antagonizma felsefe / antagonizma - ekşi sözlük

Antagonizma Felsefe

antagonizma felsefe

Antagonist Nedir? Felsefede ve Edebiyatta Antagonist Ne Demek, İlk Ne Zaman Kullanıldı?

Özellikle sinema sektöründe çok sık karşılaşılan antagonist kavramının ne demek olduğu merak edilmiştir. Sinema ve sanat alanının dışında felsefede de yer verilen bu kavramın ilk kullanımı Aristoteles'in Poetika adlı eserinde görülmüştür. Yunanca bir terim olan antagonist nedir sorusuna cevap arayan kullanıcılar, internete başvurmuştur. Bu kelimenin bir zıttı olan protagonist sözcüğü de yer almıştır. Karakterler üzerinde belirli bir anlamı olan bu kavram farklı alanlarda önemli bir yere sahiptir. Peki felsefede ve edebiyatta antagonist ne demek, ilk ne zaman kullanıldı? Bu yazımızın devamında kavramla ilişkili merak edilenlere yer verdik. Antagonist nedir sorusuna dair bilgiler

Antagonist Nedir?

Antagonist nedir sorusu kullanıcıların çok sık araştırdığı konulardan birisidir. Sinema sektöründe kötü karakter olarak bilinen bu kavram genel anlamda karşı kişi olarak kullanılır. Bu kavramın kullanımı edebiyatta, sanatta ve felsefede de yer almıştır. Filmlerde veya kitaplarda iyiyi engelleyip kötülüğe hâkim olan karakterlere antagonist denilmiştir. Sadece film veya kitapta değil günlük dilde de kullanılan antagonist kavramına dair farklı örnekler karşımıza çıkacaktır.

Felsefede ve Edebiyatta Antagonist Ne Demek?

Antagonist kavramının felsefe ve edebiyattaki karşılığı da kullanıcılar tarafından araştırılmıştır. Felsefe de çok sık kullanılan antagonist kavramı ilk olarak Aristoteles tarafından ortaya çıkmıştır. Onun poetika adlı eserinde kullanılan bu kavram, felsefede de büyük yer edinmiştir. Antagonist, bir kurguda ana karakteri engellemekle yükümlü kişidir. Bu terim karşı kişi, Muhalif düşman olarak da bilinir. Marksizmin kurucusu Karl Marx'ın "Antagonizm ile yaratmak, üretmek" şeklinde tanımladığı bu kavram ile kapitalizmin sömürüyü arttırarak kendi antagonistlerini yani karşıtlıklarını üretmesi olduğunu ileri sürer. Bu durum kapitalizmin lehine iken, sosyalizmin aleyhinedir. Bu kavram edebiyatta da özellikle roman karakterleri üzerinden karşılaşmak mümkündür.

Edebiyatta Antagonist Ne Anlama Gelir?

Edebiyatta antagonist ne anlama gelir sorusu kullanıcılar tarafından araştırılmıştır. Edebiyatta özellikle romanlarda kötü karakter anlamına gelecektir. Başkarakter çevresinde antagonistler sürekli onlara karşı cephe kurarlar. Başkarakter antagonist kişilerle sürekli mücadele eder. İyilikten çok kötülükten yana olan bu karakterler hile veya şiddete de başvururlar. Edebiyat dünyasında antagoniste örnek olarak Faust ve Times Arrow örnek verilebilir.

Giriş, s.

“Şu an sevişmiyorum, sizinle konuşuyorum. Gelin görün ki sevişirken yaşadığım tatminin aynısını yaşıyor olabilirim.” Yüceltimin bastırmasız dürtü tatmini olduğu iddiasını açıklarken bu örneği verir Lacan. Yüceltimi genellikle ikame bir tatmin diye düşünürüz: “Sevişmek” yerine konuşmak (yazmak, resim yapmak, dua etmek vb.) ile meşgul olurum – bu sayede, “eksik” olan tatminin yerine başka tür bir tatmin elde ederim. Yüceltimler, eksik olan cinsel tatminin yerini alan ikame tatminlerdir. Oysa Lacancı psikanaliz daha paradoksal bir tespitte bulunur: Faaliyet farklıdır ama tatmin bire bir aynıdır. Başka bir deyişle, burada esas nokta konuşmaktan elde edilen tatminin “cinsel kökeni”ne istinaden açıklanması değildir. Esas nokta, konuşmaktan elde edilen tatminin bizatihi “cinsel” olmasıdır. Bizi cinselliğin doğası ve statüsünün ne olduğu sorusunu kökünden ele almaya zorlayan da budur. Marx’ın meşhur cümlesini hatırlayalım: “Maymun anatomisinin anahtarı insan anatomisindedir” (ve bunun tersi geçerli değildir belki de). Benzer şekilde, konuşmaktan elde edilen tatminin cinsel tatminin yahut cinselliğin ve bünyevi çelişkilerinin bir anahtarını içerdiği (ve bunun tersinin geçerli olmadığı) hususunda diretmemiz gerekiyor. Bu kitabın doğrultusunu belirleyen basit –ama aynı zamanda en zor– soru buradan doğmaktadır: Cinsellik nedir? Cinsellik meselesine yaklaşım tarzımızda, bu meselenin psikanalizin tam manasıyla felsefi problemlerinden biri olarak ele alınmasını öneriyorum – ontoloji, mantık ve özne kuramından başlamak üzere, felsefe teriminin uyandırdığı tüm çağrışımlarla birlikte.

Psikanaliz (Freudcu-Lacancı çizgisinde), diğer şeylerin yanı sıra, felsefe içinde önemli, doğrudan yankılar uyandıran çok kuvvetli bir kavramsal icat da olmuştur. Felsefe ile psikanaliz arasındaki karşılaşma çağdaş felsefe içinde en bereketli inşaat sahalarından biri olup çıkmıştır. Klasikleşmiş filozoflar ve klasikleşmiş felsefe kavramları (mesela özne, nesne, hakikat, temsil, gerçek) üstüne etkileyici, yeni ve özgün okumalar doğurmuş, çağdaş felsefe içinde sahiden yeni bir damar açmıştır. Felsefenin kendisinin klasikleşmiş mefhumlarından bazılarını, kaçıp kurtulmak için yanıp tutuştuğu metafizik geçmişine havale edip terk etmeye hazırlandığı bir uğrakta, Lacan çıkıp bize paha biçilmez bir ders vermiştir: Sorun bu mefhumların kendilerinde değildir; (bazı felsefe yapma tarzlarında) sorun tüm bu mefhumların ima ettiği ve parçası olduğu bünyevi çelişkinin (ya da antagonizmanın) yadsınması veya silinmesidir. Bundan dolayı, bu mefhumlardan öylece vazgeçilmesi önemli bir savaşın kazanılmasından ziyade savaş alanının terk edilmesidir. Buna benzer ama simetrik olmayan bir şekilde, felsefi kavramlardan vazgeçmeyip onlarla iş gören ve felsefi tartışmalarda rol oynayan psikanaliz de (klinik bağlamı içinde dahi) çok şey kazanmıştır. Çünkü bu sayede kendisini güven içinde sınırlanmış, özelleşmiş bir uzmanlık ve pratik sahasına kapatmak yerine, genel düşünce manzarasına, oradaki mücadele ve antagonizmalara müdahil olmaya devam etmiştir. Lacan’ın sürekli dikkat çektiği, Uluslararası Psikanaliz Derneği ile yaşadığı münakaşanın (ihraç edilmesinin) merkezinde yatan ayrım da bu olmuştur: bir yanda kendisine uygun görülüp tahsis edilen ya da içine kapatıldığı sahası/ tımarı içinde tanınan bir tedavi pratiği olarak psikanaliz, diğer yanda Lacan’ın düpedüz dört bir yana saçılan (felsefe, bilim, edebiyat vb.) düşünsel (ve pratik) taşkınlıkları. Asıl ayrım çizgisini basitçe farklı psikanalitik yönelimler arasındaki savaşta değil burada görmüştür Lacan. Meşhur kısa seanslar dışında, Lacan’ın (kendisi de psikanaliz pratiğinin dışında gerçekleşen ve evrensel bir istikamet taşıyan) “öğretisi”nde yaptıklarını hedef alan anahtar sözcük, anahtar hakaret “zihinselleştirme” olmuştur – Lacan da bu hakareti yönelten analistlere hakaretle yanıt vermekten çekinmemiş, onlar için “bilinçdışının ortopedistleri” ve “burjuva rüyasının teminatçıları” demiştir. “Zihinselleştirme” iddiasının sebebi yalnızca Lacan’ın kişiliği (zekâsı, bilgisi, hırsı) değil, Freud’un yaptığı keşfin kalbinde yattığını, bu keşfin doğurduğu esas skandaldan sorumlu olduğunu fark ettiği unsurdur. “Bilinçdışı düşünür”: Söz konusu keşfin anafikrini böyle ifade etmeyi sever Lacan. İncelikli rüyalar, dil sürçmeleri ve esprilerin yanı sıra son derece ruhani (diğer) biçim ve yaratımların hepsi bilinçdışının gerçekleştirdiği çalışmanın tezahürleridir. Bilinçdışının öylece akıldışı bir tarafı yoktur. Lacan’ın dikkat çekmeyi sevdiği başka bir nokta da, Freudcu cinsellik anlayışının (bilinçdışıyla bağlantılı olarak) doğurduğu en büyük skandalın sözümona galizliğinde değil, “fena halde ‘zihinsel’ olması”nda yattığıydı. “Bu bakımdan, entrikalarıyla toplumu mahvedeceği düşünülen yığınla teröristin yanına yakışan bir yardakçı gibi görünüyordu” (Lacan b, ). Tam bu manada, konuşmaktan (ya da başka tür bir zihinsel faaliyetten) elde edilen tatminin “cinsel” olduğu söylendiğinde, sırf zihinsel faaliyetlerin alçaltılması değil, cinselliğin hayret uyandıracak ölçüde zihinsel bir faaliyet mertebesine çıkarılması da söz konusudur.

Yani Lacan’ın psikanaliz içindeki en önemli ayrım çizgisi ve mücadeleyi nerede konumlandırdığı konusunda şüpheye pek yer yoktur: “Beni dinleyenlere kötü psikanalistleri nasıl ayırt edebileceklerini söylemek istiyorum: teknik ve kuram üstüne yapılan araştırmalar içinden, sahiciliği bakımından Freudcu deneyimi ileriye taşıyanların hepsini ucuzlatmak için kullandıkları sözcükle. ‘Zihinselleştirme’ sözcüğüyle” (Lacan b, ).

Gelgelelim psikanaliz ile felsefe arasındaki karşılaşmanın her ikisi için de gayet ilham verici ve bereketli bir inşaat sahası olduğu ortaya çıkmış olmasına karşın, bu sahadan uzak durmak son zamanlarda her iki alan için de gitgide parola (veya moda) halini almıştır. Felsefeciler saf felsefeyi ve bilhassa ontolojiyi yeniden keşfetmiştir; yeni ontolojiler üretmekle meşgulken, olsa olsa belli bir tedavi pratiğine karşılık gelen lokal bir kuram pek ilgilerini çekmemektedir. Öte yandan psikanalistler de kendi kavramlarının “deneysel” (klinik) nüvesini yeniden keşfetmekle meşguldür, ki bunu kimi zaman kutsal kâseleri gibi sunmayı severler – kendilerinden başka hiç kimsenin temas etmediği nihai Gerçek gibi.

Kitap bu bakımdan, daha cilalı “kavramsal ürünler”, “hizmetler” veya “tekil deneyimler” lehine söz konusu inşaat sahasını terk etmeyi reddetmesiyle –gerek metodolojik gerekse ideolojik açıdan– “içinde yaşadığımız zamana” ters düşüyor. Okuyacağınız sayfalar iki önemli boyutu olan bir kanının ürünü: Bunlardan ilki, psikanalizde cinselliğin her şeyden önce gerçekliğe ait süreğen bir çelişkinin ifadesini oluşturan bir kavram olduğu. Diğeri ise bu çelişkinin ikincil bir düzey (çoktan tesis olmuş kendilikler/ varlıklar arasındaki bir çelişki) biçiminde sınırlanması veya indirgenmesinin mümkün olmadığı, aksine –bir çelişki olarak– bu kendiliklerin yapılandırılışına, varlıklarına müdahil olduğu. İşte tam bu manada cinsellik ontolojik açıdan önemlidir: nihai bir gerçeklik olarak değil, gerçekliğe ait bünyevi bir sapma ya da engel vasfıyla.

Yani “Lacan ve felsefe” meselesi burada bahislerin en yüksek göründüğü noktada ele alınıp kurcalanmaktadır. Cinsellik, Lacan ve kavramlarının felsefe tarafından en sıcak karşılandığı durumlarda dahi genellikle dışarıda bırakılan mevzudur; ontoloji ise maître (efendi) ile m’être (être, olmak sözcüğünden) arasındaki eşseslilikten istifade eden Lacan’ın efendi söylemiyle ilişkili gördüğü bir şeydir. Ontoloji “birinin peşinden gitmek”, “birinin emrine amade olmak” iması taşır (Lacan , 31).

Gelgelim –daha doğrusu tam da bu yüzden– “cinsellik ve ontoloji” sorusunu ortaya atmak şart gibi geliyor. Felsefe ile psikanaliz arasındaki karşılaşmanın kaderinin bu noktada belirlendiğini ve sahnelendiğini iddia ediyorum.

Louis Althusser’in “Marx ve Freud Üstüne” adlı güçlü denemesinde savunduğu gibi, Marksizm ile psikanalizin ortak noktalarından biri, kuramlaştırdıkları çatışmanın içinde konumlanmış olmalarıdır; kendileri de çatışmalı ve antagonistik diye gördükleri gerçekliğin parçasıdırlar. Böyle bir durumda bilimsel nesnelliğin ölçütü farazi bir yansızlık değildir, çünkü söz konusu antagonizmanın ya da gerçek sömürü noktasının gizlenmesinden (ve böylece sürdürülmesinden) başka bir şey değildir bu yansızlık. Herhangi bir toplumsal çatışma söz konusu olduğunda “yansız” bir konum her zaman ve muhakkak hâkim sınıfın konumudur: “Yansız” görünmesinin sebebi, hâkim ideoloji mertebesine ulaşmış olmasıdır, ki hâkim ideoloji bize her zaman malumun ilamı gibi gelir. Bundan dolayı böyle bir durumda nesnelliğin ölçütü yansızlık değil, kuramın o durumun içinde belli bir bakış açısını, müstesna bir bakış açısını benimseme kabiliyetidir. Bu manada, nesnellik burada “kısmi” veya “taraflı” olma kabiliyetinin ta kendisiyle bağlantılıdır. Althusser’in dediği gibi: Çatışmalı bir gerçeklikle meşgul olduğumuzda (Marksizm ve psikanalizde olduğu gibi), her şeyi her yerden göremeyiz (on ne peut pas tout voir de partout); bazı konumlar bu çatışmayı gizler, bazıları açığa vurur. Bundan dolayı bu çatışmalı gerçekliğin özü, ancak bu çatışmanın ta kendisinin içinde belli konumların işgal edilmesi, diğerlerinin işgal edilmemesi ile keşfedilebilir (Althusser , ).

Bu kitap cinselliğin yahut cinsel olan’ın psikanaliz içinde tam da böyle bir “konum” ya da bakış açısı olduğunu gösterme ve savunma amacı taşıyor. Muhtevasından (“galiz” veya tartışmalı olmasından) ötürü değil, bizi görmeye, düşünmeye ve ilgilenmeye mecbur bıraktığı müstesna çelişki biçiminden (antagonizma) ötürü.

Hacminden anlaşılmayabilir, ama bu kitap yıllar süren bir kavramsal çalışmanın ürünü. Çizgisel olmayan, ilerlemelerin yanı sıra en güç sorunlara farklı açı ve perspektiflerden geri dönüşlerden ve nihayetinde birçok şeyin, birçok söz[cüğ]ün kesilip atılmasından oluşan bir çalışma oldu bu. Yıllar içinde kitabın birkaç bölümü devam eden bir araştırmanın sunumu biçiminde görücüye çıktı ister istemez. Ancak bu bakımdan herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için, hem bu kitabın bir derleme olmadığını (ki bu az çok ortada zaten) hem de önceden yayımlanmış parçaların bu kitaptaki hallerine eş malzemeler oluşturmadıklarını vurgulamak istiyorum. Sadece bazı hayati kavramsal nokta ve kavşaklarda önemli ölçüde yeniden şekillendirildikleri ve tashih edildikleri için değil, aynı zamanda ancak bu yapıtın içinde ne iseler o haline geldikleri, yani kitap boyutunda, merkezi bir argümanın parçası oldukları için.

Yakın dönemde, Lorenzo Chiesa’nın The Not-Two (İki-Olmayan) ve Aaron Schuster’in The Trouble with Pleasure (Haz Belası) kitapları yayımlandı – konuları birden fazla açıdan benimkiyle kesişen kitaplar. Sunduğum tartışmada bu çarpıcı yapıtların önemli bir rol oynamıyor olmasının çok basit bir nedeni var: Uzun yıllardır kendi “paralel evrenler”imizde bu konular üstünde çalışıyoruz, dostça bir suç ortaklığı içindeyiz, ama herkes kendi “saplantı”sını ve yolunu takip ediyor. Burada “paralel evrenler”imizin bağımsızlığını korumanın en iyisi olacağını düşündüm – bu karar yüzünden böyle önemli yapıtların farkında olmadığım zannedilmesin.

CHANTAL MOUFFE’DA ANTAGONİZMA’NIN KÖKENLERİ ÜZERİNE BİR DENEME1 Dr. Melih COŞGUN, University of Kütahya Dumlupınar [email protected] ÖZET Marksist literatürde karşımıza çıkan sosyalist bir topluma varmak için tamamlanması gereken toplumsal aşamalar gibi Mouffe’da da siyasal olana ulaşmak için öncelikle antagonistik ve agonistik aşamalardan geçmek gerekmektedir. Genel bir ifade ile çatışmacı ve şiddet eğilimli bir ortamı anlamlandırmak için kullanılan antagonizma içerisinde barındırdığı karşıtlıklarla sorunlu bir alanı ifade etmektedir. Bu sorunlu alandan agonizmaya geçiş ve nihayetinde siyasal olana erişme çabası Mouffe’un temel tahayyülünü oluşturmaktadır. Hatta bu durumun toplumsal politik hayata kattığı dinamizmi, yine Karl Marx’ın sınıf mücadelelerini itici bir güç görmesi gibi, itici bir kuvvet olarak övgüye mazhar bulmaktadır. Çalışma bağlamında ise Post Marksist geleneğin sınırlarını belirlediği ve fakat zaman zaman Schmittyen bir tavrın da araç olarak kullanıldığı antagonizma, agonizma ve siyasal olana varma çabası, asıl olarak çatışmaların merkezinde yer alan temel sorunsalı cevaplama çabasıyla ilk ivmesini kazanmaktadır. Bu noktada çalışmanın temel amacı antagonizmanın ortaya çıkmasındaki nedenlere cevap aramaktır. Tarihsel sürecin belirlediği şartlar aynı zamanda çalışmanın kronolojik seyrini de belirlemektedir. Sınırların çizilmesi adına Chantal Mouffe özelinde eleştirel bir yaklaşım tercih edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Agonizma, Antagonizma, Chantal Mouffe. AN ESSAY ON THE ORIGINS OF ANTAGONISM IN CHANTAL MOUFFE ABSTRACT In order to reach a socialist society, which has to be completed in Marxist literature, such as social stages to be completed, it is necessary to pass through antagonistic and agonistic stages in order to reach the political one in Mouffe. It refers to a problematic area with antagonisms within the antagonism used to make sense of a confrontational and violent environment. The transition from this problem area to agonism and ultimately to reach the political one constitutes Mouffe's basic imagination. In fact, the dynamism that this situation brings to the social political life is praised as a driving force, as it sees Karl Marx's class struggle as a driving force. In the context of the study, the post-Marxist tradition determines the boundaries of the Marxist tradition, but from time to time the Schmittyen attitude is used as an instrument of antagonism, agonism, and the attempt to reach the political one, the main problem in the center of the conflict is to gain the first momentum in an effort to answer. At this point, the main purpose of the study is to seek answers to the causes of antagonism. The conditions determined by the historical process also determine the chronological course of the study. In order to draw the boundaries, a critical approach was chosen for Chantal Mouffe. Keywords: Agonism, Antagonism, Chantal Mouffe. 1 Bu makale, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı’nda tamamlanmış Doktora tezinden türetilmiş bir çalışmadır. GİRİŞ Çalışmada asıl olarak yanıtını vermeye çalışacağım temel soru antagonizmanın kökenlerinin nerede yattığı olacaktır. Diğer bir ifadeyle düşman ve çatışma kavramlarının hangi toplumsal-politik gerçeklikler ve gerekçeler minvalinde ortaya çıktığını Mouffe özelinde yanıtlama çabası sarf edilecektir. Bu bağlamda öncelikle Mouffe’un dikkatlerimizi çekmeye çalıştığı noktalardan ilki, bütün toplumsal nesnelliklerin eninde sonunda politik olduğu ve bu politik olanın toplumsal nesnelliğin kuruluşunu yöneten bir dışlamaya ihtiyaç duyduğudur (Mouffe, 32). Tam da bu noktada ilk olarak kurucu iktidarın kendisini meşru veya daha meşru kılma gayretinin önemli kilit taşlarından olan, bir “öteki”, “dışarı”, “diğeri” ile yola çıkma isteğini görmekteyiz. Bu bağlamda Derrida’nın “kurucu dışarısı” kavramsallaştırması kullanışlı bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Derrida, yapısalcılık felsefi akımının karşıtlığında kendisini konumlandıran ve bilhassa yapısalcı metodolojinin öznenin önemini görmezden gelen diğer bir ifadeyle nesnel süreçlere atfedilen aşırı değerin özneyi değersizleştirmesini eleştirmektedir. Derrida, Deleuze, Guattari, Lyotard gibi düşünürlerin savunduğu post yapısalcı düşünceyi, Levi-Strauss, Ronald Barthes, Jacques Lacan, Yapısalcı Marksizm bağlamında Althusser gibi düşünülerin savunuculuğu yaptığı yapısalcı felsefeden ayıran temel nitelik yapısalcı analiz karşıtlığında şekillenen yapı sökümü yöntemi, öznenin yeniden olumlu anlamda konumlandırılmasıdır (Saygın, 9,10). Post yapısalcı bir seyrin belirlediği çalışmanın güzergahı modernitenin bütünlükçü tavrının eleştirisi üzerinde şekillenmektedir. Modern düşünce yapısının totaliter tavrı ve özgür görünmesine rağmen sınırlarının modernite tarafından belirlendiği modern birey temel eleştirimizin merkezinde yer almaktadır. Çalışmanın odak noktasının dağılmaması adına yapısalcılık – post yapısalcılık tartışmasına girilmeden, ana eksenin post yapısalcı ve post modern bir tavra sahip olduğu ve başlangıcında kurucu dışarısının antagonizmayı tetiklediği iddiamız çerçevesinde çalışmamıza devam edilecektir. ANTAGONİZMA VE KÖKENLERİ Chantal Mouffe’un düşün sisteminin merkezindeki, diğer bir ifadeyle fikirlerinin çıkış noktasındaki, anahtar kavram “antagonizma”dır. Bu kavram, nihayetinde “siyasal olana” kadar varacak uzun yolculuğun başlangıç noktasında yer almaktadır. Bu yolculuk esnasında pek çok zaman “agonizma” ivmesini de kullanan Mouffe, fikirlerini bu üç temel kavram üzerine inşa etmiştir. İş bu noktada Mouffe’u doğru anlayabilmenin ön koşulu bu üç kavramı ayrıntılı bir biçimde analiz etmekten geçmektedir. Bu ayrıntılı analiz aynı zamanda bize Mouffe’u eleştirirken daha uygun argümanları kullanma fırsatını sağlayacaktır. Antagonizma, etimolojik açıdan ilk olarak Antik Yunan’da “antagonistes” biçiminde karşımıza çıkmaktadır (seafoodplus.info, ). “Birine karşı yarışmak” anlamını içeren kavram, güncel manada ise Fransızca olan “antagonisme” kavramından çevrilmiştir. Dilimizde; zıtlık, tezat, karşıtlık olarak anlam bulmuştur (TDK, ). Mouffe ise antagonizmayı öncelikle düşmanlar arasındaki bir mücadele olarak tanımlamakta (Mouffe, 27) ve bu mücadelenin şiddet içeren bir çatışma ortamına sürüklediğini belirtmektedir (Mouffe, 28). Mouffe’un, antagonizmayı tanımlama çabası sürecinde, düşman kavramını tercih etmesi bir tesadüf değildir. Düşman ve hasım kavramsallaştırmalarının farklılığı üzerinden bir yorumlama içgüdüsüyle hareket etmiştir. Düşman kavramının içeriğine dair Schmitt’ten oldukça etkilendiğini söylemek mümkündür. Zira Bezci’nin de isabetli bir biçimde üzerinde durduğu gibi düşman, dost kavramının karşıtlığında şekillenmiştir. Dost ise pek çok batı dili kökeninde kan akrabalığına dayanan bir içeriğe sahipti. Diğer bir deyişle düşman, kan akrabalığı olmayanı tanımlamak için kullanılmıştı (Bezci, 36). Mouffe’da ise düşmanı tam da genelde Almanların özelde ise Carl Schmitt’in üzerinde durduğu biçimde yani “bizden” olmayan anlamında karşımıza çıkmaktadır. Düşman kavramına Mouffe’un antagonizmasında bilhassa zorbalığı, kaba kuvveti, şiddetli bir ayrışmayı teşvik ve temsil ettiği için pejoratif bir anlam yüklenmiştir. Mouffe, salt ve katıksız bir “biz”i bireyleri tek tipleştirdiği için dışlamakla birlikte, bu “biz”in belirlediği sınırların ardına itilmeye çalışılan “onlar”ı da bir yandan sahiplenmek istemektedir (Mouffe, 16). Tam da bu noktada Mouffe, antagonizmadaki düşman kavramı yerine şiddet içermeyen, ontolojik bir tehdit oluşturmayan ve antagonistik felsefeden ayrılıp agonistik düşüncenin bir parçası olan “hasım” kavramsallaştırmasını tercih etme eğilimindedir. Tarihsel sosyolojik açıdan bireylerin ve toplumların, mutlak suretle “biz” ve “onlar” dikotomisi üzerinden şekillendiğini görmekteyiz. Mouffe bu durumu kabul etmekle birlikte günümüz modern toplumlarında bu ayrışmaların toplumlara dinamizm kattığının da altını çizmektedir (Mouffe, 19). Fakat bu ayrışma şiddet içeren bir çatışma biçiminde değil bireylerin kendilerini ifade edebildikleri platformlarda şiddet içermeyen şekillerde olması gerektiğini belirtmektedir. Kurgu içerisinde ana karakterin karşıtını oluşturan, kendi varlığını bu karşıtlık üzerinden şekillendiren, ona engel olmaya çalışan kişinin, muhalif kişi olarak tasvir edildiği antagonizma, aynı zamanda Marx’ta özellikle kapitalizm eleştirilerinde ezenler ve ezilenler arasındaki ilişki örneğinde olduğu üzere karşıtlık içerisinde üretmek anlamında da karşımıza çıkmaktadır (Göker, ). Diğer yandan Zizek de antagonizmanın sadece iki veya daha fazla karşıtlığın değil birin dahi içerisinde ontolojik olarak var olduğu ile onun yansıması arasında antagonizmanın varlığına işaret etmektedir (Zizek, 35). Antagonizma kavramının genel olarak karşıtlığı sembolize ettiğini söylemekle birlikte Mouffe literatüründe; karşıtlıkları, karşılıklı mutabakata varma yöntemiyle çözme eğilimi bulunmayan, kendi varlığını karşısındakinin yok edilmesi için mücadeleye adayan, şiddet kullanmaktan kendini sakınmayan “düşman” tanımı üzerinde şekillendiğini görmekteyiz. Bunlara ek olarak bu düşmanın çatışma üretme, çatışmayı sürdürme ve çatışmadan beslenme gibi kötü olarak nitelendirebileceğimiz özellikleri de ön plana çıkmaktadır. Genel hatlarıyla düşman ve çatışma argümanlarını içeren Mouffe’un antagonizması siyasal olana varmak için öncelikle agonizmaya dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu sürecin doğru ve sorunsuz ilerleyebilmesi için öncelikle antagonizmanın nedenleri, çözümleri ve çözüm yöntemleri üzerinde durmanın yararlı olacağı düşünülmektedir. “Kurucu Dışarısı” “Kurucu dışarısı”, toplumsal nesnelliğin üzerine inşa etmesi gerektiğine inanılan mutlak bir dışlama felsefesinin içermektedir (Mouffe, ). Kavram ilk defa Henry Staten tarafından dile getirilmiştir (Staten, ), Derrida’nın ek, iz, farklılık kavramlarını bir arada betimlemek için kullanmıştır. Mouffe, herhangi bir kimliğin oluşturulmasının istisnasız her zaman en az bir farklılığın tesis edilmesi anlamına geldiğini belirtmiştir. Yine Derrida etkisiyle her kimliğin ilişkisel bir bağ ve düzeyde diğer bir anlamda dışarısını oluşturma çabası ve bir ötekini fark etme üzerine kurulmuştur. Aynı zamanda bu fark etme biçimi ve ilişki ağı siyasetin bu ikiliye her daim ihtiyaç duyması güdüsünü oluşturmuştur (Mouffe, 25). Bu dışlama sürecinin daha sonra biz/onlar ilişkisi üzerinden sadece farklılıkların oluşturulması ve kabul edilmesi halini alması ön görülürken, aynı zamanda dost/düşman ilişkisinin doğması ihtimalini da ortaya çıkarmıştır (Mouffe, ). Teorik olarak tasvir edilen kurucu dışarısının pratik bağlamda pek çok farklı coğrafyadan kurucu iktidarın meşruiyet arayışı sırasında kullanıldığını görmekteyiz. Modern Türkiye’nin oluşturulması sürecinde Cumhuriyetçi kadroların kurucu dışarısı olarak “İslam”ı karşıtlık konumuna yerleştirilmesi (Kahraman, ), Fransız İhtilali’nin ardından yeni bir siyasi örgütlenme biçimi olarak ulus-devlet modelinin kurucu dışarısının “imparatorluk” fikri olduğu (Skocpol, ) yine bu bağlamda karşımıza çıkmaktadır. Ekim Devrimi’nin ardından sosyalist kökenli yönetim kadrolarının kendi meşruiyet arayışlarını tabii olarak kapitalizmi kurucu dışarısı olarak ötekileştirerek tamamlaması (Moore, ); Japonya örneğinde tecrübe edildiği biçimiyle toplumsal bir sınıfın da kurucu dışarısı olarak nitelendirilip dışlandığını da Meiji Restorasyonu döneminde güçlü bir toplumsal sınıf olan samurayların radikal bir şekilde yıpratıldığını da görmekteyiz (McNeill, ). Değinilen örneklerden de görüleceği üzere kurucu iktidar meşruiyet kazanma adına kendi karşıtlığına mutlak bir suretle kurucu dışarısını yerleştirmektedir. Bu dışlama biçimi öteki olarak nitelendirdiğimiz tarafın da kendine meşru veya gayrimeşru zemin arayışına girmeye başladığı andan itibaren çatışma ortamına neden olmaktadır. Antagonizmanın diğer bir ifadeyle farklı cenahların ve onların fikirlerinin çatışmasının nedenlerinin başında henüz iktidarın kuruluş aşamasında kullandığı bu araç, kurucu dışarısı, sistemin işleyişinin harekete geçmesinden itibaren etkin bir rol oynamaktadır. Kurucu dışarısının yanı sıra siyasal iktidarın karar verici tavrının belirlediği ve farklı bir dışlama ya da öteki oluşturma yöntemi olan ve nihayetinde bir yandan kendisinin merkezi konumunu ve erkini güçlendirirken diğer yandan çatışmayı körükleyecek olan dile yüklenen anlamdır. “Dil-Oyunları” Marksist felsefenin temel öğretilerinden olan alt yapı ilişkilerinin üst yapıyı doğrudan etkilediği fikrini (Marx, ) hapishanede geçirdiği senelerde yeniden yorumlayan ve bu konuda Marx ve Engels’in yanıldığını düşünen Gramsci, üst yapı organizasyonlarının da alt yapıyı doğrudan etkilediğini dile getirmiştir (Gramsci, ). Gramsci’nin açtığı bu yolu takip eden Althusser, bu görüşe ek olarak kullanılan araçlara dikkat çekmektedir. Devletin ideolojik ve baskıcı aygıtlarının devlet iktidarını elinde bulunduranlar tarafından yönlendirildiğini ve bu üst iktidarın belirleyiciliğine vurgu yapmaktadır (Althusser, ). Üst iktidarın belirleyiciliği konusunda tam da bu noktada Schmitt’in yılında kaleme aldığı eserinden şu ifadelere yer vermek tamamlayıcı bir nitelik sunmaktadır: “Söz konusu olan bu belirleyici siyasal kavramlar ise, esas mesele bunları kimin yorumladığı, tanımladığı ve kullandığı; somut olarak barışın, silahsızlandırmanın, müdahalenin, kamusal düzenin, güvenliğin ne anlama geldiğine kimin karar verdiği meselesidir. İnsanlığın yasal ve tinsel yaşamının en önemli tecellilerinden biri, gerçek iktidara her kim sahipse onun kavramların ve kelimelerin içeriğini belirleyebildiği gerçeğidir. Sezar dil bilgisine de hâkimdir” (Mouffe, ). Aynı bahis üzerinden dile yüklenen anlamın belirleyicisi olarak güçlü bir iktidar fikri Koselleck’in Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar eserinde tarihsel bir örnek ile karşımıza çıkmaktadır. Geç-ortaçağda kullanılmaya başlayan Almanca “bund” kavramı Luther’in çeviri faaliyetleri esnasında Eski Lahit’teki “berith” kavramına karşılık olarak tercüme edilmiştir. Kavram aslen dini olmakla birlikte tam da bu yüzden dönemin koşulları bağlamında politik bir biçim almıştır. Tanrı tarafından yapılabilecek bir anlaşma, birlik analımda kullanılan kavram netice olarak insanların bu konudaki tasarrufunu reddetmektedir. Bahsi geçen dönemde “bund” kavramı politik Protestanlığın imparatorluk hukukuna göre toplumsal siyasal dil kullanımından aforoz edildi. Günümüzde ise bu dini temelinden uzaklaşarak “Schmalkaldischer Bund” olarak dinsel reformların sonucunda kazanılan politik özerklikleri nitelendirmek için kullanılma biçimi karşımıza çıkmaktadır (Koselleck, ). Dile yüklenen anlamın içeriğine ilişkin Wittgenstein da günümüz rasyonel ilişkilerinin üzerinde şekillenen meşruluk anlayışının bir anlaşma (einverstand) şeklinde değil de aksine tek sesli (einstimmung) bir biçimde ortak yaşama katılım yönetimiyle bir anlaşma tercih edildiğine işaret etmektedir (Mouffe, 24). Pitkin de bahsi geçen mevzu ile alakalı olarak genel olarak uzlaşmanın özel de ise bu tarz bir uzlaşmanın geçici, kısmi ve eğretiliğini vurgulamaktadır (Pitkin, ). Eleştirilerini, Wittgenstein’ın bu tespiti ve Pitkin’in uzlaşma tanımı üzerinden yoğunlaştıran Mouffe, bu tarz bir tek tipleştirmenin siyasal olana ulaşma konusunda ciddi sorunlar barındırdığını dile getirerek bahsi geçen mevzuda her iki düşünürü de desteklemektedir. Bu bağlamda Wittgenstein’ın “dil-oyunu” olarak adlandırdığı ve dil ile dilin örüldüğü eylemlerden oluşan bir bütün (Wittgenstein, 15) şeklinde tanımladığı bu kavramı bilhassa “dilin örüldüğü eylemler”e yön veren bir iktidarın içini doldurduğu bir hal aldığını görmekteyiz. İktidarın bu yön verme gücüne ilişkin Wittgenstein’ın yanı sıra Foucault’nun “rasyonel” kavramının kapsamına ilişkin tartıştığı sayfalarda kavramın içeriğinden ziyade hangi anlamda kullanıldığına dikkat çekmek istemektedir. Foucault, iktidarın bu belirleme esnasındaki duruşu ve tavrının rasyonaliteyi nasıl biçimlendiği ilişkisi üzerinde durmuştur (Foucault, 27). İktidarı elinde bulunduran üst gücün dilin içeriğine ilişkin kullandığı manipülatif hareket alanı, kendi ve kendinden olanlar için yönlendirilmiş anlamlar içermesi açısından diğerleri için bir dışlama doğurmaktadır. Kavramların anlamlarını ve içeriklerini belirleme içgüdüsü bahsi geçen kavramların kendilerinden olmayan ötekiler için içeriğinin boşaltılmaya çalışıldığı izlenimi oluşturabilir. Bu durum ise dili kullanarak tıpkı kurucu dışarısı konusunda olduğu gibi bir ötekine ihtiyaç duyma ve onu oluşturma süreçlerini de beraberinden getirmektedir. Bu ise agonizmaya taşıyacak olan karşıt tarafın bir hasım değil de aksine antagonizmaya neden olacak ve hatta zaman ilerledikçe onu derinleştirecek ikinci bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Az önce Wittgenstein’ın temas ettiği üzere dil üzerinde bir tek tipleşmenin yanı sıra onu kadar tehlike arz eden diğer bir husus ise Kant’ın evrensel ahlakı ve nihayetinde kozmopolitanizm düşüncesidir. “Evrenselcilik” Kant’ın ahlak felsefesine ilişkin iki temel eserinden biri olan Salt Aklın Eleştirisi () genel manada ontolojik bir kaygı içeren insan olarak neleri bilebiliriz sorusuna bir yanıt arama ve hem empirisizm hem de rasyonalizmi bir araya getirme çabası içerisindedir (Kant, ; West, ). Ardından kesif bir biçimde ahlak metafiziği bahsini ele alan yılında Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi eserinde deneyden bağımsız bir biçimde ahlaksal akılcılığı geliştirme çabasını görmekteyiz (Kant, ). Evrensel ahlaka ilişkin çalışmaları arasında bir köprü olarak kullandığı sayfayı aşmayan fakat yoğun bir yapıt olan bu kitabının ardından ilk olarak yılında kaleme aldığı Pratik Aklı Eleştirisi’nde ise pozitivizmi tanrılaştırmadan ondan faydalanmanın yanı sıra evrensel olarak ahlaklı bir insan nasıl olabiliriz sorunsalını araştırmıştır (Kant, ). Bunlara ek olarak Kant’ın düşünceleri henüz kendisi hayatta iken dahi eleştirilere maruz kalmaya başlamıştır. Sadece iyi niyete dayanan eylemlerin sonucunu düşünmeden onun sadece iyiye varan bir neticeye ulaşmasını beklemek bilhassa rasyoneller tarafından oldukça eleştirilmiştir. Hatta Hegel onun, kuramında gizli bir bencilliği sakladığı iddia etmiştir (West: ). Evrenselcilik diğer bir ifade ile kozmopolitanizm fikri asıl olarak Antik Yunan geleneğinin Stoacılar bahsinde karşımıza çıkmaktadır. İnsan aklına yüklenen değer, mutluluk üzerine atılan nutuklar ve nihayetinde Kant ile temel kesişme noktası olarak dünya vatandaşlığı düşüncesi Stoacıların ana argümanları olmuştur (Cevizci, ). Kant’ta ise dünya vatandaşlığı fikri, daimi barış düşüncesiyle ivme kazanmış ve birlikte ilerlemiştir. Evrenselcilik, toplumsal, siyasi, ekonomik vb. konularda genel geçer kabuller içeren, etik, ahlak ve hukuk gibi alanlarda ortak bir tavır takınması gereğine vurgu yapan ve hatta kavramlara ortak bir anlam yüklemeyi amaçlayan bir anlayış biçimidir (Hançerlioğlu, , Cevizci, ). İş bu noktada Kant da ortak bir evrensel hukuk, evrensel ahlak ve evrensel etik’e sahip bir örgütlenme biçimine (örneğin cumhuriyetçilik gibi) yönelmesi bunlarında daimi bir barış ortamında dünya vatandaşlığıyla sürdürülmesini öngörmektedir (Kant, 18). Kant’ın evrenselciliği diğer yandan, çalışma ile daha ilişki bir biçimde, insanları tek tipleştiren, yerel değerleri önemsizleştiren, bir manada ortak bir modern birey oluşturma çabasını içermektedir. Bu bağlamda, farklı kültürel öğelerin ahlak ve etik değerlerini, farklı toplumsal örüntülerin kendilerini ifade etme biçimlerini tek bir yapıda eritmeyi hedeflemektedir. Bu tarz bir evrenselcilik iddiasının farklı etnik, dini, dilsel gruplardan oluşan toplumlar için bir çatışma ortamı oluşturacağı tehdidi içerdiğini söyleyebiliriz. Zira Hardt ve Negri’nin üzerinde yoğun bir şekilde durduğu gibi demokrasinin içerisinde barındırdığı ortak düşünce çabası ancak bu tarz bir tek tipleştirmeden uzaklaşılarak aşılabilir. Bu yeni düşünce biçimini ise “çokluk” ile ifade etmektedirler. Çokluk; bir çoğunluk ve çoğulculuk değildir, aksine toplumsal üretime katılan tüm figürlerden meydana gelir ve tümünden ayrı ayrı beslenir. Toplumsal farkları bünyesine alır ve onları korur, herhangi bir değişime ve dönüşüme uğratmadan. Bu da ona açık ve kapsayıcı bir görünüm kazandırır. Çokluğun elindeki en önemli argüman ise iletişim ağlarında kurduğu başarıdır. Yukarıdan aşağıya doğru bir örgütlenme modeli izlemeden doğrudan iletişime geçerek birlikteliği sağlamaktadır. Demokrasinin temsil, çoğunluk, egemenlik gibi kavramlarını dışlayıp her bir düşüncenin ayrı ayrı dile getirilmesini talep etmektedir ve bunu herhangi bir egemene devretmeden. Ezcümle, “çokluk” bir demokrasi, çoğulculuk, egemenlik sembolü değildir aksine esnek örgütlenme, ortak iletişim ağları, ortak karardan ziyade bireylerin tek tek kararını içermektedir (Hardt ve Negri, ). Hardt ve Negri’nin çokluk fikrinin ütopik yanının farkında olup, evrenselciliğin içerisinde barındırdığı çatışma tehdidinin sonlandırılmasında alternatif bir güzergah olmaktan ziyade post-modern bir düşünce sistematiği olduğunun altını çizmek gerekir. Diğer yandan kozmopolitik bir düşüncenin dünya ölçeğindeki iktidar tavrı tabii olarak bir mega iktidarı ortaya çıkarma ihtiyacını hasıl kılar. Tıpkı ülke yönetiminde bir iktidarın kaçınılmaz ve muktedir varlığı gibi, evrensel değerlerin korunması için de aynı büyüklükte bir evrensel güç gerekir. Yapmak istediğimiz vurgu kurucu iktidar örneğinde olduğu gibi bu evrensel değerlerin oluşturulmasında bir takım değerler kurucu iktidarın dışarısında konumlandırılacaktır. Bu durum ise daha büyük ölçekli çatışma ortamlarının oluşmasına neden olacaktır. “Demokrasi” Antagonizmanın kökenlerine ilişkin “kurucu dışarısı”, “dil-oyunları” ve “evrenselcilik” fikrinin yanı sıra son olarak bizzat demokrasinin de bir çatışma ortamına (antagonizmaya) neden olduğunu savunacağız. Bu bağlamda hareket noktamız Raymond Aron’un demokrasi hususundaki “bir anlamda oligarşik olmayan bir düzen oluşturmak imkânsızdır” (Aron, ) söylemi olacaktır. Dahl’ın demokrasinin unsurlarını açıkladığı eserinde temel nitelikler arasında yer alan herkesin yönetimde eşit söz sahibi olması düşüncesi bulunmaktadır (Dahl, ). Fakat gerek Pareto gerekse Mosca’nın sıkça eleştirdiği üzere demokrasi bir takım elitlerin yani oligarşik bir eğilimin elleri arasında yer değiştirmektedir (Örs, ). Bu durum bir yandan demokrasiye olan güveni azaltmakta diğer yandan ise kendilerini demokratik alanda ifade edemeyenlerin şiddete barındıran başka yöntemlere başvurmaya itmektedir. Ranciere’in de uyardığı gibi terör, demokratik devrimin özüne içkin bir zorunluluktur (Ranciere, 20). Mouffe’un altını çizdiği üzere demokratik düşünce bize her zaman “biz”-“onlar” diğer bir ifadeyle halka ait olan ve onun dışındakiler ayrımı üzerine kurulur. Liberal demokrasinin bu tavrı aynı zamanda kimsenin dokunamayacağı özgürlüğün halk egemenliğine sınır koymanın en meşru yolu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum demokrasiyi sınırlandırmanın diğer bir şekli olarak karşımıza çıkar (Mouffe, 16). Demokrasinin liberal eğilimce bu denli sınırlandırılması yani halk egemenliğini daraltması biraz önce değindiğimiz kimi kitlelerin yönetimden uzaklaştırılması anlamına gelmektedir; halka ait olan ve onun dışındakiler. Buna ek olarak, demokrasi gücünü kendinden alan ve bu devinim sayesinde yönetime ihtiyaç duymayan bir sistem olarak tasarlanmıştır. Fakat demokrasinin bu yönetilemez tavrı bizzat hükümetlerce yönetime muhtaç olduğu gerçeğinin mebzul bir kanıtı (Ranciere, 15) olarak yorumlanmış ve mütemadiyen dış müdahalelere maruz kalmıştır. SONUÇ YERİNE “Kurucu dışarısı”, “Dil-oyunları”, “Evrenselcilik” ve “Demokrasi” uygulamalarının bir çatışma tahayyülü olarak antagonizmaların temel nedenleri arasında yer aldığının altını çizmek gerekir. Bu argümanların toplumları ve/veya devletleri merkezde yer alan “biz” ve bu bizin kendilerini meşru kılma çabalarının aracı olarak bir “onlar” oluşturma ihtiyacına binaen ürettiklerini iddia ediyorum. Bu sonuca varırken de asıl olarak modernitenin bütünlükçü tavrını merkeze yerleştirmekteyim. Bu kavramların aktüel kullanımlarının ve birer araca dönüşmelerinin modernite ile mümkün olduğunu düşünmekteyim. Bunun sonucu olarak da öteki olarak nitelendirilenlerin kendilerini ifade etme biçimlerinin farklılaştıklarını ve bu farklılaşmanın çatışmaya neden olduğu görülmektedir. Kavramların nasıl kullanılacağının “iktidar” tarafından kendi varlığını korumaya yönelik güdüsü ve buna ek olarak evrenselciliğin modernite tarafından belirlenmiş genel kurallar biçiminde şekillenmesi yine çatışmaların körüklenmesine neden olmaktadır. Demokratik yöntemlerin ilk bakışta birer uzlaşma aracı olarak nitelendirilmesinin yanı sıra modernleşme ile ortaya çıkan yeni toplumsal/siyasal/ekonomik ve dini sistemin sürekliliğinin sağlanması için oldukça kullanışlı bir enstrüman tanımlamasını da yabana atamamak gerektiğini düşünmekteyim. KAYNAKÇA Althusser, L. (), “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, (Çev. A. Tümertekin), İthaki Yayınları, İstanbul. Aron, R. (), “Demokrasi ve Totalitarizm”, (Çev. V. Hatay), Kadim Yayınları, Ankara. Bezci, B. (), “Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, Modern Devletin Müdafaası”, Paradigma Yayınları, İstanbul. Cevizci A. (), “Felsefe Sözlüğü”, Paradigma Yayınları, İstanbul. Cevizci, A. (), “Felsefe Tarihi”, Say Yayınları, İstanbul. Dahl, R. (), “Demokrasi Üzerine”, (Çev. B. Kadıoğlu), Phoenix Yayınları, Ankara. Foucault, M. (), “Özne ve İktidar”, (Çev. I. Ergüden, O. Akınhay), Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Göker, E. (), “Durkheim’ın Sol Eli: Pierre Boudieu’nün Muhalefeti”, Praksis, 3. Sayı, Sosyal Bilimlerde Yöntem, ss. Gramsci, A. (), ”Hapishane Defterleri Cilt I”, (Çev. E. Ekici), Kalkedon Yayınları, İstanbul. Hançerlioğlu, O. (), “Felsefe Sözlüğü”, Remzi Kitabevi, İstanbul. Hardt, M., A. Negri (), “Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. seafoodplus.info (Erişim Tarihi, ). seafoodplus.info?option=com_bts&view=bts&kategori1=veritbn&kelimesec= (Erişim Tarihi, ). Kahraman, H. B. (), “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 3, Modernleşme ve Batılılaşma, (Ed. T. Bora, M. Gültekingil), İletişim Yayınları, İstanbul. Kant, I. (), “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme”, (Çev. Y. Abadan, S. L. Meray), Ajans Türk Matbaası, Ankara. Kant, I. (), “Arı Usun Eleştirisi”, (Çev. A. Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul. Kant, I. (), “Pratik Aklın Eleştirisi”, ( Çev. I. Kuçuradi, Ü. Gökberk, F. Akatlı), Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara. Kant, I. (), “Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi”, (Çev. I. Kuçuradi), Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara. Koselleck, R. (), “Kavramlar Tarihi, Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar”, (Çev. A. Dirim), İletişim Yayınları, İstanbul. Marx, K. (), “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, (Çev. S. Belli), Sol Yayınları, Ankara. McNeill, W. H. (), “Dünya Tarihi”, (Çev. A. Şenel), İmge Kitabevi, Ankara. Moore, B. Jr. (), “Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çağdaş Dünyanın Yaratılmasında Soylunun ve Köylünün Rolü”, (Çev. Ş. Tekeli, A. Şenel), İmge Kitabevi, Ankara. Mouffe, C. (), “Demokratik Paradoks”, (Çev. A. C. Aşkın), Epos Yayınları, Ankara. Mouffe, C. (), “Siyasal Üzerine”, (Çev. M. Ratip), İletişim Yayınları, İstanbul. Mouffe, C. (), “Dünyayı Politik Düşünmek Agonistik Felsefe”, (Çev. M. Bozluolcay, İletişim Yayınları, İstanbul. Örs, H. B. (), “Faşizm Modernitenin Karanlık Yüzü”, Yüzyıldan Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, (Ed. H. B. Örs), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Pitkin, H. F. (), “Wittgenstein and Justice”, Berkeley. Ranciere, J. (), “Demokrasi Nefreti”, ( Çev. U. Özmakas), İletişim Yayınları, İstanbul. Saygın, T. (), “Yapısalcılıktan Postyapısalcılığa”, Postyapısalcılık (Ed. A. Öztürk), Phoenix Yayınevi, Ankara. Skocpol, T. (), “Devletler ve Toplumsal Devrimler, Fransa, Rusya ve Çin’in Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi”, (Çev. S. E. Türközü), İmge Kitabevi, Ankara. Staten, H. (), “Wittgenstein and Derrida”, University of Nebreska Press, Nebreska. West, D. (), “Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, Rousseau, Kant ve Hegel’den Foucault ve Derrida’ya”, (Çev. A. Cevizci), Paradigma Yayıncılık, İstanbul. Wittgenstein, L. (), “Felsefi Soruşturmalar”, (Çev. D. Kanıt), Küyerel Yayınları, İstanbul. Zizek, S. (), “Paralaks”, (Çev. S. Gürses), Encore Yayınları, İstanbul.

antagonizma

  • uzla$maz zıtlık.
    (bkz: ekim) - (bkz: airman) ikilisi gibi.

  • iki seyin yanyana geldiginde asla bir dengeye, huzura kavusmayacagini tanimlayan sozcuk. garip olan sudur ki bu iki sey bir birini cagristirir genellikle.(bkz: uzlasmazlik) (bkz: antagonistik celiski)

  • (bkz: antagonize)

  • (bkz: tezat)

  • kemoterapide kullanılan herhangi bir ilacın diğer bir ilacın etkilerini yokedecek şekilde etkinlik göstermesi. benzer spesifik hücreler üzerine etkili ilaçların aynı anda kullanılması sonucu meydana gelir. etkisi yiten ilaca agonist denir. antagonizm etkisi kimyasal sebeplerden kaynaklanabileceği gibi psikolojik ve farmakolojik sebeplerden de kaynaklanabilir.

  • (bkz: antagonizm teorisi)

  • kişiler, kurumlar, toplumsal grup yada sınıflar, öğreti yada ideolojiler arasında söz konusu olan uzlaşmaz, üstesinden gelinmez çelişki ya da karşıtlık durumu için kullanılan terimdir.

  • gelirlerin paylaşılmasında işverenle işçinin rakip durumda olduklarını iddia eden teoridir. david ricardo'ya göre, ücretle kârın kaynağı aynı olduğundan, bu gelirlerden birini artırmak diğerinin azalmasıyla mümkündür.
    paul leroy-beaulieu, bu teorinin statik karakterine dikkati çekerek hasılanın sabit olmayıp değiştiğini; üretimden işçi ve işverenden başka kimselerin de pay aldıklarını vurgulamış ve antagonizmin zannedildiği kadar katı olmadığını belirtmiştir.

  • tanışmayan iki kadının yan yana geldiğinde ortaya çıkan durum. önce baştan ayağa süzülür. sonra "bacakları da pek çarpıkmış" denilir. kim daha snob yarışması yapılır gizliden. asla göz göze gelinmez, hatta "bakmaya tenezzül etmiyorum" mesajı verilir. "ben daha güzelim, ben daha güzelim" diye telkinde bulunulur.
    oysa ne gerek vardır. rekabet etmek zorunda olmadığımız hissettirilir, dostluk mesajı verilir.
    (bkz: onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine)

  • cagdas yunanca'da rekabet, yarisma anlamlarina gelen sözcük.

  • nest...

    batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir