ali küçük tağut / BESAİRU'L KUR'AN - Ali Küçük Tefsiri: ENFAL SURESİ

Ali Küçük Tağut

ali küçük tağut

Tâğut Nedir?
İlâh Edindiğin Her Şey Tâğut'tur!

 

"Kim Tâğut'u İnkâr Edip de Allah'a İnanırsa Muhakkak ki O, Kopması Mümkün Olmayan En Sağlam Bir Kulpa Sımsıkı Sarılmış Olur."
(Bakara: )

"Andolsun ki Biz Her Ümmete:'Allah'a İbadet Edin, Tâğut'tan Sakının!' Diye Bir Peygamber Gönderdik."
(Nahl: 36)

"İman Edenler Allah Yolunda Savaşırlar. İnkâr Edenler de Tâğut Yolunda Savaşırlar."
(Nisâ: 76)

"Tâğut'a Tapmaktan Kaçınıp Allah'a Yönelenlere Müjde Vardır. O Halde Kullarımı Müjdele!"
(Zümer: 17)

 

Her milletin Tâğut'u;
Hazret-i Allah ve Resul'ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, Tâğut odur. Mümin olan O'nun hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmez. Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut'un açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Tâğut'a inananlar Tâğut ile beraber cehenneme gidecek. Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır. Yani Tâğut'un ne olduğunu bilin!..

 

Tâğut Nedir?

"Tağâ" kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi tecavüz etmek mânâlarına gelir. "Tuğyan" da bu kelimeden gelmektedir.

"Su tuğyan ettiği (iyice kabarıp taştığı) vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık." (Hâkka: 11)

Âyet-i kerime'sinde geçtiği üzere, suyun kabarıp taşmasına, yatağından çıkıp aşmasına "Tuğyan" denilir.

Tâğut; tuğyan kelimesinden gelmektedir. Haddi aşan her şey tâğuttur. Şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.

Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye de Kur'an-ı kerim'de "Tâğıye" adı verilmektedir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (korkunç bir ses) ile helâk edildiler." (Hâkka: 5)

Aşırı derecede şiddetli ve öldürücü olan bu ses, her türlü gürültüden daha şiddetli olan bir sayhadır.

İnsan birçok nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarına ihtiyaçtan uzak gördüğü, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve kabiliyet olduğunu zannettiği zaman artık Allah-u Teâlâ'yı unutur. Dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olan kudretin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu aklından çıkarır.

İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk, had-hudud tanımaz olur. Rabb'ine şirk koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl "Tuğyan"dır ve bu gibi kişiler Kur'an-ı kerim'in ifadesi ile "Tâğut"tur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka, üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin isyankâr durumlarını "Tuğyan" kelimesi ile beyan buyurmaktadır.

Bunlar kendilerini dünyanın en büyüğü olarak görmüşlerdi. Her istediklerini yapabilecek güce sahip oldukları zannına kapılmışlardı.

"Gerçek şu ki, insan kendini zengin (kendi kendine yeterli) gördüğü için tuğyankârlık (azgınlık) eder." (Alâk: )

Âyet-i kerime'lerinde belirtildiği üzere "Tuğyan"ın içine dalmışlardı.

Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve sefa içinde yaşadılar. Saptırıcıların peşlerine takılarak, Salih Aleyhisselâm'ın uyarılarına kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın âyetlerine yüz çevirip, O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi, bir de Salih Aleyhisselâm'ın nübüvvetine delil olarak istedikleri deveyi boğazladılar.

Âd kavmi, hiç ölmemek arzu ve umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hud Aleyhisselâm'ın dâvetine uymadılar, Allah-u Teâlâ'ya şirk koşmakta devam ettiler.

Necm sûre-i şerif'inin Âyet-i kerime'sinde "En zâlim ve en tuğyankâr" olarak vasıflandırılan Nuh Aleyhisselâm'ın kavmi, kendilerini ileri görüşlü, müminleri de ayak takımı olarak değerlendirdiler. Peygamberlerini taşlamakla tehdit ettiler, bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istediler. İlâhi dâvete kulaklarını tıkadılar.

Aynı şekilde Firavun da İsrâiloğulları'na akla hayale gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp, kadınların ırzlarını kirlettiriyor, Musa Aleyhisselâm'ın dâvetine sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük rabbi ilân ediyordu.

Tuğyankâr insanların elebaşıları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek için, var güçleri ile bâtıl deliller üretirler, kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları zan hükümlerini kabul ederler, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü bırakırlar.

Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut'tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.

İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm'dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm'a kadar İslâm dini'ni beşeriyete takdim eden bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut'tan kaçınmalarını ilân etmişlerdir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Andolsun ki biz her ümmete:'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)

Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.

"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)

Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.

"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)

Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.

"Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!" (A'raf: )

 

Tâğut'u Reddetmek İslâm'ın Emri, İmanın Gereğidir:

Tâğut'u yani ilâhî hükümlerle çatışan nefsi, fertleri, düzenleri reddetmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah-u Teâlâ'ya âit olduğunu tasdik etmedikçe, Tevhid kulpuna yapışılamaz.

İslâm'ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır." buyuruyor. (Bakara: )

Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.

İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.

Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır.

İman nuru ile münevver olan "Hakikat ehli", iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan "Dalâlet ehli" ise dünyada ve ahirette cezâsını çekecektir.

İman ile küfrü, hakikat ile dalâleti karıştırmaya, küfrü hoş göstermeye çalışanların kendilerini İslâm dini'nin dışına çıkardıklarında hiç şüphe yoktur.

"Kim Tağut'u inkâr edip de Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur." (Bakara: )

İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.

İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan tağutların, yoldan sapmış imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk'tan ve hakikattan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapmışlık içinde bocalar dururlar.

"Allah işitendir, bilendir." (Bakara: )

Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile "Ben de müslümanım!" deyip, içinde inkârı saklayan küfür ehlinin sapmışlıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.

"Allah iman edenlerin dostudur." (Bakara: )

Allah-u Teâlâ'nın dostluğu, yardımı, desteği, inayeti; iman edip, Hakk yolda yürüyenler ve Hakk'ı savunanların üzerinedir.

Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine aslâ izin vermez.

"Onları karanlıklardan kurtarıp nura çıkarır." (Bakara: )

Onları her türlü şek ve şüpheden, ihtilâf ve tefrikadan kurtarır, esenlik yoluna eriştirerek kurtuluşa kavuşturur.

İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümullü bir tabir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk'ın nurundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.

"İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tağut'tur." (Bakara: )

Küfrü tercih eden, küfür üzere hayatını devam ettiren, küfrün savunuculuğunu yapanların dostları ise şeytan ve şeytanlaşmış insanlardır.

"Onları nurdan alıp karanlıklara götürür." (Bakara: )

Yedeklerine aldıkları bu kişileri nûrdan uzaklaştırıp nâra sürüklerler, hidayetten mahrum edip dalâlete sevkederler. Dünya hayatlarını da, ahiret hayatlarını da mahvederler, böylelikle de ebedî felâketlerle başbaşa bırakmış olurlar.

"İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır." (Bakara: )

Tepetakla cehenneme girecekleri ve hiç çıkmamak üzere orada kalacakları kesinleşmiştir.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Allah ve Peygamber'i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Peygamber'ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)

Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ'nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.

Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.

Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul'ünün emir ve arzusuna boyun eğmek: "İşittim ve itaat ettim!" demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şirk ve isyandan sakınan müminlerin fazilet ve meziyetini beyan buyurmaktadır:

"Tâğut'a tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!" (Zümer: 17)

Tâğut'tan kaçınmaktan maksat, Tâğut'u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ise iman etmek demektir.

"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir." (Zümer: 18)

Bu yüce vasıfları taşıyan kimseler, Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bâri'sini elde etmeyi nasip ettiği kimselerdir.

Dünya müjdesini hak eden ve buna lâyık olan kimse ahiret müjdesini de hak eder.

"Hakkında azap hükmü hak olmuş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?" (Zümer: 19)

O kimse artık azaba müstehak olmuş, azap hükmü sabit olmuştur. Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse onu hidayete iletemez. Hidayete erdirdiğini de hiç kimse dalâlete düşüremez.

 

Tâğut'un Önünde Muhakeme:

İhtilâfların çözümünü Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a arzetmek ilâhi bir emirdir.

"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız!" (Nisâ: 59)

Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye başvurmak da itaatın gereğidir.

"Bu sizin için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir." (Nisâ: 59)

En güzeli bu şekilde hareket etmektir.

Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur'an-ı kerim'e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa Sünnet-i seniyye'ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.

Allah-u Teâlâ ve Peygamber'i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber'inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.

Allah-u Teâlâ hiçbir mümine kendi hükümlerinden başkasıyla hükmetmesine veya indirdiği hükümlerden başkasına boyun eğip rızâ göstermesine müsaade etmez. Hatta inkâr etmesini emreder.

Kalplerinde iman bulunmadığı halde iman ettiklerini iddiâ eden münafıkların sıfatlarını anlatarak Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:

"Resul'üm! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürerek boş iddiâlarda bulunanları görmüyor musun? Oysa onlar Tağut'un önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı." (Nisâ: 60)

Dindar olduklarını iddia ettikleri halde, kendilerine emredilenin tersini yaparak Tâğut'un mahkemesine gitmek istiyorlardı.

"Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor." (Nisâ: 60)

Bu öyle bir sapıklıktır ki, artık bundan sonra bir daha hidayet bulamaz.

İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir münafık ile bir yahudi kavga etmişlerdi. Yahudi mahkeme görmek için Resulullah Aleyhisselâm'a, münafık ise yahudilerin başkanı Ka'b bin Eşref'e gitmeyi tercih etti. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime nâzil oldu.

Bu Âyet-i kerime her yer ve zamanda emsali bulunan münafıkların maskelerini indirip atmıştır.

"Onlara:'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamber'e gelin!' denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştığını görürsün." (Nisâ: 61)

En şiddetli bir şekilde senden yüz çevirir ve bunu kabul etmezler.

Her milletin Tâğut'u; Hazret-i Allah ve Resul'ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, tâğut odur. Mümin olan O'nun hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmez.

Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut'un açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.

 

Nefsini İlâh Edinenler:

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde inandıklarını dilleriyle söyledikleri halde kalpleriyle inkâr edenleri, düşmanla ve kâfirlerle işbirliği yapan iki yüzlü kimseleri münafık olarak vasıflandırmıştır.

Münafık dıştan müslüman görünen ancak içi kâfir kimselere verilen isimdir. Arapça nifak kökünden gelir. Nifak çıkartan anlamındadır.

Münafık "İki yüzlü"dür.

Müslümanlara "Ben sizinleyim.", kâfirlere "Sizinleyim" der.

Türkçesi; "İki yüzlü".

Fakat iş sahasında "Kalleşlik" manasına da geliyor. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.

Münafığın tarifi budur. Aynı zamanda görünüşte vatan için çalışır gerçekte hâindirler. Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği küfür topluluklarını dost edinirler. Ancak Cenâb-ı Hakk bunların hepsini en iyi biliyor. Siz de bilmiş olun.

"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan."(Mücâdele: 14)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Münafığın misali iki sürü arasında hayretle kalan koyun gibidir. Kimi o sürüye gider, kimi bu sürüye." (Müslim: )

İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları ve tevbe etmedikleri sürece, münafıkların İslâm'da yeri ve itibarı yoktur.

Münafıklar içten kâfir oldukları, dıştan da müslüman görünmeye çalıştıkları için Allah-u Teâlâ onları yahudilerle, sapık müşriklerle kardeş diye vasıflandırmaktadır:

"Resul'üm! Münafıkların ehl-i kitaptan küfre sapan kardeşlerine 'Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.' dediklerini görmedin mi?

Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder." (Haşr: 11)

Bu münafıklar müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yaptıkları, müslümanlar arasında gizlice fitne, fesat ve fücurun yayılmasına çalıştıkları için çok tehlikelidirler. Müslüman maskesi altında kâfirin yapamayacağı tahribatı yaparlar. Sulh zamanında olsun, harp zamanında olsun fitne ve fesat ile, bölücülük ile meşguldürler. Müslümanların cihad azmini köreltmek en büyük gayretleridir.

"Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmektedir." (Bakara: 77)

Bunların bu halleri imanları olmadığındandır. Zira müslümanları aldatmaya çalışmak demek Allah-u Teâlâ'yı aldatmaya çalışmak demektir.

"Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir." (Nisâ: )

Allah-u Teâlâ bunların kalbine mühür vurmuştur. Sen de imanının icabını yap, bu münafıklara, bu kayanlara, bu dökülmüşlere meyletme. Zira münafıkta iman olmaz.

Münafıkların ekseriyeti iman ettikten sonra küfre kapılan, küfre ve küfür ehline meyleden kimselerdir. Bugün sahayı bunlar işgal etmiştir.

Münafıklığı müdafaa eden kimse münafıktır. Münafıkla gizli işbirliği kuran bir kimse, o da münafıktır.

Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de herşeyi yok edebilir.

Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.

1. Nefis. 2. Şeytan. 3. Şehvet. 4. İnsan şeytanı. 5. Ve aşırı dünya muhabbeti.

Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.

 

1. Nefis:

Bu beş düşmanın en büyüğü olan nefis yedi başlı bir ejderdir. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.

Bir Hadis-i kudsî'de:

"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.

Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.

Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.

İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.

Bir Hadis-i şerif'lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:

"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)

Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.

Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselerdir. Râbıta yapan onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Bu böyledir.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.

Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: )

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak, hem de "İslâm'ım!" diyecek.

Bu mümkün değil!

Gerçekten hakikatten mahrumdurlar. Nefislerini ilâh edinmişlerdir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)

Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.

Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: )

Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.

Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Camiüs-sağîr)

Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.

Nefis putuna dayanmış olduğundan, bu gibi kimselere uyan ve tâbi olan kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir.

İşte bunun için helâk oldular, bunun için hüsrana uğradılar.

Nefsinin arzusunu ilâh edindiği için şirke düşmüş, şeytanın yolunda gittiği için İslâm dini'nden çıkmıştır.

Kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini olmuştur.

"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." buyuruyor. (Yusuf: )

Bu Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ onları müşrik olarak bize tanıtıyor. Kendi dinlerini, kendi yollarını göstermemek için bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar ve kendilerini müşrik olmayıp müslüman olarak göstermeye çalışıyorlar.

Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:

"Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah'ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (Câsiye: 23)

Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.

Bunlara bir misâl de şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ederler. Hem ahkâma aykırı hareket ederler hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. "Efendim o zât çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir." der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, kişinin zındıklığına vermek lâzımdır.

Âyet-i kerime'de:

"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruluyor. (A'raf: 86)

Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder. O bir emânet-i ilâhidir. Kimi murad etmişse ona verir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir." buyururlar. (Münâvî)

Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.

Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.

Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar. Gidiş yerleri cehennemdir, etraflarını da cehenneme sürüklemiş olurlar. Onlara tâbi olanlar, dünyada olduğu gibi, ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle olacaktır.

Âyet-i kerime'de:

"İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)

Binaenaleyh nefsi ile hareket eden, nefsine uyan, nefsini putlaştıranlar bu kapsama girer.

 

2. Şeytan:

Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.

Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.

Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:

"Ey Âdemoğulları! Ben size:'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: )

Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.

Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.

Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.

"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)

Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.

"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)

Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)

Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.

Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.

Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler.

Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile." (A'raf: )

Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.

 

3. Şehvet:

Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.

Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: )

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde namaz kılmayan ve şehvetlerine düşkün kimselerin türediğini ve türeyeceğini beyan buyurmuştur:

"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler." (Meryem: 59)

 

4. İnsan Şeytanı:

İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer." (Hacc: 3)

Şeytan ismi Âyet-i kerime'de "Merid" sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.

Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:

"Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?" diye sordu. O ise: "İnsanın da şeytanları var mıdır?" dedi.

Buyurdu ki:

"Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir." (Ahmed bin Hanbel)

 

5. Aşırı Dünya Muhabbeti:

Allah-u Teâlâ dünyayı içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.

Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfal: 67)

Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.

Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)

Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir.

Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.

İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.

Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.

 

Dünya'ya ve İçindekilere Muhabbet:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)

O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)

Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.

Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i imrân: 14)

Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.

En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.

Hazret-i Allah'a edep gerekiyor. Resulullah'a edep gerekiyor. Hazret-i Kur'an'a edep gerekiyor. Kitabullah'a olan edep ahkâm-ı İlâhi'ye riayet etmektir. Resulullah Aleyhisselâm'a olan edep hem Sünnet-i seniyye'sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir. Mürşid-i kâmil'deki edep ise Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği emanete riayet etmektir.

Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz iş.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenen ve sonrada bırakıp giden yolcu gibiyim." (Tirmizî)

Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.

Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.

"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)

Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!

Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun

 

Dünyanın Hakikati:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.

Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:

"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.

Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.

Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)

Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."

Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;

"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. )

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."

"Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak

Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;

"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)

Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.

Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)

Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmuştur:

"Dünya bir cifedir, taliplisi kelptir."

"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: )

İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti

Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:

"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.

Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)

Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.

Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: )

"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)

İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.

Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:

"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)

Ek ki biçebilesin.

"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)

Dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.

 

Saptırıcı, İmansız İmamlar:

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ'ya ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.

Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal'den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.

O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabb'inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir." (Buhârî - Müslim)

Ve fakat Deccal'in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.

Nitekim bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.

– Onlar kimlerdir?

Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)

Niçin Deccal'den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?

Deccal'in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.

Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!

Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti yok. Demek ki iman lâf işi değil.

Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.

Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım." buyurmuştur. (Müslim)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-'a "İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?" diye sorunca, o da: "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "İslâm'ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur'an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir." buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)

İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal'den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.

Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal'den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ'yı da kandırmaya çalışacaklar mı?

Oysa Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:

"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.

Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:

'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.'" (Tirmizî)

Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin'e yaptıkları büyük tahribattır.

Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime'de haber verilmektedir:

"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz." (Saffat: 28)

Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.

Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.

Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak allahlık dâvâsında bulundular.

Allah-u Teâlâ bunların içyüzlerini Âyet-i kerime'lerinde belirtiyordu.

Meselâ:

"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'am: )

Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemez oldu.

Bu türemelerin gaye ve maksatları din-i İslâm'ı ifsad etmek ve aslından çıkarıp hurefaya çevirmektir.

Müslümanmış gibi görünüyorlar, gayeleri ise ayrıdır. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi görünüyorlar ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribattır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Kendilerine:'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: )

Bunlar başkalarına hizmet etmektedir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?

Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!" (Secde: 22)

Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal'den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk'ı da kandırmaya çalışacaklar mı?

Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm'a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.

Elli seneden bu yana, öyle imansız imamlar türedi ki, çeşitli din kurucuları türedi ki, öyle fesatçı ifsatçılar meydana geldi ki, bu türemeler o kadar çoğaldı ki! Dünya kuruldu kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.

Geçmişte isyan eden bütün ümmetlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin, günümüzde hepsi mevcut.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır." (Zâriyât: 59)

Ve bu türemelerin çıkacağını Resulullah Efendimiz çok evvel haber verdi. Haber verdiği gibi, Allah-u Teâlâ Müminûn sûre-i şerif'inin Âyet-i kerime'lerinde ve bunlara benzer bir çok Âyet-i kerime'lerde bunların sapıklığını açıkladı ve ilân etti. Bu sapıkları haber verdi.

"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun.

Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.

Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıklarıyla başbaşa bırak!

Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller."

Dini dünyaya âlet edip, ne kadar rezalet yapacaklarını, İslâm'a ne kadar büyük leke ve zarar vereceklerini, ne kadar vurguncu ve dilenci olacaklarını bir bir haber verdi.

Bu bölücüler, din-i İslâm'ı âlet ederek, menfaat, şöhret, nam sebebiyle, dinlerini ayakta tutmak için, her fırsatta dinlerini, partilerini tebliğ ettiler. Din-i İslâm'ı paramparça etmek istediler ve etmeye çalışıyorlar.

Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar.

Bu nur ışığı altında müslümanları Allah ve Resul'de birleştirmeye çalışıyoruz. Başka isimlerle din kuranları ve bunlara uyanları da İslâm'a dâvet ediyoruz. Bu birleşme Hazret-i Allah ve Resul'de birleşmekle olur. Ahmet'te Mehmet'te değil.

Bizim gayemiz bu fitnenin sönmesi, ümmet-i Muhammed'in Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.

 

Allah Yolunda Cennet,
Tâğut Yolunda Cehennem:

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde müminlerin mücadelesi ile kâfirlerin mücadelesi arasındaki farkı şu şekilde belirtmektedir:

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de Tâğut yolunda savaşırlar." (Nisâ: 76)

Müminler Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek üzere Allah-u Teâlâ'nın meşru kıldığı yolda, O'nun dinini yaymak, yüceltmek ve ikame etmek için bütün güçleri ve imkânları ile gayret sarfederler. Her mümin bu vazife ile mükelleftir.

Kâfirler ise şeytana itaat etmek üzere ve şeytanın sapıklığa ulaştırdığı eğri ve bâtıl yollarında mücadele ederler. Zerre kadar imanı olan hiçbir mümin, bu hususta hiçbir zaman onlarla beraber olamaz. Onların bütün arzuları şahsi arzularını temin etmekten, şan ve şöhretten başka bir şey değildir.

Daha sonra Allah-u Teâlâ, düşmanlarına karşı cihad etmelerini müminlere emir buyurmaktadır:

"O halde şeytanın dostları ile savaşın!" (Nisâ: 76)

Onların saman alevlerinin parlaklığı, maddi kuvvetleri, taraftarlarının çokluğu sizi aldatmasın, gevşekliğe sevketmesin. Şüphesiz ki siz onların güçlerini kıracak, darmadağın edeceksiniz. Zira Allah yolunda bulunan ve Allah için cihad eden daima galiptir. Çünkü Allah-u Teâlâ onların dostu ve yardımcısıdır. Tâğut'un yolunda bulunan ve onun uğrunda çalışan mağluptur ve yardımcısız kalmıştır.

Bundan dolayı Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır." (Nisâ: 76)

Hâl böyleyken, Allah-u Teâlâ'nın kudretiyle kıyas edildiğinde durum nasıl olur?

Şeytanın hilesinin zayıflığının sebebi, sadece bir aldatma olmasındandır. Hiçbir netice vermez. Çünkü onun yapacağı bütün hileler, Allah-u Teâlâ'nın yardımı ve desteği karşısında zayıf ve cılız kalır. Onun durumu böyle oldukça ve müminlerin yardımcısı da Allah-u Teâlâ oldukça, nasıl olur da müminler muhaliflere karşı yürekli olmazlar?

Allah-u Teâlâ her zaman kullarına yardım eder. Bu yardımı da, içlerine Tevhid nurunu koymak suretiyle ortaya koyar. Şeytan ve taraftarları zulmânîdir, nûrânî olandan kaçarlar.

Nitekim: "Hakk'ın devleti, bâtılın cevleti yani gürültüsü vardır." denilmiştir.

Hakk taraftarlarının aziz olarak güzel hatıraları ebediyyen bâki kalır, bugün olmazsa yarın muzaffer olurlar. Şeytanlık, azgınlık, zorbalık yapanların sapıklıkları da eninde sonunda sönmeye mahkûmdur. Şayet anılırlarsa lânetle anılırlar.

"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 56)

Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlâ'nın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir ve geçicidir.

"Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur." (Rum: 47)

O'nun desteklediği herhangi bir kimse, herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.

Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile hükmünü vemiş ve ilâhî fermanını beşeriyete şöyle duyurmuştur:

"Allah:'Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!' diye yazmıştır." (Mücâdele: 21)

Kuvvet ve kudret O'nundur, ululuk ve azamet O'nundur, kahır ve galebe O'nundur. Zafer ve muvaffakiyet er veya geç Hakk tarafında tecellî edecektir. Bu hüküm kesin ve gerçektir, bunda aslâ şüphe yoktur, çünkü O öyle hükmetmiştir.

"Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücâdele: 21)

O galip olduğu gibi, O'nun yolunda olanlar da daima galip ve muzafferdirler.

 

Yahudiler ve Tâğut:

Asr-ı saâdette yaşayan Medine yahudileri bir taraftan bir tek Allah'a inandıklarını iddiâ ediyorlar, diğer taraftan ise Tevrat'ın üzerinde çok durduğu ve hep kötülediği putperestlik ve şirk içerisinde bulunan müşriklerin müslümanlardan daha doğru bir yola inandıklarını ilân ediyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyuruldu:

"Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tâğuta ve bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da kâfirler için:'Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ: 51)

Cehalet ve denâetleri, dini duygularının zayıflığı ve ellerindeki Tevrat'ı inkârları sebebiyle kâfirleri müslümanlara tercih ettiler.

Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'sinde onlar hakkında şöyle buyurdu:

"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)

Allah-u Teâlâ bir kimseyi rahmetinden kovarsa, onu ilâhi azaptan kim kurtarır? Onlara lânet damgası vurulmasına kim mâni olabilir?

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onlar Allah'ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle Tâğut'a tapanlardır." (Mâide: 60)

Allah-u Teâlâ'nın lânetine uğramanın üzerinde bir dalâlet düşünülemez.

"İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır." (Mâide: 60)

Bunlar doğru yoldan en fazla uzaklaşan kimselerdir, bu yolu bulup hidayete ermezler. Çünkü bu nurlu yol, Allah-u Teâlâ'nın Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'la gönderdiği yoldur. Onlar ise ona iman etmemektedirler.

 

Münafıklar ve Tâğut:

İslâm'ın ilk yıllarında Mekke'de kâfir vardı, Medine'de ise münafık türemeye başladı. Bunlar özü sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri Medine'nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.

Münâfıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten önce münâfıkların varlığı mevzubahis değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine'ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münâfıklık yolunu seçerek müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.

Hazreç kabilesinin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesine reis olacaktı, taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine'de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm'ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm'a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm'a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münâfıklar zümresi türemiş ve Tâğutlar ortaya çıkmış oldu.

Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münafıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirler, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.

İslâm'ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.

Râfi' bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:

"Bugün büyük bir münâfık öldü." buyurmuştur.

Bu münafıklar Mescid'e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid'den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı atarken:

"Yazıklar olsun size! Resulullah'ın mescidinden çıkarılan pis münâfıklar!" dediler.

Münâfıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü körüne bunlara uyan kimselerdi.

Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Arapları arasında da münafıklar vardı.

Kur'an-ı kerim onlardan şu şekilde söz etmektedir:

"Çevrenizdeki bedevi Araplar'dan ve Medine halkından münafıklar vardır. Bunlar münafıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.

Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe: )

Hangi gruptan olursa olsun, bütün münafıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.

Âyet-i kerime'de:

"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!" buyuruluyor. (Bakara: )

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar." (Âl-i imran: )

Münâfıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.

Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm'a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikayetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.

Meşhur İfk hadisesi bunun bir numunesidir.

Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.

Uhud savaşı sırasında Resulullah Aleyhisselâm'ın bin kişilik ordusunun üçte biri yoldan geri döndüler.

Hendek savaşı da münâfıklara bir başka fırsat olmuştu. Muhasara uzayıp bazı sıkıntılar zuhur etmeye başlayınca ileri geri konuşmaya başladılar. Müminlerin morallerini bozmak, nifak sokmak istediler. Müslümanlar hendek kazma işinde var güçleri ile çalışırken, münâfıklar sıvışıyorlardı.

Tebük seferi esnâsında bir konaklama ânında Resulullah Aleyhisselâm'ın devesi kaybolmuştu, bütün aramalara rağmen bulunamadı. Münâfıklar bunu fırsat bilip: "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi." demeye başladılar.

Bu sözler Resulullah Aleyhisselâm'a ulaşınca:

"Ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi haber veriyorum, devem falanca vâdide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir, gidip arayın!" buyurdu.

Deve gerçekten de söylediği yerde ve tavsif ettiği şekilde bulundu.

Buna benzer birçok misaller vardır.

Münâfıklar müslüman olduklarını ilân etmeleri sebebiyle zâhirde müslüman kabul ediliyorlardı. Müslümanların sahip oldukları bütün haklardan istisna olmaksızın istifade ediyorlardı, cemaatle kılınan bütün namazlara, askeri seferlere katıldıkları gibi, ganimetlerden de eşit şekilde paylarını alıyorlardı.

Resulullah Aleyhisselâm onların yıkıcı faaliyetleriyle ilgili bir şikayet olunca, veya ters icraatlarına bizzat şahid olunca gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu. Suçlarını bazen itiraf ediyorlar, çoğu zaman ise inkâr ediyorlardı. Gerek şahsi tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında verilen bilgi sonunda, sabit olan suçlarından dolayı onları cezalandırmaktan ziyade tevbe etmeye, af dilemeye dâvet ediyordu.

Tebük seferine çıkarken sefere katılmayıp Medine'de kalma hususunda özür beyan eden seksen kadar münafığın özürünü kabul etmekle beraber, aynı şekilde özür beyan eden bir grubun özürünü reddetti. Aynı şekilde seferden döndükten sonra, sefere katılmayan münafıklardan af dileyenleri affettiği halde, aynı suçtan dolayı af dileyen üç samimi müslümanı cezalandırdı.

Ceza o kadar ağırdı ki, Âyet-i kerime'de beyan buyurulduğu üzere, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. (Tevbe: )

Haklarında uygulanan bu müsamaha karşısında münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm'ı saflıkla vasıflandırarak alaya almaya başladılar.

Bir defasında bir yerde toplanan münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm hakkında ileri geri konuşmuşlar, şânına lâyık olmayan şeylerle anmaya başlamışlardı. İçlerinden bazıları: "Onun hakkında böyle dedikodu yapmayınız. Korkarım ki kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz!" dediler. Cülâs bin Süveyd: "Biz istediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz. Üstüne bir de yemin bastırdık mı, bizim doğru söylediğimize hemen inanır. O her duyduğuna inanan bir kulaktır." diye konuştu.

Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

"Onların içinde öyleleri vardır ki Peygamber'i incitirler." (Tevbe: 61)

Onun mübarek kalb-i rahimini rencide etmekten geri durmazlar.

"O her söyleneni dinleyen bir kulaktır derler." (Tevbe: 61)

Herkesi dinler, işittiği her haberi doğrular, herkesin sözüne inanır.

"Resul'üm! De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır." (Tevbe: 61)

Evet bir kulaktır, fakat sizin zannettiğiniz gibi değil. O başka bir şey dinlemez, işitilmesi ve kabul edilmesi gereken şeyleri işitir.

O öyle bir peygamberdir ki;

"Allah'a inanır, müminlere inanır." (Tevbe: 61)

Allah-u Teâlâ'nın azametini, yüceliğini bildiği için iman eder, buyurduğu hususlarda tasdik eder. İhlâs ve samimiyetlerini bildiği için müminlerin söylediklerini dinler, haber verdikleri hususlarda onları tasdik eder. Çünkü onun nazarında müminler doğru sözlüdürler, yalan söylemezler.

Ve o şânı yüce Peygamber:

"O sizden iman edenler için bir rahmettir." (Tevbe: 61)

Çünkü Allah-u Teâlâ onun vasıtasıyla küfürden kurtarıp imanı nasip etmiştir.

"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)

Onlar dünyada da, âhirette de belâlarını bulacak, ebedî azaba düçar olacaklardır.

Bütün müsamahaya rağmen Resulullah Aleyhisselâm münâfıklara karşı ihtiyatı elden bırakmamıştır.

Onun bu tedbiri sayesinde hile ve desiseleri ortaya çıkacak diye devamlı bir korku içinde idiler.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir surenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler." (Tevbe: 64)

Hem nifaka devam ediyorlar, hem de gizli plânlarını Kuran-ı kerim'de teşhir edecek bir surenin inmesinden endişe edip duruyorlardı.

"Resul'üm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır." (Tevbe: 64)

Nitekim açığa çıkarmış, kalplerinde sakladıkları nifakı ve şikakı teşhir etmiştir.

Resulullah Aleyhisselâm neticede münâfıklara karşı takip ettiği metot sayesinde vahdeti korudu, teşkilâtlanmalarına mâni oldu.

Abdullah bin Ubeyy ölünce nifak kaynağı kurudu, etrafında toplandıkları bu baş münâfığın ölümü ile münâfıklar da dağıldılar.

 

Kur'an-ı Kerim'de Münafıkların İçyüzleri:

Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.

Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.

Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:

"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)

Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn Sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.

Tevbe Sûre-i şerif'inin büyük bir kısmı onlardan bahseden Âyet-i kerime'leri ihtiva eder. Münafıkların ayıplarını ve gizli plânlarını ortaya çıkarır ve o münafıklardan rezil etmedik hiçbirini bırakmaz.

Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:

"Onların malları da çocukları da seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla dünya hayatında onların azaplarını artırmayı ve canlarının kâfirler olarak güçlükle çıkmasını istiyor.

Sizden olmadıkları halde, sizden olduklarına yemin ederler. Oysa onlar korkak bir topluluktur.

Eğer onlar sığınılacak bir yer, yahut mağaralar, ya da bir delik bulsalardı, hemen oraya doğru yönelip koşarlardı.

Bazıları da sadakalar hususunda seni kınarlar. Eğer onlardan kendilerine verilse hoşlanırlar, verilmezse hemen kızarlar.

Keşke onlar Allah'ın ve Peygamber'inin kendilerine verdiğine râzı olsalardı da: "Allah bize yeter. Yakında Allah bize lütfundan verir, Resul'ü de. Biz sadece Allah'a rağbet edip gönül bağlayanlardanız." demiş olsalardı!" (Tevbe: )

Münafıklar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında ileri geri konuşurlar, daha sonra müminlere gelip özür dilerlerdi. İman ettiklerini söyleyip, kendilerinin hoş karşılanmasını isterlerdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Tevbe Sûre-i şerif'inin Âyet-i kerime'sinde ve mütebaki Âyet-i kerime'lerde Allah ve Resul'üne karşı gelen münafıklar hakkında şöyle beyan buyurdu:

"Münafıklar, sizi memnun etmek için Allah'a yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah'ı ve Peygamber'i memnun etmeleri daha uygundur.

Bilmiyorlar mı ki, Allah'a ve Resul'üne karşı koyan bir kimseye elbette içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu en büyük rüsvaylıktır.

Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar. De ki: "Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır."

Eğer onlara soracak olursan: "Biz sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk." derler. De ki: "Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun Peygamber'i ile mi alay ediyorsunuz?"

Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz.

Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.

Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.

Siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse, siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce (batağa) dalanlar gibi (batağa) daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.

Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık deliller (mucizeler) getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcıları)dırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Azîz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedî kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vâdetmiştir. Allah'ın hoşnud olması ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.

Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!

Onlar, kötü bir şey söylemediklerine dâir Allah'a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm'dan sonra küfre saptılar. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaya yeltenmeleri için Allah'ın ve Resul'ünün onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Şayet yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz." (Tevbe: )

 

İlâhi Hüküm:

Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.

Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.

Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:

"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)

Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.

"Münafıklar sana geldikleri zaman: "Senin Allah'ın elçisi olduğuna şâhitlik ederiz." derler. Allah, senin gerçekten O'nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, münafıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.

Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah'ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.

Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.

Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: )

 

Allah-u Teâlâ'nın Dini ile Alay Eden Münafıklar:

Âyet-i kerime'lerde Kelâmullah'ı işitmekle beraber onlardan faydalanmaktan yüz çeviren, sağır kesilmiş gibi tavır takınan, din-i ilâhî ile alay etmek küstahlığında bulunan ve bu yüzden pek büyük bir felâkete kendisini atan münafıkların vasıfları ve âkıbetleri beyan buyurulmaktadır:

"İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır." (Lokman: 6)

Kendilerini müslüman gibi gösteren münafıklar saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin sonunu sezdirmeden dini bozmak, insanları Allah yolundan alıkoymak için böyle bir değişmeye girişirler.

Ellerinde hiçbir delil olmadığı halde kupkuru bir laf yığını ile insanları hidayet yolundan saptırmak, Allah-u Teâlâ'nın dosdoğru dininden uzaklaştırmak ve bu yüce Kitab'ın âyetleriyle alay etmek için böyle yaparlar. Hem kendilerini, hem de başkalarını bu boş sözlerle saptırarak ve sapıtarak hayatlarını tüketir giderler. Allah-u Teâlâ'nın dinini alaya almak, O'nun âyetlerini hafife almak ve inkâr etmek kadar büyük dalâlet olamaz.

Nasıl ki onlar Allah'ın ayetlerini ve yolunu hafife almış küçük görmüşlerse, aynı şekilde onlar da ahirette devamlı azaplarla alçaltılacaklardır.

"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi büyüklük taslayarak sırt çevirir." (Lokman: 7)

Onlara iltifat etmez, sağır olmadığı halde duymamış gibi davranır, bu âyetleri işitmekten rahatsız olur. Kendi vehim ve zannı ile karşı çıkar, hükmünü kaldırmaya çalışır.

"Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver." (Lokman: 7)

Âyet-i kerime'de en şiddetli azabı müjdelemek suretiyle onunla alay edilmektedir.

"O bizim âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onlarla alay eder, işte öyleleri için alçaltıcı bir azap vardır." (Câsiye: 9)

Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini küçümseyip kendi zannını hüküm yerine koyan kimselerin azabı hiç şüphesiz ki çok ağırdır. Kelâmullah'tan yüz çevirerek onlarla alay eden kimselerin iman etmeyen kimseler olduklarına delildir.

Asr-ı saâdet gibi ulvî bir asırda yaşadıkları halde iman kalplerine nüfuz etmeyen münafıklar Resulullah Aleyhisselâm'ın meclisine gelirler, sözlerini dinlerler, fakat iman ile itina ile dinlemedikleri için iyi bellemez, hafife alır, alay ederlerdi.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Resul'üm! Onlardan seni dinlemeye gelenler de var. Fakat senin yanından çıkınca, kendilerine ilim verilen kimselere (alay yoluyla) 'O demin ne demişti?' derler." (Muhammed: 16)

Resulullah Aleyhisselâm'ın meclisine tesadüfen bile gelip kulaklarını mecburen ona çevirmiş bile olsalar gönülden ilgi duymuyorlardı, çünkü Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ etmiş olduğu ilâhî emirler onların nefsanî arzularına uymuyordu.

"İşte böyle. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 9)

Bunun içindir ki hak sözleri ve uyarıları kabul etmezler, takip ettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.

Aradan asırlar geçmiş, durum hiç değişmemiştir. Her asırda olduğu gibi günümüzdeki münafıkların durumları da aynıdır. Kur'an-ı kerim'in mucizelerinden birisi de her asra hitap etmesidir.

Münafıkların işittikleri halde "O demin ne demişti?" diye sordukları o ulvî hakikatler, hidayete erenlerin hidayetini daha da artırır. Nasipsizlerin ikrahla terkettikleri o meclisten, nasipli olanlar ilim ve irfanlarını artırmış olarak ayrılırlar.

Mütebâki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir."(Muhammed: 17)

O sayede onlar gereken hazırlığı yapmakta; Cenâb-ı Hakk'a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olmak için çalışmaktadırlar.

Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:

"İman edip de sâlih ameller işleyenlere Naîm cennetleri vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. O, Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: )

Münafıkların uyarılmasından sonra bu Âyet-i kerime'ler, müminleri müjdelemek için gelmektedir.

Hazret-i Allah'ın dini ile, O'nun yüce Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm ile alay eden münafıkların, müminlerle de alay ettikleri Âyet-i kerime'de haber verilmektedir:

"Sadaka vermek hususunda gönülden davranan müminleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir." (Tevbe: 79)

Onların bu şekildeki alaylarının cezasını verir.

"Onlar için acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 79)

Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikametgâhları da cehennemin en dibidir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: )

Çünkü onlar İslâmiyet'i karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.

 

Münafıklarla Dostluk Kuranlar:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde gazâb-ı ilâhi'ye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)

Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.

"Kalplerinde hastalık bulunanların:'Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün." (Mâide: 52)

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın bu din-i mübin'in sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.

"İman edenler:'Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?' derler.

Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır." (Mâide: 53)

Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.

İyi bilinmelidir ki Hakk her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.

Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle haber verilmektedir:

"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?" (Mücadele: 14)

İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.

"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücadele: 14)

Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.

"Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele: 14)

Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.

"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücadele: 15)

Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.

Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.

İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular." (Mücadele: 16)

"Biz de müslümanız!" diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.

"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücadele: 16)

Allah'ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.

 

En Kötü Âkıbet:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde imandan yüz çevirenlerin, kendi zulümleri yüzünden cehenneme ebedî olarak kalmak üzere atılacaklarını ve azaplarının hiçbir zaman kesilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:

"Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Kendilerinden (azap) hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler.

Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim idiler." (Zuhruf: )

Hiçbir şekilde kurtuluşlarının mümkün olmayacağı kendilerine bildirildiği halde, yine de cehennem muhafızı Mâlik'i aracı yaparak azaplardan kurtulma yolunu denemek isterler.

"'Ey cehennem muhafızı! Rabb'in hiç değilse canımızı alsın, bizim işimizi bitirsin!' diye feryat ederler." (Zuhruf: 77)

Mâlik ise, kendileri için hiçbir surette kurtuluş imkânı olmadığını, cehennemde ebedî olarak kalacaklarını ve azaplarının aralıksız devam edeceğini onlara haber verir:

"Siz böyle kalacaksınız!" der. (Zuhruf: 77)

Daha sonra bu bedbahtlıklarının sebebi olan Hakk ve hakikate muhalefetlerini, gerçekler kendilerine defalarca hatırlatıldığı halde yüz çevirerek inatlaştıklarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyordunuz." (Zuhruf: 78)

Allah'ın dininden, O'nun ilâhî hükümlerinden tiksiniyordunuz. Alabildiğine bâtılı savunuyor, bir türlü Hakk'a yönelmiyordunuz. Hakk taraftarlarına buğz ediyor, onları engellemeye çalışıyordunuz. Artık bundan sonra aslâ kurtuluş yoktur.

Bâtıla uyanlar her ne kadar Hakk'ın meydana çıkmasını engellemeye çalışıyorlarsa da, Allah-u Teâlâ onların bu çalışmalarını boşa çıkaracak, vebalini de başlarına geçirecektir.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Yoksa onlar bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız." (Zuhruf: 79)

Ne dilersek yaparız, onların hilelerini başlarına geçirmeye muktediriz.

"Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi mi? Onlar için elem verici bir azap da vardır." (Teğâbün: 5)

Bunlar size haber verilmişken, sizler niçin ibret almayıp küfürde ısrar ediyorunuz?

"Azabımız kendilerine geldiğinde onların çağırışları:'Biz gerçekten zâlim kişilermişiz!' demelerinden başka bir şey olmadı." (A'raf: 5)

Dâvâlarındaki haksızlığı ve zulümlerini anladılar, küfürlerini ve haksızlıklarını itiraf ettiler, fakat iş işten geçmiş, azap gelmiş çatmış bulundu.

"Sonra o zâlimlere:'Ebedî azabı tadın! Kazanmakta olduğunuz şeylerden başkası ile mi cezalandırılacaksınız?' denilir." (Yunus: 52)

İşte sapıklığın sonucu böyle acı bir felâketten ibarettir.

"Allah'ı, zâlimlerin yaptıklarından sakın habersiz sanma! O zâlimleri öyle bir güne erteler ki, o gün gözleri şaşkınlıktan bakakalır." (İbrahim: 42)

Ümitsizlik ve endişelerinden ne yapacaklarını bilemezler, şaşkınlık ve perişanlıklarından dolayı kaçacak delik ararlar.

"İşte onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları boşa gitmiştir. İşleri de bâtıl olmuştur." (Hud: 16)

Çünkü zaten dünya hayatı fânidir, onu tutmak için ne yapılsa boştur. Ecel gelince hepsini siler süpürür. Allah için yapılmayan her iş bâtıldır, faydasızdır.

"Onlar için dünya hayatında azap vardır, ahiret azabı ise elbette daha şiddetlidir. Onları Allah'a karşı koruyacak kimse de yoktur." (Ra'd: 34)

Tutulacakları dünyevî ve uhrevî azaplardan onları hiç kimse kurtaramaz. Hakk ve hakikattan kopmanın cezâsı işte bu kadar ağırdır!

Allah-u Teâlâ Hakk yoldan sapan, çoklukları ile böbürlenip övünen, kuruntular peşinde koşan kimselerin ileride gerçeği bileceklerini haber vermektedir:

"Hayır! Eğer ilmel-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! Andolsun ki cehennemi mutlaka göreceksiniz. Andolsun ki yine onu aynel-yakîn (bizzat baş gözü) ile göreceksiniz!" (Tekâsür: )

Ölüm gelip kabre girdiklerinde, gaflet içinde ne kadar kör ve sağır olarak yaşadıklarını anlayacaklardır.

"Şüphesiz ki Rabb'inin yakalaması çok şiddetlidir." (Bürûc: 12)

Zâlim ve zorbalar için bu öyle çetin bir intikamdır ki, tasavvur etmek imkânsızdır.

"Onun ardından da cehennem var." (İbrahim: 16)

Ahiret gününde de ateşe atılacaklardır.

"Şüphesiz ki Rabb'in cezayı çabuk verendir ve O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (A'raf: )

O'nun azabı, O'nun dilemesi ile hemen geliverir. Yaptıklarının iğrenç olduğunu itiraf ederek tevbe edenlere af ve mağfireti sınırsızdır.

Bu ve bunun gibilerin durumu budur. Bunu böyle bilin. Allah'a ve Resul'üne sarılın. Nefislere uymayın, şeytanın yolunda olanların yolundan gitmeyin. Sonraki nedamet hiç fayda vermez.

"Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!" (Tâhâ: 47)


  ÖncekiSonraki  

- 8 -

ENFÂL SÛRESİ

Mushaf&#;taki sıralamaya göre 8, nüzûl sıralamasına göre 88, esseb&#;ut tıval kısmının da 7 sûresi olan Enfâl sûresinin âyetleri 75 olup Medine&#;de nâzil olmuştur.

&#;Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla&#;

Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah&#;a mahsustur. Salât ve selâm Allah&#;ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.

Bedir savaşını, savaş sonrası ganîmetlerin taksimi konusunda Müslümanlar arasında çıkan bir tartışmayı konu ederek söze başlayan bir sûreyi tanımaya başlayacağız. Bu sûrede savaşı, barışı, savaş ve barışın yasalarını, savaşta Allah&#;ın müminlere desteğini, takvayı, sabrı, gerek savaş esnasında gerekse hayatın her bir alanında Allah ve Resulüne mutlak itaati, savaş ganîmetlerinin paylaşım problemlerinin çözümünü çok net ve açık olarak göreceğiz, öğreneceğiz.

İman küfür savaşlarının tamamının Allah&#;ın elinde olduğunu, savaşların sonucunun belli olduğunu, galibiyetin Allah&#;ın yardımına ve desteğine bağlı olduğunu çok açık ve net bir biçimde anlayacağız. İslâm&#;ın savaşlarının hedefinin çok net bir biçimde ortaya konulduğuna şâhit olacağız.

Yine savaşların alt yapısında akidenin, dinin rolünü öğreneceğiz. Gerek savaş esnasında, gerek savaş öncesi ve sonrasında ruhlardaki, zihinlerdeki duygulara, niyetlere şâhit olacağız. Kâfirler karşısında Allah desteğindeki mü&#;minlerin güçlerinin oranlanmasını öğreneceğiz. Bunun gibi daha pek çok konunun anlatıldığı Enfâl sû-resinin ilk âyetini tanımaya başlayalım.

1. &#;Ey Muhammed! Sana ganîmetlere ait soru sorarlar, de ki: Ganîmetler Allah'ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız Allah'tan sakının, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin.&#;

Sana Enfâl&#;ı soruyorlar, de ki o Allah ve Resulü içindir. Evet Bedir savaşı sonrasında ganîmetlerin taksimi konusunda bir problem çıkmıştı. Bedir savaşı Müslümanların ilk savaşıydı. Onun içindir ki sa-vaş hakkında ve savaşta elde edilen ganîmetler konusunda Müslümanların fazla bilgileri yoktu. Bu konuda açık talimatlara ihtiyaç vardı. İslâm&#;ı kabul etmiş olmalarına rağmen Müslümanlar hâlâ üzerlerinde cahilliye kalıntıları taşıyorlardı. İşte Bedir savaşı sonunda herkes önceden olduğu gibi ellerine geçirdikleri ganîmetlerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı. Müslümanlar arasında düşmanı takip ettikleri için ganîmet elde edemeyenler ise o mallarda bizim de hakkımız var diyorlardı. İşte Rabbimiz sûreye bu problemin gündemiyle başlar.

Peygamberim, sana ganîmetlerden sorarlar. Ne yapacağız? Nasıl paylaşacağız? Kim ne kadar alacak? Burada Rabbimiz onlar Allah ve Resulüne aittir buyururken ilerde bunun yasasını açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Bir de dikkat ederseniz burada ganîmet kelimesi yerine Enfâl yâni lütuf ve nîmet anlamına gelen bir kelimenin kullanılışı calibi dikkattir. Sanki Rabbimiz bununla şunu hatırlatıyordu:

Ey Müslümanlar, söyleyin sizler şu anda Allah&#;ın lütfettiği nî-metler konusunda mı tartışıyorsunuz? Eğer bunlar Rabbinizin size bir lütfu keremiyse, o zaman size ne oluyor ki onların paylaşımı konu-sunda Allah&#;ın hükmünü bilmeden hak iddiasında bulunuyorsunuz? İyi bilin ki onların paylaşımı konusunda karar onları size lütfeden Allah&#;a aittir. Şunu da çok iyi bilesiniz ki sizin savaşınızın hedefi bu ganîmetlere ulaşmak değildir. Sizler Allah için, yeryüzünde Allah&#;ın iradesini hakim kılmak, insanları diriltmek, insanları cennete ulaştırmak için savaşan insanlarsınız.

Allah&#;tan korkun. Allah&#;a karşı takvalı olun. Hayatınızı Allah için yaşayın. Allah yasalarıyla hareket edin. Unutmayın ki bu iş Al-lah&#;a ve Onun vahyine tâbi olan, Allah talimatlarıyla hareket eden Resulüne aittir. Peygamber, Rabbi kendisine nasıl buyurmuşsa, nasıl yol göstermişse Enfâl öylece paylaşılacaktır. Sizler bu malları nasıl paylaşacağınızın derdinde değil Allah ve Resulüne nasıl tâbi olacağınızın peşinde olun. Allah&#;a karşı nasıl takvalı olacağınızın peşinde olun.

Ve aralarınızı da düzeltin. Ümmet arasında vahdeti, salahı gerçekleştirin. Müslümanların birbirlerine bakışı, birbirleriyle ilişkisi Allah&#;ın istediği gibi değilse, ganîmet duygusu, menfaat duygusu ön plana çıkmışsa, Allah ve Resulüne itaat ve kardeşlikleri zedelenmişse, takva yıpratılmışsa bu yapılan şeyin adı da cihad olmaktan çıkmış demektir. Müslümanlar arasındaki saflar pekişmemişse, gönüller, kalpler, kafalar, düşünceler bir değilse bunun adına cihad denmez.

Öyleyse sizler önce aranızdaki, saflarınızdaki, kalplerinizdeki açıklıkları gidermeye, saflarınızdaki boşlukları doldurmaya, ihtilâflarınızı gidermeye, durumunuzu düzeltmeye bakın. Bunu başarırsanız aranızda ganîmetlerin paylaşımı da kolay olacaktır. O zaman kardeşine fazlası gittiği zaman, sana kötüsü geldiği zaman hiç fark etmeyecektir. Çünkü onun da senden bir parça olduğunu düşünecek, bunu çok rahatlıkla kabul edeceksiniz. Zayıfların, fakirlerin zaten korunduğu bir toplumda bu konuda hiç bir problem çıkmayacaktır. Onun için siz önce aranızı ıslah etmeye bakın. Birbirinize kardeşler olarak sıkı sıkıya bağlı bir ümmet olmaya ve her konuda Allah ve Resulüne itaat eder mü&#;minler olmaya bakın. Eğer gerçekten mü&#;minler iseniz, gerçekten Allah&#;a, cennete, Allah&#;ın sizlere vaadettiği mükâfatlara iman ediyorsanız.

2,3. &#;İnananlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler.&#;

Mü&#;minlerin, gerçek mü&#;minlerin özelliklerinin açıklandığı bir âyet. Gerçekten inanmış, tam anlamıyla iman etmiş, emniyet ve güvenlik içine girmiş, Rabbiyle tam bir diyalog halinde, rıza halinde olan, Allah&#;tan ve Ondan gelenlerin tümünden razı olmuş mü&#;minlerin özellikleri şunlardır:

Allah anıldığı zaman, Allah&#;ın esmâsından birisi gündeme gel-diği zaman, veya ef&#;ali, fiilleri, sıfatları, âyetleri gündeme getirildiği zaman, en büyük olarak Allah gündeme getirildiği zaman, Rab olarak, İlâh olarak, Melik olarak, Rahmân olarak gündeme getirildiği zaman kalpleri titreyen, kalplerinde bir hareket, bir depreniş, bir heyecan, bir arzu, bir saygı meydana gelen kimselerdir onlar.

Evet kalpler ancak Kur&#;an&#;la mutmain olur. Ancak Kur&#;an&#;la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp Allah&#;ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.

Demek ki Allah&#;ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Bu âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu Kur&#;an âyetleridir. Bunun bir ikinci yolu da yine kitabımızın Bakara sûresinin beyanıyla meşhut âyetlerle olacaktır. Rabbimizin kâinata serpiştirdiği görsel âyetlerini gördükçe kalpler doyuma ulaşacaktır.

Allah&#;ın âyetleri kendilerine tilâvet olunduğu, duyurulduğu, izlettirildiği zaman onların imanları artar. Gerek Allah&#;ın şu elimdeki kitabının âyetlerini okuyarak izlediği, veya gerekse âyetleri okuyan bir Müslüman kardeşinin kendisine duyurmasıyla izlediği zaman onların mânâsına nüfuz ederek, Rabbinin kendisinden istediklerinin bilincine ererek, farkına vararak dinlerler. İşte böyle ne dendiğini, ne istendiğini anlamaya, kavramaya çalışarak izleme onların imanlarını artırır. Çünkü böyle âyetler üzerinde kafa yorarak izleyenler görürler ve anlarlar ki tüm kâinatta Allah yasaları uygulanmaktadır. Çevrelerinde cereyan eden tüm hadiselerde bu Allah yasalarının uygulandığını gören mü&#;-minlerin imanları artacaktır.

İman aslında kalbin işidir. Ve iman için kişi Kur&#;an bilmek zo-rundadır. Önce bilecek kişi, inanacak ve sonra da onu amel haline getirecek. Bilmeden inanılmadığı gibi inanmadan da yapılmaz. Neye inanıyoruz? Bunu bileceğiz. Meselâ benim kaç tane sâlih amelim var-sa o kadar imanım var demektir. Meselâ benim yirmi tane sâlih amelim varsa yirmi tane imanım var demektir. Bunu çoğalttıkça benim imanım da çoğalacaktır. Öyleyse kitaptan iman birimlerini çoğaltmak, yâni tanıdığımız her bir âyetle imanlarımızı çoğaltmak ve buna oranla da sâlih amellerimizi çoğaltmak zorundayız.

Evet Allah&#;ın iman birimi âyetlerini tanıdıkça, öğrendikçe ki-şinin imanı artacaktır. Yâni Kur&#;an&#;da her bir iman konusu gündeme geldikçe bunu öğrenip iman eden mü&#;minlerin imanları, iman konuları artıverir. Öğrendiği her bir âyet karşısında Allah demişse doğrudur, Allah ne demişse kabulümdür diyerek Allah&#;ın âyetleriyle tanıştıkça kendisini, hayatını, bakışını, düşüncesini değiştiren kişinin imanı artacaktır. Zira her bir yeni âyeti tanıyıp inandıkça müminlerin imanları artmaktadır. Çünkü mü&#;min durağan değildir. Mümin sürekli imana, teslimiyete doğru bir gelişim içindedir. Öğrendiği her bir yeni âyete imanla, mü&#;minler taklitten çıkıp tahkike ulaşırlar.

Meselâ eğer şu ana kadar bu sûreyi bilmiyorsak şimdi iki âyet öğrendik, iman ettik ve iki âyetlik bir iman artışımız oldu, ya da iki iman birimi daha kazandık demektir. Öyleyse her yeni âyete inandıkça bir iman birimimiz daha oluyor demektir. O halde bizler de bugün Rabbimizin âyetlerini tanıyarak iman birimlerimizi artırmak zorundayız.

(Dinleyiciler arasından imanın artıp eksilmesiyle ilgili bir hadis soruldu.)

Ben aslında burada bu konuya girmek istemiyordum, ama arkadaşın sorusuna binaen birkaç söz söyleyelim inşallah: İman taat ve ibadetle artar, isyan ile de azalır. Selef âlimlerimiz bu konuda ittifak etmişlerdir. Kur&#;an&#;da imanın artmasına işte bu âyet delil gösterilmiştir. İbni Mübârek azalıp çoğalma ifadesi yerine üstünlük, kuvvetlilik ve zayıflık ifadesini kullanmıştır. İman için sadece dil ile ikrar ve kalp ile tasdikin yeterli olmadığını, aynı zamanda amellerle bizzat ortaya konarak gösterilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. Âlimlerimizden kimileri; imanın ameller cihetinden ziyadeleşmesi asr-ı saadete mahsustur. Zira asr-ı saadette İslâm ahkâmı yeni nâzil oluyordu. Her yeni gelen hükme inandıkça mü&#;minlerin imanları ziyadeleşiyordu. Ama devri saadetten sonra, yâni ahkâm tamamlandıktan sonra imanın ziyadeleşmesi artık mümkün değildir demişlerdir. Kimileri; iman adına söz konusu olan bu artış kemiyet itibariyle değil, keyfiyet itibariyledir derken, Fahrettin Râzî gibi kimi âlimlerimiz de; insan fıtraten zaten mü&#;min olarak doğar. Buna imanî fıtrî denir ve bu iman buluğ çağına kadar sürer. Bu çağdan sonra kişi iman-i istidlâlî ile Allah&#;ın varlığına, birliğine, peygamberine iman eder. İşte imanda ziyadeleşme budur der. Tıpkı; &#;ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini görmek isti-yorum&#; diyen İbrahim aleyhisselâmın imanı gibi. Biz biliyoruz ki İbrahim aleyhisselâmın imanı tamdı, eksiksizdi. Onun imanı kendisine tâ-bi olanların tamamının imanından üstündü. Ama o Allah&#;tan imanı ko-nusunda daha da kemal istedi. İşlerin zuhurunu görerek imanına kuvvet kazandırmak istedi.

İşte ben meseleye bu yönden bakıyorum. Bu artma ve eksilmeyi İmanın eylemi ve aksiyonu olan amel açısından anlıyorum. Çünkü bakıyoruz meselâ nehy-i anil&#;münker hadisinde de aynı konu anlatılıyor. Hani; &#;sizden biriniz bir münker görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle düzeltsin&#; buyuruluyordu ya. İşte anlıyoruz ki birinin imanı güçlüdür. Derhal bu iman onu elle müdahaleye zorluyor. Güçlü olan imanı bu şekilde tezahür ediyor. Yani iman hemen aktif hale geliyor. Kalpte, batında iman ne ise zahirde de amel o ölçüde kendini gösteriyor. Ötekisinin imanı bu birinciye nispetle daha zayıf ki ancak dilini hareket ettirebiliyor. Ancak o kadar bir aktivite gösterebiliyor.

Yine kitabımızda ashab-ı sebt&#;in durumuna baktığımız zaman aynı durumu görebiliyoruz. Cumartesi günü balık tutma yasağını çiğneyen toplum üç grup oluyor. Bu konuyu A&#;râf sûresinde uzunca anlattık.

1-Yasağa uymayarak balık tutmaya devam edenler.

2- Cumartesi yasağına riayet edip, balık tutmaya gitmeyen, ancak bunu sadece kendi şahıslarında uygulayabilen, başkalarını da bu işten menetmeye imanları yetmeyenler. İmanları var, ama bu imanları onları başkalarını uyarmaya sevk edecek kadar güçlü değil.

3- Kendileri yasağa riayet etmekle birlikte, günahkârların yanlış hareketlerine iştirak etmemekle birlikte, aynı zamanda emr-i bil&#;-maruf ve nehy-i anil&#;münker dediğimiz sürekli hareketlilik ve dinamizm isteyen cihat ruhunu canlı tutanlar. İşte bu üçüncü grubun imanı kendilerini günahtan uzaklaştırdığı gibi, başkalarını da menetmeye yetecek kadar güçlü idi. Günahkârlarla iç içe yaşadıkları bir ortamda bu iman onları Allah&#;ın yakın bir azabından korkutuyordu. Hattâ kalplerindeki bu imanlarının dışa yansıyan maddi bir tezahürü olarak da bunlar günahkârlarla kendi evleri, mahalleleri arasına bir duvar çekip tedbir almışlardır. İşte bu imanın güçlülüğünün madde planında, amel planında, aksiyon planında açığa çıkışıydı. Tebuk seferinden geri kalan Kâb Bin Malik&#;in imanı da kendisi gibi aynı suçu işleyen ötekilerin imanından daha güçlüydü ki, o iman kendisine ötekiler gibi yalan söylemesine engel oldu.

Peki bir mü&#;min böyle üstün bir imanı nasıl kazanacak? Bu soruya da bir iki söz ettikten sonra inşallah sonraki âyete geçelim. Benim bildiğim, iman birimleri olan şu kitabı ve Resûl aleyhisselâmın hadislerini sürekli elimizde tutarak, Rabbimizi yakından tanımak, O&#;-nun esmasına, sıfatlarına, fiillerine muttali olmak, mutlak gücün, kuvvetin, kudretin sadece Allah&#;a ait olduğunu kavramaya çalışacağız. Bu, bizim Allah&#;a daha çok yaklaşmamızı sağlayacaktır. Zira Allah&#;tan başka hiçbir varlıkta kuvvet ve kudretin, yetkinin olmadığını bilmek O&#;na teslimiyeti iltizam edecektir. O&#;nun mülkün mutlak maliki olduğunu bilmemiz bizi O&#;nun dışındaki eşyaya, varlıklara bağımlı olmaktan kurtaracaktır. O zaman şu anda insanların putlaştırıp önünde eğildikleri teknik üstünlük, teknolojik farklılık, sayısal üstünlük vs vs gö-zümüzde küçülecek ve sadece Allah büyüyecektir. Kendilerinden kat kat fazla olan düşmanları karşısında Bedir&#;de zafer kazanan mü&#;min-lerin yaşadıkları durum işte buydu. Ama Huneyn de yaşanan durum bunun tamamen zıddıydı. Bedirde aslan kesilen ruh orada pörsüyü-verdi.

Evet, bu iman önünde Kızıl Deniz, arkasında dünyanın en büyük ordularının sahibi Firavun olduğu halde Allah&#;a güven ve teslimiyetinde zerre kadar bir sarsılma yaşamayan Hz. Musa&#;yı tanıyarak kazanılacaktır. Veya sizler yeryüzünde güç ve kuvvet iddiasında bulunan bir başka tâğut tarafından ateşe atılırken imanıyla dimdik ayakta duran İbrahim aleyhisselâmla tanışmadan onun imanını kazanmayı, ya da aynı tâğutların ateşlerinin sizleri de yakmamasını nasıl isteyeceksiniz? Bu kitapta İsmail aleyhisselâmla tanışmadan onun teslimiyetini nasıl kazanacaksınız? Benim bu konuda diyebileceklerim bu kadardır. İnşallah konu anlaşılmıştır, artık başka soru olmasın da bundan sonraki âyeti tanımaya geçelim.

Ve onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. İşlerini Rablerine havale ederler. Gerek kendisiyle ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda, gerek kendi aralarındaki ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda yasa koyma salahiyetini kesinlikle kendilerinde görmezler. Her konuda velileri, vekilleri Allah&#;tır. Kul olarak bizler bize düşenleri, gücümü-zün yetebileceklerini yaptıktan sonra sonucu Rabbimize havale edeceğiz. Rabbimizin bizden işte bu sûrede istediği gibi savaşa hazırlanacağız. Savaş için sadece maddî hazırlıklar değil, Rabbimizin bu konuda bize haber verdiği tüm yasalarına uygun hareket ederek savaş meydanına koşacağız. Karşımıza çıkan Allah düşmanları kaç kişi olurlarsa olsunlar, güçleri, kuvvetleri ne olursa olsun, isterse bizim on katımız olsunlar, onlarla savaşa hazır olacak ve gerisini Allah&#;a bırakacağız. Ve kesinlikle bileceğiz ki bizler yasalara teslim olup Rab-bimize güvendiğimiz sürece O bizim vekilimiz olarak bizi zafere ulaştıracak, bizim için hayırlı olanı bize lütfedecektir.

Onlar namazı ikame edenlerdir. Namazı ayağa kaldıranlardır onlar. Rabbimiz bize cihadı anlatacak, ama onu gündeme getirmeden önce mü&#;minlerin uymaları gereken yasaları, mü&#;minlerin sahip olmaları gereken özellikleri ortaya koyuyor. Çünkü bu özelliklere sahip olunmadan sadece silah ve sayısal güçle kâfirler karşısında galip gel-mek mümkün olmayacaktır. İşte bunun içindir ki Rabbimiz önce bu hazırlıkları gündeme getiriyor.

Onlar namazı ikame ederler. Salât aslında mü&#;minin tümüyle, tüm varlığıyla, içiyle dışıyla, kalbiyle bedeniyle Rabbine yönelişi demektir. Salât kişinin Allah&#;la diyalogu demektir. Allah&#;a yalvarış ve ya-karış halidir. İnsanın tüm varlığıyla, tüm hareketleriyle Rabbine gerçekleştirdiği bir dua, bir kıraat, bir secde, bir rüku, bir teslimiyet, bir yöneliştir, bir doğruluş, bir Allah için oluştur namaz. Tüm hayatı Allah&#;ın istediği gibi düzenlemektir namaz. Hayatın tümünü kapsayan Allah&#;a kulluğu herkesin görebileceği şekilde ayakta tutmak demektir namaz. Allah&#;ın istemediği her türlü hayatın, her türlü düşüncenin, her türlü anlayışın, her türlü putun, her türlü programın reddedilişini ortaya koyan, sadece Allah&#;a kulluğu abideleştiren bir eylemdir namaz. Tevhidin simgesi olarak ortaya dikilmiş bir ameldir.

Rasulullah efendimiz döneminde bunu çok hoş görürüz. Müslümanlar Kâbe&#;nin avlusunda namaz kıldılar ve bu namazlarıyla şu abideyi diktiler, şu reddiyeyi ortaya koydular. Biz bu namazımızla, biz bu tevhidimizle, bu pratik gösterimimizle Allah evindeki tüm putlarınızı, kafalarınızın içindeki tüm putlarınızı, kalplerinizin içindeki tüm küfür ve şirk düşüncelerinizi reddediyoruz. Allah&#;tan kaynaklanmayan, Allah&#;a kulluk esasına dayanmayan tüm hayatınızı reddediyoruz. Sa-dece Allah&#;a kulluk edeceğimizi, sadece Allah huzurunda eğileceğimizi, sadece Allah&#;ı dinleyeceğimizi gösteriyoruz. Bakın, görün işte inancımızı diktik gözlerinizin önüne. Tevhidimizi serdik nazarlarınıza diyerek bir namaz ikame etmişlerdi.

Bir de o mü&#;minler kendilerine rızık olarak verdiklerimizi infak ederler. Kendilerine verilenleri Allah kullarıyla paylaşmanın kavgası içine girerler. Allah&#;ın verdiklerinden Allah kullarına bir delik açarlar. Hem de hiç kapanmayacak bir delik açarlar da oradan Allah kullarını hep istifade ettirirler. Onlar namazı ikameyle bedenlerinde Allah&#;ın söz sahibi olduğunu bildikleri gibi, mallarını da Allah yolunda infak ederek o mallarında Allah&#;ın söz sahipliğini ortaya koyarlar. Çünkü onlar bilirler ki o malları kendilerine lütfeden Rableridir.

Rızık çok genel bir ifadedir. Tüm hayat bizim için Rabbimizin lütfettiği bir rızıktır. Öyleyse elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, bedenimizi, malımızı, paramızı, bilgimizi, zamanımızı, imkânımızı, fırsatımızı, oğlumuzu, kızımızı, evimizi, arabamızı, her şeyimizi Allah&#;ın istediği yerde harcayıp infakta bulunacağız. Tüm hayatımızı Allah için yaşayarak infak edeceğiz. Allah&#;ın verdiği ilim rızkını insanlara ulaştıracağız. Allah&#;ın bize verdiği ilimden insanları istifade ettireceğiz. Ondan bir delik açıp insanlara akıtıp duracağız. İnsanların karşısında güzel bir Müslümanlık sergileyerek onlara infakta bulunacağız.

İşte böyle olduğumuz zaman, Allah&#;ın âyetleriyle tanışarak kalplerimiz doyuma ulaştığı, kalplerimiz yatıştığı, her an âyetlerle iman birimlerimiz arttığı; durağan, taklidi bir hayattan tahkiki bir hayata koştuğumuz, namazı ikame ettiğimiz, tüm bedenimizde Allah&#;ı söz sahibi bildiğimiz, tüm malımızda Allah&#;ı söz sahibi bildiğimiz zaman çok rahat cihad meydanlarına koşabilecek ve Allah yolunda bir savaşı göze alabileceğiz demektir. Çünkü cihad Allah için mal ve candan vazgeçebilmeyi gerektirir. Şu anda sahip olduğu şeylerde Allah&#;ın söz sahipliğini kabul edemeyen, Allah için onlardan bir delik açamayan, onların bir kısmını Allah için veremeyen insanlar cihada hazır olabilirler mi? Elbette olamayacaklardır.

4. &#;İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.&#;

İşte gerçek mü&#;minler bunlardır. Demek ki bir mü&#;min var, bir de gerçek mü&#;min vardır. İmanlarının eylemini gerçekleştirmiş, imanlarını iddia planından ispat planına dökmüş, hem dilleri, hem kalpleri ve hem de amelleriyle, hayatlarıyla imanlarını ortaya koymuş insanlar bunlardır. İmanlarının gereklerini yerine getirmiş mü&#;minler bunlardır.

Öyleyse bir insan gerçek mü&#;min olmak istiyorsa kesinlikle bu özelliklere sahip olmak zorundadır. Kalbim temiz olduktan sonra namaz kılmasam da olur diyen bir kimse gerçek mü&#;min değildir. Namazını kıldığı halde onu ikame etmeyen, namazda Allah&#;tan hiç bir mesaj almayan, hayatıyla namazı doğru orantılı olmayan, namazı kendisini kimi kötülüklerden alıkoyamayan kimse gerçek mü&#;min değildir. Malında, bilgisinde, zamanında, hayatında ve tüm sahip olduklarında Allah&#;ın söz sahibi olduğunu bilmeyen, sahip olduklarını Allah kullarıyla paylaşma kavgası içine girmeyen bir kimse de gerçek mü&#;min değildir.

Evet bunlar gerçek müminlerdir ve onlar için Allah katında de-receler vardır, mağfiret vardır, Allah onların geçmişlerini sıfırlayacak, hatalarını bağışlayacak ve onlara Kerîm bir nîmet, değerli bir cennet lütfedecektir. Kesintisiz ve baş kakıntısı olmayan bir cennet vardır on-lar için. Evet Rabbimizin kitabından ve Resulünün Sünnetinden cenneti öğrenen bir kimsenin onu kaybettirecek bir hayatı yaşaması mümkün değildir.

Bu mukaddimeden sonra Rabbimiz savaş âyetlerini gündeme getirecek. Allah&#;ın sevgili elçisi ve beraberindeki mü&#;minler Mekke&#;de gerçekten çok mükemmel bir dâvet gerçekleştirdiler. Namazlarıyla, infaklarıyla, Allah için bir hayat yaşamalarıyla gerçekten çok güzel bir Müslümanlık sergilediler. Sonra Rabbimizin emriyle Medine&#;ye bir hic-ret gerçekleşti. Medine İslâm yurdunda Allah ve Resulü egemenliğinde özgürce bir hayata kavuştular. Tabii Müslümanların eğitilmeleri bu-rada da devam etti. Ve artık cihad zamanı gelmişti. Ama henüz yeni Müslüman olanlar içinde Rabbimizin burada anlattığı gibi bir takım olumsuzluklar da ortaya çıkabilmektedir. Bakın Rabbimiz onu şu şekilde dile getiriyor:

5,6. &#;Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı, oysa Müslümanların bir takımı bundan hoşlanmamıştı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlardı.&#;

Nitekim Rabbin seni evinden hak ile çıkardı. Buradaki &#;Ke-ma&#; ifadesi ilk âyete bir atıftır. İlk âyette ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir. Ganîmetlerin taksimi konusunda söz sahibi Allah ve Resulüdür. Tıpkı seni evinden hak ile çıkaranın Allah olduğu gibi. Veya tıpkı ganîmetlerin taksimi konusunda bir hoşnutsuzluk duydukları gibi senin evinden hak ile çıkarılman konusunda da hoşnutsuzluk duymuşlardı. Veya tıpkı senin hak ile, hakkı ikame için, Allah dinini aziz kılmak için savaşa çıktığın gibi Allah da sana yardım ederek seni ve dinini aziz kılmıştır.

Evet ey peygamberim, Rabbin seni hak uğrunda, hak yolunda, hak ile evinden çıkardı. Çünkü Rasulullah efendimizin Allah&#;ın kendisinden istediği kulluğu gerçekleştirme çabası içinde yaşadığı tüm hayatı, tüm davranışları Hakka göre idi. Tüm hayatı kulluktu ve işte bu kulluğun bir parçası olarak cihad için de evinden çıkıyordu. Ama müminlerden bir grup bu işi kerih görüyorlar, isteksiz davranıyorlardı. Hak hususunda peygamberle mücâdele ediyorlardı. Yaşadıkları Müs-lümanca bir hayatın sonunda kendilerine verilen bir cihad emrine sıcak bakmıyorlardı. Hak hususunda peygamberle mücâdeleye tutuşuyorlardı. Hak açığa çıktığı halde, hak olan cihad yasası ortaya konduktan sonra, hak olan bir cihad emrine muhatap oldukları halde seninle bu hak konusunda mücâdele ediyorlardı.

Az evvel Rabbimizin özelliklerini saydığı gerçek müminlerden olmayan, tam yetişmemiş olan Müslümanlar Allah&#;ın cihad emri karşısında bir isteksizlik hali yaşıyorlar. Çünkü cihad gerçekten zor bir kulluktur. Allah dininin izzet ve şerefe ulaşması, Allah kullarının cennete kazandırılması adına bir kimsenin her şeyini bir tarafa bırakarak yola çıkması, cennete bilet alması demektir. Öyle değil mi? Adam ailesini, çocuklarını, sevdiklerini, malını, mülkünü geride bırakacak, dünyasını, memleketini terk edecek ve Allah için yola çıkacak. Savaş ortamına varıncaya kadar pek çok eziyetlere maruz kalacak. Savaş meydanında da eli kolu budanacak, canını kaybedecek, sevdiklerini kaybedecektir. İşte böyle bir durumla karşı karşıya kaldığı zaman henüz iman hazırlığını tamamlamamış, amel hazırlığını ikmal etmemiş, henüz gerçek mü&#;minler olabilme özelliğini kazanamamış mü&#;minler bundan bir isteksizlik halet-i ruhîyesi yaşayacaklardır.

Sanki göz göre göre ölüme doğru sürükleniyorlarmış gibi bir durum açığa çıkacaktır. Aslında şu anda hepimiz ölüme doğru sürükleniyoruz. Ancak ölümü kendimizden çok uzak hissettiğimizden dolayı ölümden etkilenmemiz söz konusu olmuyor. Her an ölüme doğru gidiyoruz ama insan kendisini ölüme yakın hissettiği durumlara giderken o zaman ölümün kendisi adına taşıdığı riskin farkına varabiliyor. İşte aynen bunun gibi öleceğini anlayan bir insan her şeyinin biteceğini, henüz cennete hazır olmadığını, bu haliyle cehenneme gidebileceğini düşünerek korkuların kendisini sardığını hisseder. İşte böyle bir ortamda kişinin ölümü hissetmesi aslında kendi durumunu değerlendirmesi anlamına geliyor.

Ama gerçekten ölümün kendisini cennete ulaştıracağı inancı, hazırlığı içinde olan bir mümin onun için öyle acele ediyor ki ağzındaki bir hurmayı yiyecek zamanı bile kayıp sayıp ölüme atılabiliyor. Çünkü artık onun için ölüm gerçekten cenneti yakalama fırsatıdır. Tüm sıkıntılardan kurtulma fırsatıdır. Ebedî saadeti yudumlama, Rabbini görme, O&#;nun devletlerine erme zamanıdır. Zaten bu dünyada bir insanın peygamberlikten sonra ki -o kesbî değil, Vehbî&#;dir, yâni çalışılarak el-de edilen bir makam değil Allah&#;ın lütfettiği bir makamdır- elde edebileceği ikinci mertebe şehitliktir. Şehitlik en büyük bir kurtuluştur.

Evet bir insan imanıyla, ameliyle ölüme hazır değilse, ölümün kendisini cennete götüreceği konusunda tereddütleri varsa bu insanın ölüme koşması düşünülemez. İşte burada anlatılanlar da böyle kimselerdir. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi bir ruh haleti içine düştüler. Halbuki Allah onları böyle bir cihad meydanında tertemiz hale getirmek istiyordu. Allah onları imanlarında ve teslimiyetlerinde kemale erdirmek istiyordu.

7,8. &#;Allah bu iki taifeden birini size vaadetmişti; siz, kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa, suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah sözleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu.&#;

Hani Allah size iki gruptan birini vaadediyordu. İki gruptan birisi sizindir diyordu. Rabbimiz Müslümanların karşısına iki taife, iki grup çıkarıyor ve tercihlerini kendilerinin yapmalarını istiyor. Bakalım hangileri zor olanı, faziletli olanı, hangileri de kolay olanı tercih edecekler? Evet Rabbimiz bu konuda bize seçim yetkisi vererek bizi bize göstermek istiyor. Gönül dünyamızın nasıl olduğunu bize göstermek, bizi bizimle yüzleştirmek istiyor. Yanlışlarımızdan, kendi kıt bilgilerimizden vazgeçip bizim için nelerin hayırlı, nelerin hayırsız olduğunu tam bilen Rabbimizin arzularına teslim olalım istiyor. Kendisinin istediği şekilde Müslüman olalım istiyor.

Evet Allah size bu iki gruptan birisini vaadetmişti de sizler güçlü kuvvetli olmayan, fazla silahı ve silahşörleri olmayanın, yâni kervanın sizin için olmasını istiyordunuz. Evet Mekke&#;ye doğru yol alan Kureyş&#;e ait bir kervan, bir de o kervanın tehlikede olduğunu haber alarak yola koyulan müşrikler ordusu. Rabbimiz müminlere her ikisinden birini vaadetmişti. Yâni kervanın üzerine giderek tüm mallarıyla birlikte kervanı ele geçireceklerini de, kendilerine doğru gelmekte olan müşrikler ordusunun üstüne giderek, onlarla savaşarak muzaffer olacaklarını da vaadetmişti Allah onlara. İkisi de müyesser olacaktı onlar için ama onlar savaş ve zorluk riski olmayanı, kervanı tercih et-tiler. Allah Resulüne bir savaş için hazırlıklı olmadıklarını beyan ettiler. Ey Allah&#;ın Resulü, biz evlerimizden çıkarken kervan için çıktık. Bize bir orduyla savaşacağımız söylenmemişti dediler.

Ama Allah onlar için başka bir şey istiyordu. Ama Allah hakkı hak olarak yerleştirmek istiyordu. Allah doğru olan, gerçek olan, hak olan yasalarını gözler önüne sermek istiyordu. Allah vadinin hak olduğunu ispat etmek istiyordu. Müminlere zafer vadinin, kâfirlere azap vaiydinin hak olduğunu gözler önüne sermek ve göstermek istiyordu. Dostlarını galip, düşmanlarını mağlup kılmak istiyordu. Dininin, programının hak olduğunu göstermek istiyordu. Allah Bedirde sayısal ve güç yönünden zafer kazanmaları âdeta imkânsız olan mü&#;minleri ga-lip getirerek kıyâmete kadar hak yasalarının hak oluşunu insanlara göstermek istiyordu. Allah kelimeleriyle, ol emriyle bunu gerçekleştirmek istiyordu. Allah kıyâmete kadar bir yasa olarak kendilerinden çok daha fazla güç ve sayıya sahip olan kâfirler karşısında Müslümanlara desteğini göstererek onların imanlarını, cesaretlerini, şereflerini artırmayı dilemişti. Rabbin dinini üstün getirmeyi dilemişti, çünkü işlerin âkıbetini en iyi bilen Oydu.

Böylece kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu Allah. Hakkı üstün getirmek, bâtılı da tepelemek, bâtılın defterini dürmek istiyordu. Allah dinini, sistemini, hayat programını üstün getirmek Ebu Cehilleri ve onların sistemlerini yok etmek istiyordu. Zira Ebu Cehil bâtıldı, Ebu Cehilin sistemi bâtıldı, Ebu Lehepler bâtıldı, Ebu Leheplerin yasaları bâtıldı, müşriklerin düşünceleri, müşriklerin hukukları, müşriklerin ekonomik anlayışları, müşriklerin Allah&#;tan kaynaklanmayan tüm hayatları bâtıldı. Allah bunları yok etmek, ortadan kaldırmak istiyordu. Onların düşüncelerine, hayatlarına, egemenliklerine son vermek istiyor-du. Allah&#;ın bu iradesi kıyâmete kadar geçerlidir. Rabbimiz ne zaman isterse hak karşısındaki bâtılları ortadan kaldırır. Bu vadini ne zaman isterse o zaman gerçekleştirir.

Suçlular istemese de, kâfirler hoş görmese de Allah onları ve sistemlerini yok edecektir. Mücrimler, günahkârlar, kâfirler ve zâlimler elbette mü&#;minlerin küfre karşı, şirke karşı galip gelmesini hiçbir zaman istemezler. Yine mü&#;minler içinde belli bir dereceyi tamamlayamamış olanlar da böyle bir şeyi ya zamanı değildir diye, veya biz şu anda güçsüzüz diye, veya küfre ve şirke karşı galip gelemeyiz diye, veya başka gerekçeler sebebiyle, başka zaaflar sebebiyle onlar da istemiyorlar.

Evet Rabbimiz bu âyetiyle buyuruyor ki, ey Müslümanlar, sizler basit menfaatler, basit dünya nîmetleri, basit hesaplar peşindeydiniz. Ama Allah sizin için yüksek menfaatler istiyordu. Dininin yücel-mesini, dinine sahip çıkan siz mü&#;minlerin izzet ve şerefe ulaşmanızı istiyordu. Allah sizin kâfirlerle savaşarak zafere ulaşmanızı istiyordu. Çünkü hak savaşsız ikame edilmediği gibi, bâtıllar da savaşsız yıkılmayacaktır.

9. &#;Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, &#;Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım ederim" diye cevap vermişti.&#;

Hani siz Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. Hoşlanılmayan bir durumdan kurtulmak için Rabbinizden yardım isteğinde bulunuyordunuz. Düşman karşısında sayısal azlığınızdan dolayı dua dua Rabbinize yöneliyor, O&#;ndan destek ve zafer bekliyordunuz. Sizin bu dua dua yalvarıp yakarmalarınıza karşılık Allah buyurdu ki: Ben size birbiri ardınca, peş peşe bin melekle imdat edeceğim.

Evet Bedirde mü&#;minlerin sayısı , kâfirlerin sayısı da kadardı. Böyle bir durumda güç kaynaklarını bilen müslümanlar Allah&#;tan yardım istiyorlardı. Demek imdat Allah&#;adır. Medet denilecek varlık sadece Allah&#;tır. İmdat ya Rab! Medet ya Rab! Yetiş ya Rab! diyerek sadece Allah&#;tan imdat isteyeceğiz. Çünkü bizi işitecek olan, bize icâbet edecek olan, bize ordularını gönderecek olan, kalbimize inşirah verecek olan, kalbimize kuvvet ve cesaret verecek olan gerçek imdat sahibi Allah&#;tır.

Bir de kitabımızın bu ve benzeri âyetlerinden anlıyoruz ki Rab-bimizin imdadı melekleriyle olmaktadır. Birileri birilerinin gönderildiğini iddia etmeye çalışsalar da Allah hep meleklerini gönderiyor. Şimdi karşılarında hiçbir gücün duramayacağı, hiçbir silahın işe yaramayacağı melekler desteğinde olan bir Müslümanın gücünü kuvvetini, izzetini ve şerefini bir düşünün. Kim galip gelebilir ona karşı? Kim ne yapabilir ona? Kim dokunabilir onun kılına? Şimdi bu âyetler gerçekten bizim zihnimizde iman olabilse, bu âyetlerle gerçekten bizim imanımız artsa hiç böyle bir zilletin mahkumu olur muyduk?

Evet Rabbimiz Bedirde mü&#;minlerin yardımına melekleriyle imdat ediyordu. Peş peşe bin melek. Peki ne gerek vardı buna? Yâni meleklerini göndermeden de Allah onları galip getiremez miydi? Veya bu kadar çok meleğe ne gerek vardı? Bir tek melekle bile yerin altını üstüne getiren Rabbimizin bununla muradı neydi?

&#;Allah bunu ancak bir müjde olması ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.&#;

Allah bunu ancak size bir müjde olsun diye yaptı. Sırf size bir destek olsun diye yaptı. Onlarla sizin kalpleriniz huzura kavuşsun, kalpleriniz yatışsın diye. Mü&#;minler insan sûretinde bu melekleri görüyorlar ve onlarla kalpleri yatışıyor, cesaretleri artıyordu. Evet sadece sizin kalpleriniz yatışsın, kalpleriniz güvenle dolsun diyedir. Tabii insan olarak Müslümanlar yanı başlarında kendileri gibi savaşan insan sûretinde yardımcıları görünce kalpleri yatışacak ve güven duygusu içine gireceklerdi.

İşte Rabbimiz buyuruyor ki burada biz bunu sırf sizin kalpleriniz yatışsın diye yapıyoruz, değilse zafer, yardım, galibiyet sadece Azîz ve Hakîm olan Allah&#;a aittir. Zafer sadece Allah katındadır, Allah tarafındandır. O dilediği takdirde melekler göndermeden de düşmanlarını helâk, dostlarını muzaffer etmeye muktedirdir.

Gökleri ve yerleri iradesiyle kudret elinde tutan Rabbimiz ol deyivermekle her şeyi olduruverecektir. Tek başına bir ümmet tavrı sergilemiş bir tek mümini tüm dünyaya galip getirir. Bizler şu anda Rabbimizin istediği kaliteyi bir yakalayabilsek bizim önümüzde du-racak hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Muhakkak ki Allah Azîzdir, O asla yenilmez, O hep galiptir.

Ancak Rabbimiz Firavunlara mühlet tanıyor. Kıyâmete kadar da onlara mühlet tanıyacaktır. Ama kesinlikle bilelim ki hâşâ bu Allah&#;ın âcizliğinden, onlarla başedemediğinden değildir. İman etmeleri için, gerçeği anlayıp teslim olmaları için fırsat tanıma hikmetinden merhametinden dolayıdır.

Ama bir gün helâk yasasına sıra geldiği zaman onların hiç bir tutanakları olmayacaktır. Onlar tıpkı Firavun gibi bir gün Allah yakalamasıyla karşı karşıya geldiği zaman yaşamış oldukları tüm hayatlarına, tüm inanışlarına ters düşen bir söz söylemekten kendilerini alamayacaklardır. Biz Allah&#;a inandık! Biz âlemlerin Rabbi olan Allah&#;a iman edip teslim olduk! demek zorunda kalacaklardır.

Çünkü Allah Azîzdir, Allah Kahhâr&#;dır, Allah göklerde ve yerde tek egemendir. İzzet ve şeref arayanlar, güç ve kuvvet arayanlar, iti-bar arayanlar bunu Allah katında aramak zorundadırlar. Allah yasalarına, Allah&#;ın kulluk programına teslimiyette aramak zorundadır. Allah&#;ın istediği gibi bir hayat yaşamakta aramak zorundadır. Allah Hakîmdir. Hüküm O&#;nundur, hâkimiyet O&#;nundur. Hikmet sahibi O&#;dur. Gerçek hükümran O&#;dur. Kâinatta cereyan eden O&#;nun yasalarıdır. Kâfirlerin, zâlimlerin, tâğutların yasaları da sadece O&#;nun müsaade etmesiyle vardır. İşte bu âyetlerde anlatılan savaş yasaları da en hik-metli yasalardır. Öyleyse hikmete ulaşmak isteyen, bilgin olmak, bilge olmak isteyenler de hikmeti Allah katında, Allah yasalarında aramak zorundadır.

Evet Rabbimiz mü&#;minleri savaşa hazırladı. Şimdi müslüman-lar savaş alanındalar. Rabbimiz hükmü ve hikmeti gereği mü&#;minleri zafere ulaştırmak istiyor. Böyle bir savaşta mü&#;minlerin çok yüksek bir morale, çok yüksek bir ruh haline sahip olmaları gerekiyordu. Ve savaşı idare eden, her şeyi takdir ve tedbir eden Rabbimiz bir taraftan onların yardımına meleklerini gönderirken, diğer taraftan da onlara şu lütuflarda bulunuyordu:

&#;Allah kendi katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti.&#;

Hani Allah kendisinden bir güven, bir emniyet olarak size uyuklamayı sardırıyordu. Savaş ortamında, savaş öncesi gecesi Allah tarafından Müslümanları bir uyku, bir uyuklama almıştı. Bu uyuklama Allah&#;tandı. Ne içindi bu uyku? Mü&#;minlerin kalplerindeki bir takım sı-kıntıların, korkuların kaldırılması, dinlenmeleri, yapacakları savaşa hazır olmaları için Rabbimiz o sıkıntılı, o telaşlı dönemlerinde onlara bir uyku lütfediyordu. Böyle bir emniyet duygusu veriyordu. Müslümanlar silahlarını bile bırakacak şekilde kendilerini emin hissedip uyuyorlardı. İşte bunlar içinizden Allah&#;a güvenleri tam olan, Allah&#;a tevekküllerinden ötürü cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmeyen kimselerdi ki böylece Allah onların savaş ortamındaki korkularını kaldırıp yardım ve desteğini ulaştırmıştır.

Evet Rabbimizin müminlere lütfettiği bu uyku gaflet için değil, emniyet içindi. Korkudan çıkarıp dinlendirmek içindi. Bir de Allah üzerinize gökten su indiriyordu ki onunla sizi temizlesin, hadesten ve şeytanın ricsinden sizi temizlesin. Abdest ve gusül ihtiyacınızı gideresiniz diye ve de düşmanın sizden önce gelerek savaş alanındaki suları tutup sizin telef olacağınız konusunda, şeytanın size verdiği vesveseleri gidermek için. Hadesten ve necasetten temizlenememiş insanlar şehadet konusunda kendilerini rahatsız hissederler. Allah gökten su indirerek onların tertemiz temizlenmelerini sağlayıverdi. Bir de ayaklarınızı sağlam basasınız diye. Yâni mü&#;minler hem maddî hem de manevî yönden tam bir temizlik, tam bir hazırlık içinde savaşa girdiler.

Gökten Rabbimizin indirdiği o suyla bastıkları kumsal bölge sertleşti ve ayaklarını sağlam bastılar. Kalpleri sabır ve dirençle pekiştirildi ve böylece ayaklarını sağlam bastılar. Allah için giriştikleri bu savaşta Allah&#;ın açık lütuf ve desteklerine şâhit olarak düşman karşısında ayak direyip tabansızlık göstermediler, kaçmayı düşünmediler. Evet içleri temiz, dışları temiz, içlerinde ve dışlarında imandan başka bir şey bulunmadığı halde, kalplerinde Allah yolunda olabilmenin, Allah yolunda ölebilmenin en üst derecesini yaşar bir vaziyette ayaklarını sağlam bastılar. Bakın Rabbimiz bir başka şey gönderiyor onlara:

&#;Rabbin meleklere, &#;Ben sizinleyim, inananları destekleyin&#; diye vahy etti. &#;Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun parmaklarını doğrayın" dedi.&#;

Rabbin, meleklere: Ben sizinle beraberim! Ben sizinleyim! Ben sizin arkanızda ve desteğinizdeyim! Sizler mü&#;minleri destekleyin! Mü&#;minlerin yardımında olun! diye vahy etti. Düşünebiliyor musunuz? Bir tek melek ki tek başına bir şehri, bir ülkeyi kanadıyla altüst edebilecek şekilde yaratılmışken, Rabbimizin arşını 8 melek taşıyorken onların güçlerini, kuvvetlerini düşünebilmemiz gerçekten mümkün de-ğildir. İşte böyle güçlü meleklerine bir de üstelik Rabbimiz siz yürü-yün! Ben sizinle beraberim! Ben sizin desteğinizdeyim! ifadesini kullanıyorsa meselenin ciddiyetini anlamaya çalışın.

Ey meleklerim, mü&#;minlerin yardımında olunuz! Mü&#;minlerin desteğinde olunuz! Müminlere cesaret ve sebat veriniz! Mü&#;minlerin gözlerine birer savaşçı bahadır olarak görünerek onlara moral kazandırın ki onlar kâfirler karşısında ayaklarını sağlam bassınlar! Onların kalplerinde karşılarındaki kâfirlere karşı en ufak bir korku, en ufak bir çekinme kalmasın. Onlar büyük bir cesaret, büyük bir heyecanla Bana doğru, cennete doğru, şehadete doğru koşsunlar. Benim yolumda ölüm onlar için oğul balı olsun. Şehadet gerçek hayat olsun. Cennetin kokusunu teneffüs edip koşar adımlarla ona doğru yönelsinler. Bir yarış içinde olsunlar buyurarak Rabbimiz meleklerini görevlendiriyor, gönderiyordu.

Ayrıca Rabbimiz Ben kâfirlerin kalbine korku salacağım bu-yuruyor. Bu da Müslümanlara ayrı bir desteğiydi Rabbimizin. Böyle bir durumda aslında neredeyse mü&#;minler hiçbir şey yapmasalar bile savaş mü&#;minlerin lehine sonuçlanacaktır. Müminlere büyük bir cesaret, kâfirlerin kalplerine de bir korku, bir ürkme, bir yılgınlık veriyor Rabbimiz. Daha önce hazırlanan şartlar zaten mü&#;minlerin lehine ve kâfirleri mahvedecek biçimde tezahür ediyordu. Mü&#;minler ayaklarını sağlam basarlarken, ne adına? Kim adına? Hangi neticeyi elde etme adına bir savaş verirlerken, sonunda cennet kazanacakları bir kavganın içine girerlerken, kâfirler ne adına savaştıklarının bile farkında değiller. Böyle bir karmaşa içinde, böyle bir korku ve tedirginlik içinde savaşa çıkan kâfirlerin ellerinde en modern silahları bile olsa hiç bir işe yaramayacaktır. Müslümanlar da bu kadar cesaretli ve nereye bastıklarının bilincinde iken kesinlikle bilelim ki cesaretin, kararlılığın karşısına çıkabilecek hiç bir silah yoktur. Rasulullah efendimizin bir hadislerinde bana bir aylık mesafeden düşmanlarımın kalbine korku ile yardım edildi buyurması da işte bunu anlatır.

Evet Müslümanların ayakları sapasağlam basarken kâfirlerin ayaklarının altı çamur haline gelmiş. Ne yaptıklarını, nereye bastıklarını bilemez olmuşlar. Kalplerinde hiçbir rabıta kalmamış. Çünkü Allah kalplerine bir korku, bir yılgınlık atmış ve şeytanın pislikleri her yönden onları kuşatıvermiş. İleride gelecek, şeytan onları bu savaşa teşvik etmiş. Ama tam savaşın başlayacağı bir sırada Müslümanların safında, Allah&#;ın meleklerini görünce ben âlemlerin Rabbi olan Allah&#;tan korkarım. Ben sizden beriyim. Vay bugün Müslümanlardan çekeceklerinize, diyerek onları yüzüstü bırakarak kaçıp gitmiş. İşte böyle bir ortamda pis olan kâfirler, zâlimler orada kaldılar.

Evet bütün bu yönlerden kıyaslandığı zaman İslâm ordusu küfür ordusu karşısında zafer kazanmaya lâyıktır. Bu durumda sadece sayısal bir azlığın çok fazla bir önemi olmayacaktır. Kendilerine yardımcı olarak gönderilen melekleri saymazsanız, Allah&#;ın bizzat kendi desteğini hesaba katmasanız görünüşte bir azlık söz konusudur. Ama işin iç yüzüne bakıldığı zaman böyle Allah ve melekleri desteğindeki bir iman ordusu karşısında durabilecek hiçbir küfür ordusu yoktur.

Ey meleklerim, onların boyunlarının üzerine vurun. Ve onların her parmağına vurun. Acaba melekler bu savaş içinde nasıl bir rol aldılar? Rabbimizin bu emirlerini nasıl gerçekleştirdiler? Bu konuda açık rivâyetler olmadığı için bunu net olarak bilemiyoruz. Şu kadarını söyleyebiliyoruz ki; onlar İslâm ordusunun kâfirlere yaptığı darbelerin tam İsâbet edip yerlerine gelmeleri anlamında bir yardımları mutlaka olmuştur. Ayrıca karşıdaki kâfirlerin sindirilmeleri, etkisiz hale getirilmeleri için bu melekler Allah&#;ın yardımıyla yapmaları gerekenleri yap-mıştır. Bu konuda kitabımızın başka bir yerinde ve Rasulullah efendimizin sünnetinde açık seçik bir bilgi ulaşmadığı için ancak bu kadar söyleyebiliyoruz.

Meleklerin kâfirlerin boyunlarının üzerine vurması bizzat onları öldürdü mü? Yoksa onları etkisiz hale getirdi de mü&#;minler mi öldürme işini tamamladı bunu bilmiyoruz.

Her parmaklarına vurunuz ifadesini de böyle anlıyoruz. Bir in-sanın boynunun üzerine vurulduğu zaman aslında o insan etkisiz hale gelir. Bir nevi baygınlık haline gelir. Parmakların üzerine vurulduğu zaman da, savaş esnasında en çok kullanılan parmaklar artık işe ya-ramaz hale gelir ki işte böylece melekler kâfirlerin tümüyle etkisiz hale getiriyorlardı. Tabii bu arada mü&#;minler mutlaka savaşa devam ettiler. Ama onlara düşen sadece armut toplamak türünde bir görevdi. Boyunlarına ve ellerine meleklerin vurdukları darbelerle etkisiz hale getirilmiş kâfirleri kesmek türünde bir görev yapmışlardır.

Tabii Rabbimiz zâhirde bunu böyle göstermedi. Niye? Çünkü mü&#;minler bu savaşta büyük bir kahramanlık gösterisinde bulunsunlar, gerçekten bir şeyler yaptıklarını görsünler de cesaretleri artsın diye. İşte burada Rabbimiz bize bu işin perde arkasını anlatıyor. Ama görünürde kâfirler mü&#;minlerin üzerine, mü&#;minler de kâfirlerin üzerine yürüyor ve savaş meydanında kıyasıya bir mücâdele sürüyordu. Ama Allah katında bu savaşın neticesi belliydi. Rabbimiz bu savaşın sonunda hakkı galip getirecek, İslâm&#;a ve Müslümanlara izzet ve şeref kazandıracaktı. Orada bir avuç Müslümanı helâk etmeyecekti. Onların nesillerinden kıyâmete kadar mü&#;minler gelecekti. Kâfirlerin de tamamı helâk edilmeyecekti. İçlerinden belli bir kısmı helâk edilecek geriye kalanlardan ileride Müslüman olanlar çıkacaktı.

Evet netice belliydi. Neticesi belli olan bir savaş yapılıyordu. Ve bu savaşta iki taraf vardı. Birisi Allah, diğeri de Allah düşmanı kâ-firler. Mü&#;minler de Allah safında yer almışlardı. Allah müminlerle bir-likte ordularını getirmişti. Niçin? Kâfirler kıyâmete kadar Allah&#;la savaşılamayacağını bilsinler diye. İşte görüyoruz ki bu savaşı bizzat Allah kendisi hazırladı. İki tarafı da savaş meydanına kendisi getirdi. Peki ne içindi bu?

13, &#;Bu, onların Allah'a ve peygamberlerine karşı koy-malarındandır. Kim Allah'a ve peygamberine karşı koyarsa, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir. İşte bunu tadın, in-kâr edenlere cehennem azabı da vardır.&#;

Allah ve Resulüne karşı düşman olmalarındandı. Allah ve Re-sulüne karşı başka bir şık, başka bir alternatif olmalarından, oluşturmalarındandır. Kim ki Allah ve Resulüne karşı bir şık, bir cephe, bir alternatif olursa hiç şüphesiz ki Allah ikabı, cezalandırması çok şedit olandır. Onun karşısında herhangi bir gücün durması, herhangi bir silahın dayanması mümkün değildir.

İşte böyle. Haydi tadın bakalım Allah&#;ın azabını. Varın bakalım Allah&#;ın azabının tadına. Bugüne kadar Allah&#;ın nîmetlerinin tadına baktınız hainler. Hep Allah&#;ın nîmetleriyle Allah&#;a kafa tutmaya alıştınız. Hep Allah&#;ın nîmetleriyle Allah kullarına düşmanlık yaptınız. Allah&#;ın arzında, Allah&#;ın mülkünde Allah&#;a hayat hakkı tanımadınız. Allah&#;ın mülkünde Allah yasalarına söz hakkı tanımadınız. Allah&#;ın arzında Allah&#;ın mü&#;min kullarına hayat hakkı tanımadınız. Allah kullarının Allah&#;a kulluk merkezi olan mescitlerini harap ettiniz. Kâbe&#;yi putlarla doldurup mü&#;minlerin oraya girmelerini yasakladınız. Rabbi-niz hep size lütuflarda bulunduğu halde siz O&#;na ve dinine karşı düş-manca bir tavır sergilediniz. Nîmetleriyle yaşadığınız Rabbinize iman ve şükür gereği duymadınız. Ama bu Allah aynı zamanda ikabı, azabı, yakalaması da çok şedit olandı. İntikam sahibi bir Allah&#;tı. Haydi şimdi bir de Allah&#;ın azabının tadına bakın bakalım. Hem de küçümsediğiniz, değersiz gördüğünüz mü&#;minler eliyle böyle bir öldürülüşle öldürülerek tadın azabı.

Bu sizin dünyada tadacağınız azaptır. Ama unutmayın ki kâfir olarak yaşayıp da kâfir olarak ölenlerin bir nasipleri daha vardır. Tadına bakacakları bir azapları daha vardır ki o da kıyâmet günü görecekleri cehennem azabıdır. Evet işte Rabbimiz bu âyetlerini savaş meydanında hem müminlere gösterdi hem de kâfirlere gösterdi. Neden? Kâfir olmak isteyen bilerek kâfir olsun, mü&#;min olmak isteyen de bilerek mü&#;min olsun diye. Allah ve Resulüne şık olmak, şak olmak, ayrılmak, cephe olmak, muhalefet etmek, düşmanlık etmek ne demekmiş? Bunu herkes anlasın ve bilsin diye.

Evet yeryüzünde hiç kimse Allah&#;ın nîmetleriyle bir hayat yaşarken O&#;na düşmanlığı savunabilecek bir delil, bir mâzeret bulamaz. Allah&#;ın nîmetleriyle O&#;na kulluğu ön plana çıkaracağı yerde, O&#;na te-şekküre yöneleceği yerde, O&#;na düşmanlığa kalkışmanın hiçbir mantığı yoktur. Yâni kâfirliğin hiçbir tutarlı ve hayırlı yönü yoktur. Kâfirler ve müşrikler ne bu dünyada, ne de âhirette insana hiç bir kâr sağla-maz. Onun içindir ki bu kâfirlerin niçin kâfirliği tercih ettiklerini anlamak gerçekten mümkün değildir.

&#;Ey İnananlar! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin.&#;

Ey mü&#;minler, ağır ordular halinde kâfirlerle karşılaştığınız za-man, sizden sayıca üstün olarak karşınızda saf tutmuş olan kâfirlerle buluştuğunuz zaman, onlara asla arkanızı dönmeyin. Allah&#;ın değişmeyen yasalarından birisi de işte budur. Tarih boyunca hep böyle kâfirler sayısal yönden çok, mü&#;minler de hep az olagelmişlerdir. Allah safındaki mü&#;minler bazen kendilerinin beş katı, bazen on katı, bazen yirmi katı kâfir karşısında Allah&#;ın yardımıyla zafere nail olmuşlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu yasalarını Allah her devirde göstermiştir. Bir avuç Müslümana koskoca güçler karşısında, Allah zaferi tattırmıştır. İşte şu anda da yeryüzünün en güçlü ordusu denen Ruslar karşısında bir avuç Çeçenlerin zaferlerini görüyoruz. Rabbimiz kâfirlerin kalplerine atmış olduğu korkuyla, hiç savaşsız kâfirleri anlaşma masasına bile oturtmuştur.

İşte bütün bunları, bütün bu Allah desteklerini gören müslü-manlar hiç bir düşman ordusu karşısında arkasını dönüp kaçmamalıdır. Çünkü düşmanlarıyla savaşan bizzat Allah&#;tır. İman küfür savaşlarının iki tarafı, iki cephesi vardır. Bunlardan birisi Allah cephesi, ötekisi de kâfirler cephesi. Yâni savaşmak üzere Müslümanlarla karşı karşıya gelen kâfirler Müslümanlardan önce Allah&#;la karşı karşıya gelmektedirler. Mü&#;minler bu savaşta taraf değil, sadece Allah safında bulunmaktadırlar. Yâni anlıyoruz ki kâfirler önce Allah&#;ı yenecekler sonra da mü&#;minleri yenecekler. Allah&#;ın mağlup edilmesi mümkün olmayacağına göre Allah yasalarına riayet eden mü&#;minlerin böyle bir savaşta yenilmeleri de mümkün olmayacaktır.

Evet Allah müminlerden bir tavır istemektedir. Rabbimizin mü&#;-minlerden istediği tavır şudur: Onlar kâfirler karşısında dimdik dura-caklar ve kendisine güvenecekler. İşte mü&#;minlerden bu istenmek-tedir. Ve işte Rabbimiz mü&#;minlerin sadece kendisine güvenip dayanarak bu savaşa girmelerini sağlamak için bazen iki tarafın sayılarını, sayısal güçlerini birbirlerine ters bir şekilde göstermektedir. Savaş başlamadan önce iki tarafın da savaşa böylece teşvik edildiğini görüyoruz. Yeter ki savaşa başlansın. Çünkü savaş başladıktan sonra zaten Müslümanlar lehine sonuçlanacak, zaten kazanılacaktır.

Eğer Allah safındaki, Allah desteğindeki mü&#;minler Allah&#;ın istediği şekilde bu savaşa girmişlerse, Rablerine güveniyorlarsa, savaşın sonucunu Allah&#;ın belirleyeceğine inanıyorlar ve düşman karşısında kaçmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyerek sabırla şehadeti ve cenneti hedeflemiş olurlarsa, Allah&#;ın rızası adına ebedî dirilik olan ölüme, şehadete koşabilirlerse o zaman kesinlikle bilelim ki Allah on-lara zaferi nasip edecektir. Böyle bir iman ordusunun sayısı ne kadar da az olursa olsun, karşısında durabilecek hiç bir güç ve kuvvet yoktur.

Çünkü bu ordu sadece mü&#;minlerden ibaret değildir. Allah ve melekleri o ordunun safındadır. Allah&#;ın rüzgar, yağmur, yıldırım vs. tüm orduları o mü&#;min ordunun safında ve kâfirlerin karşısındadır. Kâ-firlerinse tek dostu şeytandır. Şeytanınsa mü&#;minlere verebileceği hiç bir zararı da, kâfirlere verebileceği hiç bir desteği yoktur. Bakın Rab-bimiz son derece açık ve net bir biçimde Mücâdele sûresinde şöyle buyurur:

&#;Allah, &#;Andolsun ki ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz&#; diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir. Güçlüdür.&#;

(Mücâdele 21)

Evet bu bir yasadır. Yeryüzünde değişmeyen bir yasadır. Öy-leyse peygamber ve peygamber yolunun yolcuları Müslümanlar kâfirler karşısında sabredecekler, direnecekler, dayanacaklar, yılgınlık göstermeyecekler. Müslümanlar eğer düşmanları karşısında Allah&#;ın kendilerinden istediğini yerine getirirlerse kesinlikle bilelim ki Allah da onlara karşı yardımını gönderecektir. Ve sonunda zafere ulaşacak olanlar mü&#;minler ve helâk olacak olanlar da kâfirler ve müşrikler olacaktır.

&#;Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah&#;tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!&#;

Evet sayısal oran ne olursa olsun Müslümanlar asla kâfirler karşısında sırt dönüp kaçmayacaklar. Ancak bunun iki istisnası anlatılıyor burada. Hem böylece Müslümanlara bir savaş taktiği de öğretiliyor. Evet böyle neticesi belli olan, kesinlikle Müslümanlar lehine so-nuçlanacak bir savaş ortamında kişi, düşmânâ sırt dönüp kaçacak olursa ona verilecek cezayı da Rabbimiz âyetin sonunda anlatıyor. Ama önce kâfirler karşısında arka dönmenin iki istisnası gündeme getiriliyor.

Bunlardan birincisi savaş için bir taktik uygulayandır.

Şu anda Çeçenistan&#;daki kardeşlerimizin yaptığı gibi önce kaçar gibi, geri çekilir gibi yaparak düşmanı aldatan, düşmanı içeriye doğru çekerek vur kaç taktiği uygulayarak düşmanı darmadağın edenler bunun dışındadır. İşte bu ve buna benzer savaş taktikleri uygulamak üzere düşman karşısında geri çekilmek müstesnadır.

İkincisi de, başka bir savaş birliğine katılmak üzere hareket edenler de bunun dışındadır. Onlar da kaçıyor değillerdir. Meselâ bir birliktekilerin ekserisi doğrandı, çok az sayıda mücahit kaldı. O kalan Müslümanlar bir başka İslâm birliğine katılarak onlarla birlikte çarpışmak üzere, savaşa devam etmek üzere bir taktik uygulaması içine giriyorlarsa işte bu da müstesnadır.

Savaş alanında yana doğru, sağa sola doğru gitmek de bir savaş taktiği olarak bunun dışındadır. Yine savaşmaya devam etmektedirler. Zafere ulaşana veya şehadete ulaşana kadar oradadırlar. Yine savaş topluluğunun emiri, kumandanı nihaî emrini verinceye ka-dar ordunun içinden ayrılmayacaklardır. İşte bu savaş taktikleri hariç, kim de düşman karşısında yılgınlık gösterip, korkak davranıp sırt dönerek kaçarsa o Allah&#;tan bir gazaba uğramıştır.

Artık ben de Müslümanım diyen bir kimse için her hangi bir kurtuluş söz konusu olmayacaktır. Neden? Çünkü Allah&#;ın bizzat destek verdiği, meleklerin, yağmurun onlarla birlikte savaşa katıldığı bir savaş ortamından kaçıp gitmek gerçekten düşünülebilecek bir şey değildir. Allah ordusunun içinden kaçan bir kimsenin vebalini bir düşünün. Bu adam resmen: Ey Allah&#;ım! Sen bu kâfir ordu karşısında asla galip gelemezsin! Allah&#;ın yenilebileceğine itikat etmiş, imanını kaybetmiş ve Allah&#;ın gazabına maruz kalmış demektir bu kişi ve işte böyle bir kimsenin Me&#;vâsı, sığınağı, barınağı da cehennemden başka bir yer değildir. O ne kötü bir varış yeri? Ne kötü bir sığınaktır? Rabbimiz bu genel yasalarını ortaya koyarken yine Bedir&#;de Müslümanlar lehine gerçekleşen ve Müslümanların göremediği bir takım yasaları da gündeme getirir.

&#;Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tâbi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.&#;

Ey Müslümanlar, onları, o kâfirleri siz öldürmediniz. Fakat o kâfirleri Allah öldürdü. Gerçekten savaşın tüm şartları Allah tarafından hazırlanmışsa, Allah meleklerini göndererek Müslümanlara destek vermişse, müslümanların kalplerine cesaret ve sebat vermişse, yağmurla Müslümanların imdadına yetişmiş, böylece Müslümanları temizlemiş, kalplerine büyük bir rabıta vermiş, bu arada yine mü&#;minler le-hine kâfirlerin kalplerine de bir korku ve tedirginlik salmışsa, sonunda ortaya serilmiş şu kâfir leşleri Allah&#;ın bu lütufları sonucunda meydana gelmişse şimdi siz söyleyin onları Allah öldürmemiş de kim öldürmüştür? Gerçi kılıcı sallayanlar, okları atanlar zahirde Müslümanlardır ama öldüren Allah&#;tır.

Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı. Tefsirler savaşın başlangıcında Rasulullah efendimizin uzunca bir dua ederek eline bir avuç kum alıp kâfir ordunun üzerine attığını, o kumlardan her birinin bir kâfirin gözüne gittiğini anlatmışlar. Tabii Firavun ve ordusu karşısında Mûsâ (a.s) nın Asasını denize vurması gibi Rasulullah efendimizden de bir kulluk bekleniyordu. Ondan da bir hareket isteniyordu. Rasulullah efendimiz de işte bunu yaptı. Allah da gerisini tamamlayıverdi.

İşte sana atma emrini veren Allah&#;tı. Allah emretti, sen de attın. Attığını hedefine ulaştıran Allah&#;tı. Sizi galip getiren Allah&#;tı. Do-layısıyla size bu konuda bir şeref payesi yoktur. Yâni bir okun, bir kı-lıcın, bir silahın onu kullanan kimseye karşı durumu neyse, o Müslümanların Allah&#;a karşı durumu hattâ onun da altındadır. Kılıç, silah, ok nasıl onu kullananın emrindeyse Müslümanlar da Allah&#;ın emrindedirler. Öldüren silahtır, öldüren kılıçtır ama öldüren onu kullanandır değil mi? Savaşı şu kılıç kazandı. Düşmanı şu ok öldürdü demeyiz. Ben kazandım, biz öldürdük deriz. İşte aynen bunun gibi öldüren Müslüman&#;dır ama öldüren Allah&#;tır. Çünkü her şey Allah&#;ın dilemesi ve yaratmasıyla gerçekleşmektedir.

İşte Rabbimiz böylece Müslümanları güzel bir imtihanla im-tihan etmeyi murad etti. Onlara güzel bir zafer tecrübesi kazandırmak istedi. Belâ kelimesi hem deneme, sınama anlamına, hem de daha güzel bir noktaya getirme anlamınadır. Rabbimiz böylece mü&#;minleri hem denedi, imtihan etti, hem de onları bulundukları durumdan çok daha güzel bir konuma getirdi. Evet Müslümanlar bu olayların tümünü orada yaşadılar. Allah&#;ın kendilerine olan lütuflarının bazısını gör-memiş olsalar bile ama Rablerinin bu lütuflarını hissettiler.

Tabii böyle bir savaş meydanında bulunulmadıkça o ortamda Allah âyetlerinin, Allah yasalarının nasıl hissedildiğini, gönüller üzerinde nasıl tesirler meydana getirdiğini anlamak da, anlatmak da mümkün değildir. Ancak bunu şöyle izah edebiliriz. Meselâ namaz kıl-mayan, namazı tanımayan bir insana namaz içerisinde insan gönlünün duyduğu, insan derisinin hissettiği, benliğinin yaşamış olduğu zevki anlatabilmek mümkün değildir. İşte Rabbimiz savaş meydanında kendi safında savaşan mü&#;minlere bu âyetlerinin, bu desteklerinin tamamını hissettirerek, gönüllerinde yaşatarak onların zaten Rablerine bağlı olan gönüllerini daha sıkı, bağlı bir hale getirdi.

Mü&#;minler gerçekten çok güzel sınavdan geçirildiler. Bu sınav onları daha güzel mü&#;minler haline getirdi. Allah&#;a İmanları arttı, güvenleri arttı, teslimiyetleri arttı, gönülleri Allah&#;a daha bağlı hale geldi. Ayaklar Allah yoluna gidebilmeye, eller Allah yolunda vurabilmeye, gözler cenneti daha güzel görebilmeye götürüldü. Meselâ gelip o Müslümanlardan birisi Rasulullah efendimize soruyordu. Ey Allah&#;ın Resulü, şimdi ben burada öldürülürsem karşılığında ne vardır? Resulü Ekrem buyuruyordu ki cennet. Efendisinden aldığı bu müjdeyle yerinde duramaz hale gelen o sahâbe de diyordu ki şu ağzımdaki hurmaları yiyecek zaman kadar bile cennetten uzak kalmamalıyım. Sonra ileri atılıp şehadet şerbetini içip, cennete uçuveriyordu.

Gerçekten orada onlar Allah&#;ı görmeseler bile görmüş gibi ol-dular. Veya en azından Allah&#;ın kendilerini görüp gözettiğini, rızasıyla, ihsanıyla kendileriyle beraber olduğunu yaşadılar, hissettiler. Cenneti görmemiş olsalar bile sanki görmüş gibi oldular, kokusunu duydular. Bizler de şu anda uzaktan o havayı teneffüs eder gibi oluyoruz değil mi? Böylece bizlerin de gönüllerimiz Rabbimize daha bir güven ve bağlılık kazanıyor. Bir de bunları bizzat yaşayanları düşünün. İşte on-lar için bunlar imtihanların en güzeliydi.

Muhakkak ki Allah işitendir, bilendir. Safındaki mü&#;minlerin du-alarını, kendisine yalvarıp yakarışlarını, zafer isteyişlerini, o anda, sa-vaş meydanında gönüllerde cereyan eden nice heyecanları, nice di-lekleri, dile getirilmeyen nice duyguları işitiyordu, biliyordu ve aynıyla onlara icâbet ediyordu. Mü&#;minlerin sığınmalarını, dualarını bilen ve işiten Allah, aynı zamanda azgın müşriklerin söylediklerini de biliyor ve işitiyordu. Bazen onların söylediklerine karşı ne yapacaksa, nasıl bir mukabelede bulunacaksa yapıyordu. Yâni o andaki olup biten tüm ayrıntıları, gerek iki tarafça dile getirilen, gerekse dile getirilmeyip gönüllerde taşınanları, savaş öncesi hazırlıkları, savaş sonrası olup bitecekleri tüm ayrıntılarıyla bilen ve işitendi Allah. Her şey O&#;nun bil-gisi ve kontrolü altındaydı.

&#;İşte bu, Allah'ın inkârcıların düzenini zayıflatıp yok etmesidir.&#;

İşte yasa böyledir. Allah yasası böyledir ve bu Allah yasasından asla kurtuluş yoktur. Allah kendi adına, kendi safında savaşan müminlerle beraberdir. Allah mü&#;minlerin desteğindedir. İşte Allah yasası böyledir. Allah kâfirlerin karşısındadır. Kâfirler Allah&#;ın düşma-nıdır.Kâfirler, müşrikler Allah&#;a karşı cephe açmış zavallı kimselerdir. Müminlerse gücün, kudretin, izzet ve şerefin, zafer ve galibiyetin Allah katında olduğuna inanmış ve bu inanç istikâmetinde bir hayat yaşa

yan bahtiyar ve şerefli insanlardır. İşte yasa böyledir. Bu Allah yasasını değiştirebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur.

Allah kâfirlerin tüm tuzaklarını, tüm hilelerini, mü&#;minler aleyhine kurdukları tüm komplolarını, tüm plan ve programlarını bozacak, boşa çıkaracak, zayıflatacak, etkisiz hale getirecektir. Ama dikkat ederseniz Rabbimiz burada ve kitabımızın değişik yerlerindeki âyetlerinde onların hilelerini tamamen ortadan kaldıracağım, tamamen yok edeceğim demiyor da onlara vehim vereceğim, gevşeklik vereceğim diyor. Çünkü onların ellerini, kollarını kırarak, onları tamamen etkisiz hale getirerek biz Müslümanların onlar karşısında emin bir vaziyette bir kenarda oturan miskinler olmamızı istemiyor. Kâfirler karşısında elbette bizim de yapacağımız bir şeyler olacak ve böylece bizler de kendimizi diri ve canlı tutacağız.

Yâni Mûsâ (a.s) gibi bizler de elimizdeki asayı denize vurmak, veya Rasulullah efendimiz gibi yerden kum alıp onların üzerine atmak, esbaba tevessül etmek zorundayız. Cihad meydanına çıkmak ve onlar karşısında kılıç sallamak zorundayız. Bizim ortaya koyduğumuz bu hareketle onların tüm çabaları, tüm hazırlıkları, tüm plan ve programları Rabbimiz tarafından boşa çıkarılacaktır.

&#;Ey inkârcılar! &#;Zafer istiyorsanız, işte zafer geldi size; (Aleyhinize çıktı). Peygamberlere karşı gelmekten vazgeçerseniz sizin iyiliğinize olur, yok, tekrar dönerseniz biz de döneriz; topluluğunuz çok da olsa size hiçbir fayda vermez. Allah inananlarla beraberdir.&#;

Ey kâfirler, eğer fetih, eğer zafer istiyor idiyseniz işte size fetih geldi. İş aleyhinize çıktı. Hani sizler bu savaşa çıkmadan önce Kâbe&#;nin avlusunda Kâbe&#;nin Rabbine dua dua yalvarmıştınız. Ey Kâbe&#;nin Rabbi, iki taraftan hangisi haklıysa, hangimiz haktaysak bu savaşta o tarafı galip getir de kimin haklı, kimin haksız olduğunu an-layalım diye yalvarıp yakarmıştınız. İşte şimdi Allah haklı tarafı galip getirdi. Fethetmeyi arzu ediyordunuz, işte fethedildiniz. Öldürmek is-tiyordunuz, işte öldürüldünüz. Galip gelmek istiyordunuz, işte mağlup oldunuz.

Rabbimiz burada gerçekten kâfirlerin aklını başına getirecek bir uyarıda bulunuyor. Alay vari bir uyarıda bulunuyor. Kâfirlerin Müslümanlar lehine dua ettiklerini ortaya koyuyor. Rabbimiz mü&#;minlerin galibiyeti için her şeyi, bütün yasalarını onlar lehine uyguladı. Halbuki kâfirler ya Rabbi yarın kim haklıysa ona yardım edip onu galip getir derlerken elbette kendilerinin haklı olduklarını ve Allah&#;ın kendilerine yardım etmesini, kendilerini galip getirmesini istiyorlardı. Ama madem ki bu işi Allah&#;a havale ettiler, o zaman anlamalıdırlar ki işte zafer Müslümanlara nasip edildiğine göre, haklı taraf Allah&#;a göre onlardır. Hakta olanlar Allah tarafında olan Müslümanlardır. Aslında kâfirler de farkında olmadan Müslümanların galibiyeti, kendilerinin mağlubiyetine dua ettiler.

İşte burada Rabbimiz onlara bunu hatırlatarak buyuruyor ki Ey kâfirler, sizler haklı taraf için fetih istiyordunuz ya, işte o fetih geldi. Haklı taraf galip gelsin diye dua ediyordunuz ya, işte haklı taraf galip geldi. Fetih bekliyordunuz, ama bu fetih istediğiniz gibi sizin beyinlerinizde patladı. Çünkü siz fethi haklı olan taraf için istemiştiniz. Haklı olan tarafın Müslümanlar olduğu ortaya çıktı. Kâfir ve müşrikler olarak da sizin haksız taraf olduğunuz anlaşıldı. Burada artık size akl edip, akıllarınızı kullanıp bu küfür ve şirklerinizden, Allah ve Resulüne cephe almaktan vazgeçmeniz düşmektedir. Bu inatlarınızdan vaz geçmeniz ve Müslüman olmanız gerekmektedir. Eğer vazgeçerseniz bu sizin iyiliğinize, sizin hayrınıza olacaktır. Yok eğer sizler bu gerçeği gözlerinizle görerek anladıktan sonra tekrar yine eski küfrünüze, şirkinize, Allah ve elçisine karşı cephe oluşturmaya dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki Biz de döneriz.

Savaş öncesi dua dua yalvardıkları Allah gözlerinin önünde haklı tarafı galip getirdi. O zaman bu neyi gösterir? Demek ki haklı taraf müminlerdir. Tüm müşriklere gösterdi Allah bunu. Şimdi böyle bir durumda ne yapmaları gerekiyordu bu müşriklerin? Küfür ve şirklerine bir son verip, Allah ve Resulüne iman etmeleri gerekiyordu. İş-te Rabbimiz onlara bunu tavsiye ederek buyuruyor ki; eğer Allah ve Resulüne düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin için hayırlı olacaktır. Rabbimiz her şeyi gözleriyle gördükleri bu savaşta ölmemiş olanlara rahmet kapılarının açık olduğunu müjdeliyor.

Ve işte bu uyarıyı alıp da Müslüman olanlar hariç tekrar küfür ve şirklerine, Allah ve Resulüne düşmanlıklarına dönenlere Allah&#;ta Uhut savaşında, Hendek savaşında ve diğer savaşlarda tekrar döndü de hepsi geberip gittiler. Demek ki Allah&#;la savaşılmaz. Bunu an-layanlar Müslüman oldular ve kurtuldular. En son Mekke&#;nin fethiyle tüm müşrikler Müslüman oldular.

Evet böylece anlıyoruz ki Rabbimizin savaşlarda şöyle bir yasası da vardır: Rabbimiz rahmeti gereği bir anda kâfirlerin tamamını helâk etmiyor. Zaman zaman âyetlerini gösteriyor onlara, yasalarını izlettiriyor. Niye? Bu âyetlerini gözleriyle görenler mü&#;min olsunlar, Allah ordusu safına katılsınlar diye. Rahmeti ve merhameti gereği daha çok insan cennete gitsin diye.

Sizin grubunuz, sizin topluluğunuz çok da olsa kesinlikle bi-lesiniz ki bu size hiç bir fayda sağlamayacaktır. Ve hiç şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir. Söyleyin Allah mü&#;minlerin desteğinde oldukça mü&#;minlerin karşısında hangi güç, hangi ordu durabilir? Evet Rabbimiz tekrar tekrar bunları kâfirlere hatırlatarak onlara karşı uyarısını sürdürüyor. Bizler de şu anda Rabbimizin bu âyetlerini kâfirlere duyurarak onları İslâm&#;a ve cennete kazandırma gayreti içinde olacağız. Rabbimiz tarihi böyle güzel bir şekilde yorumluyor. Öyleyse bizler de bu gerçeklerin herkese duyurulmasıyla yükümlüyüz. Evet Allah müminlerle beraberdir, Allah mü&#;minlerin desteğindedir, ama bir şartla tabii. Neymiş o?

20, &#;Ey İnananlar! Allah'a ve peygamberine itaat edin, Kuranı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde "Dinledik" diyenler gibi olmayın.&#;

Ey mü&#;minler Rabbinizin sizinle beraber olmasını, sizin desteğinizde olmasını istiyorsanız, böyle bir zaferin sizlere de müyesser olmasını istiyorsanız, diyerek şimdi de Rabbimiz sözü mü&#;minlere çeviriyor ve bu sûre içinde defalarca, sık sık ey iman edenler diyerek Rabbimiz Müslümanlara seslenişini sürdürecek görüyoruz. Bu hitap Rabbimize aittir. Rabbimiz bizzat kendi has kullarına sesleniyor. Bunun sebebi de kendisini bu hitabın muhatabı kabul eden herkes Allah&#;ın emirlerine koşsun ve herkes Allah&#;ın isteklerine göre kendilerini düzeltsin diyedir.

Ey mü&#;minler Allah&#;a itaat edin. Allah ne diyorsa tamam de-yin. Allah ne diyorsa doğrudur deyin. Allah ne istiyorsa kabulümdür deyin. Resulüne de itaat edin. Resul ne diyorsa, nasıl istiyorsa ona akıl vermeye kalkışmadan tamam deyin. Allah ve Resulüne itaat etmeden, Allah ve Resulünün istediği şekilde olmadan zaten Müslümanlık mümkün değildir. İşittiğiniz halde, Allah ve Resulünün emirlerini, uyarılarını duyduğunuz halde tevellâ edenlerden olmayın. Yâni dönenlerden, yüz çevirenlerden, kendi bildiğini yapanlardan olmayın. Allah ve Resulünün buyruklarını duyup durduğunuz halde, bilip durduğunuz halde onları bir tarafa bırakıp sanki hiç duymamış gibi kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelenlerden olmayın. Kitabı ve sünneti duyduğunuz halde, işittiğiniz halde kendi bildikleri gibi yaşayanlardan olmayın. Kitap ve sünneti duyduğunuz halde kendi kuruntularınız peşinde gitmeyin. Kitap ve sünneti bildiğiniz halde toplumun istediği, âdetlerin istediği, tâğutların istediği bir hayata yönelmeyin. Bu âyetleri duyduğunuz halde, bu âyetlerin muhatabı olduğunuz halde bile bile kendinizi cehenneme atmayın.

İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. Demek ki bir kısım insanlar varmış ki onlar duymadıkları halde duyduk, işitmedikleri halde işittik diyorlarmış. Demek ki bir kısım insanlar varmış ki onlar kalplerini, gönüllerini, dikkatlerini vererek dinlemiyorlarmış. Dinler gibi görünüyorlar, kulak verir gibi görünüyorlar, bir takım harfler, bir takım kelimeler onların kulaklarına çalınıyor ama o kelimelerin mânâlarını anlamadıkları halde biz işittik diyorlar. Lâkin işittiklerinin, duyduklarının tamamen aksini yapmaya yöneliyorlar. Biz bildiğimizi yaparız di-yorlar. Böyle bir işitme Allah&#;a göre bir işitme değildir. Böyle anlamadan bir okuma da Allah&#;ın istediği bir okuma değildir. İnsan Allah&#;ın kitabını okurken, dinlerken can kulağıyla dinleyecek, okuyup dinlediğini anlamaya çalışacak, anlayamamışsa soracak, soruşturacak iyice anlayıp iman ettikten sonra da gereğini yerine getirmeye çalışacaktır.

&#;Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.&#;

Muhakkak ki Allah katında varlıkların en şerlisi, hayvanlar, sürüngenler, mikroplar da dahil canlıların en kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Vahyi duymayanlar, vahye karşı sağır ve dilsiz kesilenler yaratıkların en şerlisidir. Aslında yarattığı tüm canlılar için Rabbimiz belli bir yasa koymuştur ve tüm varlıklar onları yerine getirmektedirler. Belki bu yaratıklardan kimilerinin kulakları da, dilleri de yoktur ama Rabbimizin kendilerine verdiği içgüdüleriyle hareket etmektedirler. Ki-tabımızın başka bir âyetinin beyanıyla her şeyin, her varlığın bir tes-bihi, bir salâtı vardır. Varlıkların tamamı Rablerinin kendilerine yüklediği o salâtlarını, o tesbihlerini yerine getirmektedirler. İşte tüm bu varlıklarla kıyas edildikleri zaman onların en kötüleri, en şerlileri, en kötü bir konumda olanları insanların sağır ve dilsiz olanlarıymış.

Kitap karşısında, peygamber karşısında, Allah&#;ın vahyi karşısında sağır ve dilsiz kesilenler, kulaklarını, dillerini, akıllarını kullanmak istemeyenlerdir. Allah&#;ın vahyine hakkıyla kulak vermeyenler, verseler bile anlamaya yanaşmayanlar, anlamadan kulak verenler ve gereğini yerine getirmeyenlerdir. Yâni Allah&#;ın vahyini nasıl duyması, nasıl işitmesi gerekiyorsa öylece duyup işitmeyen insanlar. Tıpkı bir hayvan gibi işitip anlamamak, anlamadan duymak insana yakışan bir özellik değildir.

Veya duyduğu, işittiği ve anladığı bir şeyi sanki hiç duymamış gibi davranan, duyduğunun gereğini yapmayan, yaşamayan kimse de onu hakkıyla duymuş sayılmayacaktır. Böyle bir kimse sağır ve dilsizdir. Onun ağzından çıkan sözler Allah sözleri değildir, vahiy değildir. Tamamen boş ve bâtıl sözlerdir. İnsan vahye mutâbık değerli şeyler söylediği zaman, kelime-i tevhidi, Allah&#;a imanı söylediği zaman söz söylemiş olur. Dilini Allah&#;ın istediği yerde kullanmayan kimsenin dili yoktur.

Bunlar, böyleleri akıllarını da kullanmayan insanlardır. Akılda bir bağlanma, bir bağlılık ifadesi vardır. Hani deveni sağlam bağla ve Allah&#;a tevekkül et buyuruyordu ya Allah&#;ın Resulü. Deve bağlandığı zaman bağlanmış oluyor. Öyleyse Rabbimiz istiyor ki insan akl edecek, aklını kullanacak, aklını bağlayacak hidâyete. Hidâyete tâbi olacak, hidâyet kaynağı olan kitabın âyetlerini anlamaya, kavramaya ça-lışacak, Allah&#;ın kendisine gönderdiği bu âyetlerin kendisine ne dediğini, kendisinden ne istediğini anlamaya çalışacak ve bu âyetler istikâmetinde kendisini ıslah etmeye, düzeltmeye gayret edecektir. Allah&#;ın kendisine verdiği akılla belli bir çizgiye, belli bir özelliğe, insan olma vasfına sahip olmaya çalışacaktır.

Türkçe&#;deki uslanmak ifadesi de bu anlamadır. Allah&#;ın kendisine verdiği aklını kullanmaya yanaşmayan kişi hem kendisine, hem de çevresine zulmediyor demektir. Hem kendisine, hem de etrafın-dakilere zararlı oluyor demektir. Aklını kullanmayan kimse duyduğu ve söylediği şeylerin ne anlama geldiğini bilmeyen kimsedir. Kulağına neyin gittiğinin, ağzından neyin çıktığının farkında olmayan kimsedir. Akıllarını, kulaklarını ve dillerini Allah&#;ın istediği şekilde kullanmayan insanlar, kör bir taklitten yana tavır alan maymunlar gibidirler. Bu insanların akılları başkalarının cebinde olduğu için Allah&#;tan başka kim ne demişse ona tâbi olurlar.

&#;Allah onlarda bir iyilik görseydi onlara işittirirdi. Onlara işittirmiş olsaydı yine de yüz çevirirlerdi, zaten dönektirler.&#;

Vahye karşı, Allah&#;ın kitabına ve Resulünün sünnetine karşı akıllarını, duyularını kullanmak istemeyen, tüm kapılarını, pencerelerini kapamış olan bu insanlarda zerre kadar hayır yoktur. Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlarda zerre kadar bir adam olma emaresi görseydi elbette onlara da işittirirdi. Rabbimizin ezelî ilmine göre demek ki onlarda hiçbir hayır mevcut olmadığı için onlara işittirmiyor. Şâyet Rabbimiz onlara işittirecek olsaydı yine işitmemiş gibi, hiç duymamış gibi işittiklerinden yüz çevirip bildikleri gibi bir hayat yaşamaya yönelirlerdi. Yine kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde yanlışlarına dönerlerdi. Burada münâfık tipli insanlar anlatılıyor. Allah&#;ın vahyini duydukları halde yan çize çize duymazlıktan, anlamaz-lıktan gelerek kendi bildikleri hayatı yaşamaya yönelen kimselerin münâfıklıkları ortaya konuyor.

Tamam duyduk, tamam anladık canım, sağır değiliz ya diyerek duydukları vahyin tamamen aksine bir hayata, burunlarının doğrusuna giden insanlar anlatılıyor. İşte bunlar mahlukât içerisinde en şerli, en kötü durumda olmayı isteyen kimselerdir. Allah&#;ın kendisine yüklediği kulluğu yerine getiren bir sivrisinek bile bunlardan çok üstündür. Çünkü bu adamlar yaratıcılarına, rızık vericilerine karşı hiçbir görevlerini yerine getirmemektedirler. Allah&#;ı hayatlarına karıştırmıyorlar. İşte bu durum, insan adındaki, insan görümündeki o varlığı tüm varlıkların en şerlisi konumuna düşürmektedir.

&#;Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icâbet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O&#; nun katında toplanacağınızı bilin.&#;

Ey mü&#;minler. Ey Gönlünü ve tüm hayatını Allah&#;a vererek, Allah&#;ın tüm yasalarını kabul ederek, tasdik ederek ebedî güveni hakketmiş kullarım. Ey Allah denilince, Allah buyuruyor denilince kalpleri yatışmış olan kullarım. İnandığınız Allah ve Resulüne icâbet ediniz. Allah ve Resulü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman hemen icâbet edin. Anlıyoruz Allah ve Resulünün çağırdığı şeylerin tamamı bize hayat veren şeylerdir ve onlardan mahrum olanlar da ölüdür. Yine biliyoruz ki Kur&#;an&#;ın bir adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kur&#;an&#;dan irtibatını kesen kişi ruh hakkını, hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâm&#;da ölümü hakketmiş insandır.

Evet dünyaya karışmak üzere, hayata karışmak üzere, kul-larının hayatına karışmak üzere, kullarına hayat kazandırmak, kul-larını gerçek hayat olan cennete ulaştırmak üzere gönderdiği tüm emirlerine icâbet edin.

Müslümanlar olarak bizler Rabbimizin ve Resulünün tüm çağrılarına icâbet etmek zorundayız. Meselâ bakın Rasulullah efendimiz sahâbeden birini namazdayken çağırır, o kişi de namazını tamamlamadan Rasulullah&#;ın dâvetine icâbet etmez. Bunun üzerine Allah&#;ın Resulü bu âyet-i kerîmeyi okur, veya bu olay üzerine âyet iner. Ama sebeb-i nüzûl âyetin genel mânâsını sınırlandırmaz. Bu tefsirde genel bir yasadır.

Hangi konuda olursa olsun Allah ve Resulü sizi neye çağır-mışsa, neleri emretmiş, neleri yasaklamışsa tümüne icâbet etmek ve baş üstüne demek zorundayız. Eğer Allah ve Resulü bu kitabın istediği bir hayatı yaşamaya çağırıyorsa hemen icâbet ediniz. Allah ve Resulü savaşa çağırıyorsa hemen hiç beklemeden icâbet ediniz. Allah ve Resulü infaka çağırıyorsa, sahip olduklarınızı Allah kullarıyla paylaşmaya çağırıyorsa hemen icâbet ediniz. Allah ve Resulü neyi beğenmişse, sizler de hemen onu beğenin. Allah ve Resulü nelerden uzaklaşmanızı istemişse hemen onlardan uzaklaşın. Allah ve Resulü kitap ve sünnet karşısında dilsiz ve sağırlar kesilmeyin demişse hemen bu tavrınızı değiştirin. Allah ve Resulü vahyi işitmedikleri halde işittik diyenlerden olmayın demişse, olmayın. Allah ve Resulü kitap ve sünnete karşı vurdum duymaz bir tavır takınanları mahlukâtın en şerlileri olarak vasf etmişlerse, onlar gibi olmayın. Allah ve Resulüyle muvafakat halinde bulunun. Allah ve Resulü neyi sevmişse siz de onu sevin, neye düşman olmuşsa siz de ona düşman olun. Allah ve Resulünün razı olduklarından razı olup gazap ettiklerine gazap edin İşte Allah ve Resulüne icâbet budur.

Şimdi böyle yaptığımız zaman, böyle yaşadığımız zaman bunun menfaati kime dokunur? Allah ve Resulü mü? Hayır. Rabbimiz buyuruyor ki:

Sizi diriltecek, size hayat verecek, sizi yaşatacak, sizi Allah&#;ın istediği ebedî diriliğe ulaştıracak buyuruyor. Sizi gerçek dirilik hayatı cennete ulaştıracak. Öyleyse bunun sonunda menfaatlenecek olanlar bizleriz.

Şunu da kesinlikle bilin ki, iman etmek ve amele dönüştürmek üzere bilin ki; Allah kişi ile kalbi arasına havl yapar. Allah kişi ile kalbi arasına engel olur. Çünkü Allah kişiye kendi kalbinden daha yakındır. Allah insan ile kalbi arasına engel olur. Allah sadece insanın kendisiyle başkaları arasına değil onun bizzat kendisi ile kalbi arasına girer de insanı bir anda kalbindeki niyetlerinden ve amellerinden mahrum bırakır. Bir anda insanın iradesini bozup tersyüz eder. İnsanın düşüncelerini, kanaatlerini, zevklerini, hedeflerini değiştiriverir. Aklını, şuurunu yok ediverir. Kendi kendini duymaz ve anlamaz hale getiriverir.

Allah, Mukallib el Gulûptur. Kalpleri değiştiren, kalplere hükmedendir. Bir kimse Allah ve Resulünün kendisine hayat kazandıracak, kendisini diriltecek dâvetlerine hemen icâbet etmez, Allah ve Resulünün çağrılarına uyma duygusunu yitirir ve nefsinin, hevâ ve heveslerinin çağrılarına, başkalarının çağrılarına icâbet etme eğilimi gösterirse, başkalarının hayat programlarına, başkalarının yasalarına evet demeye yönelirse Rabbimiz de onun kalbi üzerinde etkisini kuruverir ve artık şerri, küfrü, şirki, pisliği, murdarlığı yazıverir de onların kalplerini bunları sever bir hale gelir. Artık bir daha hakkı, doğruyu, İslâm&#;ı, imanı sevmez ve asla bunlara dönemez hale gelir. Çünkü Allah, Muhavvil el Gulûbdur. Kalplere egemen olan, onlara söz geçiren, onları evirip çevirip dilediği hale sokandır.

Hani Rabbimiz kitabımızın bir başka âyetinde şöyle buyuruyordu: &#;Ey peygamberim, sen yeryüzündekilerin tamamını infak edip harcasaydın onların kalplerinin arasını telif edemezdin.&#; O birbirlerini yemeye çalışan insanları sahâbe-i kirâm olarak tek bir üm-met haline getiremezdin. İşte aynen burada olduğu gibi Rabbimiz Allah ve Resulüne iman etmeye çalışan, Allah ve Resulünün dâvetlerine icâbet etmeye yönelen o topluluğun kalpleriyle kendileri arasına girmiş ve onların kalplerindeki tüm kini, düşmanlığı, yanlış duyguları kaldırıp onları ümmet içinde en şerefli mü&#;minler haline getirivermiştir.

Burada Rasulullah efendimizin bir duasını da hatırlayalım. Bizler Rabbimizin ve Resulünün istediği bir takım eylemleri yapmaya çalışmakla birlikte sürekli bu duayı yapalım inşallah. &#;Ey kalpleri evirip çeviren Allah&#;ım! Sebbit galbi ala diynik. Benim kalbimi dinin üzerine sabit kıl&#; İnşallah bu duayı sürekli bizler de yapalım. Çünkü gönüllerimiz nelere bağlı değil ki? Meselâ bir namazımız var, onda bile kalbimiz tümüyle Allah&#;a bağlı değil. Bir orucumuz var, onda da tamamiyle Allah&#;a bağlı değiliz. Onun için biz de tıpkı Rasulullah efendimizin istediği gibi Rabbimizden kalplerimizi dinine bağlamasını isteyelim. Kalbimizle irtibatımız kesilmeden önce, canımız elimizden alınmadan önce, fırsat elimizde iken Allah ve Resulünün dâvetine icâbet edelim.

Tirmîzi&#;nin rivâyetinde Rasulullah efendimizin az evvel okuduğu duasını duyan sahâbe-i kirâm efendilerimiz buyurdular ki: Ey Allah&#;ın Resulü, biz sana getirdiğin mesaja inandığımız halde bizim için korkuyor musunuz? diye sorunca şöyle buyurdu:

&#;Evet, kalpler şanı yüce Allah&#;ın iki parmağı arasındadır, onları evirip çevirir.&#;

Ve unutmayın ki sonunda O&#;na haşir olacak, O&#;nun huzuruna getirileceksiniz. Hesabı O&#;na ödeyeceksiniz. Öyleyse faturayı kendisine ödeyeceğiniz Rabbinizin istediği gibi küfürden, şirkten, nifaktan, ihlassızlıktan, dünyaya bağlılıktan kurtulmuş tertemiz bir kalple Rab-binizin huzuruna gitmeye bakın. İşte ancak o zaman hesabınızın kolay olacağını düşünebilirsiniz. Eğer düşüncemiz, itikadımız, imanımız, amelimiz ve kalbimiz bir uygunluk ifade ediyorsa işte o zaman kurtuluş söz konusu olacaktır. Değilse bilesiniz ki sadece kalp temizliği de yetmeyecektir. Öyle değil mi? Âyetin başında Rabbimiz Allah ve Resulüne icâbet edin buyurdu. Allah ve Resulü ne istemişse öylece uygulayın, böylece dirilik kazanacaksınız .

&#;Aranızdan yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının şiddetli olduğunu bilin.&#;

Öyle bir fitneden sakının, öyle bir fitneden korkun, ürkün ki o aranızda sadece zâlimlere, zulmü, küfrü ve şirki yürütenlere erişmekle kalmayacaktır. Yaş kuru demeden, günahkâr günahsız demeden hepinizi saracaktır. Şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah ikabı, azabı, yakalaması çok şiddetli olandır.

Öyleyse kesinlikle bilelim ki Müslümanlar olarak sadece kendimizi kurtarmamız, sadece kendi dirlik ve düzenimizi sağlamamız bi-ze yetmeyecektir. Sadece sâlihler olmamız yetmeyecektir, muslihler olmadıkça. Sadece kendimizi diriltmemiz yetmeyecektir başkalarını da dirilticiler olmadıkça. Tıpkı Rasulullah efendimizin yaptığı gibi ken-dimizi dirilttiğimiz gibi, bu âyetleri kendimize duyurduğumuz gibi insanlara da götürmek zorundayız. Allah&#;ın kitabından ve Resulünün sünnetinden habersiz oldukları için gerek kendilerine karşı, gerek ailelerine, gerek çevrelerine karşı zulüm içinde bir hayat yaşayan insanlara karşı emr-i bil&#;maruf ve nehy-i anil&#;münker görevimizi yerine getirmek zorundayız.

Şunu kesinlikle bilelim ki eğer biz onlara karşı bu görevimizi yapmazsak, o zâlimlere İsâbet edecek zulümlerinden bize de mutlaka bir pay ayrılacaktır. Bu pay ne kadar olacak? Bunu Rabbimiz bizim kalbimize, eylemlerimize veya ihmallerimize, vurdumduymazlığımıza göre ayarlayacaktır. Kötülüğü sineye çekmiş, günahkârlara karşı en ufak bir tavır alamamış insanlar onlara gelecek azaba hazır olsunlar. Eğer bir toplum içinde kötülük taraftarları kötülüklerini açıktan açığa işleyecek kadar cesaret bulabilmişler ve mü&#;minler de onları baskı altında tutabilecek cesareti gösteremiyorlarsa o zaman zaten yeterli belâ onlara gelmiş demektir. Kötülerin kötülüğü, ahlâksızların ahlâksızlığı o toplum içinde yayılmış ve berikileri de sarmış demektir. Böyle bir durumda Allah&#;ın azabı genelleşecektir. İşte görüyoruz, hal dilden daha iyi anlatıyor.

&#;Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları, hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş, temiz şeylerle rızıklandır-mıştır.&#;

Hatırlayın. Hani sizler çok azdınız, yeryüzünde müs&#;taz&#;afdı-nız, aşağılanıyor, horlanıyordunuz. İnsanlar, müstekbirler sizi zaafa düşürüyorlardı. İnsanlar sizi zayıf görüyorlardı. Zâlimlerin, kâfirlerin baskıları altında bir takım fonksiyonlarınızı icra edemiyordunuz.

Mekke, zulüm ortamında kâfirler tarafından mü&#;minlerin düşürüldükleri durum anlatılıyor. Mekke&#;de kâfirler tüm güçleriyle mü&#;min-lerin üzerine yükleniyorlar, onları bir kaşık suda boğmaya çalışıyorlardı. Bazen bir yerlere hapsediyorlar, ekonomik ambargolar uygulu-yorlar, bazen öldürüyorlar, bazen işkenceler altında inim inim inletiyorlardı. İşte ey Müslümanlar, o ortamı bir hatırlayın. Kimi görevlerinizi icra edemiyordunuz. İnsanların sizi esir alıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bana imanlarınızı gündeme getiremiyor, Benim yüceliğimi açıktan açığa haykıramıyor, ilân edemiyordunuz. İnandığınız gibi bir hayat yaşayamıyordunuz. Kızgın kumlar üzerinde sürükleniyordunuz. İnsanların sizi kapıvermesinden korku içindeydiniz

Böyle bir zulüm ortamındayken, Allah şükredesiniz diye, kendisine, kendisinin istediği gibi kulluk edesiniz diye sizi oradan kurtarmış, Medine&#;de, dar&#;ul İslâm&#;da barındırmış ve zaferiyle sizi teyit etmiştir. Sizi Allah ve Resulü egemenliğinde Medine özgür ortamına ka-vuşturmuştur. Medine&#;de size güzel güzel rızıklar lütfetmiştir. Tabii o gün için bu âyetin muhatabı o Müslümanlardı, ama kıyâmete kadar her bir dönem Müslümanları bu âyetin muhatabıdırlar. Her çağın az olan, azınlıkta olan Müslümanları Rabbimiz tarafından aynen onlar gibi desteklenmekte, az iken, mus&#;taz&#;af iken, insanlar sizi kapıverecekler, boğuverecekler, tanklarıyla üzerlerinize yürüyüverecekler diye tir tir titrerken sizi onların elinden kurtaran, size güvenlik yurtları nasip eden de Rabbinizdir.

Öyleyse Allah&#;ın üzerinizdeki bu büyük lütuflarını unutmayın. Bunu sürekli gündemde tutarak Rabbinize şükredin. Rabbinizin verdiği nîmetleri O&#;nun istediği yerde kullanın. O&#;nun verdiği hayatı O&#;-nun için yaşayın. Hayatı Allah için yaşamak zorunda olduğunuzu hep gündemde tutun. Bunu sürekli gündemde tutuş kişinin Allah&#;la bağını artıracaktır. Evet sürekli Rabbinizin size olan ihsanlarını gündemde tutun.

Çünkü O Allah sizi hoş şeylerden, tayyibattan rızıklandırmış-tır. Yedikleriniz, içtikleriniz, giydikleriniz, hanımlarınız, kocalarınız, çocuklarınız, bilginiz, imanınız, hidâyetiniz, ömrünüz, hayatınız, geceniz, gündüzünüz, havanız, suyunuz her şeyiniz birer rızıktır ve unutmayın ki onların tamamını size veren Allah&#;tır. Tüm bunları Allah yolunda ve Allah&#;ın istediği gibi kullanın. O zaman umulur ki şükür makamına erişmiş olursunuz. Yâni eğer bu makama ulaşırsanız o zaman Allah yolunda başınıza gelen bir takım problemleri problem etmekten çıkarırsınız. Ya Rabbi, ben her an sana şükretme makamındayım diyebilme özelliğini elde edersiniz. O zaman Allah yolunda başınıza gelen bir takım felâketlere sabredebilme, dayanabilme gücünü, sabrını elde etmiş olursunuz. Çünkü Rahmânın büyük nîmetlerini düşünebilen kişi, onların yokluğu anında da şükretmesini, sabretmesini becerebilecektir.

&#;Ey inananlar! Allah'a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere, bile bile ihanet etmiş olursunuz.&#;

Ey iman edenler. Ey buraya kadar anlatılanlara inandım diyenler. Bakın Rabbimiz her bir emrini beyan buyururken, sizden her bir kulluğu isterken tekrar tekrar bu ifadeyi kullanıyor. Anlıyoruz ki Rab-bimiz kendisine çok değer verdiği kulunu hep karşısında görmek is-tiyor. Kulunu hep muhatap almak istiyor. Mü&#;minler için bundan daha büyük bir şeref düşünülemez. Öyleyse bizler, bize böylece hitap ederek bizi izzetlerin en büyüğüne lâyık gören Rabbimizi dinlerken doğrudan O&#;na muhatap olarak dinleyeceğiz. Rabbimizin muhatabı olarak kulak vereceğiz. Buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi! Dediklerini dinlemeye ve uygulamaya hazırım ya Rabbi! diyecek ve öylece dinleyeceğiz.

Ey mü&#;minler, Allah ve Resulüne sakın ihanette bulunmayın. Allah ve Resulüne hainlik yapmayın. Allah&#;ın size verdiği emânetlere karşı hain davranmayın. Değil mi ki siz bu emânetleri yüklendiniz. Dağların, taşların, semavat ve arzın yüklenmekten kaçındığı bu emânetlere siz kabul dediniz

Nedir bu emânet? Bu emânet en genel anlamıyla Rabbimizin insan fıtratına koyduğu, ya da insan fıtratına uygun olarak indirdiği kitabı ve Resulünün sünnetidir. Yâni insan fıtratıyla, Allah&#;ın indirdiği kitap ve sünnet tam bir uygunluk içindedir. Kitap ve sünnet bize Allah&#;ın emânetidir. Ezelde, ya da Müslüman olduğumuz gün Rabbimi-ze verdiğimiz söz bize emânettir. Din emânettir, Kur&#;an emânettir, peygamber emânettir, hidâyet emânettir, akıl emânettir, bilgi emânettir, zaman emânettir, çocuklarımız emânettir, emânettir. Tüm bu emâ-netlerle ilişkimizi emânetin sahibinin istediği gibi ayarlamak zorundayız. Rabbimiz bunları bize ne için vermişse onları o istikâmette kullanmak zorundayız. Bu emânetlerle Allah&#;ın istemediği bir ilişki içine girer, emânetlere hıyanet edersek Allah&#;a hain olmuş oluruz.

Rabbimiz buruyor ki ey Müslümanlar, bunu bile bile böyle yapmayın. Allah&#;ın emânetlerini, Allah&#;ın yasalarını bile bile onlara hain davranmayın. Eğer Allah ve Resulüne karşı onların emir ve ne-hiylerine, size hayat verecek dâvetlerine ihanette bulunursanız, Allah ve Resulünün isteklerine saygısızlık yaparsanız, kitap ve sünnete karşı ilgisiz bir tavır takınırsanız kesinlikle bilesiniz ki Rabbinizin size: Ey Müslümanlar! şeklindeki hitabının muhatabı olma şerefinden mahrum kalırsınız.

Burada, sûrenin başına gidiyoruz. Ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir buyurmuştu. Öyleyse ey Müslümanlar, ganîmetler konusunda, ganîmetlerin paylaşımı konusunda Allah ve Resulüne karşı haince bir tutum içine girmeyin. Ganîmetler konusunda Allah ve Resulünün taksimine itiraz ederek, ganîmetleri hakkınız olmadığı halde zimmetinize geçirerek hıyanette bulunmayın. Bu konuda ve her konuda Allah ve Resulüne ihanette bulunursanız, ha-ince bir tutum içine girerseniz o zaman kendi emânetlerinize de haince davranır ve birbirinize düşersiniz. Aranızdaki tüm kardeşlik bağları çözülüverir. Bile bile, Allah&#;ın bu konudaki yasalarını duya duya böyle bir şeye tevessül etmeyin. Ancak belki bu bir hata sonucu, bir gaflet sonucu olabilir. Önceki uygulamalar sebebiyle böyle bir şeyi düşünebilirsiniz. Ama bu konuda Allah&#;ın yasalarını bildiğiniz, duyduğunuz andan itibaren yapmayın. Çünkü mal mülk konusunda insan niye sapar? Çoluk-çocuk derdi, evlâd-u ıyal derdi değil mi? Ama iyi bilin ki:

&#;Mallarınızın ve çocuklarınızın, aslında bir sınama olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin.&#;

Mallarınız ve çoluk-çocuğunuz sizin için bir fitnedir, bir denenmedir. Bilesiniz ki ecirlerin en büyüğü, en büyük mükafat Allah katındadır. Dikkat edin mallarınız ve çocuklarınız sizi meftun edip Al-lah yolundan saptırmasınlar. Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah ve Resulüne karşı hain davranmaya itmesinler. Bunlar sizin için birer imtihan sebebidir. Onlarla ilişkilerinizi Allah&#;ın istediği şekilde mi ayar-lıyorsunuz? Değil mi? Denenmekte olduğunuzu unutmayın. Öyleyse onlarla ilişkilerinizi Allah&#;ın istediği şekilde ayarlayın da imtihanı kaybetmeyin. Aman ha! Mal tutkunuz, çoluk-çocuk derdiniz sizi Allah&#;a kulluktan ayırmasın.

Fitne: Herhangi bir madeni içindeki katkı maddeleri, cürufları ayrılsın diye potaya atmak ve eritmek ve arıtmak demektir. Demek ki bizler çoluk-çocuk sahibi olmakla, mal-mülk sahibi olmakla bir potadan geçiriliyoruz. Bunlar konusunda Allah&#;ın yasalarına, bunların hukukuna riâyet edip etmeyeceğimiz konusunda denenmekteyiz. Madem ki bunlar bizim için bir imtihan konusudur, öyleyse bunlara hiç sahip olmayalım da imtihanda başarılı çıkalım demeye, Allah&#;ın imtihanından kaçmaya da hakkımız yoktur. Bunlarla birlikte bu hayatı yaşamamız da bir Allah yasasıdır. Yâni müslüman helâl bir şekilde rızık peşinde, evlâd-u ıyal peşinde olacaktır.

Kitabımızın başka bir âyetinde de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın bize düşman oldukları vurgulanır. Ve sonunda da buyurulur ki ey kullarım, dikkat edin sakın, bunlar sebebiyle sapmayın. Bunlar sebebiyle kulluğunuzu aksatmayın. Unutmayın ki ecirlerin en büyüğü Rabbinizin katındadır; hanımlarınızın, çocuklarınızın, mallarınızın yanında değil buyuruyor. Peki madem ki mallarımız, hanımlarımız, evlâtlarımız bizim için bir imtihan konusuysa, o zaman ne yapalım? Hemen tüm mallarımızı elimizden çıkaralım mı? Evlâtlarımızı evlâtlıktan reddedip, hanımlarımızı boşayalım mı? Biz bunlarsız yaşayamayız. Rabbimiz bir başka yasası gereği bunlarla birlikte olmamızı istiyor. Evlilik yasasını koyan, kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç yaratan Allah&#;tır. Koyduğu bu evlilik yasasının sonunda çoluk-çocuğa ulaşılıyor. Mal-mülk de böyledir. Allah vermeseydi bütün bunlara ulaşma imkânımız da yoktur. Yâni böyle bir yasa koyan Allah, bunların bizim için fitne konusu olduğunu haber vererek bizi uyarısını şöyle anlamaya çalışıyoruz.

Eğer mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allah&#;a kulluk yolundan alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve cenneti kay-betmeye doğru gidiyorsak işte o andan itibaren anlıyoruz ki onlar bi-zim düşmanımız olmaya başlamışlardır. Eğer kadınsak kocamız, ko-caysak karımız, babaysak evlâdımız, evlâtsak babamız bizi Rabbi-mize kulluktan, bizi cennete gitmekten engelleyecek bir noktaya gel-mişlerse kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar. Eğer bizi cehenneme doğru götürmeye başlamışlarsa kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar. Onlar için bu böyle olduğu gibi, eğer biz ken-di kendimizi hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme doğru götürmeye başlamışsak kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizin de düşmanı olmaya başlamışız demektir.

İşte görüyoruz. Allah&#;a kulluk yolunda yürüyen mü&#;min bir ko-caya, aksi istikâmette yürüyen karısı ve çocukları; veya Allah&#;a itaate yönelmiş mü&#;mine bir kadına, aksi istikâmette yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmektedir. Genellikle Allah&#;a kulluğu birinci plana almış, dünyayı, dünya ikballerini, dünya zevk-ü sefasını ikinci plana atmış bir erkeğe karşı, hanımı ve çocukları büyük bir talihsizlik olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya sunmasını beklerler. Yine Allah&#;a kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mü&#;mine hanımın, kocaları ve çocukları onların hayatlarını zindan ettiklerini görüyoruz. Evet Allah için bir cihada çıkacak kocaların önünde en büyük engel hanım ve çocuklardır.

Bir de tâbi bizim emânetimize verilmiş, bizim için bir imtihan konusu yapılmış mallarımızla, hanımlarımızla, çocuklarımızla ilişkilerimizi Allah&#;ın istediği gibi ayarlayıp ayarlamadığımız konusunda, onların hukuklarına Allah&#;ın istediği gibi riâyet edip etmediğimiz konusunda imtihana çekileceğiz. Eğer bizler onları Allah çizgisine çekmeye çalışır, onları Allah&#;ın istediği gibi Müslümanca eğitir, onları inandığımız yolumuza, kendi kulluk programımıza çekmeye çalışır, onları Allah&#;ın kitabı ve Resulünün sünnetiyle tanıştırır, barıştırır, Allah&#;la aralarını düzeltirsek, onları Allah&#;a iyi kullar, cennete iyi aboneler yapabilirsek, bunun kavgasını verebilirsek bu imtihandan başarıyla çıkmış olacağız. O zaman inşallah Rabbimiz hem bizi, hem de haklarında imtihana tâbi tutulduğumuz yakınlarımızı bağışlayacaktır.

Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla bilelim ki mallarımız, mülklerimiz, oğullarımız, kızlarımız bir denemedir, bir imtihandır. Rab-bimiz bu verdikleriyle bizi sürekli denemektedir. Mallarımız mülklerimiz konusunda, oğullarımız-kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin hesabını güzel yapmak zorundayız. Eğer bir imtihan sebebiyle bize verilen mallarımız ve çocuklarımızla ilişkilerimizi Allah&#;ın istediği biçimde ayarlayamaz ve onların altında ezilirsek, dünya bize hakim olursa, bu sahip olduklarımız bize Allah&#;ı, âhireti, Allah&#;ın hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik demektir.

Rabbimizin bize verdiklerini imtihan sebebi bilmez de mutlak gaye olarak görmeye başlarsak kaybetmişiz demektir. Ama bütün bu sahip olduklarımızı bize bir imtihan sorusu olarak Allah&#;ın verdiğinin bilinci içinde, onları Allah&#;a kullukta kullanmayı becerebilirsek, eşimizi, oğlumuzu, kızımızı Allah&#;ın istediği bir yöne yönlendirebilirsek işte o zaman imtihanı kazanmışız demektir. Eşimizle, malımızla, oğlumuzla, kızımızla Allah&#;a itaate ve cennet kazanmaya yönelebilirsek unutmayalım ki Allah&#;ın öbür taraftaki mükafatı çok büyük olacaktır.

Ama eğer biz onlara karşı görevlerimizi yapar da buna rağ-men onlar adam olmazlarsa, o zaman elbette biz onlardan sorumlu tutulmayacağız. Meselâ bir Nuh (a.s) oğlu ile imtihana tâbi tutuldu. Allah&#;ın elçisi oğlunu Müslümanlaştırabilmek için çok uğraştı, ama olmayınca Rabbimiz Onu bu konuda hesaba çekmeyecek.

&#;Ey inananlar! Allah'tan sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter sizi bağışlar. Allah büyük, bol nîmet sahibidir.&#;

Ey iman edenler, eğer muttaki olursanız, eğer Allah için bir hayat yaşar, Allah&#;ın dediğini yapma çabası içinde olursanız, Allah&#;ın size verdiği emânetlere karşı haince davranmaktan sakınırsanız, yolunuzu Allah&#;la bulmaya çalışır, Allah yasalarına ters düşmekten çekinirseniz bilesiniz ki Allah size bir Furkân verecektir. Size ayırıcı, fark edici bir özellik verecektir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıracak, fark ettirecek bir nîmet lütfedecektir size. Size böyle belirgin bir özellik kazandırarak, sizi diğer insanlardan ayıracaktır.

Ya da düşmanlarıyla dostları arasında ayırım günleri, ayırım işaretleri lütfedecektir Rabbimiz. Yâni dostlarına kurtuluş, zafer ve hidâyet yollarını gösterecektir. Böylece mü&#;minler kendilerinin kâfirlerden farklı olduklarını anlayacaklar, kâfirler de kendilerinin mü&#;min-lerden farklı olduklarını anlayacaklardır. Sizi tıpkı Ömer el Faruk gibi yapacaktır. Tüm problemlerinizi çözecek, çözüm yollarını gösterecek ve hayatınızı düzlüğe çıkaracaktır. Sizin kötülüklerinizi, kusurlarınız, hatalarınızı örtecek, size mağfiret edecektir. Sizi ebedî bir lütufla nîmetlerinin en büyüğü olan cennetine ulaştıracaktır.

Evet gerek dünya hayatında gerekse âhiret hayatında mü&#;-minler kâfirlerden farklı olacaklar. Ama Rabbimizin bu va&#;di gerçek-leşirken elbette kâfirler de kendilerine düşeni yapmaya devam ede-cekler. Nasıl? İşte bundan sonraki âyetinde Rabbimiz Resulünün şah-sında onu bize şöylece anlatıyor:

&#;İnkar edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek yada sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en iyisidir.&#;

Hani kâfirler sana karşı komplolar hazırlıyorlar, dolaplar çe-viriyorlardı. Tabii Allah düşmanlarının, Allah elçisine karşı açıkça, mertçe yapabilecekleri bir şeyleri olmadığı için elbette karanlık işler çevireceklerdi. Sinsice, kancıkça dalavereler çevirmenin ötesinde zaten onların yapacakları bir şey yoktur.

Seni durdurmak, hapsetmek, bir yere bağlamak, susturmak istiyorlardı. İşte kâfirlerin bir Müslümana yapabilecekleri ilk şey budur. İslâmî hareketi, İslâmî hareketi götüren dâvetçiyi durdurmak, hapsetmek, susturmak, etkisiz hale getirmek. Dâvetçinin insanlara ulaşmasını önlemek, ya da dâvetçiyle insanların ilgisini, iletişimini kesmek, koparmak. İşin en kolay yönü, en risksiz olanı işte budur. Dâvetçiyle insanların arasına engeller koyarlar. Dâvetçiyi durdurabilmek, susturabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Gerekirse para, makam, koltuk, kadın her şeyi onun ayağının altına sererler. Ya da onu kodese atarak susturmaya, halkın gözünden gizlemeye çalışırlar. İşte Rasulullah efendimiz için bunları düşünüyorlardı.

Veya seni durdurabilmek için uzak bir yerlere, insanların ku-laklarından, gözlerinden ırak bir yerlere sürmeyi düşünüyorlardı. Eğer bu da olmazsa senin vücudunu ortadan kaldırmayı planlıyorlardı. Şahsını ortadan kaldırırsak mesajı da yok olur gider diyorlardı. Rasu-lullah efendimizi öldürmeyi planlıyorlardı.

Onlar tuzak kuruyorlar, dolap çeviriyorlar, Allah da onların tuzaklarına karşı bir eylem, bir fiil içerisindedir. Onların bir hesabı var-sa elbette Allah&#;ın da bir hesabı vardı. Onlar Allah&#;ın elçisine tuzak-lar kurmak istediler, hile yapmak istediler, Ama Allah da onlara bir tuzak kuruyordu. Allah&#;ın kurduğu tuzağın yanında elbette onların tuzakları başarılı olamayacak, neticeye ulaşamayacaktı. Allah&#;ın kur-duğu tuzaklar geçerli olacaktı. Çünkü hiç kimse O&#;na karşı koyama-yacaktı. Onların tuzaklarının tümüne Allah muttali iken, Allah&#;ın ilmi onları kuşatmışken, onlar Allah&#;ın tuzaklarından gafildirler. Onun içindir ki Allah, elçisine karşı kurdukları tüm tuzakları, tasarladıkları tüm komploları boşa çıkaracak veya kendi başlarına geçirecektir.

Çünkü Allah makîrinin en hayırlısı idi. Yâni Allah onlara öyle bir tuzak kuracak ki bu tuzak onlar için mahza hayır olacaktır. Herkes için hayır murad eder Rabbimiz. Rabbimizin tuzakları mü&#;minler için de hayırlıdır, kâfirler için de. Çünkü Allah&#;ın kurduğu tuzak sinsice, al-çakça bir tuzak değildir. Rabbimizin tuzakları zulüm unsurlarını, küfür ve şirk unsurlarını kaldırmaya yönelik mahza hikmete dayalı bir tuzaktır. Kâfirler peygamberi öldürmeye yönelik bu eylemlerinden ötürü, aslında ölümü hak etmelerine rağmen Rabbimiz onları öldürmeyecek, ama peygamberini de onların elinden sağ salim kurtarıp Medine&#;ye ulaştıracaktı. Medine&#;de ona devlet nasip edecek ve o devlet eliyle bu kâfirlerin dirilişini hazırlayacaktı. Çok az kâfir hariç tüm Mekkeli müşrikler Mekke&#;nin fethiyle birlikte sonunda hakkı bulacaklar, kurtuluşa ereceklerdi. Ne kadar da hayırlı bir tuzak değil mi Rabbimizin mekri? Zulmün ortadan kaldırılışı da hayırdır, peygamberin ve peygamber yolunun yolcularını zulümden kurtarılmaları da.

Evet işte kâfirlerin Müslümanlar karşısında yapabilecekleri bunlardır. Durdurmak, yolunu kesmek, asmak, kesmek, sürmek, kodese atmak. Bugün de kâfirler Müslümanlara karşı bunları işletecekler. Ama Rasulullah efendimizi korkutmadığı gibi ölüm bizi de asla korkutmayacak. Mûsâ (a.s) karşısında Firavunlar ölümü gündeme ge-tirince, Rabbimiz hayır buyurdu, ölümden asla korkma ey Mûsâ. Kesinlikle bilesin ki onlar senin kılına bile dokunamazlar. Ama sürgün olabilecek, hicret olabilecek. Zaten muhacirlik mü&#;minin kaderinde vardır. Allah&#;ın istediği kulluğu icra etmekte sıkıntı çektiğimiz bir ortamdan rahat icra edebileceğimiz bir ortama gidecek ve sağ oldukça her yerde Allah&#;ın bizden istediği kulluğa devam edeceğiz.

Dün böyle olduğu gibi, bugün de, yarın da bu böyle olacaktır. Şu anda da kâfirler Allah&#;a, Allah&#;ın dinine, Allah&#;ın elçisine, Allah elçisinin yolunu takip eden Müslümanlara tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Hayatı, ekonomiyi, eğitimi, hukuku, kılık kıyafeti, vitrinleri, sokakları Allah&#;a kulluğun aksine düzenleyerek tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendilerine göre din kitapları oluşturarak, işte din budur diye insanlara sunarak, Allah&#;ın dinini bozarak tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Din eğitimini yasaklayarak, İmâm Hatipleri kapatarak, Kur&#;an kurslarını bi-tirerek, Allah kullarının Allah dinine ulaşma yollarını kapatarak Allah dinine tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendi âyetlerinin gündemde kal-ması adına Allah&#;ın âyetlerini toplumun gündeminden düşürmeye çalı-şıyorlar. Allah&#;ın elçisine hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Al-lah&#;ın elçisinin örnekliliğini bitirmeye çalışıyorlar.

Böylece Allah elçisini öldürmeye çalışıyorlar. Allah&#;a ve Onun elçisine, Allah ve elçisi yolunun yolcularına çeşit çeşit tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Müslümanların çocuklarının beyinlerini orada Kur&#;an ve sünnete yer kalmasın diye, çok lüzumsuz bilgilerle doldurarak tuzaklar kuruyorlar. Allah&#;a kulluğa zamanları kalmasın diye insanların hayatlarını eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları gündemlerle doldurarak tuzaklar kuruyorlar.

Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri de tıpkı dünün kâfirleri gibi Allah&#;tan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının, kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değiller. Halbuki tüm tuzaklar Allah&#;a aittir. Tüm düzenleri bozmak Allah&#;a aittir.

Öyle değil mi? Kâfirler Allah&#;ın sistemine karşı, Allah&#;ın âyetlerine karşı, Allah&#;ın elçisine karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünü Allah biliyorken. Allah onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar Rabbinin tuzaklarını bilmezler, bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar gideceğini bilmektedir, ama onlar Rablerinin kendilerine karşı neler hazırladığını asla bilmemektedirler. Ama onlar gözlerinin önündeki çukuru bile gö-rememektedirler. Elbette Allah&#;la, Allah&#;ın elçileriyle, Allah&#;ın mü&#;min kullarıyla girecekleri bir savaşta mağlup olanlar onlar olacaktır, galip olanlar da Allah desteğinde olan mü&#;minler olacaktır. Çünkü Allah on-ların kendisine karşı, kendi âyetlerine ve siz Müslümanlara karşı tüm niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için unutmayın ki sizi onların komplolarından koruyacaktır. Onların kurdukları tuzaklar konusunda sizi bilgilendirecek ve korunma yollarını gösterecektir.

Gerçi bundan sonra vahiy gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle Müslümanlara öyle bir basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir tehlike geleceğini müminler bilmektedirler.

Şu anda irtica-mirtica hikâyeleriyle Müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allah&#;la, Allah&#;ın âyetleriyle, Allah&#;ın sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştıklarının farkında değildirler. Kiminle savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki Müslümanlar zayıftır. Zannediyorlar ki Müslümanlar yalnız ve yardımcısızdırlar. Onların safında Allah&#;ın bulunduğunun farkında olmayan bu iman yoksunları yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler.

Evet Mekke kâfirleri Allah&#;ın elçisini yok etmek için harekete geçtiler. Peygamberi öldürüp, peygamberin maddî ve manevî varlığını, örnekliliğini bitirip keyiflerine göre bir hayat yaşayacaklardı. Ama Allah buna izin vermedi.

&#;Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, &#;İşittik, işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır" derlerdi.&#;

Âyetlerimiz kendilerine okunduğu zaman, âyetlerimiz kendilerine izlettirildiği zaman derler ki tamam biz bunları işittik. Anladık! Ne demek istediğiniz anlaşılmıştır. Şâyet istesek bunun aynısını biz de söyleyebiliriz. Ama bir türlü istemezler hainler. Veya Allah&#;ın âyetleri karşısında müstekbirce bir tavır takınıp bunlar basit şeyler demeye çalışıyorlar. İstersek insanlar için biz de bunun gibi yasalar koyarız. İstesek bizler de bu âyetlerden daha iyi nazariyeler geliştirebiliriz. Kur&#;an&#;ın ortaya koyduğu gibi bir hayat tarzı, bir hukuk sistemi, bir ekonomik yapı, bir siyasal düzenleme, bir eğitim yapılanması biz de ortaya koyabiliriz. Diyorlar bunu ama ortaya koyabildikleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah kitabının sağladığı neticeyi sağlayabilecek hiçbir şey yapabilmiş değillerdir. İnsanlara hidâyeti, insanlara hakkı, cenneti, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayabilecek, insanlara ruh ve beden dengesi kurabilecek hiçbir şey ortaya koyabilmiş değillerdir. Sözleri, iddiaları sadece bir reklamdan başka bir şey değildir.

İşte görüyoruz, bu Allah tanımazlar yüzünden tüm toplum ha-yatımız bozuktur. Allah&#;tan ve Allah&#;ın kitabından ve elçisinin hayat programından habersiz yasa yapmaya çalışan toplumun tüm hayatı, bâtıllarla doludur. Aile hayatımız bozuktur, ticârî hayatımız bozuktur, sosyal hayatımız bozuktur, ekonomik hayatımız bozuktur, insanlarla ilişkilerimiz, çevremizle münâsebetlerimiz bozuktur, hâsılı tüm hayatımız bozuk ve bâtıllarla doludur.

Şu anda tıpkı Mekke kâfirleri gibi Allah&#;ın kitabına, Allah&#;ın âyetlerine, Allah&#;ın yasalarına, Allah&#;ın hayat programına bedel getireceklerini, Allah&#;ın koyduğu yasaların aynısını koyabileceklerini iddia eden günümüz kâfirleri de dalâlette kalmış, çölün ortasında yolsuz, yordamsız, çözümsüz olarak ne yapacaklarını bilemez bir vaziyette bocalayan insanlardır. Binlerce yol vardır karşılarında, ama bu yollardan hangisinin kendilerini sahil-i selâmete çıkaracağını bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır hayatlarında, ama hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler.

Bir yasa yaparlar, onunla problemlerini çözeceklerini zannederler, ama üç gün geçmeden değiştirmek zorunda kalırlar onu. Yaptıkları yasalar üç gün bile gitmiyor. Yaptıklarının hiç birisi sadırlarına şifa olmuyor. Yaptıklarının hiç birisi problemlerini çözmesi ve hayatlarına huzur getirmesi şöyle dursun, her yaptıkları yasa başka huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor. Tam doğruyu bulduk dedikleri anda farklı bir batağa saplandıklarını görüyorlar. Allah yasalarına dönecekleri ana kadar daha çok çekecekler, çok çektirecekler hainler.

Yine Allah âyetleri kendilerine duyurulduğu zaman derler ki bu kâfirler, bu ancak eskilerin masallarıdır. Bu eskilerin masallarından, eskilerin Üstûrelerinden başka bir şey değildir.

Bunlar eskilerin yazdıkları, eskilerin uydurdukları, eskilerin uy-guladıkları satırlardır. Bunlar çok eski şeyler, modası geçmiş, günü-müzde geçerliliği olmayan şeylerdir. Bunlar çağdaş şeyler değildir. Bunlar mitolojik şeyler. Efsaneden ibarettir bunlar. Bunlar bugün ya-şanmaz şeyler. Belki bir zamanlar, eski zamanlarda bunları uygulamak mümkündü, ama bu devirde kesinlikle yaşanacak şeyler değildir bunlar.

Hem masal diyorlar, hem de insanları bundan, bu kitaptan engellemeye çalışıyorlar. Madem ki masal öyleyse niye korkuyorsunuz bu kadar bu kitaptan? Niye yasaklıyorsunuz bu kitabın okunup öğrenilmesini? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar bu kitabı. Madem ki bu kitap bir mitolojidir, öyleyse bırakın öğrensinler insanlar kitaplarını. Niye ödünüz kopuyor bu kitaptan? Niye barikatlar koyuyorsunuz bu kitapla insanların arasına? Niye ürküyorsunuz bu kitabın gündeme getirilmesinden? Masal okuyan, masal dinleyen başka kimse yok mu? Hikâye okuyan başka insan yok mu piyasada? Bırakın birileri de bu masalları okusunlar. Hayır hayır, masal diyorlar, hikâye diyorlar ama buna kendileri de inanmıyorlar. Masal dedikleri bu kitabın serbestçe okunması, anlaşılması sonunda hem kendilerine hem de çevrelerindeki insanlara tesir edeceğinden korkuyorlar da onun için yasaklamaya çalışıyorlar hainler.

&#;Allah'ımız! Eğer bu Kitap, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver" demişlerdi.&#;

Bakın ey Allah&#;ımız diyorlar. Ey Allah&#;ımız diyerek, bizzat bil-dikleri, tanıdıkları Rabbimizin ismiyle hitap ederek, darda kaldıkları zaman hatırladıkları, işleri bitince de unuttukları Rabbimizin adıyla hitap ederek diyorlar ki, eğer gerçekten bu kitap, bu peygamber se-nin katından bir hak ise, gerçek ise haydi bize gökten taşlar yağdır. Yahut da bize elim bir azap gönder. Ey Allah&#;ım! Eğer bu kitap senin tarafından gelmiş hak bir kitapsa, eğer bu Muhammed doğru söy-lüyorsa hemen üzerimize gökten taşlar veya acıklı bir azap gönder diyorlardı.

"Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.

(Ahkâf 22)

Ey Hud, eğer bu söylediklerin konusunda sâdıksan haydi ne getireceksen getir de görelim diyorlardı. Allah&#;ın elçisini peşinen red-dediyorlardı bu sözleriyle. Hud (a.s) un getirdiklerinin Allah&#;tan olma-dığını kendisinin uydurduğunu söylemeye çalışıyorlardı. İşte burada da Mekke müşriklerinin sözleri anlatılıyor. Ondan önce de, ondan sonra da insanların söyleye geldikleri sözlerdir bu sözler. Yâni her dö-nemde kâfirin karakteristik bir özelliğidir bu. Bugün de aynı şeyleri söylüyor kâfirler. Ey Müslümanlar, eğer doğru söylüyorsanız, eğer kı-yâmet varsa, eğer öldükten sonra dirilme varsa, eğer bir azap, bir ikap, bir hesap kitap varsa hadi ne gelecekse geliversin de görelim bakalım. İşte böyle bir tavrı, böyle bir kâfir tavrını Rabbimiz burada sorguluyor.

Yâni gerçekten çok korkunç bir şey. Bir insanın Allah&#;a karşı söyleyebileceği en feci bir söz. Muhtaç oldukları nîmetleri konusunda daima Allah&#;a yalvarıp yakaran insanların aynı Allah&#;ın dinini kabul, peygamberine iman söz konusu olduğu zaman Ondan azap istediklerine şahit oluyoruz. Bu tip müşrik insanların ne kadar çapraz bir şahsiyet sergilediklerine şaşmamak elden gelmiyor. Yâni başka bir şey isteseler, meselâ hayır isteseler, mal mülk isteseler, Ebrehe&#;nin ordusu karşısında korunma isteseler bütün bunların Allah katından olduğunu biliyorlar, hak olduğunu biliyorlar. Keşke bir de bunu biliverseler ve Rablerine teslimiyet gösteriverseler elbette Rablerinin kendilerine ne hayırlar açacağını müşahede edecekler.

İşte gözlerinin önünde öldürmek istedikleri, sürmek, susturmak istedikleri Ebu Talibin yetimi Allah tarafından korunuyor ve adım adım zafere doğru yürüyor. Bunu gözleriyle göre göre onun haklılığı konusunda Allah&#;tan daha başka ne bekliyorlar bu hainler? Bakın Rabbimiz onların bu azap isteklerine karşılık şöyle buyuruyordu:

&#;Oysa, sen içlerinde iken Allah onlara azap etmez. Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azap edecek değildir.&#;

Evet Rabbimiz onlara karşı, insanlara karşı, onların kendileri hakkında düşünemeyecekleri kadar merhametli idi. Rabbimiz hiç um-mayacakları kadar onlara rahmet kapıları açmaya devam edecekti. Bakın işte burada rahmeti gereği bir yasasını gündeme getiriyor. Peygamberim, onlar istedikleri kadar farkında olmadan, cahilce kendileri hakkında azap istesinler. İstedikleri kadar azaplarına, helâklerine dua etsinler. Sen onların arasında olduğun sürece Rabbin asla onlara azap edecek değildir. Çünkü bu kâfirliklerinden, bu zâlimliklerinden ötürü onlar toptan helâk edilseler Rasulullah efendimizin gönderiliş hikmeti ortadan kalkmış olacaktı. Çünkü o tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. İnsanlar Müslüman olsunlar, insanlar hidâ-

yeti bulsunlar, küfür ve şirkten tevhide yükselsinler diye gönderilmişti o şerefli peygamber.

Yıllar sonra da olsa şu anda ne yaptıklarını bilmeyen bu in-sanların tamamı Müslüman olacaklardı. Onun içindir ki sen onların içindeyken onlara azap edecek değilim diyor Rabbimiz. Çünkü peygamber onların arasında tebliğini sürdürdüğü sürece, bir toplum içinde hakkı tavsiye edenler olduğu müddetçe o topluma bir azap gön-dermiyor Rabbimiz. Çünkü bir toplum, içinde hakkı tebliğ edenler ol-duğu sürece Allah o toplum üyeleri içinden adam olacakların adam olmasına imkân tanıyor. Yâni o toplum içinde dâvetçiyi dinleyip düzelme süreci içine girenler, istiğfar edenler olduğu müddetçe Allah o toplumu helâk etmiyor.

Veya o toplum içinde ileride istiğfar edecekler çıkacaksa Rab-bimiz onlara azap göndermiyor. Tabii burada istiğfarı da anlamak zorundayız. Bir insan susamayınca su istemez değil mi? Önce susayacak, suyu bilecek, suyu isteyecek, suya muhatap olmayı isteyecek. İstiğfarda da böyle bir mânâ vardır. Yâni bir adam günah işlediğini, günahkâr olduğunu bilecek, anlayacak, pişman olacak ve ya Rabbi beni bağışla diye Allah&#;tan mağfiret isteyecek, günahlarının örtülmesini, kusurlarının kale alınmamasını talep edecek.

Evet böyle aralarında elçilerin bulunduğu ve istiğfar edenler olduğu veya istiğfar edecekler olabileceği bir toplumu toptan helâk etmiyor Rabbimiz. Onun içindir ki tarihte hiçbir toplum peygamberler aralarından çekip alınmadıkça toptan helâk edilmemiştir. Evet peygamber ve peygamber yolunun yolcusu tebliğcilerin varlığı bir toplum için rahmet sebebidir. Peki Rasulullah Mekke&#;yi terk edip onların arasından ayrılışından sonra ne olacak? Bakın şimdi de bu yasayı anlatıyor Rabbimiz:

&#;Yoksa Mescid-i Haram'a girmekten men ederlerken Allah onlara niçin azap etmesin? Hem de O&#;nun dostu değiller; O&#;nun dostları ancak karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat çoğu bunu bilmiyorlar.&#;

Ne oluyor onlara? Yâni ne hakları var onların? Nelerine gü-veniyorlar ki Allah onlara azap etmeyecek? Ne güvenleri, ne ruçha-niyetleri var ki Allah onlara helâkini göndermeyecek? Onlar hiç bir velâyet hakları olmadığı halde o dokunulmaz mescide Müslümanları sokmuyorlarken, Müslümanların ibadet özgürlüklerini ellerinden alıp dururlarken, Allah onlara niye azap etmesin? Üstelik de o mescidin evliyası da değiller. O mescit üzerinde hiçbir hakları ve liyâkatleri yoktur onların. Çünkü onlar o mescide de, o mescidin Rabbi olan Allah&#;a da inanmıyorlar. O mescidin gerçek sahibi muttakilerdir. Allah&#;a inanan, Allah&#;la yol bulan, hayatlarını Allah için yaşayanlardır. Allah&#;ın mescitlerine liyâkat şerefi muttaki mü&#;minlerin hakkıdır. Mescitleri küfür gibi, şirk gibi, putlar gibi manevî pisliklerden, necaset gibi maddî pisliklerden temizleme yetkisi mü&#;minlere aittir.

Orada bir çok putları büyütüp onlara hamd edip, yalnız bunlar büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek Allah&#;ın mescidini putlarla doldurup Allah&#;ın Resulü&#;nü ve Rabbim Allah diyen Müslümanları oraya sokmamaya çalışan siz müşriklerin o mescitle hiçbir ilginiz kalmamıştır. Orada, Allah&#;ın mescidinde Allah&#;tan başka ne kadar tanrıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade edip Allahu Teâlânın adının zikredilmesine müsaade etmeyenlerin, Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz kılmalarına engel olmaya çalışanların oranın sahipleri, oranın yöneticileri olması mümkün değildir.

Hem sizler İbrahim&#;in yolunda olduğunuzu, Kâbe&#;nin sahibi olduğunuzu iddia edeceksiniz, hem de orada putları yücelteceksiniz. Bu mu Kâbe&#;ye sahiplik? Kâbe&#;de putlara egemenlik tanıyıp Allah&#;ı unutacaksınız. Bu mu Kâbe&#;ye sahip olmak? Bu mu İbrahim&#;in yolunda olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür boyu putlarla savaşan bir İbrahim&#;in yolunda olmak bu mu olmalıydı? Hayır hayır sizler ne İbrahim (a.s)ın yolundasınız, ne de Kâbe&#;nin velilerisiniz. Kâbe&#;nin velileri, sahipleri ancak İbrahim (a.s) in tevhid dinini sürdüren muttaki müminlerdir diyor Rabbimiz.

Ancak onlardan pek çoğu bunu bilmezler. Şu anda da bakıyoruz kâfirler, müşrikler buna ehil olmadıkları halde, buna liyakatleri olmadığı halde tüm dünya mescitlerinde, tüm arz mescidinde egemenliklerini kurmuşlar, şirk sistemlerini kurmuşlar ve dünya mescidi üzerinde Müslümanların Allah&#;a kulluklarına, Allah&#;ı yüceltmelerine, Allah&#;ın istediği bir hayatı yaşamalarına engel olmaya çalışıyorlar. Allah&#;ın yasalarını uygulamalarına engel olmaya çalışıyorlar. İnsanları Allah yasalarından başka yasalara teslim etmek için, put yasalarını egemen kılmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

&#;Kâbe&#;deki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. İnkârınıza karşılık artık azabı tadın.&#;

Evet onların Beyt yanındaki salâtları, duaları, namazları, Allah&#;a yönelişleri, ya da bunların yerine koydukları şeyler sadece ıslık çalmak, alkış tutmak, horon tepmek, müzik çalmak, el çırpmak ve hoplayıp zıplamaktan başka bir şey değildir. Allah&#;a, Allah&#;ın istediği şekilde kulluk yaparak O&#;na hamd etmek, Allah&#;ı, Allah&#;ın âyetlerini gündemde tutmak tamamiyle ortadan kalkmış, Allah&#;ın iradesine ters eylemler geliştirilmiş. Halbuki Allah&#;a Allah&#;ın istediği biçimde kulluk yapılır. Allah&#;a Allah&#;ı belirlediği kurallarla yaklaşılır. Adamlar Allah&#;a sormadan kendi kendilerine kulluk modelleri, tapını usulleri geliştiriyorlar ve güya Allah&#;a kulluk yapıyoruz derken, Onunla çatışmaya, O&#;na düşmanlık yapmaya ve şirke düşüyorlar. Allah&#;a yaklaşacağız diye Allah&#;ın beytinin içini putlarla dolduruyorlar, Allah&#;a yapılması gerekenleri bu putlara yaparak güya Allah&#;a kulluk yaptıklarını zannediyorlar.

Öyle değil mi? Bu âyetleri hayatın tümüne indirgeyecek olursak müşriklerin hayatın tümünde kendini gösteren bu özelliklerinin yayıldığını görürüz. Rabbimiz buyuruyor ki bu yaptığınız kâfirliklerden dolayı tadın Allah&#;ın azabını. Alçaklar, sizler Allah&#;tan başkalarına çığlık attınız. Allah&#;tan başkalarına bağırıp çağırdınız. Allah&#;tan başkalarından medetler umdunuz. Allah&#;tan başkalarını ulûhiyet makamına oturtup onlara bel bağladınız.. İnsanlara Allah&#;ı unutturabilmek için elinizden ne geliyorsa yaptınız.

36, &#;Doğrusu inkâr edenler mallarını Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için sarf ederler ve daha da sarf edeceklerdir; ama sonra içleri yanacak, hem de mağlup olacaklardır. Bu Allah'ın, temizi murdardan ayırması ve murdarları üst üste koyup hepsini yığarak cehenneme yerleştirmesi içindir; inkâr edenler cehenneme toplanacaklardır. İşte onlar mahvolanlardır.&#;

Mallarınızı insanları Allah yolundan alıkoymak için sarf ettiniz. Kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için mal sarf ederler. Ellerinde avuçlarında neleri varsa harcayacaklardır. Niçin? Yeter ki insanlar Allah&#;a kulluğu düşünmesinler. Yeter ki insanlar Allah&#;ın kitabından uzaklaşsınlar. Yeter ki Allah, kitap, peygamber, Kâbe insanların gündeminde olmasın. Yeter ki Allah&#;ın dini gündemde olmasın. Yeter ki

insanlar Kâbe&#;ye değil de başka taraflara dönsünler. Yeter ki insanlar moda tanrılarına, oyun eğlence tanrılarına yönelsinler. Bunun için yığın yığın mallar harcayacaklar, müesseseler kuracaklar kâfirler. Peki ne olacak sonunda? Muvaffak olabilecekler mi bu konuda? Hayır:

Sonra yaptıkları bu harcamalardan ötürü onların içi yanacak, mağlup olacaklar ve ulaşmak istedikleri neticeye asla ulaşamayacaklar diyor Rabbimiz. Evet yenilecekler ve hasret içine düşecekler. Alçaklar zaten insanların mallarını, mülklerini gasp ederek Allah yoluna engel olabilmek için harcama yapıyorlardı.

Ey Müslümanlar, şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah düşmanlarının dünya hayatındaki harcamaları, size karşı askeri ve siyasal güce ulaşmak için yaptıkları harcamalar, sizi yok etmek için, sizi yeryüzünden silmek için yaptıkları harcamalar, kurdukları düzenler, hazırladıkları komplolar hiç bir işe yaramayacaktır. Onların sizi yok etmek için yaptıkları harcamaları, askeri ve savaş yatırımları tıpkı bir rüzgara, bir rüzgar ortamına benzetiliyor. Son derece yakıcı, kavurucu bir rüzgar, bir toplumun ekinine İsâbet eder ve tüm ekinlerini, tüm zenginliklerini, tüm ekonomik varlıklarını altüst ediverir.

İşte kâfirlerin dünyadaki tüm harcamaları buna benzer. Bir gece ayazıyla meyveye durması beklenen tüm çiçeklerin bir anda sararıp, solup dökülmesi gibi, kâfirlerin harcamaları da, Müslümanları yok etmek üzere tüm yapıp ettikleri de savrulup yok olacak ve dünyada elleri boşa çıkacaktır. Allah onların tüm planlarını, tüm komplolarını bozacak, neticesiz bırakacaktır.

İşte bu âyetleriyle Rabbimiz kâfirlerin yaptıkları harcamalarla Müslümanlar karşısındaki bir yenilgilerini gündeme getirerek bu savaş çerçevesinde hem kıyâmete kadar gelecek Müslümanlara, hem de onların karşılarında yer alan kâfirlere mesajlar sunmaktadır. Kâfirlerin Allah&#;la girişecekleri bir savaşta ne mallarının, ne evlâtlarının, ne ekonomik güçlerinin ne de askeri ve siyasal güçlerinin kendilerine hiç bir fayda sağlamayacağı, Allah&#;a karşı bunların bir işe yaramayacağı,

kâfirlerin Müslümanlar karşısında hiçbir güç ve kuvvetlerinin olmadığı, Müslümanlar karşısında hiçbir zaman zafere, başarıya ulaşma imkânlarının olmadığı anlatılmaktadır.

Böylece bu savaş çerçevesinde yaptığı bu değerlendirmeleri, bu açıklamalarıyla Rabbimiz istiyor ki Müslümanlar bu gerçeği iyi anlasınlar. Savaşı bu âyetlerle değerlendirsinler. O günden itibaren kıyâmete kadar yapılacak tüm iman küfür savaşlarında bu âyetler Müslümanlara güç olsun, ışık olsun, yol göstersin.

Öyleyse Müslümanlar kıyâmete kadar Allah düşmanı kâfir-lerle giriştikleri bir savaşta sadece Allah&#;a güvensinler, sadece Allah&#;ı vekil bilsinler ve zinhar zaferi Allah&#;tan beklesinler. Allah&#;ın yardımı olmadan zafer kazanmalarının kesinlikle mümkün olmadığını bilsinler. Karşılarındaki kâfirler ne kadar da sayısal ve ekonomik yönden kendilerinden çok fazla, çok güçlü, ne kadar da teknolojik yönden kendilerinden üstün olurlarsa olsunlar, sonuçta zaferin, galibiyetin Allah&#;a ait olduğunu, göklerde ve yerde hiç bir gücün Allah&#;la baş edemeyece-ğini anlasınlar, bilsinler, böylece inansınlar. İşte Rabbimiz bu âyetleriyle bunu anlatıyor.

Tabii Müslümanlar açısından böyle olduğu gibi onların karşılarında saf tutan kâfirler açısından da bu böyledir. Rabbimiz bu âyetleriyle kâfirlere de diyor ki: Ey kâfirler, sizler kiminle savaştığınızın farkında mısınız? Bu iman küfür savaşında, bu hak bâtıl savaşında karşınızda kimin bulunduğunu anlayamadınız mı? Unutmayın ki Müslümanlarla giriştiğiniz bir savaşta karşınızda onlardan önce Beni bulacaksınız. Müslümanları yok edebilmek, onlara karşı galip gelebilmek için önce beni yenmek, beni diskalifiye etmek zorundasınız. Ben varken onların kılına bile dokunamazsınız buyurarak, Allah&#;la savaşta ısrarlı olmamalarını, Allah&#;a teslim olup Müslüman olmalarını istemektedir.

Evet habis olanı hoş olandan, güzel olanı pisten ayırmak için, habis olanları üst üste yığarak cehenneme atması için Rabbimizin koyduğu bir yasasıdır. Rabbimiz pisle temizi elbette bir tutmayacak, onların arasını ayıracaktır. Onun içindir ki hiç bir kâfirin, hiç bir müşrikin, hiç bir pisin, hiç bir Firavunun, hiç bir Ebu Cehilin Allah&#;ın bu yasasına itiraz etme hakkı yoktur. İsterse itiraz etsinler, bu yasayı değiştirme güçleri yoktur.

İşte görüyoruz tüm insanlar bile; habisi tayipten ayırmakta-dırlar. Kimse pisle temizi bir tutmuyor. Müminiyle kâfiriyle insanlar bile habis olanları, pis olanları atıp temiz olanları almaya çalışıyorlarken, Allah niye habisle tayibi ayırmasın ? Kendinize tanıdığınız bu hakkı Allah&#;a niye tanımamaya çalışıyorsunuz? Aklınız yok mu sizin? Yemeğin içine düşen kılı, necaseti niye atıyorsunuz? Öyleyse akıllarınızı başlarınıza alın da Allah&#;ın yasalarının güzelliğini görmeye çalışın. Allah&#;ın size lütfettiği rızıkları hatırlayın da Ona karşı isyan gibi, küfür gibi, şirk gibi pislikleri üzerinizden atmaya bakın. İşte bunun içindir ki Peygamber ve peygamber misyonunu üslenip sizi bunlarla uyaranlar aranızda olduğu sürece Rabbiniz size bir azap göndermeyerek fırsat tanımaktadır.

Değilse siz bilirsiniz. Unutmayın ki yarın Allah pisleri, kâfirleri üst üste koyarak, pestil yaparak, yoğunlaştırarak hepsini cehennemine atacaktır. İşe yaramayan pislerin âkıbeti işte budur. Akıllarını, duyularını, hayatlarını, sermayelerini boşa harcayanlar, kendilerini bozuk para gibi harcayanlar bunlardır. Cenneti kaybedenler bunlardır. Gerçekten en büyük kayıp, en büyük zarar budur. Öyleyse yeryüzünde kâfir olanlar, kâfirlerin peşinden gidenler, kâfirlerin hayatlarına imrenenler, kâfirlerin egemenliği altında bir hayata razı olanlar neyi kaybettiklerini iyi düşünmek zorundadırlar. Bakın kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz kâfirlere tekrar tekrar sesleniyor:

&#;İnkar edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerini bağışlayacağını ve tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle.&#;

Rabbimiz bu dünyada kâfirlere kurtuluş yollarını göstermeye, onları uyarmaya devam ediyor. Peygamberim, kâfirlere de ki, eğer küfürlerinizden, şirklerinizden, zulümlerinizden, Benimle savaştan, mü&#;minlerle savaştan, mü&#;minleri Benim yolumdan engellemekten vazgeçerseniz; kesinlikle bilesiniz ki yaptıklarınızın tamamı bağışlanacaktır. Ben sizin tüm geçmişinizi mağfiret edeceğim. Ama yok eğer tekrar eski küfürlerinize, eski zulümlerinize dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki size aynen ilklerin, öncekilerin sünneti uygulanacaktır. Onların âkıbetlerinden sizler de kurtulamayacaksınız.

Görüyor musunuz? Rabbimiz bir taraftan müjdelerken diğer taraftan da onları, öncekilerin başlarına gelenlerle korkutuyor. Beşîr ve Nezîr olarak gönderdiği peygamberinin nasıl hareket etmesi gerektiğini anlatıyor. Rasulullah efendimiz de aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yapmıştır. Kâfirlerin tüm düşmanlıklarına karşılık, her türlü durdurma, öldürme, sürme eylemlerine karşılık o yine onları mükafat ve azapla uyarmaya devam etmiştir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir