biri görmez biri duymaz biri bilmez / CodyCross - Biri görmez, biri duymaz, biri bilmez Cevap

Biri Görmez Biri Duymaz Biri Bilmez

biri görmez biri duymaz biri bilmez

kaynağı değiştir]

Platon'un felsefesi temel olarak Phaidon'da açıkladığı, algılanan şeylerle düşünülen şeyler arasındaki ayrıma dayanır. Bilginin nesnesinin, yani bilebileceğimiz şeylerin yalnızca düşünülen şeyler olabileceğini söyleyen Platon, algıladığımız şeylerin ancak kanıların, kanaatlerin, görüşlerin, sanıların nesnesi olabileceğini iddia eder. Herakleitos'tan etkilenerek algıladığımız her şeyin durmadan değişim içinde olduğunu, fakat bilginin değişmeyen, sabit bir şey olması gerektiğini, dolayısıyla bilgiye ancak düşüncede ulaşılabileceğini düşünmektedir.

Belki de en etkili ve en önemli teorisi olan idealar teorisini hiçbir zaman tam olarak ana tartışma konusu olarak eserlerinde yazmamış, Phaidon ve Devlet gibi bazı eserlerinde var olduklarını var saymış, Parmenides diyaloğunda ideaların ne olamayacaklarına dair iddialara yer vermiş, orta dönem eserlerinden sonra son dönem eserlerinde açıkça idealardan çok az yerde bahsetmiş; ancak ideaların varlığına olan inancından hiç vazgeçmemiş görünmektedir. Bu nedenle Platon'un idealar teorisini tamamlanmamış, ucu açık ve keşfedilmeyi bekleyen pek çok tarafı olan bir teori olarak düşündüğü, bir çeşit felsefi proje ya da soru olarak ele aldığı varsayılabilir.

Antik Yunanca idea eidos "görünen" demektir ve buna ek olarak, 'form, biçim, tür' anlamları da vardır. Devlet kitabında Platon güzel olan pek çok şey gördüğümüzü, bunlarda ortak olan güzel diye bir şeyin var olduğunu, bu nesnelerin ne kadar güzel oldukları değişirken onlarda ortak olan güzelin değişmeyen, mutlak ve tam anlamıyla güzel, "güzelin kendisi" olduğunu iddia eder. Bu anlamda idealar algıladığımız nesnelere algıladığımız özelliklerini kazandıran, o özelliklerin "kendisi" olan mutlak değişmeyen düşünce nesneleridir. Algıladığımız nesneler bir özelliğe sahip olduklarında o özelliğin ideasına "katılmakta", ondan "pay almaktadırlar" (methekein). Fakat Platon bu 'katılma'nın metafiziksel olarak nasıl bir şey olduğuyla ilgili bir teori vermemiş olsa da Timaeus'ta niteliklerin nasıl oluştuklarını açıkladığı kısım dolaylı olarak bu soruya cevap gibi görülebilir. Timaeus diyaloğunda nitelikler daha temel elementlerin geometrik özelliklerinden yola çıkarak açıklanırlar ve temel elementlerin bütün meydana gelme biçimlerini belirleyen demiurgos yani "sanatçı, zanaatkar, ya da yaratıcı" varoluşun bütün hallerini varlığa yani idealara bakarak var ettiği için, algıladığımız nesnelerde beliren bütün nicelikler demiurgosun yaratım sürecinde idealara "bakarak" yarattığı tikel varoluşlarının bizim algımıza yansımalarıdır.

Platon ideaları bir özelliğin ölçüldüğü mutlak standart olarak da düşünmektedir. Bir anlamda, ilk dönem diyaloglarında pozitif bir iddiada bulunmuyor gibi görünse de, Sokrates " nedir?" sorusuna cevap isterken tümel tanımlar beklemekte ve aslında bir kavramın bütün nesnelerini içeren tümel ifadelere ulaşmaya çalışmaktadır. Bu açıdan idealar teorisinin Sokrates'e ait olabileceği, ya da Sokrates'in idealar teorisinin farklı bir versiyonuna inandığı öne sürülmüştür. İdeaları algı yoluyla değil düşünce yoluyla bildiğimizi iddia eden Platon, Menon ve Phaidon diyaloglarında ideaları doğduktan sonra öğrenmediğimizi, fakat onlara ruhumuzda zaten sahip olduğumuzu, fakat doğarken beden maddi yapıda olduğu için ruhtaki bilginin unutulduğunu, felsefe yoluyla ruhtaki bu bilginin tekrar ortaya çıkarılarak 'hatırlanabileceğini' iddia eder. İronik bir biçimde tarihte ilk üniversitenin kurucusu olan Platon 'bilgi aktarma' anlamında eğitimin imkânsız olduğunu söylemektedir, bilgi aktarılan bir şey değil, zaten ruhta olan ideaların tekrar ortaya çıkarılması, hatırlanmasıdır. Devlet diyaloğunda felsefi sürecin diyalektik yani kelimenin o günkü anlamıyla "tartışma" olduğunu, farklı hipotezlerin karşılaştırılarak en sonda hipotetik olmayan bir ve temel gerçeğe ulaşma süreci olduğunu söyler. Bu hipotetik olmayan gerçek, diğer bütün gerçekliğin nedeni olan idealardır.

Ancak idealara ulaşmanın nasıl bir şey olduğu çok açık değildir. Platon ideaların ne olduğunu söylemektense onları ve onlarla ilgili çeşitli özellikleri var sayar. Şölen diyaloğunda aşktan bahsederken aşk ideasına nasıl ulaşılacağını dört aşamada betimlemiştir. Önce bir insana aşık olarak tikel ve algıyla kavranan aşkı tanırız, sonra bu tikel algısal aşkın başka insanlardaki başka biçimlerine bakarak genel algısal aşkın ne olduğunu anlarız, sonra genel aşkı soyutlayarak düşünsel ve genel olan aşka ulaşırız. Bu düşünsel ve genel aşkı araştıra araştıra en sonunda genelin tamamına hakim olan tek bir aşka varırız. İşte bütün aşkın nasıl olacağını belirleyen, aşkın bütün durumlarında "görünen" fakat kendi hiç değişmeden kalan gerçek aşk, "aşkın kendisi" odur. Devlet diyaloğunda idealar hem nesnelerin bir özelliğe sahip olmalarının nedeni, hem de buna dair bizdeki bilginin nedeni olarak açıklanmaktadır, dolayısıyla bir şeyin gerçek olabilmesi ancak idealar tarafından sağlanmasıyla mümkündür. Gerçeği düşünsel nesnelere dayandırdığı için kimileri Platon'u "idealist" olarak adlandırırken, kimileri de tümel özelliklerin zihnimizin dışında var olduğunu iddia ettiği için "realist" olduğunu söylemiştir.

Platon ideaların algıyla kavranamayacağını iddia ettiği fakat onların var olan nesneler olduklarını söylediği için pek çok insan tarafından "idealar dünyası" diye "üçüncü bir dünyanın" (algısal ve zihinsel dünyaya ek olarak) varlığını iddia ettiği şeklinde yorumlanmıştır, fakat bu yorum yanlıştır çünkü Platon hiçbir metinde ideaların hacme sahip uzayda yer kaplayan cisimler olduğunu iddia etmez, dahası algısal ve zihinsel olan şeylerin de iki ayrı "dünya" olduğunu iddia etmez, tam tersi Timaeus'ta yalnızca bir evrenden bahseder. İdealar, fiziksel nesnelere karşıt olarak fiziksel olmayan, dolayısıyla fiziksel nesnelerin değişmek, ortaya çıkmak ve yok olmak gibi "kusurlarına" sahip olmayan mükemmel varlıklardır, hatta kelimenin tam anlamıyla varlığın kendisidirler. Devlet diyaloğunda idealar arasında bir seviye ilişkisi olduğunu da iddia eden Platon, iyi ideasının en üstte, varlıktan bile ötede olması gerektiğini, çünkü varlığın varlık olmasını iyi ideasının sağladığını iddia eder. Bu iddianın kanıtı Platon'un metafiziğin en temel sorularından biri olan "neden hiçbir şey yerine bir şey var?" sorusuna cevabıdır: bir şey vardır çünkü bir şeyin var olması hiçbir şey olmamasından daha iyidir, dolayısıyla hiçlik yerine varlığın olmasının nedeni iyi ideasıdır. İyi ideası diğer her şeyi belirleyen temel idea olduğu için, bütün idealar ve bütün varlık iyidir.

Platon ideaları ortaya atarken kendi zamanında popüler olan sofistlerin ortaya attığı pek çok soruna çözüm üretmeyi amaçlamaktadır. Bu sorunlardan birisi bir özelliğin nasıl birden fazla nesnede olabildiği sorunudur. "Birden fazla nesneye atfedilebilen özellikler" anlamında tümellerin ne oldukları tam da Platon'un idealar teorisini ortaya atmasıyla felsefenin konusu haline gelmiştir. Ayrıca sofistler retorikle yani inandırıcı konuşma yöntemleriyle pek çok yanlış iddiayı doğruymuş gibi göstermektedirler, Platon ise mantık temel alındığında gerçeğin idealara varacağını iddia etmektedir. Ayrıca Platon idealar teorisi sayesinde sadece fiziksel özelliklerin değil, ahlaki ve estetik kavramların da tümel olduklarını iddia edebilmiş ve evrensel ahlaki yasaların ya da güzelliğin ne olabileceğini tartışmaya açabilmiştir. Bu anlamda Platon idealar teorisiyle çok fazla problemi çözmeye çalışmaktadır, teorinin "bitmiş" bir halini hiçbir zaman sunmaması bu çabasına bağlı olabilir.

İdea nedir sorusuna Platon'un cevabı "gerçek olan şey" gibi görünüyor. İdeaların zamandan ve mekandan bağımsız, tümel, mükemmel, mutlak, değişmeyen, ortaya çıkmayan veya yok olmayan fakat yalnızca "var" olan şeyler olduğunu; ancak düşünce yoluyla, saf akıl ile bilinebileceklerini, varoluş halindeki algıyla kavranan her şeyin ve onlara dair bilgimizin nedeni olduklarını söylemiştir. Fakat idealarının bir çeşit "öteki dünya" ya da "ruhlar alemi" gibi yorumlanması Orta Çağda yaygınlaşan Hristiyan ve İslam inanışlarının ruh ve evren anlayışlarından kaynaklanmaktadır. İdealar soyut nesneler olsalar bile zihinsel nesneler değillerdir, dolayısıyla bu anlamda hayal edilemezler, zihinsel olarak görselleştirilemezler, öyle görünüyor ki Platon'a göre sadece düşünülebilirler, bilinebilirler ve söylenebilirler. Dolayısıyla Platon'un ne kadar "zihinsel" bir şeyden bahsettiği yoruma açık olsa da tarihte pek çok insan ideaları zihinde inşa edilen nesneler olarak yorumlamış, dolayısıyla Platon'un gerçeğin sadece zihnin içinde olan şeyler yoluyla anlaşılacağını iddia ettiği, ya da gerçekliğin tamamının zihnin içinde olduğunu söylediği sonucuna varmış, kimi bu sonucu desteklemiş, kimi eleştirmiştir. Platon'un gerçekten ne dediği ise hâlâ yoruma açıktır ve bu felsefe tarihini kateden önemli sorulardan biri gibi görünmektedir.

Ruh[değiştir kaynağı değiştir]

Her ne kadar filozofların doğaları gereği en mükemmel ruha sahip olduklarını, dolayısıyla da gerçeğe uygun olarak doğru şeyin yapılmasını sağlamak için cesaretleri olacağını söylese de, Platon hiçbir idealin maddesel dünyada çok uzun süre var olamayacağına inanmaktadır. Nasıl ki ruh ölümsüz olduğu halde beden yetersiz ve ölüme mahkûmdur, ideal toplumun kurulması mümkündür ancak kurulsa bile bozulmaya mahkûmdur. Platon insanın doğasına uygun yaşaması gerektiğini savunurken bir yandan da insanın doğasına uygun olmayan işlere kalkışmasının felaketle sonlanacağını da söyler. İdeal toplumun çöküşü de böyle olacaktır çünkü yöneticiler bir hata yaptığında, ki yapmak zorundalardır, yönetici sınıfın içine doğası daha alt tabakalara uygun insanlar karışacak ve sistem bozulacaktır. İdeal topluma "en iyilerin yönetimi" anlamına gelen aristokrasi (fakat tarihte aristokrasi olarak adlandırılan yönetimlerden farklı olarak Platon'unki günümüzdeki anlamıyla daha çok meritokrasi, ya da teknokrasidir) diyen Platon bu toplum bozulduğunda yerini bilgelikle değil onur, erk, şan peşinde koşan, ruhları akla değil "yüreğe" yani cesarete daha yatkın olan, aslında asker olması gereken yeni nesiller yönetici sınıfta büyüyecek ve "onurluların yönetimi" anlamına gelen timokrasi oluşacaktır ve bu toplum adalete değil savaşa daha yatkın olacaktır. Tarihsel anlamda baktığımızda Platon'un timokrasi olarak betimlediği toplum Sparta'ya oldukça benzemektedir, zaten Sokrates timokrasinin hâlâ daha iyiye oldukça yakın bir sistem olduğunu iddia eder ve onu kötülemez. Fakat timokraside yöneticilerin özel mülkü olmasına izin verildiğinde para hırsı bir süre sonra erdemliliğin önüne geçeceği için yönetici sınıfın çocukları artık onurlu olmayı değil zengin olmayı istediğinde "küçük bir grubun yönetimi" anlamına gelen oligarşi kurulacak, zengin ve fakir arasında ayrım oluşacak, bu da toplumun yozlaşmasına yol açacaktır. Sadece paraya önem veren oligarşi savaşlarda başarısız olacak, bu yöneticilerin toplumun düzenini iyi sağlayamamasına neden olacak, toplum içinde insanların erdemli davranma imkânı kalmayacak, yoksullaşan çoğunluklar isyan çıkaracaktır. Eğer isyanları başarısı olursa devrim yaparak "insanların yönetimi" anlamına gelen demokrasiyi kuracaklar ve topluma özgürlük hakim olacaktır, fakat özgürlük Platon için hiç o kadar da iyi bir kavram değildir, çünkü her şeyi yapma özgürlüğüne sahip insanlar yasaya uymamayı da özgülükten sayacaklar, yasaya bağlı adaletin işlememeye başladığı demokraside bir süre sonra bir düzen bile kalmayacak, herkes istediği gibi her işi yapmaya çalışacak, toplumun alt tabakası git gide büyüyecek, doğalarına uygun olmayan işleri yapan insanlar demokraside gereksiz arzuların peşinde koşacaklardır. Bu durum git gide toplumda kaosa neden olduğunda birisi gelip zorla bütün gücü eline geçirecek ve tiranlık kurulacaktır. 'Tiran' yasadan bağımsız yönetici demektir fakat Klasik çağın başlarına kadar olumsuz bir anlamı yoktur çünkü çoğu şehir 'tiranlar' tarafından yönetilmektedeydi ve tiran kral anlamında oldukça teknik bir kelimeydi. Atina'da ve pek çok şehirde demokrasinin (Platoncu anlamıyla değil, tarihsel bağlamında) ortaya çıkmasıyla kelime daha çok 'zorbalıkla ve zulümle yöneten' anlamı kazandı. Platon'a göre tiranlık ideal olanın karşıtıdır, tiran erdemlerden yoksundur, özgür bile değildir çünkü kendini maddesel arzuların bağımlısı haline getirmiştir, anlamsız en düşük bedensel arzuların peşindedir, topluma adalet değil şiddet hakimdir; tiran öldürmekte çekinmez, sadece maddi ve bedensel hazlarını doyurmaya bakar, tiranlık toplumda her şeyin yanlış gittiği sistemdir.

Estetik[değiştir

Düşmanı (1) olmayan bir siyasal yönetim var mıdır? Siyasal yönetim, tükenmez bir kin ve düşmanlık kaynağı değil midir? Yöneticilerin rakiplerinin kıskançlığına, çekemezliğe ve rekabete, yani düşmanlıktan yana zengin bütün tutkulara maruz kalmadığı bir yönetim görülmüş müdür? Engellendiğinde, yöneticisine karşı kırıcı ve yok edici duygular beslememiş çalışan var mıdır? Tedavi ettiğimiz hasta istediği ilacı, onun zarar görmemesi için yazmadığımızda bize saldırmaz mı? Zaman zaman en sevdiklerimizin düşmanca duygularıyla karşılaştığımız olur. Kırıcı, yok edici duygular istediği oyuncağı almadığımız çocuğumuzdan, bencilliğinin kuysundaki karanlıktan yanı başınızdaki sevgili eşini göremeyen kocalarımıza, karılarımıza kadar herkesi zaman zaman ele geçirir. Bu düşmanlıklardan yarar sağlamak ise bilge bir kişinin başarısıdır. Mademki düşmansız olmak mümkün değil, düşmandan yarar sağlamayı bilmeli!İlk insanlar, kendilerinkinden farklı bir türden yabani yaratıkların pençelerine düşmemekle yetiniyordu, yırtıcı hayvanlara karşı verdikleri mücadelenin amacı da buydu. Sonra onların çocukları yabani hayvanlardan yararlanmayı öğrendi: Zaten, etlerini beslenmek, postlarını giyinmek, derilerini silahlanmak için kullandıklarında hiç mi yarar sağlamıyorlardı? Çiftçi her ağacı verimli kılamaz, avcı karşısına çıkan ilk hayvani evcilleştiremez; bu yüzden yarar sağlamanın başka yollarını aramışlardır; birincisi bitkilerin verimsizliğinden, ikincisi hayvanların yabanilliğindan yararlanmışlardır. Deniz suyu içilmez, tadı kötüdür, ama balıklara can verir, her yöne yolculuk yapılabilmesine elverişlidir, kendisini kullananlar için hem bir ulaşım yoludur hem de bir taşıttır. Ateş dokunulursa yakar ama, ısı ve ışık verir. Ahmaklar dostluklarını bozar, oysa sağduyu sahibi olanlar düşmanlıkları bile kazanca çevirmeyi seafoodplus.infoi düşmanlarımız merakla eylemlerimizi izliyor, mutlaka kendi kendimize göz kulak olmamız gerekir. Ve bu dikkatlilik yavaş yavaş bir erdem alışkanlığına dönüşür. Rekabet, ahlaksal bir çabadır.

Düşmanlığın en zarar verici yönü eğer dikkat edilirse, en kazançlısı haline gelebilir. Düşmanın, senin bütün eylemlerini dikkatle izleyecek şekilde ayarlar kendini hep; en küçük bir zayıf noktanı kollar, yaşamının çevresinde pusuda bekler. Gözlerini senden ayırmaz. Bakışları, senin ne yapacağını elinden geldiğince keşfetmek, kararlarını eşeleyip bulmak için dostunun, yardımcının, yakınlık kuracağın herkesin üzerindedir. Hasım, özellikle hatalara dikkat eder, onların izini sürer. Nasıl akbabalar, çürüyen leşlerin kokusuyla iştahı kabarır ama bu kuşlar sapasağlam bedenlerin kokusunu duymazlar ise tıpkı bunun gibi, yaşamımızın hastalıklı, bozuk, kirli yönleri de düşmanımızı çeker.

Gerçekte, bize karşı tiksinti duyanlar yaşamımızın o yönlerini hızla kuşatır, saldırıp ele geçirir ve paramparça ederler. Yararlı bir şey midir bu? Evet, hiç kuşku yok. Bu, insanı tetikte yaşamaya, kendini gözlemlemeye, düşüncesizce ve gelişigüzel hiçbir şey söylememeye zorunlu kılar. Tıpkı çok sıkı bir perhiz yapar gibi, insan yaşamını olası bir eleştiriden uzak tutmaya çalışır sürekli.

Ruhun tutkularını dizginleyen ve aklın yolundan sapmalara gem vuran bu sakınımlı davranış, erdemli ve kusursuz bir biçimde yaşama kaygısı isteği uyandırır. Birtakım düşmanlıklar yüzünden kanaatkar bir yaşam sürdürmek, rahatlık ve bolluğu reddetmek, her eylemlerine yararlı bir amaç saptamak zorunda kalan insanlar, farkında olmadan bir şaşmazlık, yanılmazlık yoluna itilirler. Mantık da biraz işe karıştığında, alışkanlıkları örnek alınacak bir düzenlilik kazanır. Sonuç olarak, düşmanının hem davranış hem de şöhret açısından bir rakip olduğunu bilen kişi kendisine daha çok dikkat ediyor, hareketlerinin sonucuna daha ihtiyatlı ve ölçülü bakıyor. Kötülüğün bir özelliği de, hatalı davranıldığında dostlardan çok düşmanlardan utanılmasıdır.

Düşmanlarımızın kıskançlığı bizim ihmalkarlığımızı dengeler.

Üstelik ahlak bakımından tam bir olgunluğa erişerek düşmanımızı kedere boğar, yararlı bir öç alırız.

Düşmanıma karşı kendimi nasıl savunacağım? Kendimi erdemli kılarak. Konuşmalarında hakkaniyet, sağduyu, nezaket, dürüstlük, davranış ve hareketlerinde doğruluk ve edep göstererek.

&#;Yüreğinde dev yollar açarak,
Soylu amaçların büyümesi için.&#;
&#;Kötüden farklı ol, sana bağlı bu.&#;

Sana diş bileyeni küçük düşürmek mi istiyorsun? Ona eşcinsel, kokuşmuş soytarı, ya da pinti deme; ama gerçekten insan gibi hareket et, ölçülü ol, doğruyu söyle, karşılaştığın kişilere insanca ve adaletli davran. Nasıl akbabalar, çürüyen leşlerin kokusuyla iştahı kabarır ama bu kuşlar sapasağlam bedenlerin kokusunu duymazlar ise tıpkı bunun gibi, yaşamımızın hastalıklı, bozuk, kirli yönleri de düşmanımızı çeker. Ruhunun derinliklerini araştır, zayıflıklarını gözden geçir. İçinde kim bilir nerede gizli kalmış bir kusurun yüzünden sana tragedya şairinin şu dizesinin fısıldanmasını istemiyorsan eğer;

Reklam

&#;Başkalarını iyileştirmek istiyorsun, oysa kendin yaralarla dolmuşsun!&#;

Cahil mi diyorsun o kişiye? Kendi çalışma coşkunu ve bilim öğrenme hevesini artır. Korkak mı diyorsun? Kendi gözü pekliğini ve yiğitliğini tazele. Şehvet düşkünü ve kokuşmuş mu diyorsun? Ruhundan, gizlice saklamış olabileceğine her türlü şehvet eğilimini sil. Çünkü hiç bir şey başkalarında eleştirdiğimiz bir ayıbın kendi üzerimize düşmesini görmekten daha utanç verici, daha küçültücü olamaz. Zayıf gözler ışığın yansımasından daha çabuk incinir sanki. Suçlayanlar da gerçeğin kendi üzerlerine yıktığı suçlamalardan incinir. Kuzey rüzgarı nasıl bulutları toplarsa, çirkin bir davranış da haklı eleştirileri kendine çeker.

Kendimizdeki aksaklıkları başkalarına yüklemeyelim hiç.

Platon, ahlakı bozulmuş kişiler arasında bulunduğu her sefer, yanlarından ayrılırken şöyle demeyi alışkanlık alışkanlık haline getirmişti: &#;Acaba ben de onların hemcinslerinden biri değil miyim?’’
Eğer, bir başkasının tutumunu kınadıktan sonra, insan hemen kendi tutumunu inceler ve davranışlarını, karşıt bir açı ve yön vererek, düzeltirse, kırıcı sözlerin meyvesini toplayacaktır. Yoksa bütün o kınamalar yararsızmış ve boşunaymış gibi görünürler. Aslında öyledir de.

Halk, genellikle bir kelin ya da kamburun bir başkasının biçimsizliğiyle alay ettiğini görerek güler. Kendi aleyhimize dönebilecek bir eleştiriyi başkalarına yöneltmek son derece gülünçtür. Birisinin kusurlarını yüzüne söylemek için zeki bir insan olmak, yüksek sesle ve etkili bir ses tonuyla konuşmak yetmez. İnsanın kendisinin her türlü suçlama ve eleştiriden uzak olması gerekir. &#;Kendini bil&#; diye, hoşuna giden her şeyi söylerse hoşlanmadığı şeyleri işitmek zorunda kalan insanlara söylenir . Boş gevezeliklerinde kendilerine hakim olmayı beceremediklerinden bir başkası için seve seve kullandıkları dili, istemeyerek de olsa kendileri için de kullanırlar.

Başkalarının eleştirilerini nasıl karşılamak gerekir?

İnsanin kendini koruması için samimi dostlara ve ateşli düşmanlara gereksinimi vardır. Birinciler görüşleriyle, ikinciler de eleştirileriyle bizi kötülüklerden uzaklaştırır. Ama madem ki günümüzde açık yüreklilikle konuşmak söz konusu olduğunda dostlar pek sesini çıkarmıyor, dalkavuklukta ağzı kalabalık davranıp da öğütlere gelince suskun kalıyor, o zaman gerçeği düşmanlarımızın ağzından duymamız gerekiyor. Dostlarının olumlu görüşlerinden yararlanamayanlar, bütün güçleri ile, bir düşmanın etkilerini eleştirilerini sabırla dinlemeli; o düşmanın kötü niyetinden çok kendilerine yaptığı gerçek hizmete önem vermelidir.

Reklam

Adamın biri Tesalyalı Prometheus&#;u öldürmek istiyordu. Kılıcıyla vurunca bir çıbanı yardı, böylece bir apseyi boşaltarak onun iyileşmesini sağladı. Öfke ya da husumetle söylenmiş bir dedikodunun etkisi de çoğunlukla budur: Varlığından şüphelendiğimiz ve ihmal ettiğimiz bir hastalıktan iyileştirir ruhumuzu. Ama insanların çoğunluğu azarlandıkları zaman, o paylamaların bir temele dayanıp dayanmadığını öğrenmeye çalışmaz. Suçlamalara suçlamayla karşılık verir. Kendilerine saldıranı başka bir kusuru olmakla suçlar. Bu şekilde, tozlar içinde kapışan güreşçilerin oyununu taklit ederler.

Düşmanlarının ayıpladığı küçük kusurlardan kendi kendilerine arınmak yerine, birbirlerini karşılıklı suçlayıp dururlar. Öyle ki, sonunda sırayla ikisinin de öldüğü bir kavgada, alabildiğine karalanırlar. Böyle durumlarda, giysilerimizde bize gösterilen bir lekeyi çıkarırken göstereceğimiz özenden daha büyük bir özenle, başımıza kakılan aksaklığı düzeltmek daha akıllıca olmaz mı? Eğer bizde hiç mi hiç bulunmayan kusurlar bize atfediliyorsa, bu kara çalmanın nedenini aramalı; bizde bulunduğu ileri sürülen hatanın benzeri ya da tıpatıp aynısı bir hatayı, denetim ve kavrayış sayesinde, farkında olmadan işlememeye çalışmalıyız.

Bir temele dayanmasa da yakınmaları küçük görmemeli.

Bir düşmandan bedava dersler almak ve gözümüzden kaçan şeyin bir parçacığını öğrenmek için bundan yararlanmamızı ne engelliyor? Pek çok açıdan düşmanın açık görüşlülüğü dostunkinden daha fazladır. Sevdiğinin yanında aşkın gözü kördür; kine gelince, dilin ölçüsüzlüğünü dedikodunun tadıyla birleştirir. Sonuçta, eğer arkandan dedikodu yapılıyorsa, söylenenler asılsız da olsa, küçük görme ya da aldırmazlık etme. Tam tersine, kendi sözlerinde, davranışında, en severek yaptığın işlerde, görüştüğün kişilerde iftiraya yol açmış olabilecek şeyleri ara, sonra da bunlardan sakin ve uzak dur.

Reklam

Şakalara ve çekiştirmelere hoşgörüyle katlanmalı insan! Bu sabır, dile hakim olmanın en etkili yöntemidir.

İnsan alıştırmalar ve titiz bir çalışma ile, sözgelimi tutku gibi en tiksindirici duyguların üstesinden gelemediyse, aklın denetimi ve gücü altında dilini tutmayı beceremez. Kuşkusuz düşmanın hakaretleri karşısında soylu olandır sessiz direnme gücü. Suskunluğun verecek hesabı yoktur. Hipokrat&#;ın dediği gibi, herhangi bir bozulmaya yol açmaz.

&#;Ne alaycı sözlerle karşılaşır insan, yaşarken,
Tıpkı bir denizci gibi, kör kayaların açıklarından geçen.&#;

Bir düşmana gösterilen bağışlayıcılık ahlaksal yüceliğe hazırlıktır.

İnsan düşmanına karşı övgü ya da saygı konusunda cimri olmamalı. Değer bilen insanların daha çok değeri bilinir. Öyle bir insana, bir başka zaman yöneltilen eleştiri daha inandırıcı olur. Çünkü o kişiye duyulan nefretten değil de o kişinin tutumunun beğenilmeyişi sonucu oluşmuştur eleştiri.

Düşmanımızı övme, onların başarısını görünce hınç ve acı duymaktan kendimizi koruma alışkanlığı kazanırken, dostlarımızın mutluluğunun ve tanıdıklarımızın başarısının bizde çok sık uyandırdığı o kıskançlık duygusundan da çok uzaklaşırız.

Aslında, çeşit çeşit ve üstelik kötü pek çok olumsuzluk, alışkanlık haline gelince, bizi engellediğinin farkına varınca dahi kolayca silinip yok edilemezler. Aynı şekilde düşmanlık da, kinle elbirliği yaparak içimize bir kıskançlık duygusu sokar; gölgede bırakılma duygusu taşımayı, başkalarının üzüntüsünden sevinç duymayı, hınç beslemeyi bırakır geçtiği yolda.

Görünürde değerli bahanelerle ruha yerleşen ve sonunda ahlaksal kusurlara dönüşen sahte sevinçlerden kuşku duyulmalıdır. Demek ki insan en güzel görünüşlere aldırmamalı: Sözgelimi, bir muhbirin övgüleri, sevimlilik kisvesi altında ortaya çıkmayı bekleyen kötü yüreklilikten başka bir şey değildir. Bu övgülerde, bakışlardan sıyrılıp bir gülün yaprakları arasına sığınan pislik böceğinin sinsiliği vardır. Bundan başka, bir düşmanın karşısında suç ya da haksızlık gibi görünmeyen kötü yüreklilik, sinsilik, entrikacılık gibi özellikler, ruhumuza işlediği zaman orada kalırlar, onlardan kurtulmayı beceremeyiz. Alışkanlık yüzünden, düşmanlarımızın karşısında o özelliklerden kendimizi korumayı bildiğimiz için, dostlarımıza karşı bile kullanırız onları. İnsan düşmanlarına karşı bile adil olmaya alışınca, yakınlarına ve dostlarına karşı asla adaletsizlik ve kötü niyet suçu işlemeyeceğinden emindir.

Reklam

İnsanın düşmanının yeteneğine saygı göstermesi kendi yeteneğine saygı göstermesi demektir.

Dostlarının üstünlüğüne kıskanç bir gözle bakmamaya çalışmak demektir. İnsan düşmanlarına karşı bağışlayıcı olmalıdır ki sevdiklerine karşı daha kolay ve daha bağışlayıcı davransın. Kısacası düşmanlar kötülüklerden kurtulmanın bir yolu, iyilik yapmak için alınacak bir örnektir.

Avukatlıkta, kamu görevlerinde, devlet işlerinin yönetiminde, ya da dostların ve nüfuzlu kişilerin yanında, düşmanının kendisinden önde olduğuna inanan kimse, olumlu bir rekabete girişmek yerine hınca ve tam bir yılgınlığa kaptırır kendini: Sonunda da kıskanç insanın kısır aylaklığına gömülüp gider! Tam tersine, nefret duyulan bir düşman konusunda gerçekleri görmekten kaçınmak yerine onun yaşamını, alışkanlıklarını, sözlerini, eylemlerini hakkaniyetli bir incelemeden geçiren kişi, hemen hemen her zaman görecektir ki, rakibi, kendisinde kıskançlık uyandıran üstünlüğünü, çabukluğuna, ileri görüşlülüğüne, sağduyulu tutumuna borçludur.

Düşmanların kötü yönü erdemlerimizi daha değerli kılar.

Madem ki düşmanlarımız kendi taşkınlıklarıyla bizi kötülüğün iğrençliğine fazlasıyla maruz bırakıyorlar, ne onların hatalarının bize verdiği zevki ne de başarılarının bizde uyandırdığı hırçın üzüntüyü boşa harcayalım; sapkınlıklardan kaçınarak onlardan daha iyi olmak için ve kötü yanlarına öykünmeden başarılarına yetişmek için bu ikili örnekten yola çıkalım.

 

 

(1) Düşman, Farsça bir kelime. Düşt (kötü, içi kara, uğursuz) ile man -a’nin üzerinde inceltme işareti var- (gönül, yürek) dan düştman-duşman/düşman şeklinde türemiştir. Türkçe’de yağu, yavi, yavu, yagu sözcükleri düşman karşılığıdır. seafoodplus.info, lat. Inimicus, ar. adu’ hasm, seafoodplus.info

Kaynaklar

Bu yazı Yapı Kredi Yayınları&#;ndan Cogito&#;nun Yalan adlı sayısındaki &#;Batı Klasiği&#;den alıntılanarak yazılmıştır.

kaynağı değiştir]

Platon ruhun parçalarının ne olduğundan ve nasıl çalıştığından çok bunların aralarındaki uyuma odaklanır çünkü onun asıl derdi ruh ve toplum arasındaki örtüşmedir. "Neden adalet ya da doğru yaşamak, adaletsiz ya da yanlış yaşamaktan daha iyi bir hayat yaşamaktır?" sorusuyla başlayan Devlet diyaloğunun ilk kısmında ideal toplum yapısının nasıl olması gerektiğini tasvir ederken insan ruhunun düzeniyle toplumun düzeninin örtüştüğünü iddia eder. Nasıl ki ruh üç bölümden oluşur ve sağlıklı bir ruh bu üç parça arasındaki doğru uyumla ortaya çıkar, ki bu uyum doğru yaşamak yani "adil olmaktır", ideal toplum da üç bölümden oluşmaktadır: yöneticiler, askerler ve üreticiler ve ideal toplum yapısı bu üç sınıf arasındaki mükemmel uyumla, yani doğru yönetimle, "adaletle" ortaya çıkar. Platon için etik bir hayat yaşamak demek doğru bir hayat yaşamak demektir, yani sağlıklı, ruha uygun bir hayat sürmek, bu da toplumda ruhuna uygun bir işlevde görev almaktır çünkü erdemler de bu üç sınıfın toplumun genel düzeninin kurulması ve korunması için yapmaları gereken görevler üzerinden tanımlanırlar. Adalet ya da doğruluk (δικαιοσύνη) daha çok doğru yönetme, doğru yönlendirme, iyi idare etme olarak çevrilebilir, dolayısıyla Platon insanın kendini doğru yönetmesiyle toplumun doğru yönetilmesi arasında bir eşleşme görmektedir.

Ruhun üç bölümüne denk düşen üç erdem, onların olmaları gerektikleri en iyi durumlar, yani bütün için kendi işlevlerini en iyi gerçekleştirdikleri eylemliliklerdir. Arzular üretici sınıfla örtüşür çünkü onlar toplumun en maddi, dürtüsel, fiziksel, bedensel zorunluluklarla belirlenmiş işlevlerini yerine getirmektedir, dolayısıyla en iyi halleri, arzular gibi, "ölçülülük, uysallık, uyumluluk, boyun eğmişlik" olmalıdır ki diğer sınıflar tarafından kolayca yönlendirilebilsinler. Duygular ise asker sınıfa denk gelmektedir, arzuların yani üretici sınıfın kontrolünü sağlarken aynı zamanda aklın yani yönetici sınıfın emirlerini en iyi ve en hızlı şekilde yerine getirmeleri gerektiği için "cesur", "yürekli" olmaları gerekir. Akılın yani yönetici sınıfın ise (askerler arasından bu iş için doğası uygun olduğu için seçilmiş ve yönetim kendilerine verilmiş az sayıda insanın) bedeni ve toplumu gerçek doğasına uygun olarak yönetecekleri için "bilgeliğe" sahip olması gerekmektedir. Zaten bilgelik neyin yapılması gerektiğini bilebilmektir, bilebilme gücü ise idealar nedeniyle gerçekleşir, iyi ideası her şeyin, bütün varlığın ötesinde her şeyi belirleyen idea olduğu için yöneticilerin ruhunun doğasını iyi yapan iyi ideası onların düşünme eylemini "bilgi", söylediklerini "doğru", yönetimini "adil", eylemlerini "erdem", yaşamlarını "mutlu" kılar. Bu anlamda etik bir hayat yaşamak insanın kendi ruhuna uygun olarak toplum içerisinde kendine uygun işlevi yerine getirmesi, politika ise buna denk düşecek şekilde toplumun yönetiminin toplumun farklı sınıfları arasındaki uyumun en iyi şekilde biçimde düzenlenmesidir, dolayısıyla bir anlamda Platon her şeyin olması gerektiği gibi iyi olmasını istemektedir.

İdeal Şehir[değiştir

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir