alvarlı efe ilahileri / Seyreyle Güzel - İlahi - Diyanet TV

Alvarlı Efe Ilahileri

alvarlı efe ilahileri

Yusuf Turan Günaydın
TTK Bilimsel Çalışmalar ve Koordinasyon Şubesi

Erzurum, Yunus Emre ile beraber Taptuk Emre’nin kabrinin bulunduğu beldelerimizdendir. Tuzcu Köyündeki Yunus Emre ve Taptuk Emre kabirleri Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780) tarafından keşfedilmiş ve o tarihten beri Erzurumlular ve Erzurum üzerine eserler kaleme alan araştırmacılar bu hususu dile getirmişlerdir. Bunlardan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu Erzurum Şairleri (1927) adlı eserini Yunus Emre ile başlatmıştır. Erzurum tasavvuf çevrelerinde Yunus Emre’nin kabrinin Tuzcu Köyünde bulunduğu belli bir kabul gördüğünden Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)’nin de bu rivayeti benimsediği düşünülebilir. Birçok şiirinin Yunus tarzında olması bu düşünceyi besleyen önemli bir etkendir. Hulâsatü’l-Hakäyık’ta yer alan şiirlerden Yunus Emre ilâhîleri ile büyük benzerlik taşıyanları, Yunus Emre havasını neredeyse birebir yansıtanları için birçok örnek verilebilir. Yine Hâce Muhammed Lutfî’nin bazı şiirlerinin de Yunus Emre ilâhîleri gibi bestelenmiş ve yüzyıllardır dinî tören ve tasavvufî ayinlerde okunagelen Yunus ilâhîleriyle birlikte makamla okunması hususu da dikkat çekicidir. Dolayısıyla Yunus Emre ilâhîleriyle ortak yanları ve benzeşen tarafları bulunması, her iki sûfî-şairin ruh akrabalığının yanı sıra ses ve eda benzerliği gösterdiği gibi hususlar, üzerinde durulmaya değer bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yunus Emre Türk Edebiyatında önemli etkileri olmuş bir şairdir. Özellikle tasavvufî Türk edebiyatında Niyazî Mısrî (1618-1693)’den Necip Fazıl Kısakürek (1904- 1983)’e kadar birçok şairde onun izlerine rastlanır. Ondan etkilenmiş şairlerden biri de Hâce Muhammed Lutfî’dir.
Yunus Etkisini Hazırlayan Zemin
Yunus Emre’nin Türkiye’nin çeşitli beldelerinde kabri veya makamı bulunmaktadır. Bunlardan biri de Erzurum Tuzcu Köyündeki Yunus Emre ve Taptuk Emre kabirleridir. Bu kabirler Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780) tarafından keşfedilmiştir (Mehmet Nusret, 1338: 91). Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu 1925’te kaleme aldığı Yunus Emre’yle ilgili bir yazı dizisinin altıncı bölümünde şairin yaşadığı ve kabrinin bulunduğu beldelerden de söz ederek Bursa, Salihli, Isparta, Eskişehir/Sarıköy’ü ve beşinci olarak Erzurum’da Tuzcu köyünü saymaktadır (Fındıkoğlu, 1925a, 5). Burada Mehmet Nusret’i kaynak göstererek Mârifetnâme sahibi Şeyh İbrahim Hakkı tarafından “Yunus Emre’ye ait merkadin sıhhatinin keşf ”edildiğini belirtmekte ve onun yorumunu da aktarmaktadır.1 Fındıkoğlu, 1925’lerde Tuzcu Köyündeki merkadin Yunus Emre’ye ait olduğu fikrindedir. Bu görüşü 1950’li yıllarda yazdığı Yunus Emre konulu yazılarında kesinliğini yitirmiş görünse de o, Erzurum Şairleri adlı eserine en başta Yunus Emre’yi almıştır (Fındıkoğlu, 1927: 5-7). Daha da dikkat çekici olan husus, kaleme aldığı yazı dizisinde Fındıkoğlu’nun, Yunus Emre’nin lisanını Anadolu’daki diğer şivelere nazaran Erzurum şivesine daha yakın bulduğu yedinci bölümdür: “Yunus’un Divan’ındaki lisan, gerek kelimelerin edâ ve sadâ şekilleri, gerekse lügat itibariyle tamamen bir Erzurum şivesidir. Erzurum’da merkadi bulunan şairin lisaniyle, o belde halkının bugün yaşayan konuşma şekli arasındaki terâbüt, câlib-i dikkat değil midir?.. Neden Yunus’un lisanı, gerek eda ve seda şekilleri, gerek lügat nukât-ı nazarından münhasıran Anadolu’nun Şark kısmiyle, be-tahsîs Erzurum ile alâkadardır? Bu suâle verilecek cevap, Yunus’un edebî ve lisanî şahsiyetinin burada teşekkül etmesinden başka bir şey olamaz.” (Fındıkoğlu, 1925b, 7-8). Bunları belirttikten sonra Fındıkoğlu Yunus Dîvânı’ndan özellikle kelimelerin dahilî teşekküllerini, kelime sonlarının aldığı tefsirleri nazar-ı dikkate alarak bazı dil örnekleri de verir:“Filhakika “Gelmezem = gelemem, gidem = gideyim, eyle = öyle, bile = böyle, yapıcak = yapınca, danışık = mes’ele ve sorulacak danışılacak şey; gorhu = korku, idelüm= edelim… ilh.) gibi telaffuzî ve tekellümî lisan hususiyetleri Anadolu’nun diğer mıntıkalarından ziyade Erzurum havâlisinde hayâtiyetini muhafaza edici bir şekilde yaşamaktadır” (Fındıkoğlu, 1925b, 7-8).
Ayrıca Dîvân’daki bazı kelimeleri de Erzurum şivesiyle ilintilendirmiştir:

“Yavuz= cesur, bile = beraber, uş = işte, evinmek = acele etmek, uçmak = cennet, leyin = gibi, düş = rüya, gerek = lâzım ki, sinîn = kabir… ilh.” (Fındıkoğlu, 1925b, 7-8).
Böyle bir zemin içinde Yunus Emre’nin Hulâsatü’l-Hakäyık’taki izlerini aramamız kolaylaşmaktadır. Öncelikle diyebiliriz ki Yunus Emre’nin kabrinin Tuzcu Köyünde bulunduğu Erzurum tasavvuf çevrelerinde de belli bir kabul görmüş olmalıdır. Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)’nin de Erzurum’daki Yunus merkadinin Erzurumlu İbrahim Hakkı tarafından keşfedildiğinden haberdar ve -açık bir işaret olmamakla birlikte- bu rivayeti benimsemiş olabileceğinden söz edilebilir. Dolayısıyla Alvarlı Efe Hazretleri’nin şiirlerinin tasavvufun besleyici zeminiyle birlikte Dîvân Edebiyatına, Âşık Edebiyatına ait metinlerin dillerde ve gönüllerde olduğu, Yunus Emre şiirlerinin sıkça okunduğu bir ortamda tekevvün ettiği düşünülebilir. Zaten bir kısım şiirlerinin Yunus tarzında olduğu ilk bakışta görülebilir durumdadır.
Yunus Dîvânı ve Hulâsatü’l-Hakäyık
Hulâsatü’l-Hakäyık’ta yer alan şiirleri, Yunus Dîvânı’ndaki şiirlerle lisan ve taşıdığı hava açısından karşılaştırmak etkilenmeyi tespit açısından gereklidir. Bu bakımdan Yunus Emre ilâhîleri ile Alvarlı Efe’nin ilâhîleri arasında büyük benzerlik taşıyanlara dikkat çekmeye çalışacağız.
Alvarlı Efe Hazretlerinin
“Rahmet-i Hak Arş’dan iner
Cibrîller pervâne döner
Zevk ile kudsîler konar
Mevlidine Muhammed’in” (Lutfî, 1996: 79) dörtlüğündeki ses ve eda Yunus Emre’nin “Muhammed bir denizdür ‘âlemi tutup durur Yitmiş bir peygamberler gölinde Muhammed’ün” (Tatcı, 2012: 257) beytiyle büyük benzerlikler taşımaktadır. Sadece kafiye ve redif bakımından benzerliği değil iki şair arasındaki yine ruh akrabalığını da gösteren beyitlerden Alvarlı’nın “Dilde hâlların hayâli nûr-i îmândır bana Hayret-i husnin kitâbı ilm ü irfândır bana” (Lutfî, 1996: 92) beytiyle Yunus’un “İy ‘âşıkan iy ‘âşıkan ‘ışk mezhebi dindür bana Gördi gözüm dost yüzini yas kamu dügündür bana” (Tatcı, 2012: 107) beyti arasındaki yakınlık dikkat çekicidir.
Alvarlı’nın
“Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Râb” (Lutfî, 1996:112) beyti ile Yunus’un
“‘Aceb bu benüm cânum âzâd ola mı yâ Rab
Yohsa yidi tamu’da yana kala mı Yâ Rab (Tatcı, 2012: 115)
beyti de Yunus söyleyişinin Alvarlı Efe’de sürdüğünün güzel göstergelerindendir.
“Kamu âlemlere ayn-i hayâtdır
Okur dilden dile Kur’ân muhabbet” (Lutfî, 1996: 125) diyen Alvarlı ile,
“Kimesne dînine hilâf dimezüz
Din tamam olıcak togar muhabbet” (Tatcı, 2012:120)
diyen Yunus arasında düşünce birlikteliği mi daha belirgindir, ses ve eda yakınlığı mı; tartışmak abes olsa da her iki husus birlikte söz konusu edilebilir gözükmektedir.
Alvarlı Efe’nin bestelenmiş ilâhîlerinden
“Seyreyle güzel kudret-i Mevlâ neler eyler
Allah’a sığın adl-i Teâlâ neler eyler” (Lutfî, 1996: 161)
beytiyle başlayan ilâhîsinin ise Yunus Dîvânı’nda birçok nazîrini bulmak mümkündür.
Özellikle
“Mecnun gibi âvâre ‘âşık oluban yâre
Di Yunus sen bîçare Allah görelüm n’eyler” (Tatcı, 2012: 175);
“’Işkun odı yüregümde neler eyler neler eyler
Bugün bir âşıkı gördüm bu derdümden haber eyler” (Tatcı, 2012: 179) beyitleriyle
“Allah diyelüm dâim
Allah görelüm n’eyler
Yolda turalum kä’im
Allah görelüm n’eyler” (Tatcı, 2012: 175) dörtlüğünü örnek gösterebiliriz.
Yine Alvarlı’nın bestelenmiş ilâhîlerinden birinin ilk dörtlüğü olan
“Mevlâ bizi afv ede
Gör ne güzel ıyd olur
Cürm ü hatâlar gide
Bayram o bayram olur” (Lutfî, 1996:163) dizelerinde Yunus’un
“Bu semâa girmeyen sonuna peşmân olur
İrişür bizüm ile ser-te-ser düşmân olur” (Tatcı, 2012:161)
beytiyle başlayan ilâhîsi arasında büyük bir ses benzerliği söz konusudur. Aslında Yunus
Dîvânı’nda Alvarlı Efe’nin bu dörtlükle başlayan ilâhîsinin hem birçok sesteşini hem de
mânâca birlik olan çokça benzerini bulmak mümkündür. Şunu söylemekle yetinelim ki, bu
şiir taşıdığı hava itibariyle Alvarlı Efe’nin Yunus tarzını en çok hatırlatan şiirlerinden biridir.
Müthiş bir ruh akrabalığının en güzel göstergelerinden biri de Alvarlı’nın
“Bir bâde doldur sâkıyâ vecde gele peymâneler
Câmlar cilâ versin zıyâ raksa gele mestâneler” (Lutfî, 1996: 169) beyti ile Yunus’un
“Bir sâkîden içdük şarâb ‘Arş’dan yüce meyhânesi
Ol sâkînün mestleriyüz câmlar anun peymânesi” (Tatcı, 2012: 554) beytidir.
Yunus Emre’nin bestelenmiş ve yaygın olarak okunan bir ilâhîsiyle Alvarlı Efe’nin
“Zâir olun kabristânı
Nice yüz bin emvât yatır
Mü’minlerin nûristânı
Îmân ile merdân yatır” (Lutfî, 1996: 172)
ilâhîsi arasındaki akrabalık en üst boyutlardadır diyebiliriz. Yunus Emre veya Âşık Yunus’un
bu meyanda söz konusu edebileceğimiz ilâhîsi ise hemen hatırlanacağı gibi
“Hor bakma sen toprağa
Toprakta neler yatur
Hani bunca evliyâ
Yüzbin peygamber yatur” dörtlüğüyle başlayan ilâhîsidir.2
Ölüm söz konusu olduğunda Yunus Emre ile Alvarlı Efe arasındaki birliktelik daha
bir belirgin gibidir. Alvarlı’nın
“Kabristânı gördüm bugün
Nice cânlar cevlân eder
Rahmet umarlar gün-be-gün
Gözlerini giryân eder
. . . . .
Görünür mezar taşları
Üstüne konar kuşları
Doğar rahmet güneşleri
Merhameti Rahmân eder” (Lutfî, 1996: 178) şeklindeki dörtlükleri ile Âşık Yunus’un
“Yalancı dünyâya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber virürler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber virürler
Yunus dir ki gör takdîrin işleri
Dökülmişdür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber virürler” (Tatcı, 2012: 699)
şeklindeki beyitleri arasındaki etkileşim oldukça açıktır.
Alvarlı Efe’nin
“Gaflet şerâbıyla sarhoş olanlar
Îmân u İslâm’dan bî-haber olur
Emvâl ü eşyâdan lezzet bulanlar
Azâb ü hisâbdan bî-keder olur” (Lutfî, 1996: 265)
dörtlüğü ile yine Âşık Yunus’un bestelenmiş hâli biraz farklı kelimeler taşıyan
“Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler
Yarın Hakk’ın dîvânında bell’olur
Âhiret yarağın gördüm diyenler
Yarın Hakk’ın dîvânında bell’olur.” (Tatcı, 2012: 696)
dörtlüğü de akraba dizelerden oluşmaktadır.
Her iki sûfî-şairde de ilim anlayışının birlikteliğini yansıtan dizelere rastlanmaktadır.
Bunlardan Alvarlı’nın
“Ümmü’l-‘ulûm ilhâm-ı Hazret-i Allah’dır
Hâl diliyle tevhîdi takrîr eder her varak” (Lutfî, 1996: 316) beytiyle Yunus’un
“Bilmeyesin bed-nâm u nâm bir ola sana hâs u ‘âm
Bildün ise ‘ilmi tamâmgel imdi okı bir varak” (Tatcı, 2012: 240)
beyti arasındakibirliktelik her iki ilâhînin bütünü için dahi söz konusu edilebilir boyutlardadır.
Sûfiyâne şiirde bir Yunus muakkibi olan Niyâzî-i Mısrî’yi de hatırlatan;
“Tevhîd güneşi doğmuş yağmadır alan alsın
Emtâr-ı kerem yağmış yağmadır alan alsın
. . . . .
Dildâr-ı dilârâdır dilde gör nûr-i cânân
Ey nûr-i dil âgâh ol yağmadır alan alsın”
beyitleriyle (Lutfî, 1996: 381) Alvarlı, bir yandan da Yunus’un
“Canlar canını buldum bu cânum yağmâ olsun
Assı ziyândan geçdüm dükkânum yağma olsun” (Tatcı, 2012: 401)
beytiyle başlayan meşhur ilâhîsini hatırlatmaktadır.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Fakat aynı zamanda ele aldığımız konuyu vurgulamak
açısından bu kadarı yeterli de görülebilir. Ayrıca hatırlatalım ki buraya çoğunlukla bir
beytini veya bir dörtlüğünü alabildiğimiz şiirler bütün olarak düşünüldüğünde söz konusu
vurgu daha da güçlenecektir.
Sûfî şairler arasında bir ruh akrabalığı bulunması elbette ki şaşılacak bir durum
değildir. Ses ve eda benzerlikleri ise bir o kadar tabiîdir. Alvarlı Efe, Yunus ilâhîlerinin gerek
besteli, gerek bestesiz olarak okunup dinlendiği; üstelik şeyhi Taptuk Emre ile birlikte bir
Yunus merkad veya makamının bulunduğu muhitlerden olan Erzurum’da yaşamış ve vefat
etmiştir. Dolayısıyla şiirlerinin toplandığı Hulâsatü’l-Hakäyık’ta Yunus’tan izler bulunması
anlaşılabilir bir durumdur. En başta sûfiyâne ortamların Yunus’u benimsemesi, bu
durumun Erzurum ölçeğinde Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi halk arasında sevilen ve etkili
bir şahsiyet tarafından keşfedilen bir merkad aracılığıyla teşvik edilmiş olması da Hulâsatü’l-
Hakäyık’taki Yunus etkisi için bir zemin hazırlamış olmalıdır. Ziyaeddin Fahri’nin Yunus
Emre’nin dilinin Erzurum ağzına çok yakın oluşuna dair görüşlerinin, Hâce Muhammed
Lutfî’nin dîvânından yola çıkılarak karşılaştırmalı bir biçimde sağlamasını yapmak mümkün
olamamıştır. Çünkü Hulâsatü’l-Hakäyık şive özellikleri korunarak değil, İstanbul Türkçesi
esas alınarak yayına hazırlanmış bulunmaktadır.

(Beyazşehir Palandöken Dergisi – Ekim-Kasım-Aralık 2017 sayısı – s.14-19.) EFE HAZRETLERİ’NİN DİLİNDEN KERBELÂ’YA DÖKÜLEN İNCİLER Muhammed İkbal Güler* Bir gün Resûl-i Ekrem (a.s.) minberde hutbe îrâd ederken Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin düşe kalka mescide girdi. “Reyhânlarım” diyerek sevip kokladığı torunlarını o halde gören Allah Resûlü (s.a.v.) konuşmasını yarıda kesti ve aşağı inerek onları kucakladı. O esnada mübarek ağzından şu sözler döküldü: “Cenab-ı Hak, 'Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir' (et- Tegâbün 64/15) derken ne kadar doğru söylemiş; onları görünce dayanamadım".1 Çok sevdikleri dedelerinden ve annelerinden küçük yaşta ayrılmışlardı cennet gençlerinin efendileri. Ama ashâb onlara dedeleri ve annelerinin yokluğunu hissettirmemiş, sevgi ve şefkatlerini hep göstermişti. Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti sırasında divan teşkilâtını kurup herkese yapılacak yardımları belirlerken onlara Bedir Gazvesi’ne katılanlara verilen miktarda tahsisat ayırmıştı.2 Abi ve kardeşin kaderleri ayrı ayrı yazılmıştı. Abi Hz. Hasan, babaları Hz. Ali’nin vefâtından sonra Muâviye ile anlaşmış ve hilâfeti ona bırakmıştı. Kardeş Hz. Hüseyin buna itiraz ettiyse de sonradan vazgeçmiş ve abisi vefât edene kadar daima onun yanında olmuştu. Hz. Hasan’ın vefâtından I. Yezid’in hilâfet makamına gelişine kadar kendini ibadete vererek zühd ve takvâya dayalı bir hayat süren Hz. Hüseyin, Muâviye’nin oğlu Yezîd’e biat edilmesini istemesinden sonra şehâdete giden süreç başlamıştı. Pek çok müslümanı rahatsız eden bu durum hiç şüphesiz Hz. Hüseyin’i de rahatsız etmişti. Nihâyetinde Yezîd babasından sonra hilâfet makamına geçti. Hilâfetin el değiştirmesinden sonra cereyân eden bir çok hâdise neticesinde... Hz. Hüseyin bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye, oradan da kendisini davet eden Kûfelilerin yanına doğru yola çıktı. Kûfe yolunda şair Ferezdak ile karşılaşan Hz. Hüseyin, Kûfe’deki durumu sorunca şu cevabı aldı: “Halkın kalbi seninle, kılıçları Benî Ümeyye (Yezîd) iledir. İlâhî takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar.” Bu cevaba Hz. Hüseyin ise şöyle mukabelede bulundu: “Doğru söyledin, Allah'ın dediği olur. Allah dilediğini işler ve rabbimiz her gün yeni bir iştedir. Takdir hoşumuza gidecek şekilde olursa nimetlerinden dolayı Allah'a şükrederiz. O şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü çıkarsa niyeti hak ve takvâsı da teneşir tahtası olan kimse elbette taşkınlık göstermez.”3 Aslında bu konuşma her şeyi özetler nitelikteydi. Kûfelilerin verdikleri sözden caydıklarını yolda öğrenen Hz. Hüseyin yoldaşlarına dönerek dileyenin geri dönebileceğini söyledi ve yola aile fertleri ile birlikte yaklaşık yetmiş kişilik bir kafileyle devam etti. 2 Muharrem günü Ninevâ bölgesindeki Kerbelâ’ya varıldı. Hz. Hüseyin, kendilerini yol boyunca takip eden Yezîd’in askerlerine geri dönmek istediğini söylediyse de buna izin verilmedi ve Hz. Hüseyin ile beraberinde gelenlerin bulundukları bölgedeki su yollarına erişmeleri engellendi. Arada yine birçok olay vukû buldu... En nihâyetinde o meş’ûm gün, 10 Muharrem 61 sabahı çarpışma fiilen başladı. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, dinlediğim bir sohbetinde o günü şöyle anlatmıştı: “10 Muharrem aşurâ günü savaş başladığında, Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırıp onun arkasında durmayan Kûfeliler bir tepeye çıkmış savaşı izlerken “Ya Rab! Hüseyn’i muvaffak eyle!” diye duâ ediyorlardı. Bilmiyorlardı ki o duâ onları kurtarmayacaktı. Çünkü aşurâ günü tarafsızlık olmaz.” Durum tam da böyleydi ve Âlemlerin Efendisi (s.a.v.)’nin öpmeye kıyamadığı başı bir başkası gözünü kırpmadan kesip atmıştı. * Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Araştırma Görevlisi 1 İbn Mâce, "Libas", 20; Tirmizî, "Menâkıb", 30; Nesâî, "Cum’a”, 30, “ ’Îdeyn”, 27. 2 “Hüseyin”, Ethem Ruhi Fığlalı, İslam Ansiklopedisi, c. 18, 518-521, s. 520-521. 3 Dinevrî, s. 245; Taberî, Târîh, II, 277-278. Bu acı asırlarca bütün müslümanların ortak acısı oldu. Gâh ders çıkararak gâh şuursuzca mâtemler kuruldu. Kerbelâ vakâsı kiminin elinde zincir oldu sırta vuruldu, kiminin elinde kalem oldu gönülden çekilen kan mürekkebiyle eserler yazıldı. Özellikle Türkler arasında Resûlullâh’ın sevgili torunu sıfatıyla sevilip sayılan Hz. Hüseyin, onun ve mübarek dedesinin (s.a.v.) şefaatine erişebilmek için şairlerin ilticâ-gâhı oldu. Bu ilticâ kapısına sığınanlardan biri de Hâce Muhammed Lutfî Efendi nâm-ı diger Alvarlı Efe Hazretleri’dir. Eseri Hulâsatü’l-Hakâyık’da 17 Muharremiyye ile Kerbelâ vakâsını işleyen Alvarlı Efe Hazretleri, bir Sünnî ve Nakşibendî şeyhi olması hasebiyle her şeyden evvel, bu acının mezheplere sığmayacağını mutlak surette ortaya koymuştur. Dîvânında 93, 94, 97, 106, 117, 178, 230, 234, 321, 379, 380, 412, 421, 436, 518, 677 numaralı şiirler ve mersiyeler başlığı altında toplanan şiirler içerisinde bulunan (s.630) Muharremiyye ile birlikte toplam 17 şiirde Kerbelâ acısını hissederek işleyen Alvarlı Efe Hazretleri, her bir mısrâsında o anı yaşıyormuş gibi feverân etmektedir. Şiirler hem hece hem de arûz vezni ile söylenmiştir. Söylenmiştir diyoruz, çünkü Efe Hazretleri’nin çoğu şiiri ilâhî bir neşve sonucu dilinden dökülmüş ve müridleri tarafından kaleme alınmıştır. Bütün bir Kerbelâ vakâsına dair bilgileri parça parça şiirlerde bulmak mümkündür. Hz. Hüseyin’in Kûfelilerin talebi üzerine yola çıkması, Kûfelilerin Hz. Hüseyin’i yarı yolda bırakması ve Hz. Hüseyin’in geri dönmek isteyişi, Kerbelâ vâdisinde Fırat Nehri’nin yanıbaşında suya hasret kalışları ve aşurâ günü yaşananları Alvarlı Efe’nin muharremiyyelerinde görmek mümkündür. Efe Hazretleri bir muharremiyyesinin başında, Kerbelâ hakkında eser ortaya koyan Fuzûlî’nin “Hadîkatü’s-Süedâ”sını meth etmektedir. Kerbelâ’dan bahseden binlerce eser olmasına rağmen Fuzûlî’nin her kelimesi ateş saçan, misk kokusu dağıtan eserinin bunlar içerisinde başı çektiği âşikârdır. Alvarlı Efe’nin muharremiyyelerini okurken Fuzûlî tesîrini görmek mümkündür: Mâcerâ-yı Kerbelâ’dan bahseden binlerce var Böyle âteş-bâr derûn etmiş Fuzûlî âşikâr Öyle bir şöhret-şiâr âteş-feşân mersiyye-gû Hadîka’sında nümâyân her sözü bir müşg-bâr4 Dîvânda yer alan muharremiyyeler içerisinde özellikle 94 numaralı şiir (s. 162-163) üslubu açısından ilginçtir. Sekizli hece vezniyle yazılmış 19 dörtlükten oluşan bu şiirde yaşananlar Hz. Hüseyin’in ağzından anlatılmaktadır. Kendisini imâmete çağırıp ondan yüz çeviren Kûfelilere karşı Hz. Hüseyin, Alvarlı Efe’nin kaleminden şöyle sitem etmektedir: Ravzadan beni ayırdız Zâlim Yezîd’e duyurduz Kerbelâ’da iş kayırdız Bugün mâh-ı Muharrem’dir Ey Kûfî’ler ey bî-vefâ Şâmî’lerde çokdur cefâ Yezîd’e verdiniz şifâ Bugün mâh-ı Muharrem’dir Da‘vet etdiz hilâfete Teklif etdiz şerîate Yol gösterdiz şehâdete Bugün mâh-ı Muharrem’dir5 4 Hulâsatü’l-Hakâyık, 234. şiir, s.249. 5 Hulâsatü’l-Hakâyık, 94. şiir, s.162. Bir başka dörtlükte Efe Hazretleri, Hz. Hüseyin’in karşılaştığı bu ihaneti şu şekilde işlemiştir: Ayırdı ravzâdan Âl-i abâ’yı Velî kılmadılar ahde vefâyı Hüseyn’e etdiler cevr ü cefâyı Gül ağlar bülbül ağlar sünbül ağlar6 “Eyyâm-ı mâtem” yani mâtem günleri olarak andığı muharrem ayı, Alvarlı Efe için sadece 10 Muharrem gününden ibaret değildir. Bütün bir ay ümmetin yas tuttuğu vakit olmalıdır. Yaşananların acısı o kadar büyüktür ki Efe Hazretleri’nin dilinde Kerbelâ şehitleri için yerde akan sulardan gökte Samanyolu’na kadar her şey ağlamaktadır. Onun muharremiyyelerinde yaşanan bu elim hadiseden ötürü Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.a.), bütün peygamberler, melekler ve ins ü cin de ağlamaktadır. Efe Hazretleri’nin muharremiyyelerinde Hz. Hüseyin’în şecâatinin yanısıra metânetinden de bahsedilmektedir: Hüseyn sultân-ı evreng-i belâdır7 Hz. Hüseyin belâ tahtının sultânıdır. Bu belâ ki zâhirde Kerbelâ’da yaşanan zulümdür. Ama bir mutasavvıf olan Alvarlı Efe’nin dilinde ayrıca elest bezminde “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” suâline karşı “belâ (evet)” cevâbını vererek hem kendilerini yoktan var eden Allah’ın Rabb olduğunu kabul eden hem de “lütfun da hoş, kahrın da hoş” şiârınca gelecek her belâya eyvallah diyen ruhların sultânıdır. Hüseyn’i cilve-i hubb-i İlâhî mübtelâ etdi Velâyet şâhına baldır belâlar âlî-şân olsun8 Hz. Hüseyin şehâdete yürümüştür çünkü onu ilâhî güzelliğin cilvesi mübtelâ etmiştir. Bu sarhoşluğa baş vermek Hak dostu için belâya uğramak değil bal yemektir. Ne gelse Hazret-i Hak’dan bize kevser -i ahmerdir Haremgâh-ı visâle vuslat olsun boynumuz al kan9 Kerbelâ vadisinde cenk eden Hz. Hüseyin’in dilinden söylenmiş bu mısrada da onun teslimiyetine işaret edilmektedir. Hak’dan gelen her ne olursa olsun bizim için kevser suyu hükmündedir, seve seve, kana kana içeriz. Eğer bu yolda boynumuzu vurdularsa, can verdiysek, bu sevgiliye ulaşabilmek içindir. Kerbelâ’da Hz. Hüseyin tek başına değildir. Yârenleriyle beraber susuz bırakıldığı anlar Alvarlı Efe’nin dizelerinde de âdetâ resmedilmektedir: Sabîler teşne-leb isterler âbı Analar başına saçar türâbı Meğer ki erişe Kevser şerâbı Gül ağlar bülbül ağlar sünbül ağlar Aman bir âteş-i dilsûzdur bu O etfâl-i Hüseyn feryâd eder su Güler bunlara o kavm-i cefâ-cû Gül ağlar bülbül ağlar sünbül ağlar10 6 Hulâsatü’l-Hakâyık, 178. şiir, s.213. 7 Hulâsatü’l-Hakâyık, 178. şiir, s.213. 8 Hulâsatü’l-Hakâyık, 412. şiir, s.361. 9 Hulâsatü’l-Hakâyık, 379. şiir, s.340. 10 Hulâsatü’l-Hakâyık, 178. şiir, s.213. Çocuklar çatlamış dudakları ile ağlayarak su istemektedir. Anaların hali ise perişandır, başlarına toprak çalmaktadırlar. Hz. Hüseyin’in çocukları su diyerek feryâd ettikçe karşılarındaki düşman bu hâle gülerek karşılık vermektedir. Bu cefâyı peygamber torununa ve ailesine revâ görenler de Alvarlı Efe’nin mısralarında nasiplerini almıştır. Başta Yezîd olmak üzere bu zulme ortak olanların hepsi cehennemdeki yerlerini kendi elleriyle hazırlamıştır: Böyle bir zât-ı muazzamı şehîd etdi Yezîd Kahr-ı Mevlâ’ya müyesser nârda olsun pây-dâr11 Hüseyn-i Kerbelâ’nın basdığı yerlere cân kurbân Yezîd nâr-ı cehennemde çâr etrâfı hisâr olsun Hüseyn’in nûr gülistânı cemâl-i bedr-i kudretdir O mir’ât-ı Muhammed’i kıranlar târ u mâr olsun O bûsegâh-ı Muhtâr-ı İlâhî gerdene hançer Çeken mel‘ûn-i bed-ahter dü-âlem şerm-sâr olsun12 Muharrem’de muhibb-i hânedânın kalbi âteş-bâr Dilerim ki kıyâmetde Yezîd’i nâr-feşân olsun13 Yaşanan bu zulmün verdiği acıyı bu dünyada dindirmek mümkün değildir. Alvarlı Efe ummaktadır ki kıyamet gününün sahibi bu zulmü revâ görenleri adaletiyle yargılayacaktır: Lutfiyâ bu derde dermân dünyâda imkânı yok Hâkim-i yevmi’d-dîn eyler adle fermân ey felek14 Efe Hazretleri “Mâcerâ-yı Kerbelâ’dan bahs eden dil nâr olur”15 diyerek her bir muharremiyyesini, dilinde kor taşıyan bir âdemoğlunun acısıyla yazdığını belirtmiş ve Hz. Hüseyin’den bahsetmeyi şefaatine vesile kılmak istemiştir. Nasıl ki âlemde padişahlar kulları ile birlikte anılıyor öyle de Efe Hazretleri de âl-i âbânın hizmetkârı olmayı murâd etmektedir: Lutfî’ye lutf ü keremdir bahs-i şâh-ı Kerbelâ Rûz-i haşr ede şefâ‘at bize sâhib-Zülfikār16 Muhammed Lutfî’yi yâ Rab bu hânedâna bahşeyle Gedâlarsız olur mu ya cihânda bir şeh-i devrân17 Kerbelâ’dan bahsetmeyi sığınılacak bir kapı olarak gören Hâce Muhammed Lutfî Hazretleri duâ bâbında dilenmektedir ki şâyet Hazret-i Hakk Muhammed Lutfî kuluna lutf edecekse ona Hz. Hüseyin’in kabr-i şerîfinde ayaklarının altında defnedilmeyi nâsip eylesin: Muhammed Lutfî’ye lutfu olursa Hazret-i Hakk’ın Hüseyn’in zîr-i akdâmı mahallinde gubâr olsun18 Bizler de temennî ederiz ki bu niyâzına dünyâda erişemeyen Efe Hazretleri ahirette o çokça arzuladığı Hz. Hüseyin’e komşu olsun ve’sselâm. 11 Hulâsatü’l-Hakâyık, 234. şiir, s.249. 12 Hulâsatü’l-Hakâyık, 380. şiir, s.341. 13 Hulâsatü’l-Hakâyık, 412. şiir, s.361. 14 Hulâsatü’l-Hakâyık, 321. şiir, s.307. 15 Hulâsatü’l-Hakâyık, 97. şiir, s.165. 16 Hulâsatü’l-Hakâyık, 234. şiir, s.249. 17 Hulâsatü’l-Hakâyık, 379. şiir, s.340. 18 Hulâsatü’l-Hakâyık, 380. şiir, s.341.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir