haziran ayında bile taşkın dere ayaklarının / Memleket Hikayeleri - Gençler İçin Özet : Refik Halid Karay: seafoodplus.info: Kitap

Haziran Ayında Bile Taşkın Dere Ayaklarının

haziran ayında bile taşkın dere ayaklarının

Yaprak ya da sanat neye yarar?

Daha çok Türkiye’den gelen malların satıldığı, müşterisi buradaki yabancılardan oluşan, baklavadan ete, bulgurdan zeytinyağına, baharattan karpuza (karpuzlar Fas’tan geliyor, ben böyle karpuz yemedim) her türlü gıda ürününün satıldığı marketten içeri girdiğimde; kafamda dünya savaşın eşiğindeyse, bir şekilde yurdundan kopmuş muhacirlere doğuda da batıda da insan değil pislik muamelesi yapılıyorsa, merhametin yerini kin ve nefret almışsa, zulüm gıdım azalmamışsa dünyanın her yerinde, herkes ötekinin sesini bastırmak için var gücüyle bağırıyorsa, “böyle bir dünyada sanat ne işe yarar?” sorusu vardı nedense.

Rafların arasında dolaştım, alacaklarımı aldım, ayrı bir bölümde, özel bir kapıdan girilen, belirli bir dereceye kadar soğutulmuş sebze ve meyve odası var, sıra oraya geldi. Kasaların içinde naylonla örtülü, her şeyin muntazam bir şekilde naylon poşetlerde tutulduğu yeşilliklerin içinde aniden gözüme taze asma yaprakları ilişti.

Sanatı falan unuttum. Sanki annem duruyordu karşımda, ben onun eteğine tutunmuştum. Olgunlaşmalarını ne zamandan beri bekliyorduk. Filiz verdiği günden beri arada bir gidip bakıyordum. Şarkı söyleye söyleye akan ırmağın kenarında bahçemiz, evin uzantısı gibi. Her türlü meyve ağacı var bahçede.

(Yazının tam burasında Refik Halit’in meşhur “Şeftali Bahçeleri” hikayesine gitti aklım, hikaye şöyle başlıyordu:

“Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca, göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyveleri pişirirken, rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içinde bahar, bu bahçelerde ta kışa kadar uzanıp giderdi.

Her tarafa taşkın bir şeftali kokusunun dolup sindiği durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine, yatanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü. Toplamakla biter tükenir şey değildi; ürünün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça teker teker, ağır ağır toprağa düşer, karışır, kaybolurdu.”)

*

Git başımdan usta, ben yaprakları anlatacağım bugün. Evet çocukluğumdaki köy evimizle bitişik bahçeden bahsediyordum. Bahçede önce erikler çiçek açar, sonra ona badem eşlik eder, şeftali derken kavak ağacına sarılmış asmanın pek acelesi olmazdı sanki. Oysa önce o yetişmeliydi; ilk taze sebze olarak yaprak sarması olup sofraya gelecekti. Kış bir ömür kadar sürmüştü sanki, asma yaprağından sarma yapıldığı gün, biliyorduk ki arkasından diğer sebze ve meyveler gelecek.

Aniden patlar asma tomurcuğu. Kısa süre içinde avuç içi kadar büyür. Annem kopartacağı zamanı çok iyi biliyor. Kopartırken ben de yanındayım. Özenle üst üste koyar, işini yaparken de bana tarifini verirdi pişireceği “îpirax”ın.

Her türlü sarmaya biz “îpirax” diyorduk, sanırım kelime Türkçedeki “yaprak”tan geliyor olsa gerek. Nişanyan Sözlüğünde yaprağın etimolojisini; “Eski Türkçe aynı anlama gelen ‘yapırgak” kelimesinden evrilmiş, ‘rüzgarda titreşmek’ fiilinden türetilmiş” diye açıklar. Türkçeden Kürtçeye geçmiş ender kelimelerden birisi olsa gerek…

*

Asma yaprağı sarma yapılacak kıvama geldiğinde kış başı kurutulmuş etin de bitmeye yüz tuttuğu zamandır. Tuzlanarak kurutulmuş, “qedîd” adı verilen etin döş kısmını annem bir gün önceden suya koyar, tuzunu alır, et yumuşar, bahçeden getirdiğimiz yaprakları sıcak suda bir süre tutup renginin yeşilden altın sarısına dönmesini bekler, eti bir satırla doğramaya başlar, sonra döverek kebap kıyması haline getirir, içine bir miktar kuyruk yağını ilave ettikten sonra baharatları koyar, pirinci ilave eder, üzerine kızgın tereyağını döker, ayrı bir kapta tane sumakı ıslatır, sonra maharetli parmaklarıyla, şöyle parmak kalınlığında sarmalar yapar, tencerenin dibine birkaç yaprak dizdikten sonra sarmalarını muntazam bir şekilde dizer, üzerine birkaç can eriğini atar, üstünü bir tabakla örter, az su koyar, bir taşım kaynattıktan sonra üzerine sumak suyu döker, kısa bir süre sonra mevsimin ilk yaprak sarmasını sofraya getirirdi.

*

Dünyanın tepesine yakın bir yerde; uzun, çok uzu bir kıştan yeni çıkmış bencileyin, bir yabancı markette, kafam başka meselelerle meşgulken, bir tahta kasada aniden karşıma çıkan taze asma yapraklarını görünce, annemim yaptığından aklımda kalanlara kendi usulümü de ekleyerek yaprak sarması yapmaya karar verdim büyük bir hevesle.

Sararken hem geçen yaz Allah’ın rahmetine kavuşmuş annemi anacak, onun yaptığının tadını yakalayacaksam eğer biraz daha ona yaklaşacak, hem de “yaprak” kelimesinden yola çıkarak bu yazıyı kurgulayacaktım. Büyüyüp eşek kadar olduğumuzda en sevdiğimiz yemek, hep annemizin çocukluğumuzda pişirdiği, sık sık yapılmayan yemektir. Hayatımız boyunca bütün yemeklerde o günkü tadı aramamızın sebebi, artık bizden uzaklaşmış olan anne sevgisinin damağımızda kalmış olan tadını hâlâ arıyor olmamızdır. Hayatımız boyunca aradığımız o tadı bir daha bulamamamızın sebebi ise, anne sevgisinin hiçbir şeyle kıyasa gelmemesidir. Herkesin her yemekte annesinin yaptığı yemeğin tadını araması bundandır, bu yüzden herkesin annesi güzel yemek yapar!

*

Eski takvime göre sürdürüyorduk hayatımızı o köyde. Ayları anlatan bir kaside okurdu Dengbêj ağabeyim Kadir. Haziran’ı şöyle anlatırdı:

Xizîran hat û xinzirî

Giya li beyara kizirî

Tiştekê xwe li ber negirt

Ji xeyrî dar û ber û mêwa tirî

(Haziran bir hışımla geldi

Kuruttu yamaçlardaki otları

Hiçbir şey hışmına dayanamadı

Ağaçlar, taşlar ve üzüm asması hariç)

Hep yeşil kalıyor asma, ömrü bir hayli uzundur. Bağcılık yoktu bizde, Nasturiler, ’larda buradan sökülüp atılınca şarapçılık da bitti. Aynı usulle üzümden sadece pekmez yapıyordu bizim köylüler, Nasturilerden kalma tezgahta ayaklarıyla ezerek. Pekmez yapılacak kara üzüm çok fazla korumaya alınmazdı. Gözü gibi baktıkları, kavak ağaçlarına tırmanmış olan asmada yetişen “bêsiyane” dedikleri, şimdi daha çok Adıyaman civarında bulunan “besni” üzümüydü. “Peygamber üzümü” diyorlar bu üzüme. Boş bulunup herkes yemesin diye, sarıldığı kavak ağacı böyle dikenli bir çitle çevrilirdi. Arada bir akşamüzeri birkaç salkım kopartılır, soğuk sudan geçirildikten sonra, avluda oturmuş olan kıymetli bir misafirin önüne terli terli getirilirdi. Dayım çifter çifter atardı ağzına taneleri mesela, zira Resulullah de böyle yermiş üzümü.

*

Derler ki üzümün anavatanı Anadolu’dur. Arkeolojik bulgular bunu işaret ediyor. Her medeniyet üzüme kutsal meyve muamelesi yapmış.

Daha çok Antep civarlarında bir efsane anlatılır üzümün kökenine dair.

Bir kadının biricik çocuğu hastalanır. Göstermediği hekim kalmaz, nafile. En sonunda bir bilge kişi kadına, “yedi vahşi hayvanla yedi evcil hayvanın sütünü karıştır, içir oğluna, şifa olur” der. Kadın arayışa başlar, diyar diyar gezer, bilgenin söylediği karışımı binbir bela zahmetle nihayet tedarik eder ama artık çok geçtir. Çocuğu ölünce getirdiği karışık sütü bahçesine döker. Bahar gelir, bir gün bakar ki bahçesinde o güne kadar hiç karşılaşmadığı bir bitki boy vermiş. Bu bitki ölen oğlunun hatırasıdır, ona gözü gibi bakar, büyütür. Bir iki yıl içinde bitki kol atar, yaprak açar böyle avuç içi büyüklüğünde, sonra gittikçe meyve vermeye başlar. Meyvenin tadına bakar, muhteşem! Yediklerini yer, yemediklerinin suyunu çıkarır, kırbalara doldurur, tavan arasına saklar. O kırbaları orada unutur. Uzun bir süre sonra bulur kırbaları, birisini açar, içer, içtikten kısa bir süre sonra bir neşe gelir içine, bir neşe ki sorma, şakır şakır oynamaya başlar. Bir yandan oynarken, bir yandan da şarkı söyler. Komşular yetişir, kalan şırayı onlar da içer, onlar da dört kol çengi göbek atmaya başlar.

*

Müslümanlara “haram” kılınan şarap;mitolojide Tanrıların içkisi olarak kabul ediliyor. Tevrat, İncil ve Zebur’da “kutsal”dır bu içki. Ne efsaneler ne efsaneler anlatılır üzümden şarap yapmanın keşfine dair. İçlerinde en yaygını, Anadolu’da, halk kültürü içinde mühim bir yeri olan “Nuh ile Keçi” efsanedir ki şöyle:

Nuh Peygamber, günün birinde Ağrı Dağının eteklerinde dolaşırken, neşeden yerinde duramayan bir keçiye rastlar. Keçi fıkır fıkır, oradan oraya seğirtip duruyor. Nuh keçideki bu neşenin sebebini merak eder. Onu takip eder, keçinin bir yere gidip böyle iri taneli bir meyveden yediğini görür. Keçinin yediğini o da yer, keçiye hak verir, muhteşem bir şey, bir süre sonra meyvenin tiryakisi olur çıkar. Daha sonra yediği üzümün suyunu çıkarır. Suyu içtikçe neşelenir. Nuh’u böyle keyifli görünce Şeytan onu kıskanır, kavurucu nefesiyle asmayı üfler, onu kurutur. Nuh çok üzülür, Şeytan bu kez de Nuh’un üzülmesine dayanamaz. Ona asmayı yedi hayvanın kanıyla sularsa eğer, eski haline geleceğini söyler. Nuh dediğini yapar; aslan, kaplan, ayı, köpek, horoz, tilki ve saksağanın kanını asmanın köküne döker. Asma kısa sürede canlanır.İşte bu yüzden, o günden beri üzüm suyundan yapılan içkiyi içenler ya aslan gibi cesur ya kaplan gibi yırtıcı ya ayı gibi kuvvetli, ya köpek gibi kavgacı, ya horoz gibi gürültücü, ya tilki gibi kurnaz, ya da saksağan gibi geveze olurlar.

*

Ama ben “yapraktan” bahsediyordum, tekrar dönelim oraya. İnsan, ayağa kalktığında mahrem yerlerini kapatmak için önce yaprağa uzandı. Yaprak, bitkilerin fotosenteze yarayan en mühim uzvudur amenna ama hayatımızda kat kat ayrılabilen şeylere de yaprak diyoruz biz. Kitap gibi, baklava börek yapılan yufka gibi, ince kesilmiş döner gibi… Bazen çok güzel bir kız ismidir Yaprak, bazen bir mekanın adı, bazen de şiirde gidişatı değiştirmiş bir dergiye isim olur.

Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet 1 Ocak ’de Ankara’da çıkarmaya başladılar “Yaprak” dergisini, masraflarını da Mahmut Dikerdem üstlenir. On beş günde bir çıkıyordu, yirmi sekiz sayı çıkabildi ancak. Derginin yayınını sürdürmek için Orhan Veli önce paltosunu sattı, o da olmayınca Abidin Dino’nun hediye ettiği resimleri çıkardı mezada. Onlar da kâr etmedi. Cahit Sıtkı, Sait Faik, Fazıl Hüsnü, Cahit Külebi gibi yazar ve şairlerin ürünlerini yayınladı. Yaprak kapanınca Orhan Veli İstanbul’a döndü.

“Yaprak”dergisinin fikir babası olan Sabahattin Eyüboğlu, sonbaharında, Fransa’daki kardeşi Bedri Rahmi’ye yazdığı bir mektupta şunları yazar:

“Dün Orhan'la bir Yaprak gezintisi yaptık. Bu sefer Haliç'e gittik. Sonra Arnavutköy'üne gittik. Deniz pek misafirperver değildi! Yaprak gayri çıkmayacak. Bu gidişle yaprak kımıldamayacak memlekette. Abonelere birer beyaz Bembeyaz yaprak yollamak istiyoruz.”

Aynı yılının Kasım ayında Orhan Veli Ankara’ya geri döndü, belediyenin açtığı bir çukura düştü, beyni hasar gördü, İstanbul’a döndü, orada öldü.

Ölümünden hemen sonra arkadaşları 1 Şubat ’de dergisinin adını “Son Yaprak” diye değiştirip tek sayı olarak yayınladılar. Orhan Veli’nin daha önce yayınlanmamış “Aşk Resmi Geçidi” şiiri bu sayıda yayınlandı. “Yaprak” dergisi şiirde, Garip Akımının yayın organı işlevini gördü.

*

Sonbaharda yapraklar teker teker düşünce içimiz acır. Yeri göğü hüzün kaplar. Ağaçlardan dökülen yaprakları, geçip giden insan ömrüyle eş tutmuş şairler. Ahmet Haşim, “Merdiven” şiirine;

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak”

diye başlar ya; dökülen yapraklara bakan bir ihtiyarın aklına kendi ömründen rüzgar gibi geçmiş yıllar gelir; o yıllar tıpkı yaprak gibi sararak düşmüştür hayatından.

Ama benim aklıma önce O. Henry’nin o çok bilinen hikayesi gelir… Daldan düşecek “Son Yaprak”ı anlatır hikayesinde usta. Çok kısa bir hikaye değildir, ben özetlemeye çalışayım ama en iyisi bulup okuyun derim size okumamışsanız eğer.

Sue ve Johnsy adında iki kızı anlatır sersemletici finalleriyle meşhur hikayelerin yazarı “Son Yaprak” hikayesinde.

Jonhsy zatürreye yakalanmış, ölümü yakın. Yattığı yatağında, karşı duvarı sarmış bir sarmaşık var. Mevsim kıştır. Yapraklar teker teker düşüyor. Sarmaşık son yaprağını da düşürünce, öleceğine inanır kız. Bu yüzden her gün büyük bir korkuyla düşen yaprakları sayar. Arkadaşı Sue, apartmanlarının en alt katında oturan yaşlı ressam Behrman’a durumu anlatır. Bir gece, herkes uykudayken ressam Behrman dışarı çıkar, duvardaki sarmaşığın yapraklarından bir yaprağı gerçeğinden daha gerçek, dala bağlıymış gibi duvara çizer. Dondurucu bir soğuk vardır ama yaşlı ressam işini bitirmeden oradan ayrılmaz. Yemeden içmeden kesilmiş Johnsy ertesi gün düşen yaprakları saymaya devam eder, son yaprak da düşünce artık teslim olacaktır.

“Hayret bütün gece yağan yağmura rağmen sarmaşığın üzerinde bir tek yaprak kalmıştı. Kenarları çürümüş, sararmış yaprak hâlâ yeşil olan sapıyla yerden beş altı metre yüksekte bir dalın ucunda sallanıyordu. ‘Sonuncu,’ dedi Johnsy. ‘Dün gece nasıl olsa düşer demiştim. Rüzgar çok şiddetli esiyordu. Ama bugün düşecek, ben de aynı anda öleceğim’ dedi arkadaşına.”

Ama ertesi gün de durum değişmedi. Yaprak yerinde duruyordu. Birkaç gün bu durum böyle devam etti. Bunun üzerine Jonshy, pes etmemeye karar verdi, arkadaşından çorba istedi, yaprağın düşeceği yoktu. Çorbayı içti, neşesi yerine geldi, doktor çağırdılar, doktor bu gidişle hastalığı yeneceğini söyledi ona ve apartmanın en alt katında zatürre olup yatan yaşlı ressam Behrman’a bakmaya gideceğini söyledi.

O gece de yaprak yerinde duruyordu. Sabah, Sue hasta arkadaşı Johnsy’e, alt kattaki komşuları ressam Behrman’ın dün gece zatürreden öldüğünü söyler.

Fırtınalı bir gece, düşmeyecek yaprağı yapmak için dışarıda çalışmak zorunda kalan ressam o gece yediği soğuktan ölür; bir türlü düşmeyen ressamın yaptığı son yaprağı gerçek sanan ve zinhar düşmeyeceğine inanan Johns ise umudunu tazeler, kurtulur.

Sanatın gerçeği hayatın gerçeğinin önüne geçmişti.

Bu yüzden siz siz olun “sanat ne işe yarar” demeyin hiçbir zaman.

*

Taze asma yaprakların aldım, eve geldim, annemim yaptığı usule kendi bildiklerimi ekledim, şahane bir taze yaprak sarması yaptım.

Ben yaptığım sarmada annemin lezzetini bulamadım ama çocuklarım yaptığım “îpirax”ı pek beğendiklerini söylediler bana.

Sizin payınıza da bu yazı düştü!

1 ŞEFTALİ BAHÇELERİ Refik Halid Karay ( ) Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca, göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyvaları pişirirken, rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içinde bahar bu bahçelerde tâ kışa kadar uzanıp giderdi. Her tarafa taşkın bir şeftali rayihasının dolup sindiği durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine, yatanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü. Toplamakla biter tükenir şey değildi; mahsulün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça aheste aheste toprağa düşer, karışır, kaybolurdu. Kasabanın çocuk çığlığıyle dolu gübre kokulu kızgın sokaklarından kurtuianlara; bu kuytu, loş, rayihalı yerler ne tatlı gelirdi. Akşam üzerleri hükümet memurları heybelerine rakılarını koyar, merkeplere binip bu bahçelere gelirlerdi Yer yer içki sofraları kurulur, sohbetler edilir, gazeller okunurdu. Şeftali bahçelerinin zevki tâ uzak diyarlara bile şöhretini salmış, dillere destan olmuştu. Onun için ne kadar zevkine düşkün, keyfine meraklı memurlar varsa hep burasını ister, buraya yerleşirdi. Çapkın mutasarrıflarla rind - meşrep kadıların uğrağı olmaktan kasaba öyle serbestlemiş, ahalisi öyle açılıp zevke, safaya dalmıştı ki artık mubah görülmeyen günah kalmamıştı. Burası Anadolu&#;nun Sadâbâd&#;ı idi. Tıpkı Sadâbâd gibi burada da mütemadiyen sazlar çalınıp çengiler oynar; gazeller okunup şiirler yazılırdı, içki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde çoğu, şairdi. Nedimâne gazeller yazarlar; aruzdan tasavvuftan bahisler ederler; mevlevilikten, melâmilikten dem vururlardı. Ömürleri sazla, sözle tatlı geçerdi. Bu keyif düşkünü memurlar suya sabuna dokunan işlere karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, adeta kasabayı benimseyip evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlardı. Zaten ekserisi devrin hoş görmediği, başından savdığı kimselerdi. Terfi ümidinde olmadıklarından resmî işlere ehemmiyet vermezler, zevklerine bakarlardı. Sıcak, ağır bir yaz günü idi. Yeni gelen Tahrirat Müdürü ikindi vakti kalemlerin boşalıp dairelerde kimsenin kalmadığına pek şaştı. Hükümet konağının iç avlusuna dizili kadife palanlı, dinç, gürbüz merkeplerden birine atlıyan şeftali bahçelerinin yolunu tutuyordu. Kâtiplere kadar herkes, böyle birbirlerine selâmlar dağıtarak, latifeler yaparak, kabarık, taşkın heybelerinin ortasına gömülü, keyifli keyifli, koşa koşa uzaklaşıp gidiyorlardı. Şehrin açığında, tâ ova ile bahçeler arasında güneşe karışmış, gittikçe büyüyen, genişleyen bir toz bulutu geçtikleri yolu gösteriyordu. Agâh Bey dünya ahvalinden habersiz, nazariyatla büyümüş dik başlı, kuru zevkli bir adamdı. Mülkiye&#;den çıktıktan sonra Avrupa&#;ya kaçmış, fakat nüfuzlulardan birinin tavassutuyle istanbul&#;a* dönmüştü. Tam dört ay Zaptiye Nezareti tevkifhanesinde sebepsiz alıkonulduktan sonra, nihayet buraya Tahrirat müdürlüğüyle atılmıştı. Anadolu içinden hanlarda kalıp köylerde yatarak memuriyetine gelirken yüreğini keder, gam kaplamış, memlekete ciddi hizmet etmek kararını almıştı. Başının içinde kasabaya indiği gün ıslahat, teşkilât, imarat gibi ağır düşünceler doluydu. Bu küçük beldede kocaman işler göreceğim, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağını zannediyordu. Durmayacak, dinlenmeyecek, çalışacaktı. Cüret lâzım diyordu, mutasarrıftan tutarak âmir ve memurların hepsini yola getireceğine emindi. Memleketi kaplayan tembelliği, durgunluğu kafası almıyordu. «Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?» diye kendi kendine soruyor, cevabını bulamıyordu. Hayır, kendisi büsbütün başka türlü bir memur, Avrupalı bir hükümet adamı olacaktı işte şu ufak memuriyet ne iyi bir deneme meydanıydı.

2 Fakat ilk günü ümitsizliğe düştü. Mutasarrıf ona bu memlekette işlerin az olduğundan, rahatına bakmasından, yorgunluk almasından bahsetti. Kadı Yahya&#;dan beyitler okuyarak yerden temennalar, gevrek kahkahalar arasında vesile getirip kuru üzümden iki çekilmiş, yirmi iki grado sert rakısını methetti. Bal ile yapılmış baklavanın envaını sayıp döktü. Evkaf memuru daha ileri varmış, bekâr olduğunu anlayınc^ burada yokluk çekilmeyeceğini müjdelemişti Alaybeyi, altmış beşlik iri yarı bir bunak, kötü, baba lisaniyle onu; «Safa âmedi, safa âme-di!» diye pek laubali karşılamış, hiç sebepsiz, birdenbire saat meydanındaki somaki mermerden geniş göbek taşlı, yüksek kubbeli selâtirı hamamım tarif etmişti. Önüne gelen de şeftali bahçelerini söylüyor, keyiften, zevkten dem vuruyordu. Agâh Bey şaşkına dönmüştü. Muhasebecinin: «Arzu buyurursanız bahçelere gidelim, merkep hazırlattık, eğleniriz!» teklifim derhal sert bir yüzle reddetti. Hükümet konağında bir başına kalmıştı. İkindi güneşinin gözler alan çiy aydınlığı içinde bilmediği sokakları yabancı yabancı dolaşmaya mecbur oldu. Kasabanın iç mahalleleri şenlik günlerine mahsus bir boşlukla sessiz, durgundu. Çeşmelerden su taşıyan tek tuk adamlarla birkaç ihtiyar nineden başka kimseye rasgelmemişti. Onlar da kendisine acayip bir gözle bu saatte, herkes bahçelerde iken neden buralarda dolaştığına şaşar gibi bakmışlardı Sonra kızgın, dumanlı bir gurup oldu; ezan sesleri arasında kısık, uyuşuk lâmbalar birer birer yanıp kasabayı kasvetli bir gece sardı. Erkenden yatmıştı Lâkin aradan birkaç saat geçmişti ki uykusundan şen seslerle uyandı, pencereye koştu. Dar sokakları kızıl alevli meşaleler aydınlatıyor, gündüz hükümet avlusunda gördüğü kadife palanlı merkeplerde memurlar yarı keyif şakalaşa gülüşe geçiyordu. Geç kalanların uzaklardan gürültüsü duyuluyordu. Agâh Bey öfkelendi. Zevk, safa bu adamları bir deniz gibi, gırtlaklarına kadar sarmıştı, içinde rahat, sakin bir balık hayatı geçiriyorlar, dünya ile meşgul olmuyorlardı. Ertesi günden itibaren daha ciddi, daha azimli görünmek, bu bayağı duygulu, âdi ömürlü adamlara daha sert, daha kaba muamele etmek kararıyle yumrukları sıkılı, yüreği kinli, tekrar uyudu Her gün bir düğün evi neşesiyle çalkalanan bu şehirde yeni Tahrirat Müdürü sıkıntıdan boğuluyordu. Evvelâ işiyle uğraşıp boş vakti kalmayacağım zannetmiş--ti, fakat vazifesi kıttı. Esniye esniye odasında gevşiyor, uyuşuyordu. Mutasarrıfa ilk hevesle beldenin imarına, sapan ve tırpanlarının ıslâhına, kağnı arabalarının değiştirilmesi lüzumuna dair mufassal lâyihalar vermişti. Hiç bir netice çıkmıyordu. Daima terakkiden, medeniyetten lâkırdı açıp uzun, sinirli, yeisle dolu nutuklarım erkân, nezaketin bile örtemediği öyle mânâsız, hiçten bakışlarla uyuşuk uyuşuk dinliyorlardı ki ağlayacağı geliyordu. Hayır, hiç bir iş yapmak, bir hizmet görmek kabil olamayacaktı. Tahsisatın azlığı, arkadaşların tembelliği her teşebbüse engeldi. Yüreğinde köpüren gayret, hizmet arzusu yavaş yavaş sönüyor, yatışıyordu. Bu, tahammül edilmez bir ömürdü Zaten hükümetteki arkadaşları da ondan bezmişler, yola gelmeyen, zevkten anlamayan bu adamdan yüz çevirmişlerdi. Eski Tahrirat Müdürü gözlerinde tütüyordu. Ne çapkın bir izmirliydi Kasabaya ilk geldiği gece onu seafoodplus.infote götürmüşlerdi, içip içip öyle coşmuştu ki parmaklarına tahta kaşıklar takmış, daha yeni tanıdığı adamlar arasında takırdata takırdata saatlerce «Adanalıyı», «Konyalıyı» oynamıştı. Şairdi de Sabahleyin geceki âlemi tasviren «kat ender kat» matla&#;lı gazel yazıvermiş, mutasarrıfın takdirine nail olmuştu, hattâ kadı: «Aziz, sen devrin Fuzulî&#;sisin!» hitabıyle onu gözlerinden öpmüştü: Şimdiki müdür ne gazelden anlıyordu, ne de rakıdan Nereden de buraya gelmiş, âlemin başına dert kesilmişti? Aradan iki ay geçtiği halde, hâlâ şeftali bahçelerinin akşamcılığına onu götürememişlerdi. Kafasına zevk, eğlence düşüncesi sokamıyorlardı. Muhasebeci beyhude yere yirmi iki grado şeftali rakısını ballandırıyor. Evkaf memuru arasıra evine aşırdığı «benât-ı Havva»yı beyhude yere methediyordu. Bir gün muhasebeci ısrar etti, hatırını kırarsa gücenecekti, pek geç kalmazlar, onu rahatsız

3 etmezlerdi; şöyle bir kır gezintisi yapacaklardı. Kadı, evkaf memuru, posta müdürü, dört beş kişi, kalabalık değil Artık büsbütün kabalık olur diye Agâh Bey korktu, «peki» dedi. Kasabada kimsesizlikten, işsizlikten de boğuluyordu. Bir defa eğlenip şu âlemi görmesi elbette muvafık olurdu, belki de eğlenirdi; tabiatın güzelliğine bu kadar çekingen durmak saçmaydı İkindi üzeri merkeplere bindiler, rahvan yürüyüşlü, yumuşak palanlı rahat hayvanlardı; kendilerine mahsus ufak ufak adımla, acele ve muntazam salıntılı tuhaf bir yürüyüşleri vardı. Agâh Bey hoşlandı. Hele şeftali bahçelerinin arasına girip de tozdan, güneşten kurtuldukları zaman yosun gibi koyu yeşil, yarı ıslak yoncalar ve su sesi büsbütün keyfine gitti, iğdeler, böğürtlenlerle örtülü iki yüksek çit arasından dolana dolana uzun bir yol gittiler. Şeftalilerin kokusu sinirlerini gevşetmişti. Eğile kalka meyva devşiren kızlara şimdi tuhaf, istekli bir gözle bakıyordu. Arasıra elleri bohçalı, yüzleri terli takım takım kadınlara rasgeliyorlardı. Bunlar ırmaktan dönüyorlardı. Memleketin âdetiydi; yazın hepsi açıkta dereye girerler, oynaşa haykırışa uzun uzun yıkanırlardı. Ne de iri kalçalı, endamlı kadınlardı Yüreğe fazla bir sıcak gibi çarpıntılar getiren sancı, iştahlı bakışları da vardı. Muhasebeci Bey, pembeye yakın bulanık renkli bir cins şeftali rakısına düşkündü; «Bakalım benim âb-ı hayatı nasıl bulacaksınız?» diye kadehi uzattı: Agâh Bey içti; biraz buruk, lâkin baygın kokulu, tuhaf lezzetli, hoş bir içkiydi. Ötede kalem efendileri rakı sofrasını kurmak, mezeleri, salataları hazırlamakla meşguldü; odacılar kenarda ateş yakmışlar, kebap çeviriyorlardı. Şeftali rayihasına kansan bu pişmiş et kokusu akşamın serinliği içinde insana keyifli bir iştah veriyordu; mütemadiyen içiyorlar, üzerlerine yoğurt dökülmüş sıcak patlıcan kızartmalarından, taratorlu semizotu salatalarından kaşık kaşık yiyorlardı. Tâ geç vakit döndüler; dağların ardından yarısı kopuk kırmızı bir ay karan-ijğı yararak hüzünlü hüzünlü yükseliyordu; arka kafilede biri «Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir» diye haykırırken daha uzaklardan, Boğaziçi&#;nin durgun gecelerinde suları döven bir uskur sesi gibi davulun gümbürtüsü vakit vakit duyuluyordu. Agâh Bey, yarı keyifti, onu evine kadar getirdiler. Hemen soyundu, yattı. Her gecekine benzemiyen bu kurşun gibi ağır uyku, dimağın değil, midenin, vücudun yorgunluğunu dinlendiren bu kaba uyku ne hoştu Ertesi günü cuma idi. Erkenden arkadaşları haber gönderdiler, ırmağa, yıkanmaya gideceklerdi. Avdette değirmende öğle yemeği yiyecekler, akşam rakısını mutasarrıfın yeni yaptırdığı havuz başında içeceklerdi. Gitmemek istedi. Fakat bu gübreli, tozlu kasabada tek başına uzun bir gün nasıl geçerdi? Hem de ırmağa kadar inmemişti. Yıkanmasa bile bir kere görmek lâzım değil miydi? Merkeplere atladılar, şeftali bahçseafoodplus.infoçtikten sonra tımar görmemiş, sık gür bir ayvalığa daldılar. Suyun iki tarafında da dalların örgülerle çevrilip gölgeleriyle kuytulaşmış birçok ufak havuzlar vardı. Yüksekten dökülen su, buraları oymuş, derinleştirmiş, sanki yıkanması kolay olsun diye özenip hazırlamıştı. Agah Bey yıkanmak fikrinde değildi. Bir zaman yalnız seyretti. Fakat baktı ki bu hiç de fena bir iş değildi; akşamki ispirto ile zehirlenmiş şu sıcak terli vücudu serin sudan elbette zevk duyacak, fayda görecekti. Ona ince kumlu, kapanık, derin bir havuz buldular, ferah ferah, zevkli zevkli yıkandı. Şimdi dönerlerken, iştihaya gelmiş olan derisinden bu güzel kokulu hava kolayca giriyor, sanki kanına bile rayiha katıyor, ciğerlerini şeftalili serin bir nefis hava dolduruyordu. Değirmende, daha sabahtan gönderilip hazırlanan yağlı bir oğlak çevirmesini tam kıvamında buldular. Daha beş on türlü yemek yaptırılmıştı. O kadar yemişlerdi ki yola çıkmaya mecalleri kalmamıştı. Dere kenarında, dallan sarkık koca söğütlerin altında birer birer serilip uyudular. Mutasarrıfın evinde gece, daha kibarca, daha zarifçe geçmişti. Rakı billur sürahilerle kesme kadehlerden sunuluyor, balık yumurtası, siyah havyar gibi Anadolu için nadide mezeler yeniliyordu, izinle livaya gelen bir mal müdürü güzel keman çalmış, bir tapu memuru da İstanbul&#;daki Mahmutpaşa başının mükemmel bir taklidini yapmıştı. Çok eğlenmişlerdi. Agâh gimdi hemen her eğlentiye giriyordu. Nihayet ona, kendisi için bir merkep alması lâzım

4 geldiğini söylediler. Köylerle, pazarlara adamlar gönderildi, iri boylu, sağlam yürüyüşlü, rahat bir eşek bulduruldu, bir de kadifeli, mor püsküllü, şeritli, saçaklı yeni palan yaptırıldı. Akşamları, Tahrfrat Müdürünün de merkebi cbürleriyle artık hükümet konağının iç avlusuna sıralanıyordu. Lâyihalar, kararlar çoktan ihmal edilmişti. Zaten çalışmaya, kendisini dinlemeğe vakti kalmıyordu. Ağustos içinde av başladı, erkenden kalkıp bağlara yayılıyorlar, çil keklik vuruyorlardı. Bütün kasaba, memurlarının zevkine hizmetle mükellef idi Günlerce köylerden jandarmalar, şöhretli sağarlar getiriyorlar, kış için tavşan avına tazılar peyliyorlardı. Bu mükemmel bir iamat hayatıydı. Eğlence meclislerinde bir kenara çekilip kahve fincanıyle yarı gizli rakı atıştıran Ceza Reisi, Âgâh&#;ı zorluyor, «Seni evlendirelim cğlum, bu memlekette bekâr durulmaz!» diyordu. Sahi, bu güç işti. için için eridiği:ü, zorluk çektiğini o da duyuyordu. Karanlık bir gecede, Evkaf memuru onu arka- kapıdan evinin zemin katında basık bir odaya soktu, içeride iki kadın vardı, ikisi de şöhret kazanmış, güzel, dolgun kadınlardı, erkeğe alışkın görgülü tavırla sigarı içiyorlar, uzun bir memur nesline böyle yarı gizli hizmet etmekten şiveleri nazifcleşmiş, ince lisanlarıyle ferah ferah konuşuyorlardı. Biri esmer, uzun boylu, endamlıydı; göğsü dar yeeğinin altında genç, gürbüz duruyor, insana dalgın, tatlı gözlerle derin derin bakıyordu. Öbürü sarışın, büsbütün iri, gösterişliydi. Uzun saçlarım elli altmış örgü yapıp sırtından aşağı, nadide bir atkı gibi koyuvermişti. Başlarına oyalan aynı örnek yemeniler bağlamışlar, üzerlerine kenarları aynı gergef iğnesiyle işlenmiş gömlekler giymişlerdi; ayaklarında da gül resimli çoraplar, sarı meşinden kunduralar vardı. Esmeri temkinli, tok, dolu bir sesle türküler söyledi, sarışını kınla döküle, çocukla tavırlarla oyunlar oynadı. Agâh Bey, bu âlemi ümidinden fazla iyi bulmuştu. «Vallahi hoş, lâtif şey!» diye arkadaşına teşekkürler ediyordu. Öbürü, kasabaya ait tafsilât veriyordu. Bazan azılılar bu cins kadınların evleri önüne toplaşırlar, ağızdan dolma pis barutlu hantal tabancalar patlatarak gece yarısı mahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarmalar kabahatlileri yakalar, koğuşta bir temiz döverlerdi; mesele de kapanmış olurdu. Kış gelince gece toplulukları başlardı. Helva sohbetleri yaparlar, arasıra da o meşhur, ihtişamlı hamamı halvet edip turşulu yemekler yerlerdi. Payitahtta vilâyet merkezinde yasak olan içtimalara, eğlencelere burada mesağ vardı Herkes ucuza, kolayca eğlenebildiğinden başkasının keyfini çtfk görmüyor, çekemezlik etmiyordu. Agâh Bey yavaş yavaş itiyadlarım değiştirmişti. Şimdi rakısız yapamıyor, gözü önünde toprak bir imbikten halis cibre çektiriyordu Kadınsız da duramamıştı, sık sık arka kapıdan eve ziyaretçiler girerdi. Entari ile püfür püfür, rahat rahat gezmeğe vücudu alışmıştı; eve gelir gelmez soyunuyor, bahçe üstündeki odaya nargilesini kurup köşeye geçiyordu. Gelsin sohbet Kabarık şilteli rahat köşe minderlerinin, yan yastıklarının, arasında vücudu gevşiyor; gitgide genişliyordu. İşe gönlünde hiç de arzusu kalmamıştı. Hattâ Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskiyeli kahvede muhasebeci beyle tavla atmak gibi eğlenceler onu ekseriya dışarda alıkoyuyor, daireye gitmesine mâni oluyordu. Kış, zaten Akdeniz sırtındaki bu memlekette sonbahar gibi hafif göçerdi. Biraz rüzgar soğukça esse tavan boyu ocaklara kuru zeytin kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar kızartarak kışın da zevkini çıkarıyorlardı. Bu gamsız, geniş ömür yüreğinin ateşini söndürmüştü. Şimdi geçen günlerdeki hizmet, imar, ıslahat gibi fikirlerini hatırladıkça nargilesini gürleterek gülümsüyor, arkadaşlarına kendini mazur göstermek için: Toyluk, ne yaparsın?.. Diyordu Zaten ikinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten olgun bir meyva kokusu sıcak rüzgârlara karışarak pencereden odaya doluyor, herkesi göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçelerine

5 çağırıyordu. Daha geçen sene dar redingotu sırtında uyuşukluk aleyhine nutuklar veren Agâh Bey simdi bu rayihalı havayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra yenleri sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat geriniyor, yeni atılmış minderin üzerine yöö gelip: Gel keyfim gel!.. Diye söyleniyordu.

SINIFLAR DİL VE ANLATIM 1.DÖNEM SONU ORTAK SINAV SORULARI

EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ÇANDIR LİSESİ SINIFLAR DİL VE ANLATIM 1.DÖNEM SONU ORTAK SINAV SORULARIDIR

1.Aşağıdaki boşlukları doldurunuz.(10P)

a) Bir konunun çeşitli yönleriyle  aydınlatılması için küçük bir topluluk önünde ve bir sohbet havası içinde gerçekleştirilen tartışmalara …………………………. denir.

b )Bir görüş(tez) ile bir karşı görüşün(antitez) iki ekip arasında bir hakem kurulu huzurunda tartışılmasına …………………denir.

c) Açık oturumda bir başkan ve en az ………… konuşmacı vardır.

d) Göstergeler ……………………………ve …………………………………… olmak üzere iki ana başlık altında toplanabilir.

2.Aşağıdaki yargılar doğru ise (D) yanlış ise (Y) yazınız(10P).

a) Dinleyici konuşmacının her söylediğini not almalıdır.(   )

b) Açık bir anlatım akıcı, yalın, durudur.(   )

c) Öyküleyici anlatımda herhangi bir olayın olması şart değildir.(   )

d) Her şeyi bilen hakim bakış açısı, ilahi bakış açısıdır.(   )

e) Açıklayıcı betimlemelerde kişisel yorum yapılmaz.(   )

3.Aşağıdaki cümlelerin anlatım şekillerini(öznel-nesnel) parantez içine yazınız.(10P)

a) Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten daha kolay değildir. (                                        )

b) Milyarlarca canlının yaşadığı Dünya’mız saatte kırk bin kilometre hızla dönüyor.(                             )

c) Irmağın suları üzerinde tek bir gün yaşayan canlılar bulunur.    (                                        )

d) Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.  (                                        )

4.Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran ayında bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar, bütün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer; kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyveleri pişirirken rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır; çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içindeki bahar bu bahçelerde ta kışa kadar uzanıp giderdi.

Yukarıdaki paragraftan beşer tane isim  tamlaması ve sıfat tamlaması bulup çeşidini yazınız.(20P)

5.Kenar mahalleler… Birbirine geçmiş,yaslanmış tahta evler…Kiminin kaplamaları biraz daha kararmış, kiminin balkonu biraz daha eğilmiş, kimi biraz daha çömelmişseafoodplus.info hastadır;onları seviyorum;çünkü onlarda kendimi buluyorum.

Bu parçanın anlatım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?(5P)

a)Tartışma        b)Betimleme      c)Açıklama    d)öyküleme     e)Örnekleme

 

6.Aşağıdaki cümlelerin hangisinde betimleme yoktur?(5P)

a) Söylenenleri hiç duymuyormuşçasına dalgın bir tavırla işini yapmayı sürdürdü.

b) Hava birdenbire bozmuş, damlar, sokaklar karla örtülmüştü.

c) Az konuşan, doğruyu söyleyen, söylediğini tartan bir insandı.

d) İçli, duygulu bir adamdı.

e) Benim gibi babamın da çocukluk yılları bu konakta geçti.

7.Aşağıdaki temalardan en çok hangisi sınırlandırılmıştır?(5P)

a)Tanker kasının yunuslara verdiği zarar                             d)Hava kirliliğinin zararları

b)Deniz kirliliğinin zararları                                              e)Denizdeki atıkların etkisi

c)Ülkemizde çevre sorunu

8.Aşağıdaki cümlelerde geçen ad aktarmalarını bulup karşılarına yazınız.(15P)

a ) Gemi İzmir’e yaklaştı.

b) Yaylıya binip bir tur attık.

c) Yahya Kemal’i sık sık okurum.

d) Ayaklarını çıkarmadan içeri girme

e) Turnuvaya ünlü raketler katılıyor.

9.Aşağıdaki cümlelerde geçen deyim aktarmalarının çeşidini  karşılarına yazınız.(12P)

a) Nasıl unutabilirim o yumuşak konuşmayı

b) Rüzgârlar ulurdu sabaha kadar.

c) Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.

e) Ovadaki bütün çiçekler el ele tutuşmuş, şarkı söylüyor.

İyi bir anlatımın özellikleri nelerdir? Maddeler halinde sıralayınız.(8P)

Başarılar dilerim.

Ayşe BAŞPINAR

Türk Dili ve Edb. Öğrt.

CEVAPLAR:

ÇANDIR LİSESİ EĞİTİM ÖĞRETİM YILI DİL VE ANLATIM 1.DÖNEM SONU YAZILISI CEVAP ANAHTARI

1.(10p)

A)panel      B)münazara     C)3        D)dil göstergeleri ve dil dışı göstergeler

2.(10 P)

A)Y      B)D       C)Y      D)D      E)D

3.(10p)

A) öznel       B)nesnel       C)Nesnel       D)öznel

seafoodplus.info tamlamaları: şeftali bahçeleri, Haziran içi, yaz mevsimi, ağaçların tepeleri,  suların serinliği, ot kokusu(10 p)

Sıfat tamlamaları:ırmağa giden yol, sayısız şeftali bahçeleri, taşkın dere, gölgeli yerler, bütün bir yaz mevsimi, kızgın güneş, rutubetli toprak, taze ot kokusu (10p)

5.B (5P)

6.E(5P)

7.A(5P)

8.a)Liman(3p)

b)Araba(3p)

c)Kitapları(3p)

d)Ayakkabı(3p)

e)Sporcu(3p)

9.a)duyular arasında(3p)

b)doğadaki nesneler arasında(3p)

c)doğadan insana(3p)

d)insandan doğaya(3p)

Açıklık,akıcılık, duruluk, yalınlık, özlülük, doğallık, özgünlük, etkileyicilik, sürükleyicilik (8p)

Etiketler:

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir