vüsul ne demek / Kubbealti Lugati - vusul kelimesi anlamı, vusul nedir?

Vüsul Ne Demek

vüsul ne demek

Vusül ne demek?

İçindekiler:

  1. Vusül ne demek?
  2. Usul nedir dini?
  3. Tasavvufta hak ne demek?
  4. Vuslata Hasret ne demek?
  5. Hak Allah&#;ın ismi midir?

Vusül ne demek?

[l ince] (ﻭﺻﻮﻝ) i. (Ar. vuṣūl) Ulaşma, erişme, varma, muvâsalat: Zîrâ Hakk'a vusulden sonra rücû olmaz (İsmâil Hakkı Bursevî).

Usul nedir dini?

Sözlükte “kök, esas, kaide” anlamlarına gelen asl kelimesinin çoğulu usûlbir kimsenin soy bakımından asıllarını yani anne, baba, onların anne ve babaları şeklinde yukarıya doğru devam eden, kendisine kan bağıyla bağlı üst soy hısımlarını ifade eder.

Tasavvufta hak ne demek?

Hakk gerçek ve doğru anlamlarına geldiği gibi aynı zamanda İslamda Allah'ın isimlerinden biridir ve bu söz kişinin Tanrı ile birleşip-bütünleştiği, Tanrı'nın kişide vücut bulduğu veya kişinin varlığının Tanrının varlığı içerisinde eriyip yok olduğu (Hulul) diğer bir ifade ile Tanrı'nın varlığının kişinin vücudunda yüz

Vuslata Hasret ne demek?

Türk Dil kurumuna göre vuslatkelimesi sevdiğine kavuşmak olarak ifade edilmektedir. Hasretile istediğine kavuşmak özlem gidermek anlamında kullanılmaktadır.

Hak Allah'ın ismi midir?

El-HakkEsmaül Hüsnası'nın anlamı varlığı hiçbir zaman değişmeden duran ve var olan anlamına gelmektedir. Allah'ın99 isminden biri olan El-HakkEsmaül Hüsnası'nın faziletleri de bulunmaktadır. El-HakkAnlamı Nedir? - El-Hakkvarlığı hakiki olan isimdir.

24/01/ - 24/01/ - Okunma

MOLLA HÜSREV (ö. /) VE

MİR’ÂTÜ’L-USÛL ADLI ESERİNİN

KAYNAKLARI

İlmin özel adı olarak Usûlü’l-Fıkh tarifi:

فى إثبات الثانية بالأولى.أصول الفقه علم يعرف به أحوال الأدلة والأحكام الشرعيتين من حيث أن لها دخلا

 “Şer’î hükümlerin şer’î delillerle sabit olması, şer’î delillerin de şer’î hükümleri ispat etmesi bakımından, bu delil ve hükümlerin durumlarının kendisi ile bilindiği bir ilimdir.”

Usûl: Kavram haline gelen usul/اصول kelimesi asl/اصل kelimesinin çoğulu olup sözlük ve ıstılah/kavram olmak üzere iki anlamı vardır.

Sözlükteki anlamı aşağıda verilen ibarelerden de anlaşılacağı gibi usulcüler nezdinde çeşitlidir.

a) Başkasının kendisi üzerinde bine edildiği şey anlamındadır. (Ebu el-Hüseyin el-Basrî Umed şerhi.)

b) Kendisine ihtiyaç duyulan anlamındadır. (Fahru’d-Din er-Râzî Mahsûl ve Muntahab. Tahsil sahibi de aynı görüştedir.)

c) Bir şeyin tahakkukunun kendisine dayandırıldığı şey anlamında. (Amidî İhkam ve Müntehâ’s-Sûl.)

d) Bir şeyin kendisinden olan anlamında. (Hasıl sahibi.)

e) Bir şeyin menşei anlamında. (Bazıların görüşü)

Istılah/kavram olarak ise yine usulcüler nezdinde dört çeşit anlamı vardır.

a) Delil: Bu meselenin aslı Kitap, sünnettir yani delilidir, sözü gibi. Bu takdirde fıkıh usulü fıkhın delilleri anlamındadır.

b) Tercih: Sözde asl olan hakiki manadır, sözü gibi. Yani işitenin tercihi mecaz anlam değil, hakiki anlamdır.

c) Kaide: Muztar durumda olan için, aslın aksine yasaklananın mubah olması, sözü gibi.

d) Kendisine kıyas yapma şekli.

Böylece ıstılahta da delil, tercih, kaide ve kendisine kıyas edilen şey manalarına ayrı ayrı nakledilmiş olduğu görülmektedir.

Fıkıh: Bir şeyi bilmek ve derinlemesine anlamak manasından kavramlaşan “fıkıh” kelimesinin de yukarıda verilen usul kelimesi gibi biri sözlük diğeri ıstılahı olmak üzere iki manası vardır.

Sözlükte, Fahru’d-Din er-Râzî’nn Mahsûl ve Muntahab’da belirttiğine göre ‘konuşanın maksadını sözünden anlama’ manasındadır. Ebu İshak Luma’ şerhinde ‘eşyayı/varlığı incelikleri ile anlama’ manasında olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle ‘فقهت ان السماء فوقنا / gökyüzünün üstümüzde olduğunu kavradım’ denmez. Amidî ise anlamak manasındadır, doğrusu da budur, demektedir. Cevherî de fıkh etme kavramadır, 4. babtan ‘sözünü kavradım, kavrıyorum” yani “anladım, anlıyorum” denir.

فما لهؤلاء القوم لايكادون يفقهون حديثا  olduğunu  مانفقه كثيرا مما تقولsöyledi ولكن لاتفقهون تسبيحهم . Görüldüğü gibi yukarıda verilen bilgiler F-Q-H / ه ق ف kök ve “فـَقـِهَ ـَ  kelimesinden isim olan Fıkh  الفقه” sözlükte, biri dış dünya ile ilgili olan: a) ‘Bildiعلم ’ anlamındaki ‘ilimالعلم ’, b) ‘Anladıفهم ’ anlamındaki ‘fehmالفهم ’ ve c) ‘Tanıdıعرف ’ anlamındaki ‘marifetالمعرفة ’, d) ‘Algıladı/aklerdirdi-Yetiştiدرك ’ anlamındaki ‘idrak الادراك’ ve ‘ince şeyleri kavradı دري’ anlamındaki ‘dirayet الدراية’  kelimelerinin aşamalı olarak anlamlarını;

Diğeri de dünya ile ilgili: a) “Fikir الفكر, b) Zikirالذكر, c) Şuurالشعر ve d) Basarالبصر” aşamalarından geçirilip, bunların üstünde ve ötesinde, bilinenleri anlayıp tanıyarak “re’y الرأى” oluşturmak için, ‘derinlemesine kavramak’ manasında özel bir anlama sahip ender bir kelimedir. Bir başka ifade ile fıkıh,

Fıkıh = Bilme + Anlama + Tanıma + İdrak +” değil,

Fıkıh = Bilme * Anlama * Tanıma * İdrak *” tır.

Istılahta Hanefiler tarafında “insanın, amel yönüyle leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.” şeklinde, Şafıîler tarafından da “işlenen amellerin şer’î hükümlerini tafsîlî delillerden bilmektir.” diye yapılan tanımların süreç içerisinde aşağıdaki biçimde yerlerini aldığı göze çarpmaktadır.

Genel Tanımı: Ebu Hanife () tarafından “Bireyin leh ve aleyhinde olanları tanımasıdır.الفقه, معرفة النفس ما لها وما عليها ” şeklinde yapılmıştır.

Kaynağına göre tanımı: İmam Şafii () tarafından fıkıh, “ الفقه العلم بالأحكام الشرعية العملية عن أدلتها التفصيلية"işlenen amellerin şer’î hükümlerini tafsîlî delillerden bilmektir." şeklindeki tanımı bir disiplin olarak kaynağına göre tanımdır.  

Konusuna göre tanımı: Ebu Hanife’nin yukarıda sunulan fıkıh tanımına ‘amelعملا /pratik’ kelimesi eklenerek yapılan, الفقه معرفة النفس ما لها وما عليها عملا“Bireyin günlük pratik hayatta leh/hak ve aleyh/vazife’lerini tanımasıdır.” tanımdır.

Fıkıh Usûlü Sahasında Ortaya Çıkan Ekoller: a) Fukaha metodu tümevarımı, b) Mütekellimîn metodu tümdengelim, c) Karma metot.

HAYATI VE ESERLERİ: Devrin Siyasî ve İlmî Durumu: Kazasker makamına getiren II. Murad ve Şeyhülislâm makamına getiren Fatih Sultan Mehmed Han devirlerinde yaşamıştır. Molla Hüsrev’in yaşamış olduğu devirde dünyanın en önemli olayı olan İstanbul’un fethi gerçekleşmiş ve yeni bir çağın açılmasına şahit olunmuştur.

Anadolu’da Selçukluların otoritesinin dağılarak, beyliklerin ortaya çıkması ve bu beyliklerin de güçlerini gelişmekte olan Osmanlı Beyliği ile birleştirmeleri neticesinde ortaya çıkan siyasî güç Anadolu’ya yeniden hâkim olup, düşmanlara karşı kazanılmış olan zaferlerle kendisini kabul ettirdiğinde Selçuklunun imar mirası üzerine ilmi faaliyetleri başlatmaları çok zor olmadı.

Anadolu’da bu gelişmeler olurken dışarıdaki ilim merkezlerinin bulunmuş olduğu yörelerde çeşitli siyasî kargaşalıklar nedeniyle bu merkezler etkilenmişti. Bu merkezlere ihtisas ve ilim tahsili için gelmiş bulunanların Anadolu’ya dönmesi ve kendi bölgelerinden daha çok emniyetli gördükleri için bazı âlimlerin Osmanlı topraklarına göç etmeleri neticesinde başta Osmanlı'nın merkezi durumunda olan yerlerden İznik, Bursa ve Edirne âlimlerin akınına uğradı. Bu hareketlilik ilmî faaliyetlerin gelişmesine vesile oldu.

Fatih Sultan Mehmed'in "Zamanımın Ebu Hanifesidir." diye iftihar ettiği bir şahsiyettir.

Nesebi ve Ailesi: Molla Hüsrev'in asıl adı Muhammed'dir. Babasının adı Feramerz'dir. Molla Hüsrev'in kendi el yazması Mir’ât'ın sonunda “Ketebehu ve ellefehu Muhammed b. Feramerz b. Ali” ibaresivardır.

Tahsili: Molla Hüsrev Molla Fenarî'nin (ö. /) Bursa Kadısı olan oğlu Yûsuf Bâlî'den (ö. /) çeşitli dersler okuyarak icazet aldı. Teftazânî'nın Osmanlı topraklarına hicret etmiş bulunan talebesi Burhânuddîn Haydar Herevî'dir (ö. /).

İlmî Şahsiyeti ve İfa Ettiği Görevler: Molla Hüsrev ilk görev olarak Edirne’de Şah Melik medresesinde müderrislik vazifesinde görülmektedir. Çelebi medresesinde müderrislik yapmıştır.

*Bu devirde Teftezâni'nin "Mutavvel" isimli eserine haşiye yazdı.

*Teftazanî ve Cürcânîden ders almış olan Ali b. Mûsâ er- Rûmî'nin (ö. /) "Es'iletü'r-Rûmî" diye bilinen eserine "Nakdu'l-Efkâr fi Reddi'1-Enzâr" adında bir eser yazdı.

*Mirkât adındaki usulülfıkh metnini de bu devirde yazmıştır.

"Kişinin mürüvveti sultanının devleti ve azlinde yanında bulunmakladır, uzletinizde sizi terk edemem" diyerek vazifesini bırakıp Manisa'ya gitti.. / yılında bitirdiği Mirkât'ın şerhi, Mir'ât'ı Manisa'da yazmıştır.

İstanbul'un fethine katkısı olduğu muhakkaktır. İstanbul fethedildiğinde ilk kadı olarak atanan Hızır Bey'in (ö. /) ölümünden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul kadılığına getirildi. Hatta Galata, Üsküdar ve Eyüp kadılıkları ile birlikte Ayasofya müderrisliği de ona verildi.

İlmi şahsiyeti ve otoritesi ile Padişahlık makamının ve diğer âlimlerin güvenini kazanmış bulunan Molla Hüsrev bir yemekte ya da Taht-i Hümayunda Fatih Sultan Mehmed'in Molla Gûrânî'yi (ö/) sağ tarafına ve kendisini sol tarafa oturtacağını haber alınca bu duruma gücenip / tarihinde İstanbul'u terk ederek Bursa'ya gitti. Orada inşa ettirdiği medresede müderrislik yaptı.

Yaptığı hatayı tamir etmek isteyen Fatih Sultan Mehmed Molla Hüsrev'i İstanbul'a davet ederek Müftü yani Şeyhülislâm tayin etti. Böylece Osmanlı tarafından ihdas edilen Şeyhülislâmlık makamının üçüncü şeyhülislâmı olmuştur.

/ yılındaki ta'un hastalığı salgınından kurtuluşunun bir şükrü anlamında yazmış bulunduğu "Gureru'l-Ahkâm" adındaki furu' kitabını "Dürerü'l-Hukkâm" adı ile şerhederk / yılında bitirdi.

Kölelik hakkında yazmış olduğu "Risale fî'l-Velâ" adındaki çalışması kendisinin kölelik hakkındaki içtihadıdır. Bu eserinde görüş olarak önceki âlimlerden ayrılarak teferrüd ettiğinden bazı âlimlerin hücumuna uğramıştır. Özellikle Molla Gûrânî ile karşılıklı reddiyeler yazmışlardır.

Aklî ve naklî ilimlerde âlim ve amil olan Molla Hüsrev her gün güzel hat yazısıyla evvelkilerin eserlerinden ve kendi tasnıfatından iki sayfa yazmayı adet haline getirmişti. Telif ettiği eserler, yazdığı şerh ve haşiyeler Osmanlı medreselerinde ders kitapları olarak okutulmuştur. Eserleri kısmında bu konu üzerinde durulacaktır.

Fatih, huzurunda yaptırdığı ilmî münakaşalarda Reisu’l-Ulema sıfatıyla Molla Hüsrev'i hakem olarak görevlendirirdi. Onun hakemliğinde cereyan eden tartışmalarda verdiği tarafsız kararlar itiraza mahal bırakmazdı.

Talebeleri: Hasan Çelebi (ö. /), Hasan b. Abdussamed es-Samsunî (ö. /), Yusuf b. Cüneyd et-Tokadî (ö. /), İsmail Kemâluddîn Karamânî (ö. /), Zenbili Âlî Cemâlî Efendî (ö. /), Molla Manisaoğlu Mehmed (ö. ?/?).

Molla Hüsrev Fatih Sultan Mehmed'in emri üzerine Ali Kuşçu (ö. /) ile birlikte medreselerdeki tedris programını hazırlamıştır.

İstanbul'da Fatih ilçesi sınırları içinde Vefa, Zeyrek ve Aksaray Sofular yokuşunda olmak üzere üç adet camii ve bunlar için akçelik vakfiyesi vardır. Bu vakfiyeye dahil olan dükkanlardan adedi ticaret bakımından önemli merkezler olan Bayezid ve Mahmutpaşa gibi yerlerdedir.

Bursa'da haziresine defnedildiği bir de medresesi vardır.

Kendisine tahsis edilen hizmetçilere rağmen onları çalıştırmayacağına dair vermiş olduğu söze muhalefet etmemek için çalışma yerini kendisi temizler, mumunu kendisi hazırlar ve yakardı.

Başını küçük bir sarıkla örterdi. Öğrencileri ile birlikte kendi evinde yemek yer, onlarla birlikte medreseye gider orada ders verirdi. Öğrencileri yolda onu yalnız bırakmazlardı. Ayasofya camisine girdiğinde halk ayağa kalkar, yol açarlar ve mihraba geçip oturuncaya kadar hiç kimse oturmazdı.

Furû'a ait eserleri: Dürerü'l-Hukkâm fî Şerhi Gureri'l-Ahkâm, Risale fî'1-Velâ.

Fıkıh Usûlüne ait eserleri: Mirkâtu'l-Vusûl ilâ İlmi'l-Usûl, Mir'âtu'1-Usûl fî Şerhi Mirkâti'l-Vusûl ilâ İlmi'l-Usûl. Hâşiye ale't-Telvîh, Fahrulislam Pezdevî'nin usûlüne şerh, Sadruşşerî'a'nın "et-Tevdîh" adlı eserine yazmış olduğu şerh. Tefsire ait eserleri: Haşiye ale'l-Beydâvî.

Arap Dili ve Edebiyatına ait eserleri: Haşiye 'ale'l-Mutavvel.

Kelam ilmine ait eserleri: Akâidu'l-'Adudiyye'ye yapmış olduğu haşiye. Kâşifâtü Şubûhâti'l-Alaiyye. Nakdu'l-Efkâr fî Reddi'1-Enzâr: Ecvibetü Molla Hüsrev alâ Esileti'r-Rûmî.

Küçük Risâleleri: Risâle fî Beyti'1-Mâl ve Keyfıyyeti Tasarrufihi ve Mesârifıhi'l-Öşr. Risâle fî Kavlihi Teâlâيوم يأتي بعض ايات ربك

Mir’ât: "Bu, usûl meselelerinin inceliklerine, akıl ve nakil bihârının dürerine şamil bir mecelledir. Eksiklik sayılacak ibarelerden uzaktır. Basiret sahiplerince kabul görmüş işaretlerle süslenmiştir. Usûl burhanının mîzânı için takvimdir. Mahsûlun hakâikının mustasfasına ulaşmada nâfı'dir. Onun nazmı, ihkâm ile birlikte tenkîh ve kısaltmalardan muğidir. Manası istenilenin tebyîninde gâyedir. Sözün takrîri ve tahkîkinde her şeyi bilen Melikin inâye ve tevfıkine dayandım. "Mirkâtu'l-Vusûl ilâ 'İlmi'1-Usûl" adını verdim. Allah Teâlâ’nın hidâyekenzinden kifayesini, bidâye ve nihâyede hatalardan vikayesini taleb ederim.” “Öncekilerin fikirlerini özetleyerek ve sonrakilerine yardımcı olacak temel bilgileri toplayan bir mecelleyi yazdım. Fakat zamanın âlimlerin haset ve inatları yüzünden yıllarca yastığımın altında sakladım. Daha sonra ifadeleri delillendirerek ve anlaşılır biçimde şerh ettim ve "Mir'âtu'1-Usûl fî Şerhi Mirkâti'l-Vusul" adını verdim.”

وَبَعْدُ: فَهَذِهِ مَجَلَّةٌ مُشْتَمِلَةٌ عَلَى غُرَرِ مَساَئِلِ الأْصُولِ و (1 ف) دُرَرِ (2 ف) بِحاَرِ الْمَعْقُول وَ الْمَنْقُولِ خالية عن العبارات المدخولة، حالية بالإشارات المقبولة (1).تقويم (2) لميزان (3) برهان الأصول (3 ف). نافع في الوصول إلي (4 ف) مستصفى (5 ف) حقائق (4) المحصول نظمها (6ف) بتهذيبه مع (5) الإحكام (6) مغن عن (7) التنقيح و الإختصار وفحواها ( 7ف) بغاية (8) تبيينه المرام (9) منار (10) لتوضيح (11) منهاج (12) كشف الأسرار رتبتها معولا في (13) تقرير الكلام و(14) تحقيقه على (8 ف) عناية الملك العلام وتوفيقه.وسميتها "مرقات الوصول (الجديدة) إلى علم الأصول". أسأل الله تعالى (9 ف) كفاية من (10 ف) كنـز (11 ف) الهداية و (12 ف) وقاية عن الزلل في (13) البداية و(14 ف) النهاية إنه قريب مجيب وعليه توكلت وإليه أنيب.

Batı âleminde, İslam Hukuk usulünün tanıtılması amacına yönelik Sava Paşa’nın yazmış olduğu meşhur "Etüde Sur La Théorie Du Droit Musulman" adlı eserine büyük ölçüde kaynaklık etmiştir.

"Emir" mutlakın kısımlarından sayarken, "Mîzân sahibi de böyle yaptı" demektedir. Kaynaklardan yorum ve kısa parçalar aldığı gibi uzun parçalar da aldığı görülmektedir. Bu tür alıntılar, zamirlerin mercileri nedeniyle Mir'ât’ın anlaşılmasını zorlaştıran unsurlardan biridir.

Çeşitli şerhlerde konunun yanlış anlaşıldığını belirterek nasıl anlaşılması gerektiğini delillerle izah eder. Usulün konusunu tespit etmede "İhkâm sahibinin seçtiği gibi değil" diyerek, onun seçimini kabul etmediğini dolayısıyla kendi görüşünü eklediği, “Telvîh sahibinin iddiası gibi" diyerek eleştirdiği kaynaklar ve konular çoktur.

Kitabın muhtevası Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas üzerine kurulu olmasına karşın Hakim, Hüküm, Mahkumu bih ve Mahkumu aleyh şeklinde de kendini göstermektedir.

Yaklaşık üç yüz altmış civarındaki sayfada, Kitap ve Sünnet ile ortak olan terimleri açıklar. Bu terimleri de başlangıçta şu şekilde tasnif eder:

1. Vad' itibariyle:      a. Hass,           b. Amm,          c. Müşterek ve            d. Cem'i Münekker.

2. Delalet itibariyle:

Açıklık bakımından:   a. Zahir,          b. Nass,           c. Müfesser ve            d. Muhkem.

Kapalılık bakımından: a. Hafi,           b. Müşkil,        c. Mücmel ve              d. Müteşabih.

3. Kullanılış yönüyle:a. Hakikat,      b. Mecaz, ve ikisnin c. Sarih ve         d. Kinayesi.

4. Vukuf itibariyle:   a. İbare ile,      b. İşaret ile,     c. Delalet ile ve           d. İktiza ile delaletler.

Diğer usul kitaplarının bazılarında bir beşinci kısım olarak verilen fakat Müellifin, yukarıda saydığımız dört kısmın her birisinin altındaki dörder kısmı da teker teker ilgilendirdiğinden dolayı beşinci kısım olarak vermekten çekindiği ve hepsini ilgilendiren ayrı bir kısım olarak verdiği,

a. kaynağını,   b. manasını,     c. tertibini ve              d. hükmünü bilmeyi

Bu dört bölüm, herbirinin altlarında bulunan beşle çarpıldığında yirmi elde edilir (5*4 = 20). Dördün dışında sayılan ve her biriyle teker teker ilgisi bulunan bölümün alt dördüyle, bu yirmiyi çarptığımızda seksen eder (20 * 4 = 80).

Bazıları bunu başka bir açıdan daha da çoğalttılar. Nazmın müfret/yalın olanı dört tanedir (1. grupta sayılanlar), Mürekkep olanı sekiz tanedir (2. gruptakiler). İkisinin toplamı 4 + 4 + 8 = 12 ediyor. 3. grupta olanların bu 12'nin hepsiyle teker teker ilişkisi var. Çarpıldığında 12 * 4 = 48 eder. 4. gruptakilerin bu kırk sekizin hepsiyle teker teker irtibatı var. Çarpıldığında 48 * 4 = eder. En sondaki dörtlü grubun da bütün hepsiyle teker teker irtibatı var. Çarpıldığında * 4 = eder.

Molla Hüsrev'in bazı konularda teferrüd eden bir âlim olduğu daha önce söylenmişti. Dürer adlı fıkhî eserinde doksan yerde teferrüd ettiği, irsen velayet konusundaki içtihadında da önceki âlimlerin görüşlerinden farklı görüşleri olduğu bilinmektedir.

Usul konusunda da diğer âlimlerden ayrıldığı noktalar vardır.

Akademik Seminerler

FacebookTwitterGoogle Plus

Fatma ÖZTÜRKGÜLÇÜR 

12 Temmuz/ 

İçindekiler

Ünsiyet ve Heybet 1

Kurb ve Bu’d 4

Vusûl ve İnfisal 6

Nimetlerine uygun ve lütuflarına yaraşır hamdler ve şükürler, alemlerin Rabbi, Rahmânu’d-dünya ve Rahîmu’l-âhira, din ve ceza gününün sahibi Allâh (cc)’a, salat ve selam ve her türlü ihtiram, müjdecimiz, Efendimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sas)’ya, onun âl ve ashabına olsun.

“Tasavvufta Makam ve Mertebeler” konulu yazımızın altıncısı ile devam etmekteyiz.

Ünsiyet ve Heybet

Üns, kelime olarak ülfet etmek, ısınmak, nazlanmak, samimi ve cana yakın olmaktır. Birinin yanında çekingen ve resmi olmamak, sevenin sevdiği ile hem dem olması, korkmadan ona yaklaşması, dilediğini çekinmeden söylemesi, sohbetinden zevk ve haz alması, reca halinin ileri merhalesi. Enis, dost, sevgili, nazlı, sevimli.

Mûnis: Ünsiyet veren dost. Bunun zıddı vahşet ve heybet halidir. Sevgiliden çekinme ve endişe etmektir.[1]

Tasavvuf literatüründe çoğunlukla Allah’ın cemal tecellilerine mazhar olan sûfînin kalbinde bu ilâhî tecellileri müşahede etmesi ve Hak ile huzurda bulunma halini ifade etmek üzere kullanılır. Ünsiyet kazanmaya, yakınlık kurmaya istînâs denir. Hakk’ın celâl tecellileri karşısında kulun varlığının silinmesi “heybet” terimiyle ifade edilir ki üns halinin zıddıdır.[2]

“Üns” kavramı, “Allah’tan son derece korkmak ve hürmetkâr davranmak, azameti karşısında dehşete kapılmak, kendini kaybetmek” anlamına gelen heybet haliyle birlikte ele alınır. Heybet “sâlikin kalbinin daralması” manasındaki kabz halinden, üns ise “kalbin genişlemesi ve inşirah bulması” anlamındaki bast halinden daha üstündür.[3]

Zünnun’a soruldu, “Üns nedir?” Şöyle dedi:

“Sevgilinin yanında sevenin şen ve şakrak, rahat ve samimi olmasıdır.”

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Hz. İbrahim (as) ile Hz. Musa’ya (as) ait şu sözler Zünnun’un görüşünü izah eder:

وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖيمُ رَبِّ اَرِنٖى كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتٰى قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبٖى قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَاْتٖينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

“Hani (Hak dostu Halîl) İbrahim,

“Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona):

“İnanmıyor musun?” deyince,

“Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti.

“Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/)

Kıyamet günü vuku bulacağı vaad olunan ölülerin diriltilmesi işinin şimdi gösterilmesini istemek üns ve dostluk halinin bir ifadesidir.

Allâh ile konuşma saadetine nail olan kelîm Musa (as):

وَلَمَّا جَاءَ مُوسٰى لِمٖيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِنٖى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرٰینٖى وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰینٖى فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا فَلَمَّا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِنٖينَ

“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca,

“Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da,

“Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi.

Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca;

“Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi. (Araf, 7/)

“Ben göremezsin” demek, “hiçbir zaman beni göremezsin veya göremeyeceksin” demek olmayıp, “buna takatin yetmez” demektir.

Hz. Musa’nın (as) ahirette gerçekleşecek bir keyfiyeti dünyada istemesi üns ve samimiyet halinin bir sonucudur.[4]

Allâh’a taat, O’nu zikretmek, kelam-ı ilâhîsi olan Kur’ân-ı Kerîm’ini okumak ve kişiyi Hakk’a yaklaştıran diğer emirlere sarılmak gibi şeylerle ünsiyet etmek de bazen ünsden meydana gelir. Bu kadar olan bir üns de Allâh’tan kuluna bir lütuf, ilâhî bir ihsandır. Fakat bu üns, muhlislerde olan üns hali değildir.

Üns, şerefli ve yüce bir haldir. Üns, batının temizlenerek sadık ve samimi bir zühd ile ayıklanması, takvanın kemale ermesi, her türlü sebep ve alakalardan koparak şeytan veya melek, nefis veya ruhtan gelen bütün havatırı mahvetmekle gerçekleşir.

Ünsün tek başına kalbi etkisi altına alan müstakil bir yönü vardır. Üns, beraberinde bulunan heybet ile kalbi toplar. Onun muhtelif şeylerle olan alakasını keser.

Bunlar Zât ile ünsiyetten ve Zât heybetinden fena geçidini aştıktan sonra beka makamında meydana gelir. Bu durum, fenanın varlığını gideren heybet ve ünsden başkadır. Çünkü heybet ve üns fenadan önce Celâl ve Cemâl sıfatlarının zuhurundan sonra ortaya çıkar. Bu durum telvin makamıdır.

Fenadan sonra geldiğine işaret ettiğimiz Zâtî üns, Zât tecellilerinin mütalaasından sonra hasıl olan beka ve temkin makamından meydana gelir.[5]

Kurb ve Bu’d

“Kurb” kelimesi lügatte yakınlık, yakın oluş ve yakınlık kazanmak manalarına gelirken, tasavvufta ise ibadetlere ve taatlere yakın olma, Allah’a yakın olma, ebedî mutluluğu kazanmaya vesile olan ibadetlere ve iyi davranışlara yakın olmadır.

Bu terim, genellikle karşıtı olan bu’d (uzaklık) konusu ile beraber ele alınmıştır. Bu’d, ibadetlere ve taatlere uzak kalma, Allah’tan uzaklaşma, ebedî hüsrana yol açacak kötü işlere yakın olmadır.

Kurb-u ferâiz ise, farz ibadetlerle Allâh’a yaklaşma, kurb-u nevâfil de nafile ibadetlerle ulaşılan Allâh’a yakınlık halidir.[6]

Gerek farz gerek nafile ibadetler, kulun işin başında ilme’l-yakîn olarak bildiği hakikatleri, ayne’l-yakîn olarak müşahede etmesine, daha da ilerlerse hakka’l-yakîn olarak idrak etmesine sebep olur.

Cenâb-ı Hak, Hz. Peygambere hitaben:

(وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ)

“Secde et. Yaklaş.” (Alak, 96/19)

buyurmuştur.

Kurb, kulun Rabbine karşı hem nazlı hem de zelil olmasıdır.[7]

“Kulun Allah’a en yakın olduğu zaman secdede bulunduğu andır.”[8]

Secde edene, secdenin zevki tattırılınca Allâh’a yaklaşmış olur. Çünkü insan, secdesi ile kâinatın örtüsünü ve onca olacak işleri dürerek altına almış, secde ile Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne yönelmiş, kendisini küçülterek de Allâh’a yaklaşmıştır.[9]

Kulun kurbu, önce iman ve tasdi ile meydana gelen bir yakınlıktır. Sonra ise ihsan ve tahkik ile yakınlık yeni bir boyut ve derinlik kazanır.

Hak Teâlâ’nın salike dünyada olan kurbu, ona özel olarak verdiği irfandır. Ahirette ise kulu şereflendiren Cemâlî tecelli yani kulun şuhûd ve rüyetidir.

Kulun, Hak Teâlâ’ya yaklaşması ancak halktan uzaklaşması ile mümkündür. Bu yakınlık, görünen ve oluşanların hükümlerinden başka olup, kalplerin sıfatlarındandır.

Hak Teâlâ’nın, ilmi ve kudreti ile kurbiyeti ise herkes içindir. Lütuf ve yakınlığı ile kurbeti ancak müminlere hastır. Allâh’a ünsiyet özellikleri ile kurb, veli kullara mahsustur. Cenab-ı Hak buyurur:

(وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ)

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

(وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ)

“Biz ona sizden daha yakınız.” (Vakıa, 56/85)

Hak Teâlâ’nın kurbiyetini elde edenin en az durumu daima Allâh’ın kontrolünde olduğunu hissetmesidir. Çünkü onun boynunda önce takva, sonra da haya murakıpları bulunmaktadır.[10]

Cüneyd şöyle derdi: “Cenâb-ı Hak kullarının kalbini kendisine ne kadar yakın görürse, o nispette onların kalbine yaklaşır. Kalbine neyin yaklaştığına dikkat et!”[11]

Sehl ise, “kurbiyet makamlarının en aşağısı hayadır” demiştir.

Nasrabâzî de “sünnete ittiba ile marifete, farzları eda ile kurbiyete, nafilelere devam ile de muhabbete ulaşılır” demiştir.[12]

Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlık üçe ayrılır:

1. Bir tür yakınlık ki o yakınlık Allâh’ın sıfat-ı ulyası açısından muhaldir. Bu yakınlık zatların yakınlığıdır.

2. Bir nevi yakınlık ki Allâh’ın sıfatlarında sabittir. O da ilim ve rüyet ile olan yakınlıktır.

3. Bu yakınlık da O’nun vasfında mümkündür. O yakınlığı kullarından dilediğine verir. O yakınlık da lütfundan gelen fazilet ya da efal yakınlığıdır.[13]

Vusûl ve İnfisal

Sözlükte “ulaşmak, erişmek, sevdiğine kavuşmak”, manasındaki “vüsûl” kelimesi “ayrılmak” anlamındaki “fasl, firkat ve hicrân” kelimelerinin karşıtıdır; ayrıca aynı kökten gelen “vasl, vuslat, visâl, ittisâl” terimleriyle yakın anlamlara sahiptir.

Kulun seyr u sülûk neticesinde nihaî maksadı olan “Hakk’a ulaşması, Hak ile birlikteliği, Hakk’ın âlem ve içindekilerle beraberliği” manasına gelen “vasl ve ittisâl”, Hakk’ın âlem ve içindekilerden münezzeh oluşuna işaret eden “fasl, inkita ve infisâl” kavramlarının zıddıdır.

Sufi şeyhleri, yakîn içinde vicdan ve zevk yolu ile Allâh’ı buluyor. Bu, tecellide bir rütbedir. Kişi bu durumda, Cenâb-ı Hakk’ın tecelli-i efâli ile beraber olduğu için gerek kendisinin gerek başkasının bütün fiillerini Hakk’ın efalinde ifna eder. Bu durumda da şahsi tedbir ve ihtiyarından çıkar, ilahi iradeye râm olur. Bu hal vuslatta bir rütbedir.

Bir gurup sufi kalpleri ile Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl ve Celâl tecellilerine muttali oldukları için heybet ve üns makamında durdurulmuşlardır. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile tecelliye bir yol olup vuslatta bir rütbedir.

Bir gurup sufi de fena makamına yükselmiş ve içini yakîn ve müşahede nurları kaplamıştır. Bu hale eren kimse, Cenâb-ı Hakk’ı müşahedesinden dolayı kendi varlığından geçmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın, mukarreblerin havassına zatı ile tecelli etmesinin ayrı bir çeşididir. Bu da vuslatta bir rütbedir.

Bunun üstünde hakka’l-yakîn vardır. Hakka’l-yakîn, dünyada havassın bütün varlığına müşahede nurunun sirayet etmesi, böylece kulun ruhunun, kalbinin, nefsinin ve hatta kalıbının müşahededen nasibini almasıdır. Bu, vuslat rütbelerinin en üstünüdür.

Kul, hakka’l-yakîn mertebesine erince kendisine bahşedilen yüce haller bulunmakla beraber, yine de vuslatın ilk basamaklarında olduğunu bilir. Durum bu olunca gerçek vuslat ne kadar uzak! Vuslat yolunun basamakları ebedi ahiret hayatında bile asla kat edilemez. Nerede kaldı ki şu kısa dünya hayatında kat edilebilsin?[14]

Ruveym der ki: “Vuslat ehli, kalplerini Allâh’ın kendisine ulaştırdığı kimselerdir. Bu yüzden onların bedenî ve beşerî kuvveleri isyandan korunmuş ve onlar ebediyen halktan ümit kesmiş kimselerdir.[15]

İnşaAllâh, “Tasavvufta Makam ve Mertebeler VII” başlıklı yazı ile devam etmeye çalışacağız…


[1] Kelâbâzî, Taarruf, s.

[2] TDV İslam Ansiklopedisi, Üns md., C. 42, s.

[3] Ibid.

[4] Kelâbâzî, Taarruf, s.

[5] Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, s.

[6] Kelâbâzî, Taarruf, s.

[7] Kelâbâzî, Taarruf, s.

[8] Müsned, 2/; Müslim, Ṣalât,

[9] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s.

[10] Kuşeyrî, Risale, s.

[11] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s.

[12] A.e., s.

[13] Kuşeyrî, Risale, s.

[14] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s.

[15] Ibid, s.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları seafoodplus.info sitesine ait olup, sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. seafoodplus.info internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak seafoodplus.info sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir