abdülkadir geylani kısaca hayatı / ABDÜLKADİR GEYLANİ TÜRBESİ | Kültür Portalı

Abdülkadir Geylani Kısaca Hayatı

abdülkadir geylani kısaca hayatı

470'te (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ'nın dindar bir kimse olduğu bilinse de hakkında fazla bilgi bulunmaz. Soyu Hz. Ali'ye ulaşır. Babasının "Zengî-dost" (zenci dostu) unvanıyla anılması ve kendisinin Bağdat'ta, a'cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan'a varan soy şeceresinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülür. Devrin tanınmış zâhid ve sûfîlerinden Ebû Abdullah es-Savmaî'nin kızı olan annesi Ümmü'l-Hayr Emetü'l-Cebbâr Fâtıma'nın da kadın velîlerden olduğu kabul edilir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkadir-i Geylani, annesinin yanında ve dedesi Savmaî'nin himayesinde büyüdü. Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna inanırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat'ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat'a gitti. Orada Ebû Galib b. Bâkıllânî, Ca'fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Saîd el-Muharrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kadî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu.

Kısa zamanda usul, fürû ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü'l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs vasıtasıyla tasavvufa intisap etti.

YİRMİ BEŞ YILLIK İNZİVA

Tarikat hırkasını Debbâs'tan giydi ve aynı zamanda onun damadıdır. Hocası Ebû Saîd'in kendisine tahsis ettiği Bâbülerec'deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi.

Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden "açım, açım" sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebû Saîd el-Muharrimî'ye mâlum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirdi.

Abdülkâdir Geylânî'nin tarikat silsilesi Cüneyd-i Bağdâdî'ye ulaşır. İnziva döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke'de tanıştığı birçok sûfîye hırka giydirdi. Sa'dî, Gülistân'ın ikinci bölümünde Abdülkadir'i Kâbe'nin örtüsüne yapışmış dua ederken gördüğünden bahsederse de tarih itibariyle onu görmüş olması mümkün değildir. Bağdat'ta vefat etti.

HANBELİ MEZHEBİNİN İMAMI

Abdülkadir-i Geylânî, Bağdat'a gittiği zaman mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girdi. Bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva verdi.

Rivayete göre rüyasında Ahmed b. Hanbel Abdülkadir'den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalıştı. Yaşadığı dönemde Hanbelîlerin imamı oldu ve bundan dolayı kendisine "Muhyiddin" (dini ihya eden) unvanı verildi.

Abdülkadir-i Geylânî Hanbelî mezhebine sarsılmaz bir şekilde bağlıdır. Bütün eserlerinde, özellikle el-Gunye'de bu mezhebe bağlılığı açıkça görülür. O amel ve itikadda Ahmed b. Hanbel'i hararetli bir şekilde savunur. Abdülkadir'in Hanbelî mezhebine bağlı olması, başta İbn Teymiyye olmak üzere pek çok tasavvuf tenkitçisinin takdirini kazanmasına sebep olmuştur. İbn Teymiyye, onun Cüneyd-i Bağdâdî ve Muhâsibî gibi şer'î hükümlere hassasiyetle bağlı, büyük ve saygı değer bir şeyh olduğunu söyler; hatta İbn Akil'in hücumuna uğrayan şeyhi Debbâs'ı da savunur. Kerametlerinin doğruluğuna inanır, hatta bunların tevatürle sabit olduğunu söyler. İzzeddin b. Abdüsselâm da bu konuda aynı fikirdedir. Meşhur Hanbelî âlimi İbn Kudâme 1166'da Bağdat'a geldiği zaman Abdülkadir-i Geylânî ile görüşerek ona hayran olmuş, meziyetlerini öve öve bitirememişti. Nevevî, Süyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler de onu takdir edenlerdendir.

Abdülkadir-i Geylânî'nin tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur'an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine hep, "Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin" şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. O Semâ'a karşı değildir. Kur'an'ın telhin ve teganni ile değil, tertil ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı.

VAAZLARINI DİNLEMEK İÇİN GELEN YETMİŞ BİN KİŞİ

Abdülkadir-i Geylânî, 1127'de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe'deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat'a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için "Bâzullah" (Allah'ın şahini) ve "el-Bâzü'l-eşheb" (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkadir'e bu unvan, Demîrî'ye göre şeyhi Debbâs'ın meclisinde verildi. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaat ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

"ABDÜLKADİR GİBİ BİR ER BULUNMAZ"

Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam mânasıyla menkıbeleştirildi. Gerçek kimliği ise önemini yitirip unutuldu.

İbnü'l-Arabî, "kün" ilâhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkadir'den çok keramet zuhur ettiğini söyler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı için, müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri, "Medet, yâ Abdülkadir!" sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkadir'in ruhaniyetine samimi bir bağlılık gösterir.

Veysel Karanî ve İbrâhim b. Edhem gibi Abdülkadir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Emre'ye nisbet edilen, "Seyyâh olup şu âlemi arasan/Abdülkadir gibi bir er bulunmaz" mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî'nin, "Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkadir!" gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilir.

Menâkıb kitapları Abdülkadir-i Geylânî'nin bin kadar eseri bulunduğunu kaydeder. Bugün ona nispet edilen eserlerin sayısı elli civarındadır.

Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkadir-i Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar. Bu sebeple eserleri tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden sayılır. Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih eder. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verir. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. Bilhassa el-Fethu'r-rabbânî ve Fütûhu'l-gayb'da insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâm âlemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür.

Kuzey Afrika'da daha çok şerîf, şürefâ, şorfa gibi isimler alan Kadirîler Irak, Suriye ve Anadolu'da seyyid ve Geylânî şeklinde anılmaktadır. Bağdat ve çevresinde yaşayan Geylânî seyyidler Moğol ve Timur istilâsı sebebiyle zaman zaman Bağdat'ı terk ederek Musul'a ve İran'a gitmek zorunda kalmışlarsa da daha sonra cetlerinin türbesinin bulunduğu Bağdat'a döndüler, dönemeyenler ise burasını zaman zaman ziyaret ettiler.

KÂDİRÎLİK ANADOLU'YA NE ZAMAN GELDİ?

Kâdirîlik Anadolu'ya XV. yüzyılda Hacı Bayram-ı Velî'nin bir müridi olan Eşrefoğlu Rûmî aracılığıyla getirildi. "Müzekki'n-Nüfûs" adlı eseri ve şiirleriyle Anadolu tasavvuf çevrelerinde pek sevilen Eşrefoğlu, tarikatta "pîr-i sânî" diye anılır.

Bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan Kadirî seyyidler, Osmanlı Devleti tarafından XIX. yüzyılın başında Irak'taki Girdigân'dan getirtilerek bölgedeki asayişi sağlamak maksadıyla Bitlis, Siirt, Van ve Beytüşşebap gibi şehirlere yerleştirildiler.

İlk olarak Girdigân'dan Güneydoğu Anadolu'ya gelen Seyyid Abdullah Girdigânî'dir. İran'daki Rızâiye bölgesinden gelen Geylânîler umumiyetle Beytüşşebap'a yerleştiler. Bu bölgedeki Geylânî seyyidleri 1925 tarihine kadar kendilerine bağlı vakıflardan geçimlerini sağladılar, Kadiriyye tarikatının temsilcileri ve müderris olarak görev yaptılar.

ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ'NİN TASAVVUF ANLAYIŞI

Abdülkâdir Geylânî'nin tasavvuf anlayışı Kur'ân ve Sünnete dayanır. Onun tasavvuf anlayışında beş kural vardır:

1) Himmeti (niyet ve düşünceyi) yüceltmek,

2) Haramlardan kaçınmak,

3) Hizmeti güzelleştirmek,

4) Azmi artırmak,

5) Nimete saygı göstermek.

Himmeti yüce olanın derecesi yükselir. Haramlardan kaçınanları Allah korur. Hizmeti güzelleştiren keramet sahibi olur. Azmi artıranın hidayeti sürekli olur. Nimete saygı gösterenin nimeti artar.

Yine bu tasavvuf anlayışında vakit namazlarının ardından bir takım virdler okunur. Zikirler sesli yapılır. Ve bu tarikatta riyazetin önemli bir yeri vardır. Kâdiriyye tarikatının Eşrefiyye, Rûmiyye, Hâlisiyye, Garîbiyye, Hilâliyye, Yâfiiyye, Esediyye ve Ekberiyye gibi kolları vardır.

TÜM İSLAM ÜLKELERİNE YAYILDI

Kadirî şerifleri İran, Hindistan, hatta Endonezya gibi Güneydoğu Asya'daki İslâm ülkelerine de yayılmışlardır. Endonezya'daki Pava'da 1779'da Pontianak Sultanlığını kuran Şerif Abdurrahman, kabri bugün de bölge halkı tarafından ziyaret edilen Şerif Hüseyin b. Ahmed el-Kadirî'nin oğludur. 1941'de İngilizlere karşı Irak'ta meydana gelen ayaklanmayı idare eden Seyyid Reşîd Ali el-Geylânî el-Kadirî, Libya'da Kral İdrîs es-Senûsî'nin özel danışmanlığını yaptıktan sonra Bağdat'a dönmüş ve Irak Cumhurbaşkanı Abdülkerîm Kasım'a suikast düzenlemekle suçlanarak idam edildi. 1922'de Irak'ta bakan olan Seyyid Abdurrahman el-Kadirî ile Irak elçisi olarak görev yapan Seyyid Zafer el-Geylânî el-Kadirî de son dönemin tanınmış Kadirîleridir. Abdülhay el-Kadirî, son zamanlarda gerek Kuzey Afrika'da, gerekse başta Irak olmak üzere çeşitli Ortadoğu ülkelerinde yetişmiş eğitim, siyaset, hukuk ve iktisat alanında tanınan Kadirîlerin geniş bir listesini verir.

ESERLERİ

Abdülkâdir Geylânî'ye nispet edilen pek çok eser vardır. Eserlerinden en meşhurları şunlardır: "el-Ğunye li't-Tâlibîn", "el-Fethu'r-Rabbânî", "Futûhu'l-Ğayb", "Mektûbât" "es-Sirâcu'l-Vehhâc fî Leyleti'l-Mi'râc, "ed-Delâil, "Sirru'l-Esrâr ve Mazharu'l-Envâr".

"Geylani adına ilim ve teknoloji üniversitesi kurulmalı"

Abdülkadir-i Geylani'nin torunu Prof. Dr. Muhammed Fadıl Geylani, dedesinin Türk İslam âleminin önemli bir değeri olduğunu işaret ederek, "Türkiye'ye çağrıda bulunuyorum, Geylani hazretleri evliyalar sultanıdır. Bugün kendisine layık olan ise Geylani adına ilim-teknoloji üniversitesi kurulmasıdır. Bunu dilerim çünkü Geylani hazretleri, ona layıktır." dedi.

Prof. Dr. Geylani, dedesinin büyük bir zat olduğunu belirterek, aradan geçen uzun yıllar olmasına rağmen hala pek çok insana manevi rehberlik ettiğini, bu nedenle Türkiye'de kurulacak bir üniversitede, ahlaki donanımlı gençlerin yetiştirilmesi gerektiğini söyledi.

Dedesine duyduğu derin sevgi ve saygısı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Geylani, "Duygu olarak, küçüklüğümden beri Geylani hazretlerinin sevgisiyle büyüdüm. Dedem ve babamın yanında o muhabbet, sevgi ve o aşkla büyüdük. Öyle bir zatın torunu olmak, dünyanın en büyük saadetidir." diye konuştu.

Geylani, konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Dedem Abdülkadir-i Geylani'nin ilmi mahiyetini bildikten sonra Geylani hazretlerinin çok büyük bir zat olduğunu ve mertebesinin çok yüksek olduğunu anladım. Araştırmalarımın sonucunda da Geylani tefsiri üzerinde uzun yıllar çalıştık ve Geylani Tefsiri'ni yayına koyduktan sonra ibare ve metinlerin ve Hazreti Ali'nin ifadesinin tıpa tıp aynı olduğunu gördük. Sanki Geylani, Hazreti Ali'nin son torunlarından değil de ilk torunu ve ilk talebesi gibiydi. Böyle bir ibare görünce sevincimiz, mutluluğumuz, ferahımız, saadetimiz ve şevkimiz daha fazla arttı. Türkiye'ye çağrıda bulunuyorum, Geylani hazretleri evliyalar sultanıdır. Bugün kendisine layık olan ise Geylani adına ilim-teknoloji üniversitesi kurulmasıdır. Bunu dilerim çünkü Geylani hazretleri, ona layıktır."

Batının, kendi büyükleri adına büyük çalışmalar yaptığını anlatan Geylani, "Bazı ülkeler, kendi büyükleri ve âlimleri adına bir hayli üniversite kurdu. Türkiye olarak biz de böyle bir çalışmaya öncülük yaparsak dünyada bir ilk oluruz. Biz de ilk defa Geylani hazretlerinin eserlerini araştırıyoruz. Bir üniversite kurulursa biz, İslam âlemindeki talebelerin çoğunu, yaklaşık 20 bin öğrenciyi bu üniversiteye çekeriz ve ülkemizin mihmandarlığında, önderliğinde ve öncülüğünde İslam âlemine hakiki âlimler yetiştiririz. O âlimler de ülkemizi yüksek yerlere taşır." görüşünü dile getirdi.

"Elimizde 30 orijinal el yazması var"

Anadolu'nun sevilen şairleri Eşrefoğlu Rumi ve Yunus Emre'nin, Abdülkadir-i Geylani hakkında şiirler yazdığını belirten Geylani, dedesinin de şiir ve edebiyatı sevdiğini dile getirerek, bu alanda çalışmaları olduğuna dikkati çekti.

Daha önce Abdülkadir-i Geylani'ye ait kitaplarla ilgili, Doğu bilimci Carl Brockelman ve birkaç kişi dışında ciddi bir araştırmanın olmadığını kaydeden Geylani, şöyle konuştu:

"Dedem Geylani'nin kitapları hakkında dünyada birkaç kişi eserleri olduğunu söylüyor. İslam araştırmacıları bile Abdülkadir Geylani'nin iki-üç eseri var derken, Brockelman, 'Geylani'nin 52 eseri var' demiştir. Rus bir yazar da Geylani hazretlerinin 100'den fazla eseri olduğunu ve bu insanın araştırılması gerektiğini söylemiş. Tarihte ilk defa bu konunun araştırması da bize nasip oldu. Şu ana kadar bazıları bu eserleri inkâr ettiler, 'Geylani tefsirinde bu kadar eser yok' diye ama biz de diyoruz ki bu kadar eser var çünkü orijinalleri elimizdedir. Elimizde 30 orijinal el yazması var. Mesela elimizde bulunan kaynaklarda şu an Futhu'l-Gayb isimli eserinin orijinal ismi Envaru'l-Hadi'dir yani 'Hidayet Sahibinin Nurları'dır. Çünkü bu metinde başlık olarak birinci, ikinci, üçüncü nur olarak geçiyor. Biz, bunun 30 tane orijinal nüshasını bulduk dünyada ve bastırdık. Bizden önce de hiç kimse, 'Bu kitabın orijinalini araştıralım, bu kitabın ismi, esası nedir? Acaba yanlışlar var mı, yok mu?' diye araştırmamış."

Prof. Dr. Muhammed Fadıl Geylani, dedesine ait şiir çalışmaları olduğunu da vurgulayarak, sözlerini şöyle tamamladı:

"Şu anda bizde, dedem Geylani'ye ait el yazma divanı var. Farsça olarak bin beyitlik bir şiir. Ayrıca Arapça olarak da yaklaşık 25 şiirlik bir divanı var. Öncelikle Farsça yazılan divanı Arapçaya çevirtmemiz lazım. Çünkü o çok geniş bir çalışmadır. Elimizdeki Arapça yazılan divanı da inşallah gelecek sene baskıya verip, bastıracağız."

(Derlenmiştir)

kaynağı değiştir]

1 Ramazan Geylânî'nin doğum günü olarak kutlanır, ölüm yıl dönümü 11 Rabi'u't-Sani'dir, bazı alimlerin 29 Şa'ban ve 17 Rabi'tu't- Sani'ye verirler. Hindistan alt kıtasında, onun "urs" veya ölüm yıldönümüne Giyarwee Shareef veya Onurlu Gün denir.[7]

Kaynakça[değiştir

GAVSU'L AZAM

Bâzü’l Eşheb

Nefsi emmare ateşini himmet ve sohbetleriyle söndüren, aşk ve murakabe yolunun sultanı Gavsu’l Azam Abdülkadir Geylânî Hazretleri; insanlara ve cinlere yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle “Gavsü’s Sakaleyn”, karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzü'l Eşheb” (avını kaçırmayan şahin), ilminden dolayı “Sultanü’l Ulema” (bütün âlimlerin sultanı) unvanlarıyla anılmıştır. 

Hem seyyid, hem şerif olan Gavsu’l Azam Hazretlerinin nesebi babası yoluyla Hazreti Hasan’a (radıyallâhu anh), annesi yoluyla Hazreti Hüseyin’e (radıyallâhu anh) ulaşmaktadır.

Sultan, 1077 yılında (Hicri 470) Büyük Selçuklu Devleti döneminde, günümüz İran’ının Hazar Denizi güneybatısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde üstün vasıflara, seçkin özelliklere sahip bir fıtratla Ramazanı Şerif ayında dünyaya geldi.

Zâhid ve hâl sahibi olan babası Ebu Salih Musa Cengidost, o gün rüya âleminde, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Ebu Salih! Allah Teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. O’nun derecesi ve şanı çok üstün ve yüksek olacak” hitabıyla müjdelendi.Kerametini daha beşikteyken gösteren Aşkın ve Sabrın Sultanı, feraset sahibi annesi Ebu Abdullah es Savmai kızı Ümmü’l Hayr Emetü’l Cebbar Fatıma’nın kucağında imsak ile iftar vakti arasında süt emmemiştir.

Babasını erken yaşta kaybeden Abdülkadir Geylânî Hazretleri, annesi ve ahlâkî faziletleri yüksek olan dedesi Savmai’nin terbiyesiyle büyüdü. Allah Teâlâ'nın lütfu, Resulullah Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) duasıyla, çocukluğunu ilâhî kudret ve azamet tecellilerini idrak ederek geçirdi. Sadık rüyalar gibi tecelli eden manevi işaretlere ve ilhamlara mazhar oldu. 

İlmi ve irfani bir ortamda büyümesine rağmen bununla yetinmeyen, selim bir kalp, marifetullah ve muhabbetullahtan hisse alacak bir seviyeye gelebilme niyetiyle yanıp tutuşan Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri on sekiz yaşlarında Bağdat medreselerinde tahsil görmek için, ahlâki ve manevi istidadının farkında olan çevresindeki salih zatların da teşvikiyle, annesinin izin ve duasını alarak, Bağdat’a doğru yola çıkar. 

Hamedan’ı geçtikten bir süre sonra kırk, altmış kadar eşkıya kafilenin önünü keserek, kervanı soyar. Üzerinde para olup olmadığını soran eşkıyalara 40 altını olduğunu bizzat söyler. Bu sözü karşısında şaşkına dönen eşkıyalar, kendileriyle alay ettiğini düşünerek onu reislerinin yanına getirirler. Reislerinin huzurunda, üzerinde olduğunu söylediği 40 altını, elbisesinin koltuğunun altından sökülüp çıkarılınca, hepsi onun doğruluğu karşısında utançla ürperirler. 

Aziz ve Celil olan Allah’ın “Yoksa, insanlar; inandık demeleriyle bırakılıverileceklerini ve kendilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar.” (Ankebut Sûresi, 2) ayeti kerimesinde buyurduğu gibi, yola çıkarken annesine verdiği sözüyle ve Rabbine karşı olan ahdiyle sınanmış, sözünden dönmemiştir.

Doğruluk, avucunda bir kor olsa dahi yalana hayatı boyunca başvurmayan Gavsu’l Azam, bu üstün vasfı ve Allah’ın yardımıyla eşkıyaların tamamını gafletten uyandırıp tevbe ve hidayetlerine vesile olmuştur. 

Bağdat’a vardığında dönemin en iyi medreselerinde eğitim alır. Aynı zamanda Şeyh Debbas’ın (kuddise sırruhû) rehberliğinde seyr u sülûka başlar. Şeyhinin vefatından sonra Ebu Said Muharrimî (kuddise sırruhû) ile yoluna devam eder. Unutulmaya yüz tuttuğu için Hanbeli mezhebine girer. İlimde derinleştiğinde, hocası Ebu Said kendisine Babü'l Ferec'de bir medrese tahsis ederek, burada tefsir, hadis, kıraat, fıkıh ve nahiv dersleri vermesini sağlar.

Hikmet, ancak tezkiye olmuş bir kalpte tecelli eder. Allah’ın zikrinden, tefekkür ve murakabesinden bir an bile uzak kalmayan Abdülkadir Geylânî Hazretleri ibadet ve riyazetle geçen tam yirmi beş yıl sonra, Ebu Said Muharrimî’nin (Mahzumi) elleriyle şeyhlik hırkasını giyer. Şeyh Muharrimî’nin (kuddise sırruhû) vefatından sonra medrese ve dergâh hizmetlerinin başında bulunan Abdülkadir Geylânî Hazretleri, ömrünün sonuna kadar irşad ile meşgul olur.

Hayatımda sahip olduğum en güzel isteğim, “hayatı olmayan bir ölüm ve ölümü olmayan bir hayat”tır diyen Bazü’l Eşheb Abdülkadir Geylânî Hazretleri, nefsinin kıyametini kopartıp, “Bugün mülk kimindir? Vâhid, Kahhâr olan Allah’ındır.” (Mümin Sûresi, 16) ayeti celilesinin azametiyle “hayatı olmayan bir ölüm” ile müşerref olmuş ve “ölümü olmayan bir hayat” ile hilafet tacını giymiştir.

Aşkın ve Sabrın Sultanı, güçlü bir münazara yeteneğine sahipti. Nasihatleriyle ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle, ölü olan kalpleri diriltmiş; aşkıyla şevkiyle, kalbi tecellileriyle huzuruna gelen, sohbetlerine katılan Putperest, Mecusî, Şaman, Budist, Musevi, Hristiyan ve nice Müslüman olmayanları İslam diniyle şereflendirmiştir. Yaşadığı dönemin cumhur uleması tarafından “dini ihya eden, dinin dirilticisi” anlamına gelen “Muhyiddin” ismiyle anılmıştır.

Abdülkadir Geylânî Hazretleri, yüksek ahlâk sahibi, eşi benzeri olmayan bir gönül aslanıydı. İnsanlar ona kolayca ülfet ederdi. Ömrünü ve bütün varlığını İslam’ın muhafazası için gönülleri eğiterek, bidat ve şirke karşı savaşarak geçirmiştir. Lakin insanlardaki genel temayül üzere; hikmetinden ziyade kerametlerinin olağanüstülüğü ön plana çıkarılmış; yolu, izi, fikri düşünceleri, vasıfları ve öğretileri maalesef hakkıyla anlaşılamamıştır. Vaazlarının tamamı tevhid üzerinedir. İkaz, irşad ve nasihatleri, dinin hakikati olan bu sırra ulaşmanın reçetesini vermektedir.

Dinin nihai hedefi tevhiddir, Hz. Adem’den (aleyhisselam), Resulullah Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar tüm peygamberler, dilde hafif manada sonsuz olan tevhidi tebliğ etmek için vazifelendirilmişlerdir. Bu öyle önemli bir bahistir ki, insandaki sırrın açığa çıktığı, şeytanın ayağının kaydığı yerdir. Ve, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim” sırrına maliktir.

Tevhid, Hakk Teâlâ’nın varlığının, birliğinin, kudretinin, azametinin şuur ve idrakine vararak, O’ndan başkasına el açmadan, kimsenin huzurunda eğilip bükülmeden, bizzat hayatın içinde her sosyal alanda ibadet haline dönüştürülmesi gereken bir hakikattir. Tevhidi sadece “Allah vardır” gibi bir mana ile sınırlandırmak, Allah’ı hakkıyla birleyememektir. Gönüller Sultanı Abdülkadir Geylânî Hazretleri bu gerçeği bize, “Hikmetin tamamı tevhiddir. Tevhidin ruhaniyeti, kudret ve azamet tecellileri gönlüne aksetmiyorsa, hayatın içinde yaşadığın her an hikmet ve lutufları görmüyor, kalbinde bir semeresi olmuyorsa bu sözün sana bir faydası yoktur, iddian ancak kuru bir lafızdan ibarettir” sözleriyle ifade etmiştir. 

Ömrünü, insanları Allah’a ve Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) davetle kalpleri ihya ederek geçiren Gönüller Sultanı Abdülkadir Geylânî Hazretleri, 1166 yılında (Hicri 561) Bağdat’ta vefat etti. Allah’ın izni, rızası, iradesi, inayeti, rahmeti ve kudretiyle günümüze kadar hayra kılavuzluk yapma adına tasarrufları halen devam etmektedir. Biiznillah kıyamete kadar da devam edecektir.

Aziz ve Celil olan Allah, ümmeti Muhammedi birlik eylesin. Küfürden, fısktan, cehaletten, faydasız ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten, haramdan, iftiradan, nifak ve ayrılıktan muhafaza eylesin. Kalplerimizi haset ve kıskançlıktan, amelimizi riyadan, dilimizi gıybet ve yalandan, gözümüzü hıyanetten temizlesin. Vatanımızı, milletimizi, namusumuzu korusun. Sarsılmaz bir iman, güzel ahlak, âfiyet ve sağlık ihsan buyursun. 

Rahman olan Allah, bu fena âleminden hakiki yurt olan beka âlemine göçen bütün Müslümanları rahmetiyle kuşatsın. Mahşer gününde cümlemize Livaü’l Hamd Sancağı altında toplanmayı nasip etsin. 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem), onun âl ve ashabının üzerine olsun. (Âmîn)

Haydar Temizel

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır