nefsimiz var. Birinin arkasında Allah var, ötekisinin arkasında şeytan var. Ve ilm-i ledûn da, şeytanın gizli ilimleri (zülmanî ilimler) birbirine taban tabana zıt iki tane faktör gösterir. Birinin hedefi insanlara zarar vermektir, ötekinin hedefi insanları mutlu kılmaktır.

İlm-i ledûn, bütün insanları mutluluğa, Allah’ın davetine ulaştıracak olan fiziğin ötesini yaşamak imkânını bütün insanlara bahşeden bir özellik taşırken, bu özellik hiç kimseye bir zarar vermeden o ilmin sahiplerini mutlak bir saadete ulaştırır. Şeytanın ilmiyse, herkese zarar vererek insanların nefsini tatmin eder.

Öyleyse insanların şeytandan aldıkları yetkilerle başka insanlara zarar vermeleri, büyü yoluyla, hüddam yoluyla gerçekleşiyor. Ve zamanımızda birçok ilim var ki manyetizma gibi, hipnotizma gibi hepsi zülmanî ilim. İradelerden biri ötekine onun rızası olmaksızın tasallut etmek imkânının sahibi ve kontrolü altına alıyor.

İşte Allahû Tealâ’nın ilm-i ledûnu, işte şeytanın gizli ilimleri. Tekrar ediyorum; nerede şeytanın Occult kültürünü görürseniz bilin ki; orada şeytan vardır.

Allahû Tealâ’nın sizlere de ilm-i ledûnunu ihsan etmesini ve ilm-i ledûnla sonsuz mutluluklara ulaşmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek sohbetimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz. Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir