kuran allah ın kelamıdır / Risale Online - Soru Cevap - Kur'an'ın Allah Kelamı Olduğunun Delilleri

Kuran Allah In Kelamıdır

kuran allah ın kelamıdır

KUR’AN ALLAH’IN KİTABIDIR




(Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK’ÜN yorumuna reddiye)

seafoodplus.info Yunus Vehbi YAVUZ

Geçen hafta Kur’an’la ilgili bir tartışma ortaya çıktı. Sayın Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün Youtube’daki bir kasetini tesadüfen dinleyince olaya vakıf oldum. Birkaç gündür bu konu hararetli bir tartışmayı beraberinde getirdi. Hatta bazı TV. Programlarına intikal etti. Siyasete çekilerek siyasi rant elde edilmeye de çalışıldı. Aslında bir dost meclisinde yahut dar bir topluluk içinde yapılmış bir konuşmanın sonradan konuşmacıyı yıpratmak maksadıyla yayınlanmış olduğunu konuşmacının ifadelerinden öğrendik. Konuşmacının izni olmaksızın bir konuşmanın belli bir bölümünü gizlice kasete alıp yayınlamak aslında ahlaksızlıktır. Bir konuşmanın sadece belli bir bölümünün cımbızlanması da ikinci bir ahlaksızlıktır. Kasetteki metnin cımbızlanmış olması, geçmiş zamana ait olması bu yayının arkasında bir kötü niyet olduğunu da gösteriyor. Bu kötü niyet sahiplerini ayıplıyorum. Bu gibi meselelerde eğer sakıncalı bir ifade görülmüş ise zamanında tepki verilmeli, konuşmanın tamamı da yayınlanmalıydı. Bunlar işin teknik yönleridir. Fakat bütün bunlar Sayın Öztürk’ün “Kur’an Allah sözü olamaz”, “Kur’an’da müşriklere sövme ifadelerinin” bulunduğu yolundaki talihsiz sözlerine mazeret teşkil edemez. Kur’an Allah kelamıdır, onun sözüdür, sevgili Peygamberimize indirilmiş ve onun tarafından insanlara tebliğ edilmiştir. Sözleri de manası da Allah’a aittir.

Mustafa Öztürk Hoca, zeki, kabiliyetli, hatip ve donanımlı bir ilim adamıdır. Bu duruma vakıf olunca, halkımızın inançlarının sarsılmasını önlemek üzere sorumlu bir kişi olarak konu hakkındaki düşüncelerimi yazmayı vicdani bir borç telakki ettim ve bu reddiyeyi kaleme aldım. Allah’ın hatırı kul hatırının çok çok üstündedir. Esasen bu konu hakkında kelam profesörlerinin öncelikle konuşmaları gerekir. Çok azı kalemi eline alarak görüş belirtmiştir. Allah katında bir mazeretim olamayacağı için şimdi görevimi yerine getirmek üzere kalemi ele aldım.

Meselenin İlmî Boyutu

Sayın Öztürk’ün, anılan kasette yer alan aykırı ifadeleri ile yaptığı bazı yorumları kabul etmemiz mümkün değildir. Amacımız İslam dinini anlatırken doğrunun ortaya çıkması ve toplum inançlarının sarsılmamasını sağlamaktır. Sayın Öztürk’ün anlattıklarına karşı olan görüşümüzün delillerini aşağıda kaydettik.

1. İslam dininin temel kaynakları ikidir. Biri Allah’ın Kitabı, diğeri Resûlü’nün sünneti. Kur’an’ın, Allah’ın kitabı olduğunun delilleri Kitap/Kur’an ayetleri ve tevatür yolu ile bize kadar intikal eden sünnettir. Âyetlerden bir kaçının meali:

“Bu bir kitaptır, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için onu sana indirdik.” (Ra’d, 23/; İbrahim, 14/1),

“Biz sana Kitabı, insanların üzerinde ihtilafa düştükleri hususları açıklaman için indirdik.” (Nehl, 16/24), “Kur’an Ramazan ayında indirildi.” (Bakara, 2/);

”Biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.” (Kadr, 97/1),

”Sana vahyedilen Kitabı oku.” (Taha, 20/).

Yüce Allah bu ayetlerde Hz. Peygamber’e Kitap indirdiğini, daha önce de kitaplar indirdiğini ve bunlara inanılması gerektiğini haber vermiştir. İndirmek, var olan bir şey için kullanılır. Allah’ın Kitabı vardır ve bu Kitabı indirdiğinden bahsediyor. Olmayan kitabı Allah nasıl indirdi? Öyle olmasa yani yüce Allah, sözleri ve muhtevası ile Kur’an’ı indirmemiş olsaydı, kalbine vahyettik, “kalbine bıraktık, sen de bunları ifade ettin, yahut ifade et” buyururdu. Yine eğer Kur’an iddia edildiği gibi, Allah’ın sözü değil de Hz. Peygamber’in kelamı olsa, Kur’an’ın bunu da açıklaması gerekirdi. “Senin Kitabın yahut Cibril’in Kitabı” denilmesi gerekirdi. Kur’an ihtilaf edilen konuları ortadan kaldırmak için gönderildiği halde, ihtilaflara ve kargaşaya sebep olacak tarzda bir yorum yaparak Allah’ın sözü/kelamı olamayacağını söylemek Kur’an’la çelişir. Kur’an net bilgi verir ve açıklar. Açıklama olmayan yerlerde bizim yorum yaparak beşerî alanımızı aşmaya hakkımız yoktur. İnanç konuları net ve kesin beyan ister, yorumlar ise bu alanda bir anlam ifade etmez, vesvese ve vehim olarak kalır. Bugün ve tarihte tartışılan bu konu hakkında söylenen sözler insanların zannına dayalıdır. Dinde zan olmaz, şüphe olmaz. İnanç konularında yorum olmaz. Olursa bir anlam ifade etmez, bugün olduğu gibi ihtilafa ve hoşnutsuzluğa sebep olur.

Allah Kur’an’da Kendi Sözünden Bahsediyor:

“Müşriklerden biri senden aman dilerse ona aman ver ki Allah’ın kelamını dinlesin.” (Tevbe, 9/6),

“Onlardan bir fırka Allah’ın kelamını işitiyorlar, onu anladıktan sonra da tahrif ediyorlardı.” (el-Bakara, 2/75),

“Ey Musa! Risaletlerim ve kelamımla seni insanlar üzerine seçtim.” (Âraf, 7/6).

Müşriklerden birinin sözü Kur’an’da şu ifadelerle hikâye edilmektedir:

“Şüphe yok ki bu, bir insan sözünden başkası değildir.” (Müddessir, 74/25).

Bu âyetlerde “Allah’ın kelamı”, “benim kelamım” ifadeleri açıkça Allah’ın kelamının var olduğunu göstermektedir. “Kur’an Allah sözü olamaz” ibaresi bu âyetlerle de çelişiyor.

2. Kur’an’ın Allah kelamı oluğu Kitap yanında mütevatir sünnetle de sabittir. Eğer böyle olmasa aksine bir bilginin sabit olması gerekirdi.

3. Eğer Kur’an Allah kelamı olmasaydı bu çok önemli konuyu, ihtilafa mahal bırakmayacak şekilde yüce Allah’ın açıklaması gerekirdi. Çünkü Kur’an açıklama olarak gönderilmiştir. Şu âyet de bizim delilimizdir: “Emin olan ruh/Cebrail Kur’an’ı senin kalbine indirdi.” (Şuara, 26/). Bir kitap vardı ki Allah onu indirdi. Tıpkı İnternetten bir kitabın PDF’sinin hard diske indirilmesi gibi. Bununla beraber, Kitap denilince, bundan hem söz hem de yazılanlardaki mana anlaşılır. Bir “kimsenin kitabı” denilince, bundan onun sadece sözlerinin manası anlaşılmaz. “Kur’an’daki Kitap” ifadeleri de hem söz hem de manaya delalet eder. Kitabın sadece mana olduğunu iddia edebilmek için yine Kur’an’dan yahut sahih sünnetten delil getirmek gerekir. Bu kadar hassas ve önemli bir konuda açıklama yapmayıp susması, Kur’an’ın, mübin/açıklayıcı niteliği ile çelişir. Bununla beraber, sevgili Peygamberimizin de bu çok önemli noktayı açıklaması gerekirdi. Yani “Kur’an’ın manası Allah’tan lafzı bendendir yahut Cebrail’dendir” buyurması gerekirdi. Kur’an’ın bazı kelimelerini, bazı kıssalarını ve kavramlarını kendine göre veya bazı tefsircilere göre yorumlayarak hüküm vermek gerçekten tutarsızdır. Bu noktada Peygamberimizin, bilerek susmuş olması gerekir ki o zaman Kur’an’ı kendisinin uydurduğu vehmi bazılarının aklına gelebilir.

4. Müşrikler ve İslam’a muarız olanlar, Hz. Peygamber’e indirilen Kitabı inkâr ettiler, vahiye inanmadılar; onu kendisinin uydurduğunu iddia ettiler ve Kur’an’ın ifadesi ile şöyle dediler: “Belki onlar, karmakarışık rüyalardır, onu o uydurmuştur, belki o bir şairdir dediler.” (Enbiya, 21/5) Sayın Öztürk’ün yorumu bu ayetin muhtevası ile uyuşuyor. Böyle olmamasını temenni ederdim.

5. Allah ve Resûlü’nün açıklama yapmadığı konularda yani bize kapalı olan alanlarda yorum yapmak, akademik yönden bilgi ifade etmez. Çünkü yorum zanni bir sonuç doğurur, vehme götürür, maksadı şaşırtır, dinin aslını bozar. Fakat mesele eğer dinin inanç, ibadet ve ahlak konuları dışında kalıyorsa ve toplumsal gelişmeye yardımcı olacaksa o alanlarda akıl yürütmek mümkündür, hatta vaciptir denilebilir. Çünkü toplumun gelişme ve değişmeye ihtiyacı vardır. Öztürk’ün yanıldığı taraf bu kapalı alana girmekle yakından alakalıdır. Onun bu ve benzer aykırı yorumlarını esas alan bazı insanlar buna dayanarak inanç yönünden zarar da görebilirler, bunun vebali büyük olur.

Öztürk’ün İleri Sürdüğü Delil

Sayın Öztürk’ün yorumuna, delil açısından da bakmamız gerekir. “Kur’an Allah sözü olamaz” sözünün sağlam bir delilinin olması lazımdır. Yapılan yorum delil değil, belki bir tercihtir, vehimdir, zan ifade eder. Öztürk konuşmasında, düşüncesini birkaç kelimenin tercümesine dayandırıyor. Özellikle “Zenîm” kelimesini günümüzde “piç” anlamına tercüme ederek bunun Allah’a yakıştırmadığını söylüyor. Allah’a neyin yakışıp yakışmadığını kullar tespit edemez. Böyle saçmalık olmaz. Lugat kitaplarına bakılınca “Zenîm” kelimesine şu manaların verildiği görülür: Nesebi belli olmayan, kötülüğü ile tanınan, alçaklığı bilinen, bir kavme ilhak edilen kimse. Şimdi bu manalardan sadece nesebi belli olmayan manasına bakarak ve bunu “piç” anlamına tercüme ederek cımbızlıyor Öztürk. Diğer manalara ne olmuş, onlardan birini tercih etmeye bir engel yoktur. “Nesebi başka bir kavme ilhak edilen manası vakıaya çok uygundur. Kur’an’da Allah bir vakıayı anlatıyor. Bu ilhak âdeti cahiliyede normal bir olgu idi. Meşhur Irak valisi Ziyad b. Ebîh de nesebi Muaviye’ye ilhak edilenlerden biridir. O zaman bunlara bizim örfümüzdeki “piç” manası verilmiyordu, yadırganmıyordu, kötülenme vesilesi kabul edilmiyordu, toplumda normal kabul edilen bir olgu idi. “Zenîm” kavramına “Kötü, alçak insan” anlamı da verilebilir. Bunlar arasından tek bir anlamı seçip, onu Türkçeye uydurmaya çalışmak delil olamaz, belki vehim olur. Dolayısıyla Sayın Öztürk’ün dayandığı bu argüman çürüktür, indidir, ilmî değildir. Piç manasının kast edildiğinin delilini verilmiyor. Zemahşerî’ye veya Ferra’ya yahut başka bir alime atfen söz söylemekle delil getirilmiş olmaz. Bununla beraber, Allah’a neyin yakışıp yakışmadığını ancak Allah belirler, kullar tayin edemez. Allah’a yakıştırılmayan bir söz haşa Hz. Peygamber’e nasıl yakıştırılıyor?

İşin Din Siyaseti Boyutu

Dini konular son derece hassastır. Özellikle inanç konuları çok nazik konulardır. Bu konular tartışılırken neyi getirip neyi götüreceği dikkate alınmalıdır. Buna biz din siyaseti de diyebiliriz. Alim, aynı zamanda din siyaseti de bilmelidir. İlahiyat Fakültesinde görev yapmakla diğer laik fakültelerde görev yapmak, konu tartışmak aynı şey değildir. Örneğin, felsefe fakültesinde görev yapan bir akademisyen bu konulara girse bu kadar yadırganmaz. Çünkü halk “cahildir, bilmiyor, inançsızdır” diyerek geçiştirir; aldırış bile etmez. Fakat İlahiyatta tefsir, hadis ve kelam alanında hizmet veren bir akademisyenin, toplum önünde tartışma alanına girmesi zarar verir. Böyle yorumların toplumsal gelişmeye yahut fikrin gelişmesine bir faydası dokunmaz. Kanaatimce şöyle yapılırsa isabetli olur: Tarihte ve günümüzde bu gibi yorum ve düşünceler ele alınarak tartışılabilir, delilleri tarafsız olarak ortaya konabilir. Bu durum öğrencilerin ve dinleyicilerin fikir jimnastiği yapmalarına, akademik yönden gelişmelerine vesile olabilir.

Kitaplarda tartışma konusu bir çok mesele vardır. Bu meselede tartışmaya sebep olan husus, Sayın Öztürk’ün “Kur’an Allah Kelamı olamaz” diyerek hüküm vermesidir. Bunu söyleyebilmek için, yukarıda da ifade edildiği üzere, kesin delil gerekir. Birkaç kelimeye verilen mana ile ve tutarsız bir yorumla hüküm verilemez. Yüksek lisans ya da doktora öğrencileri akademik evrelerini tamamlamış alim kişiler değillerdir; bunlar hocaya mahkumdurlar; aykırı düşüncelere ve yorumlara cevap bile veremezler; hocanın onlar üzerinde baskısı olur. Bu da düşünceyi geliştirmez, belki zarar verir.

Kasetteki anlatımda, Kur’an’da müşriklere küfürlerin yer aldığını ifade etmek de son derece yanlıştır. Okunan ayetteki kelimelerin hangisi küfürdür? Yakıştırma bir mananın Allah’a yakıştırılması Kur’an için değil, herhangi bir alimin kitabında yer alsa onun için bile sarf edilemez. Hele bir akademisyen tarafından hiç sarf edilemez.

Kanaatimizce Sayın Öztürk ya maksadını tam anlatamamıştır yahut sürç-i lisan etmiştir, yahut kendince bir vehme kapılmıştır. Allah’ın kitabını anlatırken hem dinleyenlerin, hem öğrencilerin hem de halkımızın kafasını karıştıracak, özellikle Kur’an inançlarını sarsacak beyanlardan kaçınması gerekirdi. Bu bir vahim hatadır. Mesle fer’i fıhî bir mesele olsa o zaman su kaldırır. Fakat temel iman meselesi olan bir konuda sarfedilen sözlere, ifadelere, üsluba, beden hareketlerine dikkat etmek gerekir. Bu sebeple biz böyle meselelerde sessiz kalamayız, görüşümüzü açıklamaya, gerekli uyarıyı yapmaya devam ederiz.

Kasetteki anlatımında, Kur’an’ın sanki birkaç müşrikle uğraştığı, Kur’an’ın dar bir alanda sıkıştığı ifade ediliyor. Tamamen yersiz olan bu durum gerçeğe uygun değildir. Kur’an’ın muhtevasındaki bilgilere aykırıdır. Kur’an’ın müşrikleri kötülemesi ile küfretmenin aynı şey olmadığı aşkârdır. Bu gibi âyetlerin sayısı, benim sayımıma göre Kur’an’da yer alan âyet içinde çok azdır. Kur’an inançtan, ibadetlerden, ahlaktan, siyasetten, iktisattan, hayattan, hukuk kurallarından, kıssalardan bahseder. Bunları görmezden gelen keyfi görünümlü, hafife alan bir anlatım vardır. Burada büyük bir yanılma söz konusudur. İnanç konuları tartışılmaz, akıl ile yorumlanmaz. Belki hikmetle açıklamalar yapılabilir.

Sonuç:

Sayın Öztürk kıymetli bir bilim adamıdır. Onun iyi bir akademisyen olması yanılmasını engellemez. Bu sohbetteki anlattıklarında yanılmıştır; hem ilmî yönden, hem de kullandığı üslup yönünden yanılmıştır. Öztürk’ün emekliliğini istemesi gerekmezdi. Bütün mesele şu noktada düğümlenmektedir: Kendisi maksadı aşan aşırı bir yorum yapınca ve bu yorum Kur’anla ve Allah ile alakalı olunca, aşırı bir halk tepkisinin oluşmasını da tabii buluyorum. Çünkü bu yorumu okuyan halkın Kur’an hakkındaki itikadı sarsılır. Sadece bilgi donanımı ve güzel anlatım alim-i billah olmak için yeterli değildir. Alim kişinin aynı zamanda din siyasetine sahip olması ve toplum psikolojisini bilmesi, mihneye sabretmesi gerekir. Özellikle İlahiyat Fakültelerinde hocalık gibi çok yüksek bir görev üstlenen zatların, halkımızın inançlarını dikkate alması, sarf edilen bir sözün ne gibi hasarlara müncer olacağını hesaba katması lazımdır. Buna siyaset-i şer’iyye, siyaset-i ilmiye, siyaset-i tedrisiye de denilebilir. Yoksa toplumun refleks göstermesi kaçınılmaz olur.

Bir defa daha ifade ediyorum ki; Üniversitelerde akademik özgürlük olmalı, her türlü fikir tartışılmalıdır. Tarihte ve günümüzdeki bütün akımlar ve zıt görüşler masaya yatırılmalı ve tarafsız bir gözle bunlar tahlil edilerek sonuca varılmalıdır. Fakat bu meselede fikir tartışması yoktur, olamaz. Hangi yüksek lisans öğrencisi, hangi doktora öğrencisi, hangi dinleyici kitlesi hocasının görüşünü özgürce reddedebilir? Bilgi donanımları buna kafi midir? Bu gibi sohbetlerde yahut derslerde insanlara yol yol gösterilir. Hoca eğer kendi görüşünü dayatırsa buna tartışma denemez, bundan barika-i hakikat ortaya çıkmaz. Fakat bir akademik mecliste yani uzman alimlerin bulunduğu mecliste tartışma yapılırsa bu, fikrin gelişmesini sağlar. Çünkü eşitlik vardır. Buna ihtiyaç da vardır. Sınıflarda ve salonlardaki sohbetlerde hocalarla dinleyenler arasında bu anlamda eşitlikten söz edilemez.

Bu fakir, görev yaparken temel iman meseleleri dışında, fıkhın fer’î meseleri hakkında kaynaklarda bulduğum, pek işitilmemiş farklı görüşleri aktarırken yahut kendi tercihimi ifade ederken kimsenin bu görüşleri kabul etme zorunluluğu olmadığını da ilave etmişimdir. Bunu konuşmalarımda da yapmışımdır. Çünkü alanımız hassastır, Allah’ın dini ile ilgilidir. Allah bizleri doğrulardan ayırmasın.

Kur&#;an "Allah&#;ın kelâmı" olarak ne ifade etmektedir?

Değerli kardeşimiz,

Konu ile ilgili âlimlerin görüşlerini belirtecek ve netice itibariyle kendi tercihimizi de ortaya koyacağız.

Kur'an'ın vahyi konusunda Allah, Cebrâil ve Hz. Muhammed (asm)in tebliğ ve tebellüğu söz konusudur. Vahyin asıl sahibi olan yüce Allah, Kur'an'ı Hz. Cebrâil vasıtasıyla Hz. Muhammed (asm)'e indirmiştir. Bu hususta müslümanlar arasında en küçük bir ihtilaf yoktur. Ancak âlimler bu vahyin nasıl geldiği ve bu iletişimin nasıl kurulduğu hususunda farklı görüşler bildirmişlerdir:

a) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı doğrudan doğruya Allah'tan almış ve Hz. Muhammed (asm)'e aynı lafızlarla aktarmıştır.

b) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı Levh-i Mahfûzdan ezberlemiş ve olduğu gibi Hz. Muhammed (asm)'e aktarmıştır.

c) Hz. Cebrâil, Kur'an'ı lafız olarak değil, sadece mânâ olarak almıştır. (bk. Mennâ', el-Kattân, Mebahis, fi ulûmi'l-Kur'an, 35)

İlk iki görüşe göre elimizdeki Kur'an, lafzı ve mânâsı ile birlikte vahiy edilmiş Allah'ın kelâmıdır. Ne Hz. Cebrâil'in ve ne de Hz. Muhammed (asm)'in, tebliğ ve tebellüğden başka hiçbir müdaheleleri sözkonusu değildir. Bu iki görüş arasındaki tek fark, Hz. Cebrâil'in Kur'an'ı doğrudan Allah'tan mı, yoksa Levh-i Mahfûzdan mı aldığı hususudur.

Alimler, vahyin Levh-i Mahfûzdan alındığına dâir görüşe itibar etmemektedir. Bunun müşahhas bir delili olmadığı gibi, Kur'an'ın diğer gaybî şeyler gibi Levh-i Mahfûzda yer alması da vahyin oradan alındığını göstermez. (bk. ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân, I/49; el-Kattân, 36)

Son görüşe göre ise Kur'an, Allah tarafından Hz. Cebrâil'e mânâ olarak telkin edilmiş; lafzı ise, ya melek tarafından, ya da Hz. Peygamber(asm) tarafından vaz'edilmiştir.

Özetlersek: Kur'an'ın bir vahiy mahsulu olarak anatomisini teşkil eden unsurları belirlemeye çalışan iki görüş vardır: Birinci görüşe göre Kur'an, yalnız mânâdan ibarettir. İkinci görüşe göre ise, Kur'an hem lafız, hem de mânâdır.

Önce birinci görüşün dayanağını teşkil eden delillere bakalım:

a) Diyorlar ki: "Şüphesiz o (Kur'an), değerli, güçlü ve Arş'ın Sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrâil'in) getirdiği sözdür." (Tekvîr, 81/) "Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, hiç şüphesiz o (Kur'an), çok şerefli bir elçinin (Peygamber'in) sözüdür. Ve o, bir şâir sözü değildir." (Hâkka, 69/) âyetlerinde geçen ve elçilere (Hz. Cebrâil ve Hz. Peygamber (a.s)'e atfen "Kur'an şerefli bir elçinin sözüdür." ifadesinde yer alan "Söz" (kavil)sözcüğü, Kur'an lafzının bu elçilere ait olduğunu gösteriyor.

b) Diyorlar ki: "O (Kur'an), şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır."(Şuarâ, 26/) âyetine göre, Kur'an daha öncekilerin kitaplarında da mevcuttur. Kur'an'ın o kitaplarda lafzı ile bulunması mümkün olmadığına göre, mânâsıyla bulunmuş olması gerekir. Buna göre Kur'an, vahiy itibariyle yalnız mânâdan ibarettir. Çünkü âyette "mana" ya Kur'an adı verilmiştir.

1) Birinci Görüşe Ait Deliller ve Değerlendirilmesi

(a) Birinci şıkta ifade edilen ve âyetlerde geçen "Söz" (Kavil) tâbiri, Kur'an lafzının Allah'tan gelen bir vahiy olmadığını yahut elçilerin sözü olduğunu göstermez. Aksine, "elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür" gerçeğini, yani elçinin tebliğden başka hiçbir müdahelesinin olmadığını ifade etmektedir. (krş. Yazır, Hak Dini, VIII/) Türkçemizdeki "elçiye zevâl olmaz" deyimi de bu gerçeğin bir ifadesidir.

Söz konusu iki âyette geçen "Saygıdeğer elçi" tâbiri, Tekvir Sûresinin âyetinde Hz. Cebrâil'e; Hâkka Sûresinin âyetinde ise Hz. Peygamber (a.s)'e âittir. Ayetlerin siyak ve sibakından bunu anlamak mümkündür. (bk. el-Kurtubî, XVII /; Yazır, a.g.y) Hakkâ Sûresindeki âyetin Hz. Muhammed (asm)'e delâlet ettiğini söyleyenler de olmuşsa da, (bk. el-Beydâvî, VII/; el-Kurtubî, XVIII/ ) ayetin bulunduğu yerdeki ipuçları, "Saygıdeğer elçi" den maksadın Hz. Muhammed (asm) olduğunu göstermektedir. Nitekim, Tekvir Sûresinde "Kuşkusuz, o saygıdeğer bir elçinin sözüdür" ifadesinden sonra, "Ve Kur'an, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir." ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade ise, sözkonusu "Elçi"den maksadın Cebrâil olduğunu göstermektedir. Böylece Melek ile Şeytanın karşılaştırılması yapılmıştır. Hâkkâ Sûresinde ise, "saygıdeğer elçi" tâbirinden sonra, "O ne bir şâir, ne de bir kâhin sözü değildir" ifadesine yer verilmesi, âyetin Hz. Muhammed (asm)'den bahsettiğinin bir delilidir. Çünkü burada Hz. Cebrâil kast edilirse, onun bir şâir veya kâhin olabilme ihtimalini akla getirir ki yanlış olur. Çünkü hiç kimse böyle bir ihtimali düşünmez. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) âyeti nazara alındığında, buradaki "saygıdeğer elçi" nin Hz. Muhammed (asm) olduğu anlaşılır. (bk. ez-Zemahşerî, IV/,; Yazır, VII/; Taberî, Cebrâil ihtimalini hiç kale bile almamış. bk. Et-Taberî, XIV/)

Bu âyetlerden yola çıkarak, Kur'an lafzının vahiy meleği veya Hz. Peygamber (a.s)'e ait olduğunu söylemek büyük bir çelişkiyi beraberinde getirir. Çünkü vahiy, bir âyette Cebrâil'in, diğer bir âyette ise Hz. Peygamber (asm)'in sözü olarak geçer. Eğer "a" şıkkında ifade edildiği şekilde anlaşılmazsa, bu takdirde Kur'an lafzının her iki elçiye âit olması gerekir ki, bu açık bir tezattır.

Ayrıca, başka âyetlerde "Söz" tâbiri, Allah'a da izâfe edilmiştir. Nisâ Sûresinin âyetinde: "Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vaad etti. Sözünü tutmada Allah'tan daha doğru kim olabilir?" ifadesine yer verilmiştir. Ayette "Söz" kavramı, Kur'an'ın söylediği gerçeklerin doğruluğunu isbat sadedinde söylendiği için, Kur'anla ilgili olmakla beraber, genel olarak bütün sözlerinin doğru olduğunun bir ifadesi olarak Allah'a da izâfe edilmiştir.

"Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz."(Müzzemmil, 73/5) âyetinde Kur'an'ın, doğrudan Allah, vahyi olarak ifade edilmiş ve aynı zamanda "ağır bir söz" olarak nitelendirilmiştir.

Bu durumda Kur'an'ın lafzına işaret eden "Söz"(kavil) sözcüğü, hem Allah'a, hem Cebrâil (a.s)'e, hem de Hz. Muhammed (asm)'e izâfe edilmiş olduğu görülmektedir.

Kur'an'ın ifadesi doğru olduğuna göre, "Söz" kavramının Allah'a izâfesini hakikat, diğerlerine ise mecâz mânâda almaktan başka hiçbir çıkış yolu sözkonusu değildir.

Lafzın Allah'a âidiyetini engelleyen dinî veya aklî hiçbir mâni yok iken, nassın zâhirinden yüz çevirmenin de hiçbir anlamı yoktur. Kur'an'ın mânâsını bilmediğimiz bir keyfiyetle vahyeden Allah, lafzını da bilmediğimiz bir şekilde vahyetmiştir.

(b) İkinci görüşün de tutarlı olmadığı şöyle açıklanabilir: Evvelâ âyette "O (Kur'an), şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır." ifadesinden, onun bizzat orada var olduğunu düşünmek ve " Kur'an'ın yalnız mânâdan ibaret olduğu tezini ona bina etmek yanlıştır. Çünkü her şeyden önce birinci hüküm/önerme yanlıştır. Eskilerin eskimez deyimiyle "Bâtıl, makîsün aleyh olamaz". Yanlışlar, ölçü değildir.

Önceki kitaplarda yer aldığı ifade edilen Kur'an'dan maksat, Onun Hz. Muhammed (asm)'e indirileceği haberi; ya da onun özü ve ana prensipleri demektir; yoksa Kur'an'ın kendisi değildir. Çünkü Kur'an, daha öncekilere vahyedilmemiştir. (krş. İbn Teymiyye, el-Fetâvâ'l-Kubrâ, V/)

Kur'an'da yer alan, " (kitap ehli), O'nu (Muhammed'i) yanlarındaki Tevrat ve İncilde bulurlar" (A'raf, 7/) ifadesinde, Hz. Muhammed (asm)'in bizzat kendisinin kastedilmiş olması mümkün olmadığı gibi, Kur'an'ın da bizzat kendisinin o kitaplarda bulunması imkânsızdır.

Müfessirlerden Alûsî de böyle bir düşüncenin doğru olmadığına dikkat çekmekte ve bunun, Kur'an'ın mânâsının namazlarda okunmasının cevâzına dâir delil getirilmesinin yanlış olduğunu, bu düşüncenin çürüklüğünden dolayı, İmam A'zam'ın konu ile ilgili verdiği fetvasından geri döndüğünü ve bu geri dönüş konusuna dâir bir çok tahkik ehli âlimlerin görüş bildirdiğini ifade etmektedir. (bk. el-Alûsî, XIX/ )

Sözün özü: Rûhaniyeti ile vahye mazhar olan Hz. Muhammed (asm) için, "O cesedi ile değil de sadece rûhu ile peygamberdir" demek ne kadar yanlış ise, Kur'an'ın sadece mânâsıyla Kur'an olduğunu iddia etmek de o kadar anlamsızdır. (bk. İbn Teymiyye, V/)

2) İkinci Görüşe Ait Deliller ve Değerlendirmesi:

(a) İslâm âlimlerinin ezici çoğunluğuna göre, Kur'an hem lafız hem de mânâ cihetiyle Allah'ın kelâmıdır. (bk. İbn Teymiyye, V/)

"Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez." (İbn Mâce, Fiten, 8; Dârımî, Mukaddime, 8) hadisine göre, islâm âlimlerinin ittifakı doğruluğun bir işaretidir.

(b) Ayette yer alan "(Rahman) Kur'an'ı öğretti"(Rahman, 55/2) ifadesi, Kur'an'ın Allah tarafından ta'lim edildiğini göstermektedir. Buna göre "Kur'an"ın tarifi yapılırsa, vahyin de bu açıdan geliş şekli anlaşılır. Dilcilere göre, "Kur'an" kelimesi, "KRE" kökünden, gufrân ve şükrân gibi "Fu'lân" vezninde bir masdardır. Bu kelime hem toplama hem de kıraat (okuma) anlamındadır. (bk. el-Alûsî,I/8)

"Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu takip et."(Kıyâme, 75/)

âyetlerinde geçen "Kur'an" kelimesi, kıraat anlamında kullanılmıştır.

Bir masdar olan "Kur'an" kelimesi, Kur'an'ın özel ismi olduğu zaman, ism-i mef'ul anlamında "okunan kitap", ya da ism-i fâil mânâsında "Sûre ve âyetleri içinde toplayan" veyahut "Daha önceki kitapları ihtiva eden" anlamında olur. (bk. er-Râğıb, (KRE) maddesi; el-Alûsî, I/8) Kur'an'a "Kur'an" adının verilmesi, onun "lisanlarda okunması", "Kitap" adının verilmesi ise, "kalemle yazılması" özelliğinden dolayıdır. (bk. Dıraz, Nebeu'l-Azîm 3)

İsrâ Sûresinin âyetinde "Sabah namazı" için kullanılan "Kur'ane'l-Fecr" tâbiri de, "Kur'an"ın kıraat anlamına işaret etmektedir.

Yine vahyin ilk kelimesinin "İkra" (Oku) olması, Kur'an'ın okunan bir kitap olduğuna delâlet ettiği gibi, vahyin de kıraat olunan bir söz, bir kelâm olduğunu gösterir. Bilindiği gibi "kıraat", talaffuzda bazı kelimeleri bazısına eklemek demektir. Demek ki, "Okunan kitap" anlamında olan "Kur'an", lafız ve mânânın mecmuundan ibarettir.

(c)"Vahyi çarçabuk bellemek için, dilini kımıldatma. Onu toplamak ve onu okutmak bize âittir. O halde biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et." (Kıyâme) âyeti açıkça şunu gösteriyor: Hz. Muhammed (asm), gelen vahyi unutmamak için, henüz kendisine okunup bitirilmeden onu acele olarak tekrarlamaya çalışıyordu. Ayet, onun bu telaşını gidermeyi amaçlamaktadır.

Ayette geçen "dilini kımıldatma" ifadesi, açıkça vahyin bir söz olduğunu göstermektedir. Çünkü mânâlar dil ile okunmaz. "Biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et." tâbiri de aynı şekilde Kur'an'ın hem lafız hem de mânâ yönünden Allah'ın kelâmı olduğunu göstermektedir. Çünkü okuma işi, "söz"e âit bir tâbirdir. "Kâinat kitabını okumak", "Kalbini okumak", "(adamın) yüzünden okumak" gibi tâbirler, mecâz ifadelerdir. Kavram olarak "okuma" nın gerçek anlamı, sadece yazı ve söz için geçerlidir.

Ayette Allah'ın, kıraatı kendine izâfe etmesi, "Biz sana Kur'an'ı okuyunca, sen onun okunuşunu tâkip et" şeklinde buyurması, Kur'an'ın tebliğinde Hz. Cebrâil'in (a.s) de Hz. Peygamber (a.s) gibi sadece bir elçi olduğunu ve hiçbir müdahalesinin sözkonusu olmadığının bir diğer delilini teşkil etmektedir.

(d) Kur'an'ın tarifi şöyledir: "Hz. Muhammed (asm)'e vahyedilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen ve tilâvetiyle taabbüd olunan mu'ciz, Allah'ın kelâmıdır." (krş. ez-Zerkânî, I/22; Muhammed Dıraz, 5; Cerrahoğlu, Tefsir usulü, 34)

Burada üzerinde duracağımız hususlardan biri, Kur'an'ın "tilavetiyle taabbüd olunması" yani manası anlaşılmasa da sadece asıl metni olan arapça lafızlarıyla okunmasının bile ibadet olması keyfiyetidir. Hz. Muhammed (asm)'in hadislerinin sırf lafızları ile taabbüd edilmediğine göre, Kur'an'ın lafızları da Allah'a âittir.

Tarifte geçen önemli bir nokta da "Allah'ın kelâmı" tâbiridir. Bu tâbir, Kur'an'da üç defa tekrarlanmıştır. (bk. el-Bakara, 2/75; et-Tevbe, 9/6; el-Fetih, 48/15)

"Ve Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu."(Nisâ, 4/) âyeti gibi daha pek çok âyette, kelâm sıfatı açıkça Allah'a izâfe edilmiştir. İbn Hacer'in de ifde ettiği gibi, konuşanın (mütekellimin) sözü (kelâmı), yalnız ona nisbet edilir. Birinin sözü bir başkasına izâfe edilemez. Her konuşanının sözü kendi sözüdür. Bu sebeple, yüce Allah, İbn Müğire'nin Kur'an için "O bir insan sözüdür" (el-Müddessir,74/25) ifadesini reddetmiş ve onun büyük bir azaba uğrayacağını haber vermiştir. (krş. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII/)

"Kelâm" kavramı, bir anlam ifade eden söz dizimi demektir. (bk. er-Râğıb, (KLM) maddesi) Ne Allah'ın kelâmı, ne de insanların kelâmı, sözden mucerret bir mânâdan ibaret değildir. Bunun içindir ki İslâm ümmeti; Kur'an'ın hem lafız hem de mânâ açısından Allah'ın kelâmı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. (krş. İbn Teymiyye, IV/)

(e) Kur'an'da Hz. Peygamber (asm)'e hitaben "De ki:" anlamına gelen "kul" kelimesinin üçyüzden fazla kullanılması, iki yönden konumuza ışık tutmaktadır.

Birincisi, bu ifadede dışarıdan bir emir sözkonusudur. Halbuki elçiler, kendilerini gönderenlerin söylediklerini farklı bir tarzda ifade ederler. Mesela biri diğerine "Git filan adama de ki: Allah birdir.", dese, elçi olan kimse, vardığı yerde herhalde aynı cümleyi tekrarlamaz. Aksine, eğer gönderen kimseyi de işe katarsa, "Beni gönderen kimse, Allah'ın bir olduğunu size söylememi istedi" der. Şimdi bu küçük misâli gözönünde bulunduralım ve Kur'an'ın üslubuna dikkat edelim!

"De ki: eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var"(Furkân, 25/77),

"De ki: Ben kendime bile, Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim." (Yunus, 10/49)

İkincisi: "kul" tâbiri, "söz" anlamını çağrıştırdığından, Kur'an'da çokça kullanılmasının bir hikmeti de, Kur'an'ın hem mânâ hem de lafız olarak Allah'tan gelen bir vahiy olduğuna delâlet etmek içindir.

(f) "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dâir ne varsa, hepsini Musa için levhalarda yazdık."(A'râf, 7/) âyetinde, açıkça Hz. Musa'ya (a.s), levhalarda yazılı olan ve dolayısıyla sözlerden ibaret olan vahiy verildiği ifade edilmiştir. Şüphesiz ne Hz. Muhammed (asm)'e, ne de Hz. Musa'ya (a.s) veya diğer peygamberlere gelen vahyin iletişim şeklini idrâk edemeyiz. Ancak bu vahiylerin hem mânâ hem de lafız olarak geldiğini âyetlerden anlamak mümkündür.

(g) Zerkânî'nin belirttiği gibi, Kur'an'ın sadece mânâsı Allah'tan olduğu iddiası, hem kitap hem de sünnete ters düşmektedir. Lafzı, melek Cibril veya Hz. Muhammed (asm)'e ait olduğu kabul edilirse, Kur'an'ın üslubu nasıl mu'cize olabilir? Ve Kur'an'a nasıl Allah kelâmı denilebilir? (bk. ez-Zerkânî, I/)

(h) Kudsî hadisin en meşhûr tariflerinden biri: "Mânâsı Allah'a lafzı ise, Hz. Muhammed (asm)'e âit olan vahiy" şeklindedir. Buna göre, eğer Kur'an için de aynı şey düşünülürse, ikisi arasında ne gibi bir fark kalır? Bu takdirde Hz . Peygamber (asm)'in, Kur'an'ın yazı ile tesbiti için gösterdiği titizliği, kudsî hadis için de göstermemesi ne ile izah edileblir? (bk. el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, ; Aliyyü'l-Kârî, el-Ahadisü'l-kudsiyye, 2; ebu'l-Bekâ, el-külliyât, ; Accâc Muhammed, es-Sünne kable't-tedvîn, 22 ; el-kasımî, Kavaidu't-tahdis, ; Varol, Ahmed, Kudsî Hadisler, I/)

(ı) "Kur'an'ın yalnız mânâdan ibaret olduğu kabul edilirse, bu takdirde Kur'an'ın lafzı, insan aklının ürünü olması gerekir ki, bunun yanlışlığı ortadadır. Bu sebepledir ki, ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve cemaat, Kur'an'ın lafız ve mânâ toplamından ibaret olduğunda birleşmişlerdir. (krş. el-Alûsî, I/13)

(i)"(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik." (İbrâhim, 14/4) âyetinde; risâlet dilinin, peygamberin gönderildiği kavmin dili olduğu ifade edilmektedir. Buna göre âyet, Kur'an'ın arapça olarak vahyedildiğini göstermektedir. Çünkü mukarrer bir kâidedir ki, "Hüküm muştak üzerine yapılırsa, iştikakın me'hazi o hükmün illetini gösterir."(bk. Nursi, Asâr-ı Bediiyye, ) Bu kâideye göre, âyette geçen "her peygamberi (Resûlü) yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" ifadesinde yer alan "Resûl"'den maksat "Risalet" tir. Aksi takdirde bir insan olarak her peygamberin, içinde bulunduğu topluluğun dilini konuşması tabiîdir. Bunun risaletle bir ilişkisi yoktur. O halde vurgulanmak istenen husus, peygamber değil peygamberliktir. Peygamberliğin özü ise, vahiydir. Konumuzla ilgili olan vahiy ise, Kur'an'dır. Buna göre âyetten, "Kur'an dili Arapçadır" neticesini çıkarmak gerekir. Ayette "kavmin dili", " lisan" kelimesiyle ifade edilmiştir ve "Lisan"ın bir söz manzumesi olduğunda da dilciler arasında herhangi bir ihtilaf yoktur.

(j)"Allah'a ve ümmî peygamber olan Resûlüne - ki O, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız."(A'râf, 7/) âyetinde geçen " ki o (peygamber), Allah'a ve onun sözlerine inanır" ifadesi, Kur'an'ın hem lâfız hem de mânâ bakımından Allah'ın sözü olduğunu göstermektedir. Adetâ yalnız bu hususa işaret etmek için, burada bu ifadeye yer verilmiştir.

"Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah bâtılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz o, kalplerde olanları bilendir."(Şûrâ, 42/24)

âyetinde işlenen temâlar çerçevesinde, "Allah sözleriyle hakkı ortaya koyar" ifadesine dikkat edilirse, Kur'an'ın lafızlarının da Allah'a âit olduğu gerçeği görülür. "Allah dilerse senin kalbini de mühürler" ifadesi ile "sözler"in Allah'a izâfe edilmesi arasında çarpıcı bir ilişki sözkonusudur. Buna göre, Hz. Muhammed (asm)'in kalbi, sadece gelen vahiylere karşı alıcı konumundadır. Başka hiçbir müdahelesi sözkonusu değildir. Bu sebeple eğer kalbi mühürlenirse, gelen vahyin ne mânâsını ve ne de lafızlarını anlayıp ezberinde tutabilir.

(k) İbn Müğire'nin "Bu Kur'an, insan sözünden başka bir şey değil" şeklindeki sözünü hatırlatan yüce Allah, böyle söylemenin büyük bir suç unsuru teşkil ettiğini ve büyük bir iftira olduğunu, bu sebeple de dehşet verici bir cezayı hakkettiğini ifade etmek üzere: "Ben onu sakar'a (Cehenneme) sokacağım" (Müddessir, 74/) buyurmuştur. Bu da Kur'an'ın, Hz. Muhammed (asm) dahil hiçbir bir insanın sözü olmadığını ortaya koymaktadır.

Bütün bu deliller gösteriyor ki Kur'an,

"Kur'an'ı Rahman olan Allah öğretti",

"Muhakkak ki o (Kur'an), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu'l-emin (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ, 26/),

"(Resûlüm!) Şüphesiz ki bu Kur'an, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından sana verilmektedir."(Neml, 27/6)

âyetlerinin delâlet ettikleri gibi, Kur'an sonsuz ilâhî ilimden gelen, sonsuz mânâları bulunan ve eşsiz söz dizimine sahip mu'ciz bir kitaptır.

Selam ve dua ile
Sorularla İslamiyet

Bağdat valisi Sırrı paşa (Sırr-ı Furkan) kitabının, İstanbul'da [hicri ] de basılan, birinci cild, üçüncü baskısı, yetmişbeşinci sayfasında buyuruyor ki:
Bu kitabımı yazmadan bir sene önce, Diyar-ı Bekr şehrinde, bir Cuma günü, şehrin ileri gelenleri ile oturuyorduk. Arabi dilinde ve din bilgisinde derinliği ile tanınmış olan meşhur Keldani papazı Abdi Yesu da aramızda idi. Misafirim olan Musul valisi Muhammed Reşid paşaya yanımdakileri takdim ederken, Abdi Yesu için de (Arab edebiyatında pek derindir) demiştim. Bunun için belagat üzerinde çok konuşuldu. Sonraları dilden, kavimciliğe geçildi. Bu sırada, vaktiyle, Beyrutlu bir İsevi ile aramızda geçen bir konuşmayı, bunlara anlattım: Herkes kendi kavminin büyükleri ile öğünür. Siz de Arab oğullarısınız. Size sorsalar ki, büyük devlet kurmak, ilim, sanat ve belagat bakımından en büyük adamınız kimdir? Ne cevap verirsiniz, demiştim. Beyrutlu Hristiyan da, hemen: Muhammed aleyhisselam demeye mecburuz demişti, dedim ve Abdi Yesu’ya dönerek, size sorsaydım, ne derdiniz, dedim.

Abdi Yesu — Evet, büyük devlet kurmak, medeniyete hizmet bakımından, Arabın en büyük, en meşhur adamı Odur derim. Fakat, Muhammed aleyhisselamın, Arabın en fasih konuşanı olduğunu kabul etmem. Çünkü, bunu gösterecek bir eseri yoktur. Kur’anı gösterirseniz, Kur’an Onun sözü değildir diyorsunuz. Kur’anın çok fasih, pek belig olması, Onun fasih ve belig olmasını göstermez. Evet O, belig ve fasih idi. Fakat, Onun gibi, başkaları da vardı. Mesela, Ali’nin sözleri gösteriyor ki, bu da, Onun gibi fasih ve belig idi. İslamiyet'ten önce Ümri-ül Kays ve Kus bin Saide’nin şöhretlerini hepimiz biliyoruz. Hatta, Kus bin Saide’nin hutbesini, Muhammed aleyhisselam da beğenmişti, dedi.

Bu sözü dinleyenler, birbiri ile konuşmaya, bir gürültü sezilmeye başladığından, ayağa kalkıp, şimdilik kimseden yardım istemiyorum. Lütfen rahat olunuz, dedim. Herkes sustu. Şöyle cevap verdim:
Şu anda, din hissimizi, taassubumuzu bir yana bırakıp, ilmi ve ciddi konuşalım! Kur'an-ı kerim için siz ne dersiniz? Kur'an-ı kerim kimin sözüdür?
A.Y. — Kur’anı, Muhammed “aleyhisselam” arkadaşları ile yaptı.

seafoodplus.infoşa — Geçenlerde, valilik emrim okununca, siz Arabca bir dua yapmıştınız. O duayı başkası yazıp size verdi deseler, susar mısınız?
A.Y. — Susmam, ben yaptığımı söylerim.

S.P. — Niçin?
A.Y. — Çünkü bu duayı ben hazırladım.

S.P. — Hakkınız var. Beş beytli bir gazel yazan kimse bile, bir beytinin çalındığını görse, çalanın cezalanmasını ister. Herkes eseri ile öğünür, değil mi?
A.Y. — Evet.

S.P. — Sizin o duanızdan daha güzeli yapılabilir mi?
A.Y. — Evet, yapılabilir.

S.P. — Sizin duanızla, Kur'an-ı kerim arasında fesahat, belagat bakımlarından fark var mı?
A.Y. — Elbet, hem de pekçok.

S.P. — Arab edibleri ve dost ve düşman ilim adamları uğraşarak, Kur'an-ı kerim gibi söyleyememeleri, Kur’anı yazanlar için büyük bir şeref olmaz mı?
A.Y. — Elbet olur.

S.P. — Böyle, yüksek bir eseri, sahibi başkasına bağışlar mı? Muhammed aleyhisselam, (Bu Kur’an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyiniz! Söyleyemezsiniz!) derdi. O kadar düşman oldukları, elele verip uğraştıkları halde söyleyemediler. Kimisi belagati, icazı görür görmez iman etti. Kimisi, insan bunu söyleyemez diyerek, ister istemez tasdik etti. Muhammed aleyhisselam, bunu birkaç kimse ile birlikte yapmış olsaydı, düşmanlar da bir araya gelerek, bunun gibi yapabilirdi. Çünkü, Müslümanlarda olduğu gibi, kâfirler arasında da, kuvvetli edib, fasih kimseler vardı. Sonra, bununla meydan okurken, malı, mülkü, mevkisi ve hükümeti yoktu ki, yardımcılarını bunlarla susturdu denilsin. Kur'an-ı kerim, Tevrat, Zebur ve İncil gibi, topluca meydana konmadı ki, yardımcıları, bu eserlerin böyle kıymetli olacağını önceden düşünememişlerdi, sonradan pişman oldularsa da, iş işten geçmişti denilsin. Kur'an-ı kerim yavaş yavaş yirmiüç senede indi. Her âyet gelince, herkes hayran kalıyordu. Yardımcıları olsaydı, ne kadar sabırlı, fedakâr olsalar da, kendi eserlerinin, böyle şan ve şerefini görüp de, yirmiüç sene seslerini çıkarmaz, susabilirler mi idi?
A.Y. — Sözün doğrusu, Kur’anı, Muhammed “aleyhisselam”, yalnız kendi yapmıştır.

S.P. — Kur'an-ı kerimi siz, nasıl buluyorsunuz?
A.Y. — Çok fasih, pek belig, hikmet dolu.

S.P. — Demek, bunu yapan hakim olmalı.
A.Y. — Evet.

S.P. — Demek ki, Muhammed aleyhisselam hakim idi.
A.Y. — Şüphesiz hakim idi.

S.P. — Yalan söyleyen hakim olur mu?
A.Y. — Olmaz.

S.P. — Muhammed aleyhisselamın hakim olduğunu söylüyorsunuz ve hakim, doğru söyler diyorsunuz. Zaten, bütün Hristiyanların, Onun doğru olduğunu bilmesi lazımdır. Çünkü, Mardin köylerinden birinde bulunan “Deyri Zaferan” adındaki büyük kilisede, nasaranın Arabi yazılmış tarihi mukaddes kitabından birinde, (Muhammed aleyhisselama peygamberliğinden evvel herkes, emin olan Muhammed derdi. Çünkü, doğruluğu ile meşhur idi) okumuştum. İşte, o doğru sözlü Muhammed aleyhisselam, bize haber verdi ki, (Kur'an-ı kerim, insan sözü değildir. Allah kelamıdır). Buna ne dersiniz? Hayır inanmam derseniz, Onun hakim olduğuna da inanmamış olursunuz. Hakim idi, sözünde duruyorsanız, Onun sözüne de inanmanız lazım gelir.
A.Y. — Doğrusunu istiyorsanız, Muhammed “aleyhisselam” Peygamber idi. Fakat yalnız Arabların Peygamberi idi.

S.P. — Teşekkür ederim. Şüphe bulutları sıyrılıp, hakikat ışıkları parlamaya başladı. Hakim yalan söylemez dediniz. Peygamber hiç yalan söyler mi? O hiç söylemez. Öyle ise, Muhammed aleyhisselamın bütün insanlara, her millete de Peygamber olduğuna inanmanız lazımdır. Çünkü, O bize; (Ben bütün insanların ve Cinnilerin hepsinin Peygamberiyim) diye haber veriyor. Buna ne dersiniz?

Birkaç saniye durduktan sonra, kalkıp gitti ve bir daha yanıma gelmedi.

(Herkese Lazım Olan İman) kitabının (Müslümanlık ve Hristiyanlık) ve (Kur'an-ı Kerim ve İnciller) ve (İslam Dini ve Diğer Dinler) kısımlarında ve (Cevap Veremedi) kitabında Hristiyanlık dini üzerinde geniş bilgi vardır.

Kur'an Allah kelamıdır
Sual:
Bazı dinsizler, Kur'anı Resulullah’ın kendisinin yazdığını, Allah kelamı olmadığını söylüyorlar. Bu konuda âyet-i kerime yok mu?
CEVAP
Âyet-i kerime elbette var, ama ateist âyete inanmaz. Muhammed aleyhisselam, peygamber olduğunu mucizelerle de ispat etmiştir. Bu mucizeler sözbirliğiyle bugüne kadar gelmiştir. Mucizelerinin başında Kur’an-ı kerim gelir. Yani devam eden bir mucizedir. Kur’an-ı kerim çok vecizdir, hiç kimse, Kur'an gibi söz söyleyemez. Arabistan’ın meşhur şairleri ve edebiyatçıları uğraşmışlar, benzerini söyleyememişlerdir. Bu konudaki âyet-i kerime meallerinden bazıları şöyledir:
(Kendi uydurdu diye inanmayanlar,haydi [Bu Kur’anın] bir benzerini söylesinler!) [Tur 33, 34]

(De ki: Kendimden söylediğimi sandığınız bu Kur’anın sûreleri gibi, haydi on sûre de siz söyleyiniz!) [Hud 13]

(Eğer kulumuza [Resulüme] indirdiğimizden [Kur’anın Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğruysanız, Allah’tan başka şahitlerinizi [putlarınızı, bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sûre meydana getirin! Bunu asla yapamazsınız.) [Bekara 23, 24]

(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet ] (Kur’anı Allah indirdiği için, onu bozabilecek birinin çıkamayacağı açıkça bildiriliyor.)

(Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı. Onun sözlerini [Kur'anı] değiştirebilecek [hiçbir şey, hiçbir kuvvet] yoktur.) [Enam ]

(Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]

(Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82]

(Kur’anıkendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde Allah’tan gayri çağırabildiklerinizi [yardıma] çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.) [Hud 13]

(Eğer o [peygamber] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.) [Hakka ]

(De ki: Bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler toplanıp, birbirine destek de olsalar, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88] (14 asır geçtiği hâlde, birçok din düşmanı, hâşâ Allah’ı yalancı çıkarmak için uğraşmışsa da bunu yapamadılar.)

Kur’an-ı kerim, Resulullah efendimizin en büyük mucizesidir. İçinde, bütün dünyada bugüne kadar yapılmış, medeni kanunlara örnek teşkil edecek ilmî ve hukukî esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen bilgiler, insanlara verilebilecek, en büyük ahlâk esasları, nasihatler, dünya ve âhiret hakkında, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır. Bunlar, kimsenin söyleyemeyeceği, bir ifadeyle beyan edilmiştir. Müşrikler, mucize isteyince de mealen buyuruldu ki:
(Kur’an gibi [eşsiz] bir kitabı sana indirmemiz, [mucize olarak] yetmez mi?) [Ankebut 51]

(Bu, Allah’ın kitabı değildir) diyebileceklere karşı da, böyle şüphelere yer bırakılmamıştır. Allahü teâlâ, Resulünün böyle bir kitap yazacak kudrette olmadığını ve Kur’anı kendisinin vahiy ettiğini teyit etmektedir. Esasen Resulünün özellikle ümmî [okuma yazma öğrenmemiş] olmasını ve bu sebepten Kur’anın ancak Allah tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir. Bir âyet-i kerime meali:
([Ey Resulüm, bu Kur’an sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar, şüpheye düşerlerdi. [Müşrikler, “Kur’anı başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış” derler, Yahudiler de, “Onun vasfı Tevrat’ta ümmîdir, bu ise ümmî değil” derlerdi.]) [Ankebut 48]

O zaman, Araplar şiire çok kıymet verirdi. Aralarında çeşitli şairler yetişti. Birbirleriyle şiir yarışı yaparlardı. Kazananlarla öğünürlerdi. Kur’an-ı kerime benzer kısa bir sûre söyleyebilmek için, el ele verdiler. Çok uğraştılar. Hazırladıkları şiirleri, Muhammed aleyhisselama götürecekleri zaman, Kur’an-ı kerimden bir sûre ile karşılaştırdılar. Sûredeki belagati iyi anladıkları için, kendi sözlerinden kendileri utandılar. Resulullah'a götüremediler. Bu zavallılıkları karşısında, ilimle karşı koymaktan vazgeçip, kaba kuvvete başvurmaktan başka çare bulamadılar. Kılıca sarıldılar. Müslümanlara saldırmaya başladılar. Resulullah'ı öldürmeye karar verdiler. Bunun için hazırladıkları planı gerçekleştirmeye kalkıştılarsa da, mağlup ve rezil oldular. Muhammed aleyhisselamın böyle meydan okuması karşısında ve böyle el ele vererek uğraşmaları sonunda, bir sûre gibi veciz, beliğ bir söz söyleyebilselerdi, Resulullah’a gelir, okurlar, gürültü, patırtı koparırlardı. Bu taşkınlıkları dillere yayılır, tarihlere geçerdi. Bu başarısızlıkları, Kur’an-ı kerimin mu’ciz olduğunu, insan sözü olmadığını açıkça göstermektedir.

Mu’ciz, insanı âciz bırakan, aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamayacağı iş demektir. Mucize de aynı anlamdadır.

Kur’an-ı kerim, nazm-ı ilahidir
Sual:
Kur’an-ı kerim için Peygamberimizin sözü yani insan sözü diyenler oluyor. Böyle söyleyenlere nasıl cevap vermelidir?
Cevap: Kur’an-ı kerim, nazm-ı ilahidir. Nazım lügatte, incileri ipliğe dizmeye denir. Kelimeleri de inci gibi yan yana dizmeye nazım denilmiştir. Şiirler birer nazımdır. Kur’an-ı kerimin kelimeleri Arabîdir. Fakat bu kelimeleri yan yana dizen Allahü teâlâdır. Bu kelimeler insan dizisi değildir. Muhammed aleyhisselam, Allahü teâlâ tarafından mübarek kalbine bildirilen şeyleri, Arapça olarak anlatırsa, bu Kur’an-ı kerim olmaz, bunlara Hadis-i kudsi denir. Kur’an-ı kerimdeki Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak, âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrail aleyhisselam bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselam da mübarek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve hemen Eshabına okumuştur. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimi Kureyş kabilesinin dili ile gönderdi. Redd-ül-muhtar’da buyuruluyor ki:
“Feth-ul-kadir kitabında da denildiği gibi, Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin manası, kelâm-ı ilahiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'an denir. Kelâm-ı ilahiyi gösteren manalar da Kur'andır. Bu kelâm-ı ilahi olan Kur'an mahluk, yaratılmış değildir. Allahü teâlânın başka sıfatları gibi ezeli ve ebedidir.”

Kur’an-ı kerim, Kadir gecesinde inmeye başlamış ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüştür. Tevrat, İncil ve bütün kitaplar ise, hepsi birden bir defada inmişti. Hepsi de insan sözüne benziyordu ve lafızları mucize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kur’an-ı kerim ise, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir