kirpik kesilince uzar mı uzman tv / kirpikleri makasla kesmek

Kirpik Kesilince Uzar Mı Uzman Tv

kirpik kesilince uzar mı uzman tv

kirpikleri makasla kesmek

9. On gün önce bunalımdayken yaptığım eylem. Uzattığım kirpiklerimi kesmek ne kadar mantıklı ama çok canım sıkıldığından yaptım ve izlenimlerimi anlatayım;

- Öncellikle kirpiklerinizi kesip kesmeme konusunda kararlı olun çünkü makasla kesmek hem de muntazam kesmek çok önemli yoksa çok kötü durumlar oluşabilir. Mesela kimimizin kirpiği önce kısadır göz çevresine gittikçe uzar, kimimizin önce kısadır ortaya doğru geldikçe uzar sonra kısalmaya başlar. Kirpiklerimizin şekli değişik olduğu için nasıl kesmek istediğinize karar verin.

- ben kirpiklerimin alt kısmına bir peçete koydum ve gözlerimi kapatıp kirpiklerimi kesmeye başladım. Bazı kısımları çok kesmişim rimel sürünce anladım bir kaç teli de kesememişim falan ama düzeltmedim çünkü uzayıp uzamadığını anlamak istedim.

- Benim kirpiklerim düşük ama rimelle hemen dimdik olan türden. Kirpiklerimi kestikten sonra rimel sürünce çok garipsedim çünkü kalkmadı çoğu ve topak topak oldu. Ayrıca kirpiklerime dokununca daha sert olduklarını hissettim. Kirpiklerim uzayınca da yavaş yavaş rimelle kalkmaya başladılar.

- Bu on gün süre içinde sadece 2 defa kayısı yapı sürdüm o da rimeli silince kirpik diplerim kurumasın diye sürmüştüm. Ama böyle yoğun bir şekilde değil sadece diplere pıt pıt yaparak sürdüm. Uzadı mı kirpiklerim derseniz evet uzadılar.

- Kirpikleri kesince o eski halini özler gibi oldum ama alıştım diyebilirim çünkü kirpiklerim sık gür ve sipsiyah duruyorlar. Ayrıca her rimel sonrası kirpiğim dökülürdü ama şimdi tane dökülüyorlar yani kökleri baya güçlendi diyebilirim. Biraz daha uzarlarsa o küçük hatalarımı düzeltmek istiyorum.

ARŞİV / 1

Solon (3): Sardes’in düşüşü

30 Haziran

Atinalı devlet adamı ve şair Solon hakkında Herodot tarafından nakledilen bir hikâyeyi dün anlatmıştım. Kısaca bu hikâyeye göre bizim Karun diye bildiğimiz Lidya kralı Krezüs (Kroisos) ziyarete gelen Solon'a hazinelerini gösterdikten sonra "acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?" diye bir soru sormuştu

Krezüs'un amacı kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmekti tabi. Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vermiş, Krezüs'ü öfkelendirmişti. Solon sakin bir şekilde şöyle cevap vermişti: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden. Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir.''

Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı etmişti.

Sonrasında Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmamıştı. Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırıp Krezüs’ü esir etmişti… Zamanın geleneklerine göre Krezüs yakılmak üzere bir odun yığınının tepesine çıkartıldığında Solon’un sözlerini hatırlayıp “Solooon, Soloooon, Soloooooon!” diye bir feryâd, bir figân halinde bağırmıştı.. Sonrasında da nedenini soran Kiros'a Solon ile arasında geçen konuşmayı anlatınca Kiros tarafından affedilmişti.

TV dizilerindeki bir önceki yayının özeti gibi olduysa da affola

Ancak Krezüs’ün Solon'u sarayını gezdirip, hazinelerini gösterip, verdiği cevabı beğenmeyip Solon’u sarayından kapı dışarı ettikten sonra, Pers Kralı Kiros’un Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bir seri olaylar var ki onu anlatmamıştım… Bu yazımda da işte bu seri olayları anlatacağım… Kaynak aynı kaynak: Herodot (Tarih, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, )

Krezüs’ün rüyası

Krezüs’ün iki oğlu vardır; biri doğuştan sağır ve dilsiz olduğu için adı bile anılmaz. Diğeri kıymetli oğlu Atys'dir Krezüs, Solon’u sarayından kovduktan hemen sonra bir rüya görür. Krezüs, rüyasında oğlu Atys’in ucu demir bir kargıyla vurulduğunu görür. Uyandıktan sonra Krezüs'ü oğlunu kaybetme korkusu sarar Krezüs, ilk iş olarak Lidya ordularına komuta eden oğlunu bu görevden alıp bir kızla nişanlar. Savaşta kullanılan kargı benzeri silah ne varsa toplatıp depolara yığdırır, kazayla oğlunu öldürür endişesiyle.

Atys’in ölümü

Oğlu evlenme töreniyle uğraşırken, Sardes'e Adrastos isminde Frigya'lı bir adam gelir Midas'ın torunlarından biri olan bu adam yanlışlıkla bir kardeşini öldürdüğü ve babası tarafından ülkeden kovulduğu için Krezüs'un sarayında arınma dileğinde bulunur. Krezüs ''Hatırını saydığım kişilerin oğlu, dostlar arasına geldin, bizim yanımızda kalırsan hiçbir eksiğin olmaz'' diyerek yanına alır Adrastos'u.

O sıralarda Misya'nın (Mysia; Antik Çağ'da Anadolu'nun kuzeybatısında yer alan ve günümüzde yaklaşık olarak Bandırma, Erdek ve Balıkesir çevresine denk gelen bölgenin adı) Kaz Dağları civarında bir yaban domuzu türer ve köylüler bu yaban domuzunun bahçelerine verdiği zararla başa çıkamazlar. Krezüs'e elçiler yollayarak oğlunun ve yiğitlerinin yardımını isterler: “Senden dileğimiz, oğluna ve yiğitlerine buyur, köpeklerini alıp gelsinler, bizi kurtarsınlar.” Krezüs, gördüğü rüyanın korkusuyla oğlu yerine Adrastos ve bir grup Lidya'lıyı göndermeye karar verince, oğlu yanına gelip babasından kendisini göndermesini, çağrıldığı yere gitmezse Lidya'lıların onu hor göreceğini söyler. Üstelik avlayacaklarının bir domuz olduğunu, boynuzlarının da demir bir kargı olmadığını bu nedenle rüyasından korkmasının yersiz olduğunu hatırlatır. Bu sözler üzerine Krezüs oğlu Atys'i Adrastos'a emanet ederek ava göndermeye razı olur. Adrastos, oğluna göz kulak olacağına ve koruyacağına söz verir.

Atys ve grubundakiler Misya'ya ulaşıp bir sürek avı başlatırlar. Yaban domuzun yerinden çıkartılıp etrafı sarılır. Herkes mızrağını domuza fırlatırken, Adrastos'un mızrağı domuzu ıskalayıp Atys'e saplanır ve Krezüs'un oğlu tıpkı Krezüs’ün rüyasında gördüğü gibi demir bir kargı ile ölür.

Korkunç bir pişmanlık yaşayan Adrastos, Krezüs’e teslim olur ve oğlunun ölüsü üzerine kurban edilmesi için yalvarır. Ama Krezüs, ocağını söndüren adama dönerek, “Konuğum” der, “senin kendi ölümünü istemen benim öcüm için yeterlidir. Hayır, bu ölüm için seni suçlamıyorum…” Bunun üzerine Adrastos, kendisini dünyadaki insanların en mutsuzu sayarak, Atys’in mezarı üstünde kendisini öldürür.

Doğudan gelen tehdit: Pers Kralı Kiros

Krezüs acısının üzerine iki yıl içine kapanır. Krezüs’ün içine kapandığı bu sürede Pers Kralı Kiros, İran'ın kuzeybatı bölgesinde yaşayan ve eski bir İran halkı olan Medler’e saldırarak Med Kralı Astyages'i bozguna uğratır. Bundan sonra Med İmparatorluğu Pers Krallığının önemli bir eyaleti haline gelir. Medlerin katılımıyla Pers Krallığının büyüyerek bölgede büyük bir güç haline gelmesi ve Pers Ordusunun kalabalıklaşması Krezüs’e Atys'in yasını unutturur. Persleri daha fazla gelişip büyümeden durdurma düşüncesiyle harekete geçer.

Delphi'deki kâhinlerin kehânetleri

Kehanet merkezlerinden biri olan Delphi'ye Apollon Tapınağı kâhinlerine kıymetli hediyelerle beraber adamlarını gönderir. (Delfi; Yunanistan'da Parnasos Dağı'nın güneybatısında bulunan arkeolojik bir alan. Antik çağlarda Yunan halkları için önemli olan ve Yunan tanrıları Apollo ve Athena´ya ibadet edilen bir dinî merkezdir.)

Lidyalı sözcüler Delphi’deki kâhinlere sorarlar: ''Krezüs Perslerle savaşsın mı?'' Kâhinlerin cevabı; ''Eğer ''Krezüs, Perslerle savaşa girerse büyük bir imparatorluğu devirecektir'' olur.

Krezüs kendine getirilen cevabı duyunca Pers Kralı Kiros'un krallığını devireceğine emin olur ve adamlarını kâhinlere tekrar göndererek, bu sefer de ''saltanatı uzun olacak mı?'' diye sordurur. Bu soruya da kâhinler bir dörtlükle cevap verirler:

‘’Günün birinde katır Med'lere kral olacak
O zaman, ey yumuşak ayaklı Lydia'lı kaç,
Çakıllı Hermos boyunca, tabanları yağla,
Utanma, yüzün kızarmasın kaçtığın için.’’

Bu sözlere Krezüs daha da sevinir. Lidya tahtına bir katırın geçmesi mümkün olmadığına göre, demek ki iktidardan düşmeyecektir. Ordusunu toparlayıp Pers'lere doğru sefere çıkar.

Pteria savaşı

Pteria'da (Yozgat, Sorgun ilçesi, Şahmuratlı Köyü) iki ordu karşılaşır. Her iki tarafta büyük kayıp verir ama savaşın kazananı belli olmaz. Muharebenin ertesi günü Kiros saldırısını sürdürmeyince, Krezüs sayıca daha az olan ordusuyla Sardes’e doğru çekilip Mısırlılardan yardım istemeyi düşünür, Sardes’e varınca ordudaki paralı askerlerini de dağıtır. Yardım istediği müttefiklerinden, dört ay sonra Sardes’te hazır olmalarını talep eder. Belki de dün anlattığım, hazinelerini gördükten sonra Solon'un Krezüs'e sorduğu ''Orduların nerede?'' hikâyesi de buradan kaynaklanmaktadır. 

Sardes’in düşüşü

Ancak Krezüs, savaş tarihinin büyük stratejik hatalarından birini yapmıştır: Kyros’un kendisini takip ederek hemen Sardes’e kadar geleceğini düşünmemiştir. Çünkü çok önemli bir askerî kuraldır: ‘’Muharebe meydanında yenilmeyen, yok edilmeyen düşman, kaybedilmiş bir savaş demektir.’’

Sardes önlerinde Lidya ile Pers orduları arasında ikinci bir muharebe daha yapılır. Bu muharebede Kiros; ordusuna katılan Medyalılardan bir seyis veya deve bakıcısı olan Hargapos’un önerisiyle ordunun peşinden gelen yük develerinin yüklerini indirtir Süvarilerini develerin üstüne bindirir Süvarileri develerin üstünde, piyadeleri ve ordunun geri kalanını ise develerin arkasından yürütecek şekilde bir muharabe düzeni alarak Lidya ordusuna saldırıya geçer. Bir seyis veya deve bakıcısında olabilecek bir bilgi, koca savaşın kaderini değiştirir: Atların develerden korktuğu ve develerin kokusuna dayanamadığı fikri üzerine kurulu bu plan, tutar. Lidya süvarisi darmadağın olur. Krezüs ve ordusu Sardes’e kaleye çekilmek zorunda kalır.

Günümüzde bile çağdaş işletmelerde şu iki kural geçerlidir: ''Hiçbirimiz, hepimiz kadar akıllı değiliz!'' ve ''işi en iyi yapan bilir!'' Tarihte de hep öyle olmuştur; bu kurala uyan devlet veya kurumlar başarılı olmuş, uymayıp da ''her şeyi ben bilirim'' diyen ve tek adama mahkûm olan devlet veya kurumlar er veya geç yok olmuşlardır

Kiros, Krezüs’ü takip ederek kaleyi kuşatır. Kuşatmanın gününde Sardes düşer.

Krezüs'un adı anılmayan sağır ve dilsiz oğlu için başvurduğu kâhinler, ona şu kehanette bulunmuşlardır eskiden:

‘’Lydia'nın güçlü kralı, hiç de ihtiyatlı değilsin.
Sarayında işitmeyi isteme,
Çocuğunun duymayı o kadar özlediğin sesini
Çevreni saran şimdiki sessizliği daha hayırlı onun,
Zira o, acılı bir günde konuşacak.’’

Kentin düştüğü gün, saraya giren Pers askerleri Krezüs'u öldürmek için üzerine doğru gelirlerken, o sağır ve dilsiz oğlanın dili çözülür ve Pers askerine “Krezüs'u öldürme!” diye bağırır.

Krezüs on dört yıllık bir saltanatının ardından, on dört günlük bir kuşatma sonunda, Perslerin eline düşer canlı olarak. Böylece yerle bir eder büyük bir imparatorluğu, tıpkı kâhinin dediği gibi; ama kendisininkini.

Hikâyenin sonunu daha önce anlatmıştım. Persler tutsak Krezüs'u, Kiros'a götürürler. Krezüs, yakılmak üzere odunların üzerinde beklerken Solon'un sözleri gelir aklına: ''Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir'' ve acıyla haykırır ''Ah Solon! Soloooooon! Soloooooooooonnnn!' diye feryat figân eder

Kiros bunu duyunca adamlarına ''Krezüs'tan sorun bu çağırdığı kimdir?'' der. Kendisine iletilen soruya cevabı ''Bir adam ki dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli olurdu'' der ve Solon'la aralarında geçen konuşmayı anlatıp şimdi ona ne kadar hak verdiğini söyler. Persliler anlatılanları Kiros'a iletince, Kiros bu hikâyeden çok etkilenir, Krezüs'u affeder ve ona sorar:

''Krezüs, kim sana söyledi bana saldırmayı ve dost yerine düşman olmayı?''

''Kral, bunu yapan senin iyi talihin, benim kötü talihim ve kendini beğenmişliğimdir. Kimse barış dururken savaşı seçecek kadar deli değildir. Bir taraftan, barışta genç erkekler yaşlıları (bilgeleri) gömer, diğer taraftan da savaşta yaşlılar genç erkekleri.''

Kiros onun zincirlerini çözdürür ve yanına oturtur. Krezüs etrafına bakınırken gözleri Lidyalıların kentini yağma eden Perslere takılır ve sorar:

''Bu kalabalık ne yapıyor böyle canla başla?'' ''Senin kentini yağma ediyorlar, hazinelerini paylaşıyorlar'' der Kiros. ''Yağma ettikleri benim kentim, benim varlığım değil artık; yağma edip alıp götürdüklerinin hepsi senin malın.''

Delphi'deki kâhinler Krezüs'ü yanıltmışlar mıydı?

Krezüs'un bu sözlerinden etkilenen Kiros, ondan bir dileği olup olmadığını sorar. Tek bir şey istediğini söyler Krezüs, kendisine vurulan zincirleri Delphi'deki kâhinlere gönderip, neden onu yanılttıklarını sordurmak ister. Kiros bu arzusunu kabul eder ve bir grup Lidyalı zincirleri alıp Delphi'ye götürürler.

Kâhinlere sorulur; ''Hiç utanmadın mı, Kiros'un imparatorluğunu yıkacağına inandırıp, Krezüs'u Perslerle savaşa tutuşturmaktan? İşte o imparatorluğun yağmasından eline geçen ganimet sadece şu zincirlerdir.''

Soruya kâhinlerin cevabı şu olur:

''Kâhinin dedikleri doğrudur, Krezüs'un bundan yakınmaya hakkı yoktur. Kâhin ona Perslere saldırırsa büyük bir imparatorluğu yıkmış olacaktır dedi, ama Krezüs kendini beğenmişlik yapıp bunun Pers İmparatorluğu olduğunu düşündü. Eğer düşünebilseydi tekrar sorduracaktı ‘yıkılacak olan benimki mi, Kiros'un mu’ diye. Son sorusuna verdiği cevapta bir katırdan söz edilmedi mi? Kiros'tu katır. Çünkü babası ve annesi aynı soydan değildir. Annesi Media'lı, babası Perslidir. Tanrı sözünü anlayamadı, sonrasını da sormadı, o halde kendisini suçlasın.’’

Lidyalılar bu cevabı Sardes'e götürürler, Bunu duyunca Krezüs kusurun Apollon'un rahiplerinde değil kendisinde olduğunu kabul eder.

Anadolu’da Persler

İşte Pers Kralı Kiros'un bu zaferi ile Persler Anadolu’ya ve Trakya’ya ve Karadeniz kıyılarına yerleşirler. yıl kalırlar Ta ki Makedonyalı Büyük İskender gelene kadar

Her şeyin sonuna bakılmalıdır

Ne demişti Solon o mağrur Krezüs'e daha yolun başında iken: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakılmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."

Bu üç günlük yazı serimi, kaynak olarak kullandığım Herodot’un ‘’Tarih’’ kitabının giriş kısmındaki yazısıyla sonlandırayım: ‘’Bu, Şehriyar’ın, pardon, Halikarnassos’lu Herodotos’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdiği harikalar bir gün de adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalmasın.”

Ah ''Tarih'' ah! Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; ‘’Tarih çok şeyler söyler'' diye  

Sanmayasınız ki ben Heredot gibi tarihi anlatıyorum Ben tarihi değil aslında ben günümüzü, günümüzün Krezüs'larını anlatıyorum…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Fransız ressam Claude Vignon ( - ), tablosu: Krezüs Lidya'lı köylülerden vergi alırken… Dün de dediğim gibi bu coğrafyanın hikâyesini resmetmek elin ressamlarına kalmış ne yazık ki.




Solon (2): Lidya Kralı Krezüs ve Pers Kralı Kiros

29 Haziran

Dünkü yazımda da Solon’u anlatırken Solon’un, Atina’da yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gittiğini, Solon’un bu sürgün sırasında Mısır'a, Kıbrıs'a gittikten sonra Anadolu’ya da uğradığını ve Anadolu’da Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs’ün (MÖ. - ) misafiri olduğunu yazmıştım…

Bugünkü yazımda da sözü tarihin babası (Pater Historiae) olarak anılan ve bu coğrafyanın bir evladı olan Bodrumlu Halikarnas’a (Herodot) bırakacağım… Ve Herodot’un, içinde; Pers Kralı Kiros’u, Lidya Kralı Krezüs’ü ve Solon’u da anlattığı kitabından alıntılar yapacağım. (Herodot, Tarih, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, )

Ama önce kısa bir bilgi:

Lidya Kralı Krezüs

Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Krezüs (M.Ö. - ) Lidya kralıdır. Kral Krezüs ülkesinin kaynaklarını kişisel zenginliği için kullanıp (‘’Karun gibi zengin’’ sözü de buradan gelir), kendini ülkenin sahibi ve efendisi gören, sahip olduğu güç ve zenginlikle kendinden geçip; kendisini tanrılara denk görecek derece kibre kapılan bir kraldır.

Herodot, bahsettiğim kitabında Krezüs hakkında şunları yazar: Krezüs, Lidyalı Alyattes’in oğludur. Alyattes, Miletos savaşının ardından elli yıl daha hüküm sürdükten sonra vefat eder. Onun yerine tahta oturan oğlu Krezüs 35 yaşındadır. İktidara geldikten sonra egemenlik alanını hızla genişletir. Kilikya ve Likya hariç, Halys (Kızılırmak) ırmağının beri yakasındaki tüm uluslar Krezüs’in egemenliğini tanır. Lidyalılar, Frigyalılar, Misyalılar, Mariandinler, Khalybler, Paflagonlar, Trraklar, Thinler, Bithinler, Karlar, İyonlar, Dorlar, Aiollar, Pamfiller… Bütün bu halklar ve ülkeler Krezüs’ün egemenliği altındadır.

Herodot'un anlatımına göre Atinalı devlet adamı ve şair Solon yurdundan ayrıldıktan sonra pek çok ülkeyi gezer. Mısır'a,  Kıbrıs’a gittikten sonra Amasis'e (Amasya) ve en son Sardes'e (Sardes veya Sardeis, Manisa'nın Salihli ilçesine bağlı Sart kasabası yakınlarında bulunan ve Lidya devletine başkentlik yapmış antik kent), Krezüs'un yanına gelir.

Solon, Lidya Kralı Krezüs’ün sarayında

Ziyaretinin üçüncü veya dördüncü gününde, Krezüs’un adamları Krezüs'ün emri üzerine Solon’a kralın hazinelerini gezdirirler. Gezi tamamlandıktan sonra Krezüs, konuğu Solon’a dönerek “Atinalı,” der, “benim konuğum, bir filozof olarak sana bunca ülkeyi gezdiren meraklı yaradılışının ve bilgeliğinin ününü birçok kez biz de duyduk, bundan ötürü sana şunu sormak isteği uyandı bende, acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?” diye bir soru sorar…

Krezüs'un amacı Solon’un ağzından kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmektir aslında Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vererek dünyanın en mutlu adamı olarak Atinalı Tellos'u gördüğünü söyler: "Tellus Hem güzel hem iyi çocukları oldu, uzun yaşadı, sağlıklı torunlarını gördü. Ülkesi savaşmak zorunda kaldığında yardıma koştu ve şehit oldu. Vatandaşları onu törenle gömdüler ve hatırasını şerefle yaşattılar."

Krezüs sinirlenmiş ve tahrik olmuştur. Bir başka zamanda bir başka fırsatla sorusunu tekrarlar: "Dünyada Sen'den daha mutlusu olamaz Yüce Hükümdarım" cevabını almayı umarak: "Var mıdır ki yeryüzünde bir kişi, benden daha mutlu?" Solon cevap verir: "Kleobis ve Biton İki genç erkek kardeş. Annelerini festivale götürdüler. Yaşlı öküz ölünce kağnıyı kendileri çektiler. Anneleri onların sonsuz mutluluğu için bütün gece dua etti. Gece uykularında huzur içinde öldüler"

Krezüs öfkelenerek "Solon, bizim mutluluğumuzu hiçe mi sayıyorsun ki bu basit insanları ikinci sıraya koyuyorsun?" der. Solon sakin bir şekilde cevap verir: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakılmalıdır…’’ Solon, sonra şu öğüdünü verir Krezüs’e:

''Ölmeden önce dilini tut, 
'mutluyum' demek için acele etme,
yalnız 'talihliyim' de, o kadar.
Her şeyin sonuna bak. 
Tanrı, çok insana mutluluğu yem olarak sunar,
sonra da çeker alır elinden!''

Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı eder.

Krezüs'ün sonu

Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmaz.

Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırır. 14 gün süren kuşatmanın sonunda Sardes düşer. Krezüs esir edilir… Zincire vurulur… Zamanın geleneklerine göre Krezüs yakılmak üzere bir odun yığınının tepesine çıkartılır. Krezüs, odun yığınının üstünde yakılmayı beklerken, Solon’un ‘’hiçbir canlının henüz yaşadığı sürece mutluluktan tam emin olamayacağı’’ yolundaki sözlerini hatırlar…  Krezüs “Solooon, Soloooon, Soloooooon!” diye bir feryâd, bir figân halinde bağırır da bağırır… 

Krezüs’in bağırmasını işiten Kiros, adamlarına emir vererek, adını andığı şahsın kim olduğunu öğrenmek ister. Krezüs şunu söyler: “Bir adam ki, dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli bir şey olurdu.” Sonra Atinalı Solon ile aralarındaki konuşmayı anlatır. Kyros’un yüreği sızlar ve Krezüs’ü affeder… 

Herodot’un anlattığı bu hikâyenin başka bir tevatürü daha vardır:

Bu hikâyede Krezüs, hazinelerini Solon’a bizzat kendisi gösterir. Her bir hazine odasından sonra Solon Krezüs’e sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordu demek masraf demek İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Solon açılan her bir hazine dairesinde aynı soruyu sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs da yine aynı şekilde cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordunun hem kontrolü zordur, hem de ordu beslemek de masraflıdır. İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Her bir hazine odası açıldığında bu sahne tekrarlanır. ‘’Orduların nerede?’’ diye sorar hep Solon. Krezüs de artık hiddetlenmektedir. Sonunda Krezüs kovar Solon’u sarayından…

Bu hikâyenin de sonu aynı: Pers Kralı Kiros Lidya’ya saldırdığında Krezüs’ün ordu kuracak, donatacak, eğitecek vakti olmaz. Pers Kralı Kiros Lidya’yı ele geçirip, kral Krezüs’ü yakmak için odun yığınının tepesine çıkardığında Krezüs, Solon ile arasında geçen konuşmayı hatırlayarak "Soloooon, Solooooon, Solooooon!" diye bağırır, feryat figan eder…

Pers kralı merak eder, yanına getirtir Krezüs’ü ve sorar ona; ‘’Bu Solon kimdir sen neden böyle feryat ediyorsun’’ diye

Anlatır Krezüs Solon ile arasında geçen diyaloğu ve derki ‘’Solon’a hazinelerimi gösterirken o hep ordumu sormuştu. Ben sanmıştım ki hazinelerimle hemen bir ordu kuracağım. Sen geldin. Ordumu kuramadan, ordumu donatamadan ve eğitemeden beni mağlup ettin. Şimdi anlıyorum Solon’un ne demek istediğini. İşte bu nedenle Solon diye feryat figan ediyorum’’

Her iki hikâyenin de sonu aynıdır. 

Bakmayın siz, dün de söylediğim gibi tarihte teeee yıl gerideki olayları anlattığıma… Ben günümüzü anlatıyorum günümüzü… Tehlikenin büyüklüğünü ben daha başka türlü nasıl anlatabilirim ki? FETÖ ile bir olup kendi ordusuna kumpas kuranlar, kendi ordusunu tarumâr edenler, Krezüs gibi kendisine saraylar yaptıranlar, en son modern uçak filosuna, en son modern araç filosuna sahip olanlar, Kara Kuvvetlerini modern tanksız (Kara Kuvvetlerinin envanterindeki tankların çoğu elli yaşın üzerinde), Hava Kuvvetlerini modern uçaksız (Hava Kuvvetlerinin envanterindeki F’ların çoğu otuz yaşın üzerinde) bırakanlar ateş çemberinin gittikçe daraldığı bölgemizde umulur ki Krezüs gibi ‘’Solon, Solooonnnn!’’ diye feryâd, figân eylemezler… Allah korusun! 

Ah ''Tarih'' ah! Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; Tarih çok şeyler söyler diye 

Arz ederim

Osman AYDOĞAN

Krezüs’ün Solon'u sarayını gezdirip, hazinelerini gösterip, verdiği cevabı beğenmeyip Solon’u sarayından kapı dışarı ettikten sonra, Pers Kralı Kiros’un Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bazı olaylar dizisi var ki onu da yarın ki yazımda anlatayım

Solon von Krösos (Krezüs'ün önünde Solon)



yılına ait Alman ressam von Gerard van Honthorst (–) ait yağlı boya tablosu, ,5 x cm, Hamburg Sanat Galerisi, Nr. (Hamburg, Kunsthalle)

Tablo etiketinde bilgi olarak şöyle yazıyor:  ‘’Solon vor Krösos  Krösos prahlt vor dem athenischen Gesetzgeber Solon, um – nach v. Chr., mit seinem sprichwörtlichen Reichtum’’ (Krezüs'ün önünde Solon Krösos, MÖ civarında - MÖ 'den sonra, Atina yasama organı Solon'un önünde meşhur zenginliği ile böbürlenirken) Tabloda Solon çıplak ayaklı olarak resmedilmiş

Bu coğrafyanın hikâyesini elin ressamının resmetmesi de ne hazin değil mi?


Solon (1): Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri

28 Haziran

Mademki dün tarihte teeee yıl geriye gittim, hazır o kadar geriye gitmişken hemen dönmeyeyim, o tarihlerde kalayım istedim…

Tarihte yıl öncesinde kalarak bugünden itibaren üst üste üç yazım ile MÖ 6. ve 5. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair Solon’u anlatacağım. Ancak Solon’u bilinen yönleriyle değil de pek bilinmeyen yönleriyle anlatacağım! Hep söylerim ya İbn-i Haldun’un sözünü “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer’’ diye Siz sanmayın benim teee yıl öncesini anlattığımı… Ben birebir günümüzü anlatıyorum günümüzü… Siz bu yazımı MÖ 5. yüzyıl diye değil de MS yılı diye okuyun…

Ama önce Solon hakkında kısa bir biyografi..

Solon

Solon, asıl uğraşı şairlik olan Atina’ya demokrasiyi getirdiği varsayılan, aristokrat sınıftan olmayan -yani soylu kanı taşımayan- orta sınıf bir Atinalıdır Hakkındaki en iyi bilgi Aristoteles'in ‘’Atinalıların Devleti’’ (Alfa Yayıncılık, ) isimli kitabında bulunmaktadır…

Solon, MÖ. ’lı yıllarda Atina’yı sarsan ağır bunalımı gidermek üzere giriştiği siyasal ve sosyal reformlarıyla tanınır. Dönemi için devrim niteliğindeki kanunları ile toplumdaki eşitsizliklerle savaşır, insanların hakları doğrultusunda düzen içinde yaşamaları için adil bir sistem kurar. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.

Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri kabul edilen Solon, sadece kendi çağını değil, modern dönem felsefecilerini de etkiler. Tarihte bilinen ilk otobiyografi Solon’a aittir. Bu otobiyografi de şiirlerden oluşur. (Solon, ‘’Şiirler’’, MEB, ) Bu nedenle Solon antik şairlerin en eskisidir. Siyasi hayatının birebir yansıması bu şiirlerinde bulunur

Solon adalet ve ölçüyü esas alır. Hiçbir şeyde aşırılığı doğru bulmaz. Her şeyin fazlası fazladır. Kişi çoğu zaman hem kendine hem de çevresine aşırılıkları yüzünden zarar verir. Bu tür hareketlerin önüne geçmek için kendini kontrol etmek ve ölçülü olmak gerekir. Bu düşüncesini "Zenginlikten doygunluk, doygunluktan da şiddet doğar" sözleri ile özetler…

Platon'un ‘’Atlantis’’ hikâyesini yazmasına da vesile olduğu rivayet edilir…

Solon kanunları

Kendi adıyla anılan ve Antik Yunan döneminin en eski anayasası olan ‘’Solon Anayasası’'nı hazırlar. Bu nedenle Platon ve Aristoteles, Solon’u kanun koyucunun ilk örneği olarak değerlendirirler…

Solon’un çıkardığı kanunlarla: Çiftçinin bütün borçları silinir. Toprağı elinden alınan köylüye toprak dağıtılır. Borç nedeniyle doğan köleliği kaldırır. Ticaretin gelişmesini kolaylaştırır. Tartı ve ölçülere standart getirir. Zeytinyağından başka zirai ürünlerin ihraç edilmesini yasaklar. Sosyal sınıflara girmeyi soya bağlı olmaktan çıkarıp maddi varlığa bağlayarak, Yunan aristokrasinin doğumdan gelen hakları yerine, idarecilerin ürettikleri yıllık ürün miktarına göre belirlenmesi usulü getirir… Ölülerin arkasından konuşulmasını, dirilerin ise haklarında kötü konuşulmasını yasaklar.

Solon, yasaları toplumdaki olumsuzluklarını ortadan kaldırmak için hazırlar. Solon, yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gider. Solon Atina’dan ayrılmadan önce Atinalılar Solon’a en az on yıl Solon’un yenilikçi kanunlarını uygulayacaklarına söz verirler. Ancak, ilk beş yıl içinde Atinalı aristokratlar kanunları işlerine geldiği gibi yorumlayarak kendi çıkarlarına göre davranmaya başlarlar…

Solon’dan günümüze dersler

Yasalarla, yasa yapıcılarıyla ve bu yasaları uygulayıcılarla yeterince içli dışlı olduğu için bu konudaki tecrübesini de Solon şu sözü ile özetler: “Yasalar örümcek ağlarına benzer: Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer.''

"Yaşlı olduğum halde her gün yeni bir şey öğreniyorum" diye başladığı dizesini şöyle bitirir: "Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum." Jean-Jacques Rousseau ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ (Bordo Siyah Yayınları, ) adlı kitabındaki üçüncü ‘’Gezi’’ başlıklı bölümü Solon’un bu '’Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum'' sözüyle başlar ve Rousseau kitabında bu sözü şöyle devam ettirir: ‘’İhtiyarlarımız her şeyi düşünüyor ve öğreniyorlar ama nasıl öleceklerini hiç düşünmüyorlar.’’' Ve ekliyordu Rousseau; ‘’Ölürken nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne yararı var?’’

Oğlunun ölümüne ağlarken bir dostu Solon’a; "ağlamakla bir şey elde edemezsin" diye kendisine teselli etmeye çalıştığında dostuna şu cevabı verir: "Ben de bunun için ağlıyorum ya zaten!"

Fahişeliği dünyada yasallaştıran ilk kişidir. Bu sebepten ötürü döneminde devlet kurtarıcısı, velinimet, kötülükleri ve kargaşayı önleyen olarak görülür. Bu nedenle kendisi için şu dizeler söylenir:

"Tüm erkekler adına iyi iş başardın ey Solon
çünkü onlar diyorlar ki, sen ilk görensin
halkın değer ölçülerini."

Kendisine sorarlar: ‘’Sen ki Aristo'nun sayabildiği anayasa dâhil her şeyi bilirsin, söyle bize, en iyi anayasa hangisidir?’’ Solon adamı şöyle bir süzüp sakince cevap verir: ‘’Önce siz söyleyin bana, hangi halk ve tarihin hangi aşaması için?’’

Bir keresinde Mecliste yaptığı konuşmada şöyle diyordu Solon: “Pek çoğunuzdan daha bilgeyim, pek çoğunuzdan daha yürekliyim. Peisistratos’un (*) kötü oyunlarını anlamamış olanlardan daha bilgeyim, bu oyunları bilen ama korkudan ağzını açamayanlardan daha yürekliyim.”

Çokları onu deli diye görme eğilimindeydi. O buna karşı kendini bir şiirinde şöyle anlatmaya çalışır:

“Ben deliysem yurttaşlar yakında siz de deli olacaksınız. 
Deli olacaksınız gerçeklerle yüzyüze geldiğiniz zaman.”

Solon’dan günümüze öğütler:

Adaleti ödül beklemeden yerine getirin.
Her gün yeni bir şey öğrenerek yaşlanın.
Konuşma eylemlerin aynasıdır. Kendinizin ve çevrenizdekilerin sözlerine dikkat edin.
Tavsiyede bulunurken arkadaşını mutlu etmeye değil, ona yardım etmeyi hedefleyin.
Üzüntü doğuran zevklerden kaçının.
Çabuk dost edinme, edindiğin dostlukları da çabuk gözden düşürme.
Sevinç gözyaşlarını asla silmeyin.
Yarın için en iyi yatırım, bugün yaptığımız iyiliktir.

Solon'dan günümüze şiirler: 

Solon bir şiirinde şunları yazar:

“Kar ve dolu getiren fırtınalar bulutlardan gelir, 
Gök gürültüleri koyulur dupduru gökte,
Kentler çok zaman güçlülerin elinde yok olur, 
Halk bir tiranın kölesi olur cahillikle.”

Solon, Atina’dan tiran olmamak için ayrıldıktan sonra Mısır’a, Kıbrıs'a ve Anadolu’ya gider. Daha sonra Sicilya’da bir kent kurar. Kente Solon’un adından giderek Solos adı verilir. Solon, Solos’a Atinalıların yerleşmesini sağlar. Şehirde Peisistratos tiran olunca Solon Atinalılara şu şiiri yazar:

“Kendi yanlışınız yüzünden mutsuzsanız 
Suçu tanrıların üstüne atmayın. 
Önderlerinize yönetimi veren sizsiniz. 
Bu yüzden sefil köleler oldunuz. 
Şimdi bir tilkinin izini sürüyorsunuz.
Bomboş bir kafanız var. 
Çeneye kuvvet boş sözler üretiyorsunuz. 
Yapıp ettiklerinizle ilgili hiçbir kaygınız yok.”

Solon’un, yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gittiğini yazmıştım. Solon bu sürgün sırasında Mısır'a, Kıbrıs'a ve Anadolu’ya da uğrar. Anadolu’da Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs’ün (MÖ. - ) misafiri olur Yarınki yazımda da Solon’un Krezüs’ün sarayındaki misafirliğini anlatacağım

Ahhhhh ‘’Tarih’’ ah… Sen neler söylersin sen…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

(*) Peisistratos; Atinalı devlet adamıdır (MÖ MÖ ). Megara ile yapılan bir savaşta Nisaea’yı ele geçirince ünlenir. Daha sonra Diakreia ya da Diakria çoban ve oduncularının kurdukları halkçı dağ partisinin başına geçer. Peisistratos'un kısa zamanda halk tarafından tutulduğuna tanık olan Solon, ileride tiranlık kurabileceğine işaret ederek ona muhalefet eder. Peisistratos, kişisel bir muhafız birliği kurarak MÖ ’ta Akropolis’i ve iktidarı ele geçirmeyi başarır. Ancak Kıyı (Raralia) ve Ova (Pedieis) partilerinin kendisine karşı birleşmesiyle iki kez Atina dışına sürülür. MÖ ’da kurduğu paralı orduyla karşıtlarını yenerek tiranlığını ilan eder.


Karya Kraliçeleri: I. ve II. Artemis 

27 Haziran

Ülkenin gündemi Marmara’nın salyası gibi… Marmara’nın salyası ve kirliliği gelecek yıllarda belki temizlenir ama siyasetin kirliliği öyle kolayca temizlenecek gibi değil…   Bu ülke bu pis siyaseti ve bu kirli siyasetçileri hiç hak etmiyor… Demokrasimiz çağdaş demokrasinin belki yüzyıl gerisinde ancak siyasetçilerimiz ise sanki çağdaş siyasetin bin yıl gerisindeymiş gibi…  Belki de siyasetçimiz kirli olduğu için demokrasimiz geride!

Neyse, siz benim karamsarlığıma aldırmayın. Bu karamsar ortamdan sizleri uzaklaştırmak için bir ‘’tarih’’ konusu ararken, teeee ortaokuldan (/ 72) Almanca öğretmenim Şenay Gökova Aydın (ki, kendisi bana Almanca’yı sevdirip Almanya’da yüksek lisans, Viyana’da diplomatik görev yapmama vesile olmuştu), iki gün önce, 25 Haziran günü, bir paylaşımında Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)’nı hiç tanımamış veya hiç okumamış olan gençlere yazarın ‘’Mavi Sürgün’’ kitabıyla başlamalarını hasta yatağında önerince ben de Halikarnas Balıkçısı’nın kitaplarında çokça bahsettiği Karya kraliçeleri Artemis I ve Artemis II’yi anlatayım istedim…  

Gelin sizleri yaklaşık yıl geriye götüreyim…  Ne varsa ‘’Tarih’’te var… Ve ne kadar çok geçmişe gidersek Tarih o kadar zevkli…

Ancak önce çok kısaca Karya Krallığı

Karya Krallığı

Karya (Caria), Büyükmenderes nehrinin güney kısmı ile Teke yarımadasının arasındaki bölgedir. İlk başkentleri Milas (Mylasa)’tır. Daha sonra deniz kıyısında olması sebebiyle Bodrum (Halikarnassos) başkent olur…

Herodot'a göre, Karyalılar adlarını verdikleri Karya bölgesine efsanevi kurucu kralları Kar önderliğinde yerleşirler. Karya dili, komşu Lidya ve Likya ve daha kuzeydeki Misya dilleri gibi Hititlerin ardılı Luviceden türemiş yerli bir Anadolu dilidir. Heredot, bizzat Karyalıların Anadolu'nun yerlileri olduğu inancını taşıdıklarını belirtir. Karyalıların Anadolu'nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasında da bir mutabakat vardır. Bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karyalılar denizcilikte çok ileri bir toplumdur ve ana erkildirler. Kadınlar tarafından yönetilir.

I. Artemis

Lidya krallığına son veren Persler MÖ yılından itibaren kıyıdaki kentleri de ele geçirirler. Ege’de kentler Pers yanlıları ve Helen yanlıları olmak üzere ikiye ayrılırlar. Karya da başkenti Bodrum ile birlikte Perslerin tarafına geçerler. O sıralar Karya’nın başında I. Artemis (Artemisia) vardır. Herodot, burada diğer müttefiklerinin tersine I. Artemis’in herhangi bir zorlama olmadan Perslerin safına katıldığını söyler.

I. Artemis, güzelliği yanında cesareti ve yiğitliğiyle tanınır. Heredot, ‘’Tarih’’ kitabında onu girişken ruhlu ve korkusuz biri olarak tanımlar. Artemis’in kocası öldüğü ve oğlu da çok küçük olduğu için krallığı yönetmeye başlar.

MÖ yılında Persler ve Helenler arasındaki gerilim savaşa dönüşmek üzeredir. I. Artemis Helenlerle yapılacak deniz savaşı ile ilgili bir toplantıda Helenlerle deniz savaşına girmenin tehlikeli olacağını ve bu savaşa karşı olduğunu söyler. I. Artemis, ağır Pers gemilerinin çevik Yunan triremelerine (*) karşı savaşmasının uygun olmadığını söyler. Pers kralı Kserkses (I. Serhas) I. Artemis’e hak verir ancak çoğunluk savaştan yanıdır. Sonunda savaş kararı alınır ve hazırlıklara başlanır.

Salamis Deniz Savaşı

Pers donanması MÖ 27 Eylül gecesi Salamis koyuna (**) girer… Ertesi gün olan 28 Eylül’de Persler ve Helenler arasında tarihin bilinen ilk deniz savaşı olan Salamis Deniz Savaşı başlar. Başta Perslere karşı gerileyen Helenler Salamis adası yakınlarına çekildikten sonra Pers donanmasına karşı üstünlük kurarlar. Ardından tüm Pers gemileri batırılır. Sonuçta Persler Helenistandan çekilmek zorunda kalırlar.  Ancak beş gemisiyle Pers donanması safında savaşan I. Artemis bu savaşta hiçbir kayıp vermeden Helen donanmasını yarıp geçmeyi başarır. Bu sebepten Pers kralı Kserkses I. Artemis için şu sözleri söyler:

“Benim erkeklerim kadın gibi, kadınlarım da erkekler gibi savaştı.”

Böylece yaklaşık on iki saat süren tarihin ilk büyük deniz savaşlarından biri olan Salamis Deniz Savaşı’nın yenileni Persler olur. Ancak savaşa beş gemisi ile katılıp, filosuna komuta edip yara almadan çıkan I. Artemis ‘’dünyanın ilk kadın amirali’’ unvanını da alır.

I. Artemis’e dair kaynaklar

Bu savaşı Herodot, ‘’Herodot Tarihi’’ (Çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, ) kitabında detaylıca anlatır. Bütün tarihçiler de bu savaş hakkında kaynak olarak Heredot’un bu kitabını kullanır. Zaten bu savaşı Bodrumlu Herodot’tan bir başkası da yazamaz ve anlatamazdı. Bu savaş yapıldığında Herodot, Karya’nın başkenti Bodrum’da yaşayan henüz beş yaşındaki bir çocuktur. Yıllar sonra işte bu kitabında bu savaşı anlatır… 

Arkeolog Ahmet Semih Tulay da ‘’Ege’nin Antik Öyküleri’’ (İlya, ) kitabında bu savaşı detaylı bir şekilde anlatır…

Ancak Halikarnas Balıkçısının kitaplarında I. Artemis’in ayrı bir yeri vardır.  Halikarnas Balıkçısı, ‘’Hey Koca Yurt’’ (Bilgi Yayınevi, ) ve ‘’Mavi Sürgün’’ (Bilgi Yayınevi, ) kitaplarında hem I. Artemis’i hem de bu savaşı anlatır.

Ayrıca Halikarnas Balıkçısı, ‘’Turgut Reis’’ (Bilgi Yayınevi, ) romanında güzelliği Avrupa’ya ün salmış olan Kontes Ciyulca Gonzaga kendini I. Artemis’le karşılaştırır: “Bir kolunu, ok atıyormuş gibi uzatıp, bir bacağını koşuyormuş gibi arkasına kaldırıyor, ‘işte Ay Tanrıçası Artemis’ diyordu.’’

I. Artemis Helen olsaydı

Yine Halikarnas Balıkçısı, "Hey Koca Yurt" kitabında da I. Artemis hakkında şunu yazar: "Düşünülsün bir kez: Bu Artemisiya, Hellen olsaydı ve böyle bir deniz savaşında Hellenistan’ın yanını tutsaydı, o Artemisiya hakkında ne candan destanlar, ağıtlar ve neler de neler Batı edebiyatını doldurmazdı? Artemisiya’nın bütün kabahati, Anadolu’nun bir yavrusu olması ve Hellen olmamasıydı." (s. )

Öyle değil mi, bu kadar etkileyici bir kişiliği Batı dünyası görmezden gelmiştir. Artemis hakkında öyle bir dizi kitaplar, oyunlar, tiyatro eserleri yazılmamıştır. Mesela Shakespeare Artemis'i görmezden gelmiştir 

Batı dünyasında Artemis hakkında sadece bir film yapılır O da yılı ABD yapımı bir filmdir: ‘’ Bir İmparatorluğun Yükselişi’’ (özgün ad: '' Rise of an Empire'')… Bu film yılı yapımı ‘’ Spartalı'’ filminin devamı niteliğinde olan bir filmdir. Dikkat edilirse film sözde Artemis’i anlatır ama filmin adında Artemis yoktur. Gerçi filmin adı önce ‘’ The Battle of Artemisia’’ olarak belirlenirse de ancak daha sonra filmin adı ‘’ The Rise of an Empire’’ olarak değiştirilir… Artemis'e ait bir film çekilir ama Artemis'e filmin adında bile tahammül edilmez. Artemis’i gölgede bırakmak için de filmde iki başrol oyuncu belirlenir. Birisi Avustralyalı oyuncu Sullivan Stapleton’un canlandırdığı Atina Donanması’na komuta eden Atinalı General Themistokles, diğeri de Fransız oyuncu Eva Green’in canlandırdığı Artemis’tir… Filmde Artemis, sadece intikam için yaşayan acımasız ve entrikacı bir Pers kumandanı olarak tasvir edilir Ve filmde Helenler öne çıkarılır Tabii ki kazanan da Helenler ve Atinalı General Themistokles'dir (***)

Bu konu batı dünyasında sadece Artemis'e özgü bir konu da değildir. O meşhur ‘’Troy’’ (Truva) filminde bile konu, hikâyenin baş aktörleri Truvalı olmasına rağmen filmde hep Helenler öne çıkarılır. Filmde ne Truva kralı Priam ne de Truva Prensi Hector ve Truva Prensi Paris öne çıkarılır. Filmde öne çıkarılan Helenli Aşil’dir. Onu da dünyaca ünlü oyuncu Brad Pitt canlandırır… Anlıyorsunuz değil mi? ‘’Güç’’ nasıl bir şeydir?

II. Artemis

I. Artemis’ten sonra aradan yıl geçer. Geliriz MÖ yılına II. Artemis, kocası Mozolos (Mausolos) öldükten sonra Karya kraliçesi olur.

II. Artemis iki özelliği ile anılır. Bunlardan birincisi yaptırdığı anıt mezar diğeri ise I. Artemis gibi kadın bir amiral olmasıdır.

II. Artemis’in yaptırdığı anıt mezar: Mozolos

II, Artemis, henüz kocası hayattayken onun anısını yaşatmak için dünyanın hayran kalacağı bir anıt yaratmak ister. Mimarlarına projeler çizdirir. Bunlardan birisini seçerek inşaata başlatır. Bu anıt mezarın yapımı hem kocası hem de kendisi yaşama veda ettikten sonra bile yıllarca sürer…  

Kral Mozolos’un mezarı antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir. Mezar, üç medeniyetin mimari bir ürünü olarak tasarlanır; tabanında Pers, ortasında Helen, üstünde de Mısır mimarisini (Pramit şeklinde) tek bir eserde birleştirir. Anıt mezar üzerinde üç yüzden fazla insan figürü temsil edilir. Bunlar hanedanlığın kadın ve erkek mensuplarına aittir. Yani II. Artemis bu anıtı sadece kocası ve kendisine değil bütün bir hanedanlığa adamıştır. En üstte dört at bir savaş arabasını çeker, karı-koca II. Artemis ve Mozolos ayakta dikilirler… (****)

Günümüzde kullandığımız ‘’Mozele’’ sözcüğü de buradan gelir.

Amiral II. Artemis

Mozolos MÖ yılında ölür. II. Artemis MÖ ve yılları arasında Karya kraliçesi olarak Karya’yı yönetir. Ancak Karya’ya bağlı Rodoslular bir kadının yönetimine girmek istemezler. İsyan ederler. Rodoslularla beraber aynı zamanda kuzeydeki Latmoslular da ayaklanırlar.

Helenlerin de kışkırtması ve yardımıyla Rodoslular Karya’nın başkenti Bodruma denizden saldırıya geçerler. II. Artemis, Bodrum'a denizden saldırıya geçen Rodos donanmasına karşı çok akıllıca bir savunma planı hazırlar. Bu plana göre Rodos donanmasının Bodrum’a kadar gelmelerine izin verir. Kendi donanmasını Bodrum Limanı dışına çıkartarak yakındaki bir koya gizleyerek Rodosluları Bodrum’da donanma olmadığına inandırır.

Buna aldanan Rodos donanması Bodrum limanına girerek burada demirler. Rodoslular büyük limana demirledikleri vakit Artemis’in emriyle halk donanmayı alkışlayarak kenti teslim edeceklerini söyler. Bunun üzerine Rodoslular gemilerini limanda öylece bırakıp şehri ele geçirmek için karaya çıkarlar. Bundan sonra II. Artemis filosunu gizli limandan sessizce çıkarır. Küçük adanın arkasından dolaşarak, Rodos gemilerinin demirli bulunduğu limana girer II. Artemis, Rodosluların boş bıraktıkları donanmalarını limandan açığa çektirir. Sonra da askerlerini gemilerden karaya çıkartarak Rodosluları kentte etraflarını kuşatarak bozguna uğratır.

II. Artemis sonra da boş kalan Rodos gemilerine kendi askerlerini bindirerek Rodos’a doğru yola çıkar. Kendi askerlerinin başlarını zafer çelenkleriyle donatır. Kendi ordularının zaferle döndüğünü zanneden ve hiçbir önlem almayı düşünmeyen Rodoslular limanı II. Artemis’in donanmasına açarlar. Kolayca limana girmeyi başaran II. Artemis şehri ele geçirir ve isyancıların ileri gelenlerini idam ettirir.

II. Artemis, başarısının anısına düşman ganimetlerinden ve silahlarından bir zafer anıtı yaptırır. Üzerine de Rodos kenti diye yazdırır. Anıt, biri kendi diğeri Rodosluları temsil eden iki ayrı bronz heykelden oluşur. II. Artemis, kendi heykelini Rodos kentini köle yaptığını gösterir şekilde tasvir ettirir. II. Artemis, bu zafer anıtını Rodoslular ortadan kaldırmasın diye anıtın bulunduğu araziyi yasak bölge ilan ettirir. Bir rivayete göre bir kadına yenilmekten utanç duyan Rodoslular tarafından anıtın etrafı duvarlarla çevrilmiştir.

Böylece Kraliçe II. Artemis, zekâsı, cesareti ve savaşçı ruhuyla atası I. Artemis’in izinde olduğunu kanıtlar. II. Artemis, dünyanın ikinci kadın amirali olarak ününü Karya sınırlarının ve zamanın ötesine taşır… (*****)

II. Artemis hakkında kaynaklar

II. Artemis hakkında ne yazık ki yeterli kaynak yoktur. Tarihi yazacak bu coğrafyanın çocuğu Herodot, II. Artemis doğduğunda çoktan ölmüştür. Ancak yine de Halikarnas Balıkçısı kitaplarında bahseder (Hey Koca Yurt) Bir de Arkeolog Koray Konuk, ‘’Karun'dan Karia'ya’’ (Ege Yayınları, ) isimli kitabında çoğu yabancı kaynaktan alıntı yaparak II. Artemis’ten ve bu savaşından bahseder.

Vefa, İstanbul’da bir semt adıdır

Hem I. Artemis hem de II. Artemis Bodrumludurlar, Anadolu kökenlidirler, bu coğrafyanın evladıdırlar. Ancak ne yazık ki hak ettikleri değer verilmez. Batılılar Helen olmadıkları, Anadolu evladı oldukları için değer vermez… Biz de Arap olmadıkları için değer vermeyiz. Bir Arap ‘’Rabia’’ kadar tanınmaz Artemisler bu coğrafyada… Bodrumda kıyıda köşede kalmış bir sokağın ve bir pansiyonun adıdır Artemis… Velhasıl biz tarih, kadir, kıymet, vefa bilmez bir toplumuz… FB’li Alex’in heykelini yapalım değil mi?

‘’Aynı coğrafyadaki tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır’’ der tarihçiler Her rüzgârda savrulmamak için, fırtınalarda yıkılmamak için, kuraklık zamanlarda yaşayabilmek için ağaçlar bile köklerini derinlere salarlar

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

(*) Trireme gemiler. O çağlarda teknik olarak yapımı mümkün olan en uzun gemiye bile, arka arkaya en fazla 25 kürekçi dizilebiliyordu. Geminin hızlı yol alması ve savaşta saldırılan gemiye kuvvetle mahmuz bindirebilmek için daha fazla kürekçi gerekiyordu. Gemi yapım ustaları bu sorunu üst üste üç kat kürekçi yerleştirerek çözdüler, böylece tekne boyunu uzatmadan kürekçi sayısı üç katına çıkarılabildi. Trireme adı buradan gelmektedir

(**) Salamis Koyu, Atina'nın bulunduğu yarımadaya kuzeyden güneye paralel uzanan ve özellikle antik çağda Atina limanının güvenliği açısından stratejik öneme sahip olan ada bölgesinde bulunan koy…

(***) Artemis ile ilgili değil ama madem söz bu filmden açıldı film hakkında şu bilgiyi de aktarayım: Atinalı General Themistocles, bu savaşı kazanmak için eski rakipleriyle bir araya gelmek zorundadır. Bu rakipler de Spartalı savaşçılardan başkaları değildir. Ve film şu evrensel mesajı verir: ‘’Büyük güçlere karşı birleşerek savaşmak ve organize olmak, özgürlük için vazgeçilmezdir.’’ Mesela filmin bir sahnesinde, Themistokles, otoriter yönetime sahip Sparta'nın kraliçesine birlik olmanın önemini anlatır. Tabii bizim ''Birlik'' nedir anlamamız mümkün değildir. Bizler hep armudun sapı ile üzümün çöpü ile uğraşırız.!

(****)  Padişah Abdülmecit zamanında İngiltere, Halikarnas Mozole’sini araştırması için bir arkeolog ekibini Bodrum’a gönderir. Arkeloglar çok geçmeden de mozolenin kalıntılarına ulaşır. Kazı sırasında buldukları kabartmaları, Mozolos ve Artemis'in heykelleri ve dört atlı arabanın parçalarını dönemin İngiltere Büyükelçisi vasıtasıyla İngiltere’ye götürmek için Osmanlı Padişahı Abdülmecit’ten izin isterler. Abdülmecit ise hiç düşünmez, sanki evdeki fazla kap kacağı verir gibi paha biçilmez tarihi eserleri İngilizlere verir. İngilizler, Osmanlı’nın da yardımıyla bu tarihi eserleri Londra’ya British Museum’da sergilenmek üzere götürürler

Halikarnas Mozolesi kazılarında çıkan 13 kabartma, Kral Mausolos, Artemisia ve mozolenin tepesinde bulunan atlı araba parçaları halen Londra’da British Museum’de sergilenmektedir. 

Mozolenin en önemli parçalarının İngiltere’ye götürülmesine Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı üzülür. İngiltere’ye, Kraliçe’ye bir mektup gönderir…

“Londra’daki parçalar Bodrum’un mavisiyle bütünleşmektedir. Londra’da kalmamaları gerekmektedir. Onları bütünleştikleri maviyle buluşturmak gerekir.”

Mektubu okuyan Kraliçe, mektubu müze müdürüne iletir. Bir süre sonra da müze müdüründen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya alay edercesine bir cevap gelir…

“Önerinizi çok ciddiye aldık. Bilim insanlarına taşların yapısını incelettik ve gerçekten de maviyle bütünleştiği doğrudur. Bu yüzden eserlerin müzede sergilendiği salonu Bodrum mavisine boyattık. Yakın ilginize teşekkür ederiz.”

(*****) II. Artemis’in bu müthiş stratejisinin yıllar sonra (yaklaşık yıl sonra) bir benzerini yine II. Artemis’in hemşerisi olan Bodrumlu Turgut Reis Akdeniz’de Andrea Doria’ya karşı uygular.

Turgut Reis bütün Tunus'u ele geçirir. Turgut Reis Tunus civarındaki Cerbe adasını da üs olarak kullanır. Turgut Reis bu üsten İspanya ve İtalya kıyılarındaki yerleşim bölgelerine saldırılar düzenler İspanyol ve İtalyanlar Avrupa’nın tüm imkânlarını kullanarak Turgut Reis'i ele geçirmeye çalışırlar.

Turgut Reis, yılında 12 parçalık gemisiyle Cerbe adasında bir koydadır. Diğer gemileri seferdedir. Turgut Reis'i ele geçirmek isteyen Andrea Doria Parçalık gemi ile Cerbe adasını kuşatır. Andrea Doria’ya göre Tugut Reis'in bu koydan kaçması imkânsızdır. Andrea Doria İtalya’ya haber göndererek yardım ister. Andrea Doria’nın gemisi de olsa karşısındaki Turgut Reis'tir çünkü.

Turgut Reis gemilerinin bulunduğu koyun girişine bir tabya yaptırarak oraya top ve tüfekli adamlar yerleştirir. Bu şekilde Andrea Doria’nın gemilerinin koya girişini önler.

Koyda çepeçevre kuşatılan Turgut Reis, Fatih'in İstanbul kuşatmasında yaptığını yapar. Cerbe adasının arka kıyısı kumluktur. El-Kantara (Alcantara) deresinin sonu ile Cerbe adasının kumluk olan arka kıyısı arasını önce kazma ve küreklerle derinleştirir. Sonra derinleştirdiği bu yatağa ormandan kestirttiği kerestelerle kızak döşetir. Kızaklar üzerine yağ döktürdükten sonra yerli halkın da yardımıyla gemileri kızaklar üzerinden çektirerek Ada’nın arka güney kıyısına indirir.

Andrae Doria, İtalya'dan gelecek yardımı bekleyedursun Turgut Reis Akdeniz'e açılır ve Andrea Doria’ya yardıma gelen İtalyan ve İspanyol gemilere saldırır. Bu gemilerin bir kısmın esir alır, bir kısmını batırır. Turgut Reis'ten kurtulan gemilerden bir tanesi Cerbe’de hala Turgut Reis'i kuşattığını zanneden Andrea Doria’ya Turgut Reis’den uğradıkları baskını anlatır.

Bu olayı Halikarnas Balıkçısı, bahsettiğim ‘’Turgut Reis’’ kitabında anlatır.

Bir not:

''Karya'' yazımında değişik kaynaklarda yanlışlık yapılmaktadır. Eğer ''C'' ile başlayacaksa: ''Caria'', yok ''K'' ile başlayacaksa: ''Karya'' diye yazılmalıdır. 

Ve bir anı:

yılları arasında Hamburg’da iki yıl boyunca ‘’Bot ve Yelken Kursu’’na katılmıştım. İlk sene dershanede navigasyon ve denizcilik temel ilke ve terimleri derslerini görmüş, ikinci yıl ilk altı ay Elbe Nehri'nde, ikinci altı ay da Kuzey Denizi'nde bir yelkenli ile pratik yapmıştık.

yılında, Kuzey Denizi'nde, Alman Deniz Kuvvetlerinin bir tatbikatına katılmıştım. Tatbikatta bir muharip gemide yanımda bir Alman amirali vardı. Bol zaman da vardı. Sohbete başladık. Ben ‘’Bot ve Yelken Kursu’’unda öğrendiğim denizcilik konularını bilmiyormuş gibi amirale sormaya başladım… O cevap verirken de ben tamamladım. Bir süre sonra ‘’siz bunları nereden biliyorsunuz? Siz denizci misiniz?’’ dedi. Ben de ‘’Hayır, denizci değilim ancak ülkemizin üç tarafı derya deniz. Bize bunları lisedeki ‘Denizcilik’ (!) dersinde öğrettiler’’ dedim. Sonra ekledim; ‘’üniversitede iken de her öğrenci mutlaka bir bot yelken kursuna katılır. (!) Ben de bu kursa katılmıştım’’ dedim… Sonra şu soruyu sordum amirale: ‘’Siz amiralsiniz. Dünyanın ilk ve ikinci kadın amirali kimdir, biliyor musunuz?’’ Amiral bir an düşündü, sonra da ‘’Hayır, bilmiyorum’’ dedi… Ben de özet olarak yukarıda anlattığım I. ve II. Artemis’i ve Artemis'lerin savaşlarını anlattım. Yine hayretle sordu amiral ''siz nereden biliyorsunuz?'' diye Ben de ''Denizcilik derslerimizin bir kısmı 'Denizcilik Tarihi' (!) idi. Oradan biliyorum'' dedim Ve kendisine Halikarnas Balıkçısı’nın I. Artemis’i anlatırken bahsettiğim tespitini aktardım: ‘’Artemis, Hellen olsaydı siz de bilirdiniz’’ dedim…


Gotan Project


27 Haziran

yılında Paris’te kurulan, elektronik müzik ve tangonun bir arada harmanlanmasını yapan, Fransız, ama İspanyolca şarkıları söyleyen ‘’Gotan Project’’ adında bir müzik grubu var…

‘‘Gotan Project’’ ise adı üstünde bir tango projesidir. Bu grup, tangonun duayeni, Arjantinli müzisyen Astor Piazzola tangolarının ritmini değiştirip, yeniden yaratarak müzik yapıyor….

Grubun ilk kayıtlı parçası "Vuelvo Al Sur/El Capitalismo Foraneo" (), ilk albümü de "La Revancha del Tango" () olarak çıkıyor…

Gotan Project’in albümlerinden seçtiğim La Gloria, Tango Santa Maria, Vuelvo Al Sur ve Diferente isimli şarkılarının bağlantılarını yazımın sonunda veriyorum. Aslında Gotan Project’in bütün parçaları birbirine benziyor. Eğer vaktiniz olur da verdiğim bağlantılardaki şarkıların hepsini dinlerseniz sanki tek bir parçayı dinliyormuş gibi hissediyorsunuz…

Madem kısıtlama var evdeyiz ve saat ’e kadar da müziğe destur var, siz de Pazar gününüzü Gotan Project’in parçalarını dinleyerek geçirin… Aman dikkat edin ve sakın saat ’’u unutmayasınız!

Gotan

Hazır bu kadar gelmişken ‘’gotan’’ hakkında da bilgi vermesem olmazdı…

’’Gotan’’, Buenos Aires’in sokak dilinde ‘’tango’’ anlamına geliyor. Tango ise Latince dokunmak anlamına gelen ‘‘tangere’’ kelimesinden türeyen Buenos Aires, Arjantin ve Montevideo, Uruguay kökenli bir dans ve müzik türü olarak biliniyor…

Tango, aşkın ve arzunun dansı olarak bilinse de işin aslı öyle olmuyor… Tangonun öyküsü son derece hüzünlü bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor… 'lü yıllarda Buenos Aires’e yerleşen milyonlarca göçmen kendi müziğini, örf ve adetlerini de beraberlerinde getiriyor… Tango, Latin Amerika’nın yaşadığı işte bu süreci, hüznü ve sıkıntıları ruhunda taşıyor. Tango, Buenos Aires gettolarının, yoksullarının ve genelevinin sesi oluyor… Göç nedeniyle yükselen açlık, fahişeliği geçer bir sektör haline getiriyor.

Tango, işte bu acılar üzerine kuruluyor… Tango, tutku ve aşkla yoğrulmuş iklimlerin, kavganın ve göçün hikâyesini anlatıyor… Bu nedenle tango ‘’hüzünlü yüzlerin, neşeli bedenlerin dansıdır’’ diye biliniyor.

Tango; uyumu, ahengi, estetiği ve senkronizasyonu ruhunda barındırıyor… Tango; yersiz, yurtsuz kadınların, umutsuz aşkların, dışlanmanın, gettolaşmanın, hasretin, acının, hüznün, tutkunun, hezeyanın, iktidarın, erkeğin hâkimiyetinin ve kızgınlığın özelliklerini yansıtıyor. Tango, kesin bir beden terbiyesini gerektiriyor… . Belki bu yüzden tangoda siyah ve kırmızı renkler hâkim olarak kullanılıyor…

Ancak tango tehlikeli bir dans türüdür…

Tango, yavaş başlayıp, sonu hızlı biten bir dans türü olarak icra ediliyor….

Tango, partnerinizle yeterince bir uyum, ahenk ve senkronizasyon içerisinde değilseniz partneriniz çivi topuklu ayakkabılarla ayağınıza basabiliyor, sacada, barida, gancho gibi teknikleri uygularken sizi düşürebiliyor, bellinizi kavrarken belinizi kırabiliyor…

Fırat’ın doğusunda ‘’ABD’’ ile Fırat’ın batısında ‘’’Rusya’’ ile İdlib’de de ‘’radikal, cihatçı, silahlı selefiler’’ ile Libya’da da Berberiler ile; S’de Rusya’yla, Zarraf ve SBK’da ABD ile tango yapmaya kalkarsanız birisi çivili topuklu ayakkabısı ile ayağınıza basarak sizi Akdeniz’de, Libya’da dışlıyor, diğeri belinizi kavrayayım derken belinizi kırarak sizi Karadeniz’den Afganistan’a savuruyor, bir diğeri de ayak oyunlarıyla sizi Suriye’de devre dışı bırakıyor…

Demem o ki tango; stratejik sığlığı ve yetersiz kapasitesi ile AKP’nin Suriye’de, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Akdeniz’de ve Ortaasya’da yapabileceği bir dans türü değildir. ABD ile Rusya ile silahlı selefi cihatçılarla tango etmek FETÖ ile yapılan dansa da benzemez!… İşte bu nedenle de dansını beceremedikleri müziği de yasaklamaya kalkıyorlar… Müziği sevmedikleri bundandır…

Tango yavaş başlayıp, sonu hızlı biten, ancak oldukça tehlikeli bir dans türüdür.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Gotan Project: La Gloria
seafoodplus.info?v=FFzk_MX1DCo

Gotan Project: Tango Santa Maria
seafoodplus.info?v=SBIpzZuk

Gotan Project: Vuelvo Al Sur
seafoodplus.info?v=B0jAvZJEm6I

Gotan Project: Diferente
seafoodplus.info?v=DH76CZbqoqI


Libya’ya asker gönderirken…

03 Ocak

TSK; fiilen savaştığı Kore ve eğitim amaçlı ve müttefiklerle beraber katıldığı Bosna Hersek, Kosova, Lübnan, Afrika ve Afganistan harekâtı hariç sadece Kıbrıs Barış Harekâtı ve ’den beridir de Irak’ın Kuzey’ine sınır ötesi harekâtlar yapmıştır. Bu yazıda kısaca Kıbrıs Barış Harekâtı ve ’den beri yapılan sınır ötesi harekâtlar ile Suriye harekâtı değerlendirilerek konu Libya’ya getirilecektir.

Yazıma çok kısaca üç konuya yer vererek girmek istiyorum.

Bunlardan birincisi ‘’tarih bilinci’’, bu kapsamda günümüzde oldukça göz ardı edilmiş kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu’nun ve yüzyılımıza damgasını vurmuş Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ düşünceleridir…İkinci olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatımı ve üçüncü olarak da Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı sınır ötesi askerî harekâtlar…

Bu üç konuyu anlamadan TSK’nin muhtemel Libya harekâtını anlatmamız ve anlamamız mümkün değildir.

1. Tarih bilinci…

Tarih konusunu çok kısa olarak geçmek istiyorum. Hemen hemen bütün yazılarımda vurgularım; Tarih bizim için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak tabii ki Einstein’ın bir sözü vardır; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz. Tarihçiler hep hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını söylerler. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir. Bunlar kulağımızda küpe olarak kalsın öncelikle…

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden önce en eskisini anlatmak istiyorum.

a. Sun Tzu

Kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, )

Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6. yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük etkisi olmuştur. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da kullanılmaya başlanılmıştır.

Her biri savaşın farklı bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel kitabı olduğu kabul edilir. Çin'in ‘’Yedi Askerî Klasik’'i arasında en önemlilerindendir.

Sun Tzu, günümüzden yıl önce imparatoruna özetle şu öğütleri verir:

 “Hasmı güç harcamaya sevk ederken kendi gücünü korumayı bilmek gerekir.”

“Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”

“Usta komutan hasım orduyu savaşmadan alt edendir.”

“Vuruşma incitir (yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”

“Sen uyum ve dayanışma ile birliğe yönelirken düşman ona bölündüğünde gücün bire karşı on olur.”

“Bilge önderlerin dirayetli yönetimleri ve zaferleri şans değildir. Zira onlar kazanacaklarından emin oldukları durum, yer ve zamanda harekete geçerler ve çoktan yenilmiş kimseleri yenerler.”

“Yüksek savaş sanatı, düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’

Kitapta daha çok öğüt var ama şimdilik burada keselim.  

b. Carl von Clausewitz

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz () ise günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk yayınları, ) askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi gereken bir eserdir.

Bolşevik devriminde Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok!” diyerek ifade eder.

Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ adlı eseri zor ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde basitleştirerek özetleyebilirim:

‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’

‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi için sınırlar konmalıdır.’’

‘’Savaşların açık ve uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’

‘’Siyaset komuta edilebilir. Komutanlar sivil yetkililere, özellikle uygulanabilirlik konularında tavsiyelerde bulunmalıdırlar, fakat siyasi hedeflerin belirlenmesi onların görevi değildir. Komutanlar uygulanabilir siyasi hedefler konduğundan ve sivil otoritelerin ödenecek bedelin ne kadar ağır olabileceğini anladığından emin olmalıdırlar.’’

‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği ‘ağırlık merkezi’ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’

‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

‘’Savaşların ucuz ve kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız, düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’

‘’Savaşın dehşetinden kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok güçlü’ olun.”

‘’Halkın, hükumetin ve ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’

Clausewitz eserinde tez olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

2. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar nasıl yenildi?

Son olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatmak istiyorum.

Savaşın son senesi yılına girildiğinde durum şu şekildedir: Almanya, Doğu Cephesinde Rusya karşısında kesin bir zafer kazanmış, Rusya Ekim Devrimi ile çökmüş, yeni iktidara gelmiş olan Bolşevikler, Almanya ile bir barış anlaşması imzalamışlardır.

Savaşın kesin sonucunu belirleyecek Batı Cephesinde, ise dört yıldan beri, devam eden siper savaşı, Manş Denizinden İsviçre’ye kadar uzunlukta, Kuzey Fransa üzerinden geçen, çok detaylı ve iyi tasarlanmış statik savunma hatları yaratmış idi.

yılı boyunca devam etmiş olan  Verdun Muharebesi insanlık tarihinin en kanlı savaşları içinde yer almasına rağmen, sadece 60 km2 içinde savaşılmış idi. Yaklaşık sekiz ay süren bu muharebe, her iki taraftan toplam kişinin ölümüne mal olmuştu. İngilizler sonlarında Passchendaele’de sadece 10 km ilerleyebilmek için yaklaşık asker kaybetmişlerdi.    

Batı cephesinde stratejik olarak savunma durumunda olan Almanya’nın toplam kayıpları, Müttefiklerden daha az olmasına rağmen, Almanya artık insan gücünün sınırına dayanmış, savaş sanayiinden ve tarım üretimden, üretim faktörlerini bozabilecek ölçüde kişiyi askere almak durumunda kalmıştı.

senesine girerken, Almanya’nın stratejik anlamda savunma pozisyonu dışında, tüm faktörler aleyhinedir.  Üstelik zaman da Almanya aleyhine çalışıyordu.

Savaşın kilidini çözen doktrin ’nin son aylarında yazıldı. Almanya az sayıdaki nitelikli insan kaynağını ve eldeki tüm kaynakların yeniden değerlendirilerek harmanlanması sonucunda sonuç alabileceği, iyi modellenmiş donanım ve kaynak ile donatarak oyunun kurallarını tamamen yeniden yazdı…

İlkbaharında, bu doktrin ile beraber, Batı Cephesinde yılından itibaren oluşan statik durum kırıldı. Art arda yapılan dört ayrı taarruz ile Alman Orduları Batı Cephesini yardı ve yaz aylarında Paris’e 70 km'ye kadar yaklaştı. Bu başarı, önceki dört yıldaki savaşta başarıların kilometrelerle ölçüldüğü bir döneme göre bir mucize idi.

Ancak sorun şu idi, Almanya bu taarruz zinciri ile büyük bir taktik başarı elde etmesine rağmen, düşmanını kesin bir şekilde yenebileceği hiçbir stratejik başarı elde edememiş, müttefiklere göre daha az kayıp vermesine rağmen, hiçbir zaman yerine koyamayacağı önemli sayıda ve nitelikte adam kaybetmişti. Almanya, harita üzerinde savaşı kazanmak üzere gibi gözükse de son kozunu oynamış ve tüketmiş idi.

Bu noktadan sonra, deneyimsiz ama zinde Amerikan birlikleri ile beraber, Müttefikler yazından başlayarak gün boyunca devam eden karşı taarruzlar ile savaşı kesin olarak kazandılar.

Bu harpten çıkan sonuç: Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir. Özetle stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.

3. TSK’nin Sınır Ötesi Harekâtları

a. PKK’ya karşı yapılan harekâtlar..

TSK, Kıbrıs hariç bütün sınır ötesi harekâtlarını PKK’ya karşı yapmıştır. Peki, Türkiye bu harekâtları neden yaptı? PKK terörünü önlemek için.. Peki, PKK ne istiyor terör yaparak, siyasi amacı nedir? Bölgede sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak… Peki, bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek Önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak Bunda bir tereddüt var mı? Yok Tereddüt ediyorsanız açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara

Eeee… PKK’nın amacı bu ise Size öncelikle politik olarak hangi görev düşer? Bu ülkelerle sıkı bir işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak değil mi?

Peki, Türkiye’deki son kırk yılın siyasi iktidarları ne yaparlar? Tam tersini.. Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile Irak’ta ‘’Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kurarlar. Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar… Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımızı harcarlar

’den beridir bakıyorsunuz Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyonlara:

, ,  ve yıllarında küçük çaplı operasyonları geçiyorum

Süpürge Harekâtı ( Ağustos ), 2 şehit,
sınır ötesi harekâtı ve Hakurk Operasyonu  (05 Ekim – 15 Kasım ), 12 şehit
 Çelik Harekâtı (21 Mart Mayıs ), 64 şehit,
Atmaca Harekâtı (Nisan ), 40 şehit
Tokat Operasyonu (14 Haziran – Ocak ), 11 şehit,
Çekiç Harekâtı (12 Mayıs – 07 Temmuz ), şehit,
Şafak Harekâtı (25 Eylül Ekim ), 31 şehit,
 Murat Operasyonu (Nisan – Mayıs ), 3 şehit,
Güneş Harekâtı (21 Şubat – 29 Şubat ), 24 şehit,
yılı sınır ötesi harekâtları (17 Ağustos – 24 Ekim ),
Şehit Yalçın Operasyonu (24 Temmuz ),

(Bu tabloya yurt içi operasyonlarda veya pusu ile mayın ile verilen şehitler dâhi edilmemiştir.)

Bu harekâtlara tek tek girmeyeceğim Konumuz bu değil Soru şudur: Bu harekâtların siyasi hedefi ne idi? Ne yazık ki cevap koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir. Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Bu sınır ötesi harekâtlar başlı başına birer taktik başarı ürünüdür Peki, bu harekâtların stratejisi ne idi? Cevap yine koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir.

Yine tekrar edelim; taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır.  (Çoğu zaman bu kavramlar birbirine karıştırılır. Tersi de ayrı bir başarısızlık faktörüdür. Stratejik hedeflere ulaşım, doğru tanımlanmış taktik hedeflere ulaşım ile mümkün olabilir. Stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.)

Tekrar soruyorum. Her birisi mükemmel taktik başarıları içeren bu harekâtların bir stratejisi, bir politik hedefi var mıdır?

Ne diyordu Clausewitz: ‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

Irak’ın kuzeyinde o tepeleri o kadar şehitler vererek ele geçirdiniz Peki, bu PKK’yı imha etti mi? Cevap ne yazık ki yine koskocaman bir ‘’hayır’’dır.

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın politik bir hedefi vardı ve TSK bu politik hedefe ulaşmak için bu harekâtı yaptı ve amacına da ulaştı…

Tekrar tekrar soruyorum: Bu sınır ötesi askerî harekâtların politik hedefi, siyasi bir maksadı var mıydı? Yoktu! Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Şimdi başa dönün ve Clausewitz’in ne demek istediğini bir daha okuyun…

İsterseniz daha da başa dönün Sun Tzu’nun demek istediklerini bir daha gözden geçirin

İsterseniz en sona gelin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın nasıl yenildiğine bir daha bakın…

Ne idi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesinden bizim için çıkaracağımız ikinci sonuç? ‘’Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir.’’

Bu sınır ötesi harekâtlarla da aynısı yapılmadı mı? Taktik hedefler olmayan bir stratejinin ve olmayan bir politik hedefin önüne çekilerek PKK’yı imha da edemeden muazzam kaynaklar (insan, zaman, para, güven) harcanmadı mı?

O halde olması gereken neydi?

Yine tarihe döneceğiz…

Afganistan’a bakın.. Burası bir imparatorluklar mezarıdır. Buradan İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi burada, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin arazisinin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıydı..

Dağlarda savaşmak zordur… Hele hele bir de teröristlerle savaşıyorsanız o dağlar size cehennemin ta kendisi olur. Bir tugay askeri salsanız bile araziye arazi yutar önce bu askerleri.

Şeyh Şamil efsanesini hepimiz biliriz  Şey Şamil Kafkas Dağlarında cirit atarken Ruslar pek dokunmadan dağlara inmiştir ovalara, etrafından dolaşarak aşmıştır Kafkas dağlarını, gelmiş Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı almış, Erzurum’u işgal etmiştir.

Siz de fetih maksadı olmaksızın gönderirsiniz dünyanın o en güçlü ordunuzu, gider oturursunuz bir zamanlar kırmızı çizginiz olan Kerkük’e, kurarsınız komuta çadırınızı, atarsınız bacak bacak üstüne, alırsınız yorgunluk çayı bardağını elinize ve dersiniz ki düveli muazzamaya ve Barzani’ye; ‘’Kandil’den çıkarın PKK’yı, ben de buradan çıkıp gideyim.’’

Boşu boşuna da fidan gibi gencecik Anadolu evlatlarını harcamazsınız, kırdırmazsınız o dağlarda

(Tabii ki ülke içinde bir daha böylesi bir sorun olmaması için alacağınız ekonomik, sosyal ve siyasal tedbirler ayrı bir çalışma konusudur.)

İsterseniz, Sun Tzu’yu, Clausewitz’i bir daha okuyun…

b. Suriye'ye yapılan ‘’Fırat Kalkanı’’, ‘’Zeytin Dalı’’ ve ‘’Barış Pınarı’’ harekâtları…

Suriye’ye askerî operasyon; 24 Ağustos tarihinde Fırat Kalkanı Harekâtı ile başladı. Bu harekâtı 20 Ocak tarihinde Zeytin Dalı Harekâtı ve 09 Ekim tarihinde Barış Pınarı Harekâtı ile devam etti.

Suriye’ye yapılan askerî harekât 70 km genişlik ve 35 km derinlikteki, Şırnak'taki Bestler - Dereler ebadındaki bir alan değil ki bu alana yazın girip kışın çıkasınız

Bu üç Suriye harekâtında ilk sorum şu: ‘’Politik hedefiniz nedir?’’ İkinci sorum da şu: ‘’Bu politik hedefi gerçekleştirecek askerî stratejiniz nedir?’’

PYD’nin Fırat batısına Afrin’e koridor açıp geçmesini engellemek mi amacınız? Peki, o zaman Salih Müslim’i Ankara’ya davet edip devlet protokolü ile karşılayanlar kimlerdi? PYD’yi vazgeçtim Suriye’de Fırat’ın batısına geçmelerini altlarına uçaklar otobüsler vererek, yemek ücretlerini de ödeyerek ülke topraklarından Kobani’ye geçirenler kimlerdi? Peki, bu harekâtın 35 km güneyinden sonrası ne olacak? PYD oradan geçmeyecek mi?

Sınır güvenliği midir amacınız? km’lik sınırdan geri kalan km ne olacak?

Suriye’nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman ÖSO’nu nereye koyacaksınız?

Suriye’nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman destek verin Esat’a, ülkesinin bütünlüğünü o sağlasın…

Tampon bölge mi yaratmak amacınız? Elinizdeki dört milyon Suriyeliyi bu daracak alanı mı sığdıracaksınız?

İniyor musunuz Halep’e! Tam kapatıyor musunuz koridoru? Ha o zaman anlarım ben bu harekâtı…

Amacım harekâtı eleştirmek değil. Amacım bu harekâtın politik hedefini ve askerî stratejini anlamak

Şimdi gelelim Libya’ya…

Libya'ya asker gönderilmesine ilişkin tezkere 02 Ocak Perşembe günü  TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Kabul edilen teskereye göre Libya’ya gönderilecek askerî gücün sınır, kapsam, miktar ve zamanını Cumhurbaşkanı belirleyecek. Aslında böyle bir teskere olmaz Bir meclis böylesine ne olduğu belli olmayan bir yetkiyi kimseye devredemez 

Daha önce sınır ötesi harekâtta da olduğu gibi yine bu teskerede de siyasi bir hedef yok. Teskerenin bilinen amacı Libya’nın Tobruk merkezli General Halife Hafter güçlerine karşı Trablus kentinde kurulu Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’ni koruma amacıyla askerî destek vermek…

Sorun da burada başlıyor. Adı üstünde, ‘’askerî destek’’; askerî bir hedef… Siyasi hedef nedir?

Eğer siyasi hedef; Libya’nın birliği ise bu askerî hedef bu hedefi sağlamaz, tam tersine Libya halkını birbirine kırdırır… Türkiye de bu kırım da bir tarafta yer alır… Eğer siyasî hedef; Libya’nın birliği ise bu size Libya’daki bütün güçlerle eşit mesafede olmayı, arabulucu olmayı ve bu şekilde Libya’nın birliğini sağlamayı gerektirir… Eğer bu hedefi yalnız gerçekleştiremezseniz bu maksatla BM’ni davet edersiniz, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nı davet edersiniz…

Eğer siyasî hedef; Doğu Akdeniz’deki haklarımızı UMH ile beraber sağlamak ise bu siyasi hedef size öncelikle Doğu Akdeniz’de Suriye ve Mısır ile ortak hareket ermeyi öngörür… Sonra Lübnan ve İsrail ile Yani bölge ülkeleri ile işbirliğini gerektirir…

Söylenmeyen hedef eğer siyasal İhvan’ı desteklemek ise… Suriye’de, Mısır’da, Libya’da batan, sönen, biten siyasal İhvan’ı destek beraberinde Türkiye’nin de bataklığa sürüklenmesini getirir… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi İhvan dışındaki tüm Arap dünyasını karşısına alır… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi Libya çöllerinde sıcak bir çatışmaya sürükler… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin ABD’yi, Rusya’yı, Çin’i karşısına bulmasına vesile olur… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin tüm kaynaklarını Fizan çöllerinde tüketmesine yol açar…

Sonuç

İsterseniz yazımın başına dönün ve Sun Tzu’yu, Clausewitz’i ve Almanların I. Dünya savaşını nasıl kaybettiklerini bir daha okuyun…

Hani diyor du ya Clausewitz: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Ha bir de ne demişti Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi de zannetmeyin.’’

Görüldüğü gibi Türkiye'nin Kıbrıs Harekâtı hariç hiçbir sınır ötesi harekâtında belirli net bir siyasi hedefi olmamış ve doğru bir strateji belirlenip uygulanmamıştır. Bu hata Libya teskeresinde de tekrarlanmaktadır. 

Ünlü Rus oyun yazarı, ozanı Anton Çehov; “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar” derdi… Libya’ya göndereceğiniz o silahlar orada mutlaka patlar, o askerler orada mutlaka çatışmaya girer…

Asıl adı Amos Klausner olan çağdaş İsrail edebiyatının önemli bir yazarlarından romancı, gazeteci, yazar ve barış yanlısı aktivist olan Amos Oz bir röportajında şöyle demişti:

“İki tür trajedi vardır. Shakespeare ya da Çehov tipi. Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Çehov trajedilerinde ise herkes hayatta kalır. Ama büyük tavizler veren herkes için hayatta kalmanın faturası ağırdır. Herkes hayal kırıklığına uğramıştır ve mutsuzdur.’’

Libya teskeresi gerçekleşirse eğer ne yazık ki Türkiye için hem Shakespeare hem de Çehov trajedileri ile beraber sonuçlanacağını gösteriyor.

Sonunu düşünmeyen bir insan kahraman olabilir. Ancak sonunu düşünmeyen bir devlet felakete düçâr olur

Benden söylemesi…

Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Ama ben doğru bildiklerimi söylemek zorundayım… Dost acı söyler!

Devleti yönetenlere duyurulur…

Sürçü lisan ettiysek de affola…

Osman AYDOĞAN


Libya’daki pirinç

24 Haziran

Bu sayfalarda Libya’daki gelişmeleri aktarmıştım… Libya hakkında daha önce bu sayfalarda beş yazı yazdım. Bu altıncı yazım. 

Son olarak 04 Haziran günü yazdığım beşinci yazımda; Almanya Dışişleri Bakanı Maas’ın, ilki geçen yılın Ocak ayında yapılan Libya Konferansının ikincisinin 23 Haziran tarihinde Berlin'de yine Almanya’nın ev sahipliğinde toplanacağını duyurduğunu, 23 Haziran tarihinde yapılacak olan bu konferansın ana gündem maddesi olarak ‘’24 Aralık tarihinde yapılacak olan genel seçimler ve yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi’’ olarak belirlendiğini, 23 Haziran tarihinde Berlin’de düzenlenecek olan bu konferansta Libya'yı ilk kez geçiş hükümeti temsil edeceğini yazmıştım…

Yazdığım gibi de oldu… II. Berlin Konferansı dün, 23 Haziran günü Berlin’de yapıldı…  

Almanya Dışişleri Bakanı Maas, bu konferansın duyurusunu yaparken; bu konferansta yabancı güçlerin çekilmesi konusunun tamamen netleştirmeyi amaçladığını belirterek "İlk Berlin konferansında alınan kararlar geçerlidir, bunu bütün taraflar açısında açıklığa kavuşturacağız" açıklamasını yapmıştı…

II. Berlin Konferansına gelmeden I. Berlin Konferansında alınan kararlara bir göz atalım.

I. Berlin Konferansı - Libya

Barış görüşmeleri kapsamında Libya'da kalıcı ateşkes ve siyasi sürecin başlatılması amacıyla 19 Ocak tarihinde Berlin'de Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ev sahipliğinde I. Libya Konferansı düzenlenmişti. Bu konferansın resmi amacı olarak; ‘’Birleşmiş Milletlerin çabalarına destek vermek, çatışmaların durması, taraflar arasında karşılıklı güven ortamının tesis edilmesi, Libya'nın toprak bütünlüğünü esas alınması, Libya'ya her türlü dış müdahalenin son verilmesi, BM'nin silah ambargosu kararının uygulanması ve kalıcı bir barış anlaşması’’ olarak ifade edilmişti..

Bu konferansa Türkiye, Rusya, Çin, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Kongo Cumhuriyeti ile Afrika Birliği ve Arap Birliği liderleri katılmıştı. Konferansta liderler, Libya'ya her türlü dış müdahalenin son verilmesi ve BM'nin silah ambargosu kararının uygulanması konusunda uzlaşmışlardı…

I. Berlin Konferansında bahsi geçen BM Libya Kararı

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), birden fazla aldığı kararlarda ve açıklamalarda Libya'ya yönelik silah ambargosuna tam olarak uyulmasını ve ülkelerin tüm paralı askerlerini Libya'dan çekmesini istiyor.

II. Berlin Konferansına doğru gelişmeler

BM kararları ve açıklamaları

10 Şubat


BM Güvenlik Konseyi, 10 Şubat günü yaptığı bir açıklamada, Libya'da yeni seçilen geçici hükümete destek vererek ülkedeki yabancı savaşçıların çekilmesi çağrısını yapıyor. Libya'daki taraflara destek veren ülkelere de çağrıda bulunan Konsey, bu ülkelerden Libya için hâlâ geçerli olan BM silah ambargosuna ve sağlanan ateşkese uymalarını istiyor. Açıklamada ülkedeki yabancı askerlerin tümünün çekilmesini de isteyen Konsey, 24 Aralık tarihinde yapılması planlanan parlamento ve devlet başkanlığı seçimlere kadar yeni kapsayıcı bir hükümet oluşturulması ve kapsamlı bir ulusal uzlaşma süreci başlatılması çağrısını yapıyor…  

Libya'da taraflar 23 Ekim tarihinde BM himayesinde ateşkes anlaşması imzalamış, anlaşma çerçevesinde tüm yabancı güçler ve paralı askerlerin üç ay içinde ülkeyi terk etmesi istenmişti.

10 Mart tarihinde Libya’da Ulusal Birlik Hükümeti kuruluyor…

16 Nisan

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 16 Nisan tarihinde, Libya'da kalıcı ateşkesin sağlanması ve ateşkesin denetlenmesine yönelik mekanizma oluşturulması önerisinin kabul görmesinin ardından, BMGK, ateşkes denetleme mekanizmasına yetki veren kararı oy birliğiyle kabul ettiğini açıklıyor

Guterres'in BMGK’ne sunduğu plana göre, belirli güvenlik ve lojistik kriterlerin karşılanmasının ardından Sirte'ye ateşkesi denetlemek için azami 60 gözlemci konuşlandırılması ve silahsız ve üniformasız olacak gözlemcilerin, 5+5 Ortak Askeri Komitesi ile çalışması düşünülüyor…

Ülkeyi 24 Aralık'ta yapılması planlanan seçimlere götürecek geçici Libya Ulusal Birlik Hükümetine özgür, adil ve kapsayıcı seçimler için gerekli hazırlıkları yapması çağrısında bulunan BMGK, Temsilciler Meclisi dâhil yetkililere ve kurumlara seçimlerin anayasal dayanağını netleştirmeye yönelik olarak 01 Temmuz tarihine kadar seçim yasası çıkarması çağrısı da yapıyor… .

BMGK, kararında ayrıca; Libya'da tüm taraflara, 23 Ocak 'de varılan ateşkese uymaları, tüm yabancı güçlere ve paralı savaşçılara ülkeden ayrılmaları çağrısını tekrarlıyor…

Konsey, kararında Libya'ya yönelik silah ambargosunu da yeniliyor…

Mayıs

BM Libya Özel Temsilcisi Jan Kubis, Mayıs ayının son haftasında yaptığı açıklamada, paralı askerlerin Libya’dan çekilmesi sürecinin durduğunu, ayrıca Libya'nın doğusu ile batısını birleştiren yolun hâlâ açılmadığını duyuruyor…

03 Mayıs

Çavuşoğlu – Menguş görüşmesi

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 03 Mayıs tarihinde resmi ziyaret için bulunduğu Libya'nın başkenti Trablus'ta Libya Ulusal Birlik Hükumeti Dışişleri Bakanı Necla el Menguş ile bir araya geliyor. Çavuşoğlu’na bu ziyaretinde, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan da eşlik ediyor. Dışişleri bakanlarının ikili görüşmeleri sonrasında ortak basın toplantısı düzenleniyor…  

Bu ortak basın toplantısında Libya Dışişleri Bakanı Menguş ‘’Türkiye'ye, BMGK kararlarının tüm hükümlerini hayata geçirmek üzere adımlar atma ve Libya topraklarındaki tüm yabancı güçlerin ve paralı askerlerin çıkartılması için işbirliği çağrısı yapıyoruz" diye açıklamada bulunuyor… Associated Press (AB), Menguş'un bu açıklamalarının Libya'da birlikleri olan ve Suriyeli paralı savaşçıları ülkeye gönderen Türkiye'ye yönelik bir sitem olarak algılandığını yazıyor…

05 Mayıs

Çavuşoğlu – Maas görüşmesi


05 Mayıs tarihinde Berlin'de temaslarda bulunan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ile ikili görüşmelerden sonra ortak basın toplantısı yapıyor. Bu ortak basın toplantısında Almanya Dışişleri Bakanı Maas, ‘’Libya'dan tüm birlikler ve paralı askerlerin çekilmesi gerektiğini" söylüyor. Çavuşoğlu ise, "yabancı terörist savaşçılarla, meşru mevcudiyeti karıştırmamak gerekir. İki egemen ülke arasındaki anlaşmalara müdahale edilmesini doğru bulmadıklarını’’ söylüyor…

Heiko Maas, ortak basın toplantısında Libya konusunda "Çok hassas bir süreçten geçilmekte olunduğuna" işaret ederek tüm yabancı askerlerin çekilmesi beklentisine vurgu yapıyor. Heiko Maas, "Tüm devletlerin, Berlin Konferansı’nda verilen taahhütlerini yerine getirmelerini, tüm yabancı birlik ve paralı askerlerin çekilmesini, seçimler için gerekli şartların tesis edilmesini ve bu sayede de barışçıl ve özellikle bütünlüğü korunmuş bir Libya için yolun açılmasını istiyoruz" diye konuşuyor…

II. Berlin Konferansı - Libya

Ve sonunda dün, 23 Haziran tarihinde II. Berlin Konferansı, BM ve Almanya himayesinde uluslararası aktörlerin katılımıyla Berlin’de yapılıyor… I. Berlin Konferansı hükümet başkanları seviyesinde yapılırken II. Konferans dışişleri bakanları seviyesinde yapılıyor…

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ve Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas'ın daveti üzerine yapılan II. Berlin Konferansı'na, BM Genel Sekreterinin Siyasi İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Rosemary DiCarlo, Libya'dan Ulusal Birlik Hükümeti (UBH) Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ve Dışişleri Bakanı Necla el-Menguş'un yanı sıra Türkiye, ABD, Rusya, İsviçre, Tunus, Fransa, İtalya, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İngiltere, Hollanda, Cezayir, Çin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Avrupa Birliği, Afrika Birliği ve Arap Birliğinden dışişleri bakanları ve üst düzey temsilcileri katılıyor… . Bu konferansta Libya'yı ilk kez geçiş hükümeti olan UBH temsil ediyor…

Konferansın ana gündem maddelerini planlandığı gibi 24 Aralık tarihinde yapılması planlanan genel seçimler ile yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi oluşturuyor.

II. Berlin Konferansında yapılan konuşmalar

Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, yaptığı konuşmada;

- Hemen hemen hiçbir şey barış ve istikrar için 24 Aralık’ta ülke genelinde yapılacak seçimler kadar önemli olmayacağını, seçimlerin özgür, adil ve belirtilen tarihte gerçekten yapılacağının bir kez daha teyit edilmesi gerektiğini,

- Hala Libya'da bulunan yabancı savaşçıların, sadece varlıklarıyla bile barış sürecini etkilediğini, bu nedenle Libya ateşkes anlaşmasında ve BMGK kararlarında yabancı savaşçıların, askerlerin ve paralı askerlerin ülkeyi terk etmesi gerektiğini,

- İkinci Libya Konferansı'nın mesajının dış müdahalenin sona ermesi ve silah ambargosunun uygulanması gerektiğini ifade ediyor..,

Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ise yaptığı konuşmada;

- Libya'daki güvenlik konusu, paralı askerlerin ve siyasi yönelimli askeri güçlerin varlığı nedeniyle istikrarsız durumda olduğunu,

- Diyalog masasının dışında bir yol olmadığı ve "ne savaşa ne de anlaşmazlığa" dönülemeyeceğini,

- (Libya'da 24 Aralık'ta yapılmasına karar verilen genel ve başkanlık seçimlerine ilişkin olarak) Libya halkına kendilerini kimin temsil edeceğini seçme fırsatını vermek ve bu yolda tüm engelleri aşmak için hiçbir çabadan kaçınmayacağını söylüyor…

II. Berlin Konferansı sonuç bildirgesi

Libya'daki siyasi süreç, 24 Aralık seçimleri ve ülkedeki güvenlik sorunlarının ele alındığı Konferansın ardından sonuç bildirgesi yayımlanıyor…

Konferansın sonuç bildirgesinde, katılımcıların, ilk olarak 19 Ocak 'de düzenlenen Berlin Konferansı'nda verilen taahhütleri yineledikleri ve yeniden onayladıklarına yer veriliyor…

II. Berlin Konferansı'nın yayımlanan sonuç bildirgesinde “Tüm yabancı güçler ve paralı askerler gecikmeksizin Libya'dan çekilmelidir” deniliyor. Türkiye ise bu maddeye şerh koyuyor…

Bildirgede Libya'da seçimlerin, öngörülen şekilde yapılması gerektiği bildiriliyor.

Bildirgede ayrıca;

Libyalı taraflara, "yeni bir sayfa açma ve geçmişteki çatışmaları geride bırakma" çağrısı yapılan bildirgede, taraflardan, devlet kurumlarının birleştirilmesi ve siyasi geçiş dönemlerinin sona erdirilmesi yönünde ciddi adımlar atmaları isteniyor…

Bildirgede ayrıca katılımcı ülkelerin, "Libyalıların öncülüğünde BM tarafından yürütülen siyasi sürece ve Libya'nın egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine olan güçlü bağlılıklarını yineledikleri" belirtiliyor…

BM öncülüğünde 23 Ekim 'de Cenevre'de imzalanan ateşkes anlaşmasının desteklendiği vurgulanan sonuç bildirgesinde, "tüm Libyalı taraflara, daha fazla gecikme olmaksızın ateşkes anlaşmasını tam olarak uygulama, BM'ye üye tüm devletlere de anlaşmanın tam olarak uygulanmasına saygı duyma ve destekleme" çağrısı yapılıyor…

Sonuç

Türk askerlerinin Libya'daki varlığı, 27 Kasım 'da dönemin meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile imzalanan Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakatı'na dayanıyor. Türkiye bu nedenle yabancı askerlerin çekilmesi için yapılan çağrıların kendisini bağlamadığını savunuyor.

BM tarafından, Libya'da 20 bin yabancı savaşçı ve paralı asker bulunduğu tahmin ediliyor. Bu savaşçıların varlığı ise 24 Aralık'ta yapılması planlanan seçimler öncesindeki BM destekli geçiş sürecine yönelik bir tehdit olarak görülüyor…

BM dâhil başta Almanya, Libya ile ilgili tüm ülkeler ve bizzat geçici Libya UBH olmak üzere bütün taraflar Libya'da yabancı güçlerin ve paralı askerlerin çekilmesini talep ediyor. Ancak Türkiye’nin çekilmeme gerekçesi olan 27 Kasım tarihli ‘’Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakatı'’nı imzaladığı dönemin meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) artık Libya’da bulunmuyor. Libya’da şu anda meşru bir geçici Ulusal Birlik Hükumeti bulunuyor ve bu hükümet Türkiye’nin Libya’dan askerlerini çekmesini talep ediyor. Bu meşru hükümetin meşru Başbakanı olan Abdulhamid Dibeybe ise her ortamdaki yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin Libya’daki askerî gücünü çekmesini dile getiriyor…

Yarın, öbür gün Türkiye Cumhuriyeti İncirlik ABD üssünü kapatmak istediğinde, ABD, ''ben o zamanki meşru Türk hükumetiyle bu anlaşmayı yapmıştım, çıkmam!'' mı diyecek?

Türkiye’nin Libya’da askerî bir varlık olarak kalma ısrarı belki bugünü kurtarıyor. Ancak böyle bir ısrar, gelecekte Libya’daki her türlü ekonomik faaliyetlerden dışlanması tehlikesini doğuruyor… Şimdiden Almanya; Fransa  ve İtalya Libya’da köşe başlarını tutuyor… Libya’daki manzara-i umumiyeyi görmek için 04 Haziran tarihli ‘’Libya’daki rüyalar’’ başlıklı yazım konuya açıklık getiriyor…

Dimyat’taki pirinci artık siz Libya’daki pirinç diye okuyun…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Çöküş

23 Haziran

 ‘’Çingeneler Zamanı’’ yapımı, müziklerini Goran Bregoviç’in yaptığı kült bir Emir Kustirica filmidir. Filmde hep korkulan ve beklenen olur. Çünkü hayat basittir.

Şimdi filmi burada bırakalım, gelelim gündemimize…

Günümüzde, gündemde ne var? Gündemde ‘’çökmek’’ var… O, buna "çöktü"; şu, ona çöktü, bu, şuna "çöktü"…

Ne ilginç değil mi? Ülkenin gündemi ‘’çökmek’’ üzerine…

‘’Çökmek’’ birden bire ülkenin gündemi oldu ama ‘’çöküş’’ öyle birdenbire olmadı…

Her zaman olduğu gibi illaki ‘’Tarih’’ demeyeceğim ama biraz eskilere gidelim…

Uygarlığın çöküşü

Sanılanın aksine dünyamızda ‘’uygarlık’’ tekdir… ‘’Batı uygarlığı’’, ‘’Doğu uygarlığı’’ ayrımı olmaz. Olsa olsa kültürler kendi aralarında farklılık gösterir. Batı kültürü, Doğu kültürü gibi İşte dünyanın bu uygarlığı çöküyor…

ABD'li evrim biyoloğu ve popüler bilim yazarı Jared Diamond'un ‘’Çöküş’’ (Pegasus  Yayınları, ) adlı kitabında geçmiş uygarlıkların nasıl çöktüklerini anlatırdı.

Fernand Braudel’dan bahsederken, onun tarih görüşünde ‘’güneşin her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmadığından’’ bahsetmiştim. Yani uygarlık her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğru gelişmiyor. Uygarlık geriye doğru gidiyor.

Uygarlığın bu geri gidişinin başlangıcı aslında yeni değildir. Jean-Jacques Rousseau, yılında yayınladığı uygarlığın eleştirisini yaptığı bir kitabında (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine, Morpa Kültür Yayınları, ) insanlığın altın çağını, yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "işbölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını iddia eder. Kendisini "anarşist" olarak adlandıran Fransız ekonomist ve düşünür Pierre-Joseph Proudhon () da “Mülkiyet hırsızlıktır” (La propriété, c’est le vol!) diye sorunun kaynağını temelden tespit eder.

Nietzsche’nin ( ) şöyle bir öngörüsü vardı; ‘’Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.’’…

Nietzsche’nin şu sözü de bir varsayımdı: ‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’

Nietzsche’nin bu tespitini ve varsayımını doğrularcasına uygarlığın kabalığa dönüştüğünü, kültürün göz ardı edildiğini ve etrafınızdaki her şeyin daha bir kötüye doğru gittiğini hissettiğiniz veya gözlemlediğiniz veya düşündüğünüz oldu mu?

Eğer cevabınız ‘’evet’’ ise bu konuda hiç de yalnız değilsiniz. Bu tespitinizi doğrularcasına Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago () vefatından kısa bir süre önce yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan şu ifadeleri kullanmıştı;

‘’Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.’’

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf  da ‘’Çivisi Çıkmış Dünya’’ (Yapı Kredi Yayınları, ) adlı eserinde benzer şekilde ‘’medeniyetler çatışması’’ ve ‘’küreselleşme’’ adı altında uygulanan, bütün dünyada felakete yol açacak olan ve yaşamın devamlılığının olmazsa olmazı olarak gördüğü ‘’hoşgörü’’ kültürünü yok eden politikaları eleştirerek artık uygarlığın tükendiğinden bahseder. 

Her zaman için bozulma ve yok olma önce çivilerin çıkmasıyla başlar.

Tehdit altındaki kültür: Aydınlanma

Erdal Atabek’in eski bir yazısına gideceğim: Erdal Atabek, ‘’Tehdit altındaki kültür: Aydınlanma…’’ isimli makalesinde (Cumhuriyet, 12 Aralık ) aynı kötü gidişten bahseder. Erdal Atabek yazısında özetle kötü gidişi şu şekilde anlatır;

‘’Aklın ve bilimin yaşamı yönetmesi olarak tanımlanabilen evrensel aydınlanma kültürü dünya ölçeğinde tehdit altına girmiştir. Tehdit kaynaklarından birisi dünyada dogmaların ve önyargıların yükselmesidir. Gerek din kaynaklı gerekse din dışı dogmalar Amerika başta olmak üzere bütün dünyada yükselmektedir.

İkinci tehdit kaynağı ise, küresel piyasa ekonomisidir. Bu ekonomik kültür, insan davranışlarını değiştirmekte, ‘alışveriş’i yaşamın odağı yapmaktadır.

İnsan davranışları bu iki tehdidin etkisiyle akıl ve bilimin dışına çıkmaktadır. Düşünmekten vazgeçmiş, toplumsal olaylara ilgisini kaybetmiş, kendi dar yaşam alanına kapanmış insanlar toplumsal ilgiye kapalı bir hayat sürmektedirler.

Küresel piyasa ekonomisi insanların bütün ilgisini alışveriş çılgınlığına dönüştürmüş, insanlar artık neyi neden aldığını düşünmeden mal alıp para veren robotlara evrilmiştir.

Dogmalar, hurafeler, büyüler, burçlar, fallar, yıldız haritaları, ekranlar, giysi markaları, ünlülerin dedikoduları, cep telefonları, İPhone’ler, internet, Facebook ve Twitter günümüzün kültürel kaynaklarını oluşturmuştur.’’

Nietzsche’nin söylediği gibi toplum kültürün önemini göz ardı ederek yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşan, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşmek üzere koşar adım gitmektedir.

Einstein’ın bir sözü vardı; ’’Benim yaşamam için bir kalem, müsvedde kâğıdı ve bir de uyumak için divan yeter. Biraz lüks olacak ama bir de kemanım olsun isterim. Abartılı yaşam biçimi domuzlara mahsustur.’’ Ne yazık ki abartılı bir yaşam biçimi salgın bir hastalık gibi sarmıştır dünyayı…

Ayrıca şu sözü de vardı Einstein’ın; ‘’Bir kişi mesleği ne olursa olsun eğer tarihten, edebiyattan, felsefeden ve sanattan nasibini almamışsa Pavlov’un köpeğinden farksızdır.’’

Günümüz dünyasında artık ne edebiyat kaldı, ne tarih, ne felsefe ve ne de sanat. Edebiyatsız, tarihsiz, felsefesiz ve sanatsız bir insanlığın sonucu muhakkak ki Einstein en açık biçimde ifade ettiği şekilde olacaktı….

Felsefesiz siyaset

Aralık tarihinde ülkemizde konferans vermeye gelen Fransız düşünür Alain Badiou da benzer şekilde kötü gidişten şikâyet eder. Badiou’ya göre sorunun temelinde felsefesizlik yatmaktadır ve günümüzde felsefenin siyasetle bağları kopuk gibidir. Çözüm olarak bizim siyasetin yeniliklerini karşılayıp kucaklayacak bir felsefeyi üretmemiz gerekmektedir. (Cumhuriyet, 11 Aralık , s)

Alain Badiou’nun en büyük tespiti; ‘’hakikat var değildir, hakikat olur’’ şeklindedir.

Badiou’nun söylediği gibi, bilimsel bir ‘’algı yönetimi’’ desteği ile günümüzde her yerde ‘’kara’’ olan ne varsa insanlara ‘’ak’’ olarak sunulmuştur. Bu şekilde insanlar aklı kullanmayı ve sorgulamayı unuturlar…

Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak tüm Avrupa ve Amerika ırkçı bir politikanın, vahşi bir kapitalizmin, sosyal demokrasiden tamamen uzak totaliter bir piyasa ekonomisinin ve uluslararası şirketlerin;  tüm İslam dünyası da daha bağnaz, daha dogma ve daha karanlık bir geleceğin pençesine düşer…

Paçozluğun ve eblehliğin saltanatı

Dünya böyleyken ülkemizdeki durum da farklı değildi. Biz de birden bire çökmedik. Eski bir söyleşiyi aktarmak istiyorum. Akşam Gazetesi’nden Şenay Yıldız, yazar Alev Alatlı ile bir söyleşi yapıyor. (Akşam Gazetesi, 12 Eylül )

Şöyle başlıyor yazısına Şenay Yıldız; ‘’Aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmak için kapısını çaldığım Alatlı, yakında piyasaya çıkacak olan 'Beyaz Türkler Küstüler' isimli kitabı için son rötuşları atıyor. Yeni kitabında, Türkiye'de paçozluğun her alanda hâkim olmasından duyduğu endişeyi dile getirecek olan Alatlı, Cüppeli Ahmet Hoca'dan İvana Sert'e, Ertuğrul Özkök'ten Serdar Turgut'a, Ayşe Arman'dan Rahşan Gülşen'e pek çok ismin 'paçozlaşma' olarak kavramlaştırdığı tavır ve yazılarını eleştiriyor, paçozlaşma sürecinin Beyaz Türkler'i küstürdüğünü ve eblehleşmeyi tetiklediğini anlatıyor.’’

Alatlı şöyle devam ediyor söyleşisinde; ‘’Çünkü matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevre, notasız müzik olmaz. Bunları yerine oturtamadığınız sürece sadece tüketicisiniz. Böyle giderse, Türkiye sadece tüketici kulvarında kalmaya mahkûmdur. Bu eblehleşme sadece tüketiciliğe iter. Yazık, Halide Edip'e boşu boşuna mandacı, vatan haini denmiş. Bugün manda zaten gerçekleşti. ABD'ye eğitim için giden paraları görün, sizin Sulukule'den çıkan Sibel Can'ınızın evi Miami'de! Bu nasıl bir gidişattır, kaçıştır? Askerî otoritenin baskısı falan derler ya, eblehliğin, paçozluğun baskısı kadar büyük bir baskı yoktur. Çünkü paçoz, paçoz olmayanı göremez.’’

Bu paçozların, bu eblehlerin TV’lerde her gün onlarca örneğini yıllardır görmekteyiz değil mi?

Yine paçozluk üzerine yine eski bir yazıya gideyim…

O zamanki Başbakan’ın has adamı olan Âkif Beki de 14 Aralık günü Hürriyet’teki köşesinde ‘’Zübükler, paçozlar ve Necip Fazıl’’ başlığı ile kısaca şöyle yazıyordu:

“Dostoyevski’nin Puşlost’u gibi, paçozluk iblisi tüm kurumları sardığı zaman sıkıntı başlıyor. Herkesin herkesle yer değiştirebildiği, birisi gittiğinde hiçbir şeyin değişmediği, (liyakatin ölçü olmadığı, sıradanlığın ve kalitesizliğin hüküm sürdüğü) bir durumdur paçozluk  Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş Dostoyevski ‘Puşlost’ (Poshlost) der Topluma musallat olan iblistir paçozluk Puşlost tüm bu kavramları içinde toplayan tanımlama. Bizde de Ömer Seyfettin’in Efruz Bey tiplemesi, Aziz Nesin’in Zübük’ü kısmen buna yakındır. Ama benim ele aldığım paçozluk süreci Puşlost’a daha yakın ve korkarım ki bu iblis Türkiye’ye yerleşiyor 

Yerleşti bile, artık çok geç. Alev Alatlı’nın korktuğu başımıza geldi. Yerleşmek ne kelime, en ziyade iltifata mazhar tip haline geldi. Bilakis aranan özellik oldu Paçozluktan çok rağbet gören ne! İnanmayan açsın, Alatlı’nın kitabında teşhir ettiği vasatlaşma vasatımıza baksın. Son kitabı ’Beyaz Türkler Küstüler’i, Akşam gazetesine ’paçozlaşmanın hikâyesi’ diye anlatmıştı Alev Alatlı. Kitap çıktı, yaşadığımız ‘paçozlaşma ve eblehleşme’yi ayan beyan tasvir ediyor ama aldıran kim?

Bütün mahallelerimiz paçozların istilası altında, bütün meydanları eblehler bastı.
Dünyaya hükümran olmaz elbette de paçozluk, alabildiğine borusunu öttürüyor bu devirde arkadaş, daha ne olsun!’’

Bu paçozlaşmayı ve eblehleşmeyi Alev Alatlı on yıl önce, Âkif Beki de sekiz yıl önce yazıyordu…

Âlimlerin dalkavukluğu

Çoğalan günümüzde sadece paçozlar ve eblehler de değildir. Günümüzde hiçbir devirde olmadığı kadar âlimler de dalkavukluğa başlar… On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla'nın bir deyişi vardı. Deyişin aslı Osmanlıca;

''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap''

Türkçesi şu;

’’Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.’’ 

TV ekranlarında yedi gün yirmi dört saat (7/24) kanal kanal dolaşan dolgu maddesi, politika taşeronları olan dalkavuk âlimleri görüyorsunuz. Bu sadece bize de özgü değildir. Tüm dünyada da bu böyle. Amerikalı ekonomist ve yazar Paul Krugmann, bunları ‘’Politika Taşeronları’’ (Literatür Yayıncılık, ) adlı kitabında çok güzel anlatır.

Sonuç

Yukarıda alıntılandığı gibi dünyamızda artık özgürlükler giderek daraldı, eleştiriye yer kalmadı, çokuluslu şirketlerin ve piyasanın totalitarizmi aldı yürüdü, hiçbir ideolojiye yer kalmadı, dinsel ve ırksal hoşgörüsüzlük yükselişe geçti…

Merak etmeyin küresel ısınmayı, buzul çağına girmeyi. Karanlık, kapkaranlık bir çağa giriyoruz. Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savruluyor… Her yerde ve her seviyede paçozluk ve eblehlik diz boyu hale geldi.  Bütün dünyayı Neron’lar sardı. Bu dünyanın çivisi çıktı çivisi. Bu uygarlık çöküyor…

Bu ‘’çöküş’’ ülkemizde ise daha bir beter oldu. Bakın gündeme, gündem ‘’çökmek’’ ile ilgili: O, buna "çöktü"; bu, şuna "çöktü" vs. derken; dirlik çöktü, düzen çöktü, ekonomi çöktü, eğitim çöktü, güven çöktü, erdem çöktü, insan çöktü, vicdan çöktü, insanlık çöktü, ahlak çöktü, doğa çöktü… Çöke çöke ülke; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirildi Marmara’nın salyası ne ki?

Girişte bahsettiğim ‘’Çingeneler Zamanı’’ filminde film kahramanı Perhan: "Kendime yalan söylediğimden bu yana artık kimseye inanmaz oldum" derdi… Yine filmde halası Perhan’a şöyle derdi: "Oğlum, sana diyeceğim; hayat bir hiledir. Yarın sabah, kader seni dibe batırabilir."

Hep korkulan ve beklenenlerin olması sadece filmlerde olmaz… Gerçek hayatta da olur Ve ülke asırlık bir çınar ağacı gibi birdenbire yıkılıp, çöküp gidebilir

Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…

Arz ederim

Osman AYDOĞAN




Bir hamaset öğretisi olarak tarih

22 Haziran

Günlerdir tarihten bahsediyorum. Son olarak da Fransız tarihçi Fernand Braudel’in tarih görüşünü anlattım.

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur. Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…

Tarih konusu da böyle Tarihi; rasyonel, metodik ve analitik olarak inceleyip ders alınacak bir bilim dalı olarak değil de bir hamaset aracı olarak kullanıyoruz.

Bizim tarih yazıcılığımız ve tarih öğretimiz ne yazık ki hamaset üzerine kurulmuştur, tarihten ders almak üzere değil…

Hamaset çok tehlikeli, âdete zehirli bir kavramdır.

Eğer bir nesil tarihi ile övünüyorsa o nesil hiç de tarihine layık bir nesil değildir. Toplumsal gelişimin temel esası ‘’neslin ecdadı ile övünmesi değil, ecdadın o nesil ile o torunlarla övünmesidir’’…

Bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Ve devam ederdi Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’ Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olamayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak sanal bir dün yaratırlar. Tıpkı TV’lerde yayınlanan gerçek tarihle hiçbir ilgisi olmayan diziler gibi…

İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ (Agora Kitaplığı, ) adlı güzel bir kitabı var. Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. ): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. () Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”

Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisi olan Alman filozof ve düşünür Arthur Schopenhauer’in ( – ) şöyle bir sözü vardı:

‘’En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.’’

(''Die Wohlfeilste Art des Stolzes hingegen ist der Nationalstolz. Denn er verrät in dem damit Behafteten den Mangel an individuellen Eigenschaften, auf die er stolz sein könnte, indem er sonst nicht zu dem greifen würde, was er mit so vielen Millionen teilt. Wer bedeutende persönliche Vorzüge besitzt, wird vielmehr die Fehler seiner eigenen Nation, da er sie beständig vor Augen hat, am deutlichsten erkennen. Aber jeder erbärmliche Tropf, der nichts in der Welt hat, darauf er stolz sein könnte, ergreift das letzte Mittel, auf die Nation, der er gerade angehört, stolz zu sein. Hieran erholt er sich und ist nun dankbarlich bereit, alle Fehler und Torheiten, die ihr eigen sind, mit Händen und Füßen zu verteidigen.'' Arthur Schopenhauer, ‘’Aphorismen zur Lebensweisheit’’, Nikol, , s. )

Schopenhauer’in bu sözünün orijinalini ve kaynağını özellikle verdim. Bu sözün tercümesi bana ait. Hassas da bir konu olduğu için çok iyi bir Almanca dil bilgime rağmen Almanya’da yaşayan arkadaşlarımdan yardım da aldım. Burada onlara teşekkür ediyorum…

Hobsbawm ve Schopenhauer, hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş. Şimdi anlıyorsunuz değil mi tarih ile zerre ilgisi olmayanların, tarihten zerre nasibini almamış olanların ‘’milli’’ diye oynadıkları Osmanlıcılık oyununun nedenini…

Tarihi rasyonel olarak anlamaz isek günümüzü de anlamayız Bu konuda sürekli örnekler veririm. ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’in ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…

Tarihi böylesine anlamaz isek; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan bir nesil yetiştirmiş oluruz… Hoş böyle de bir nesil yetiştiriyorlar ya zaten

Böylesi bir nesle bir örnek vermek istiyorum:

Ben bugün Twitter hesabımdan Rumelihisar içine yeni yapılan camiyi eleştirdiğimde de hem bana hem eski camiyi yıkana, hem de manzara teraslarını yapana hiç de nazik olmayan, hakarete varan sözler işitiyorum 

Rumelihisar’ı içerisinde tarihinde Fatih Sultan Mehmet tarafından sarnıç üzerine bir cami inşa ediliyor: Boğazkesen Cami (Kaleiçi Camisi) Bu cami yılında meydana gelen ve “Büyük Felaket” olarak adlandırılan depremde tamamen yıkılarak cami sarnıç içine çöküyor. Rumelihisarı'nın '’bir açık hava müzesi ve park olarak düzenlenmesi projesi’’ çerçevesinde yılında yeni yaya yolları, mehter gösterileri için bir gösteri alanı ve manzara terasları yapılıyor. Caminin eski yerine de yılında caminin restorasyonu adı altında rekonstrüksiyonu, yani o alana sıfırdan yepyeni bir cami yapılıyor.

Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenen kindar ve dindar nesil böyle bir şey herhalde. Boğazkesen Cami Osmanlı zamanında yıkılıyor, oraya manzara teraslarını Demokrat Parti zamanında Menderes yaptırıyor. Ben neyse de adamlar hem öykündükleri Osmanlıya, hem de hayranı oldukları Menderes’e küfrediyorlar.. Cehalet ve hamaset böyle bir şey olsa gerek…

Yazıma yine Halil Cibran'ın sözünü tekrarlayarak son vermek istiyorum: ‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir.’’ Bundan dolayıdır ki muktedirlerin yapabildikleri sadece dünün sevinçlerini yâd etmektir…

Muktedirler için bugünün en acı hüznü de budur

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Fernand Braudel

21 Haziran

Dünkü yazımda OYAK’ı anlatırken benim geç keşfettiğim Fransız tarihçi Fernand Braudel (– )’den de bahsetmiştim. Braudel deyince de geçip gitmemek lazım diye düşünüyorum. Hazır dün adını zikretmişken bugün de kendisini ve tarih görüşünü anlatayım istiyorum…

Fernand Braudel

Fernand Braudel’in asıl tahsili coğrafya üzerinedir. Ancak 'te Sorbonne'da tarih bölümünden de mezun olur. Mezuniyetini müteakip değişik okullarda ders verdikten sonra Nazilerin 'ta Fransa'yı işgali sırasında Fransız ordusunda teğmen olan Braudel, Almanlar tarafından tutuklanarak Lübeck'te bir esir kampına gönderilir.. yılına kadar orada kalır…

Savaş esiri olarak Almanya’da geçirdiği beş yıl içinde, ’da yayımlanacak olan doktora tezini hiçbir kaynağa başvurmadan yazar: ‘’La Mediterranée et le monde mediterranéen à l’époque de Philippe II’’ (‘’İkinci Filip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası’’, Doğu Batı Yayınları, ). Bu tezle 'de Sorbonne Üniversitesi'nce doktora derecesine değer görülür. Braudel bu eserinde yüzyılda İspanya ve Osmanlı imparatorlukları arasında İnebahtı Deniz Savaşı'yla noktalanan mücadeleyi, dönemin tarih, coğrafya, tarım, teknoloji ve düşünsel çerçevesi içinde ele alır…

'da Marc Bloch ile Lucien Fèbvre’in kurdukları Annales dergisinin yayın kuruluna seçilir.  Görüşlerini bu dergi vasıtasıyla yayar. Zamanla bu görüşlere ‘’Annales Okulu’’ adı verilir… Collège de France’da hocalık yapar… İkinci büyük eseri olan ‘’Civilisation Matérielle et Capitalisme ’’ (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, ’’, İz yayıncılık, ) yayınlanır. Bu kitap Braudel’in olgunluk eseridir.

Bilim dünyasına olan katkılarından ötürü Brüksel, Oxford, Madrid, Cenevre, Floransa, Varşova, Cambridge, Sao Paolo, Padova, Londra, Chicago, Saint-Andrews ve Edinburgh üniversiteleri ona fahri doktorluk unvanı verilir…

Fernand Braudel üç cilt halinde kendi ülkesi Fransa’nın tarihini yazarken Kasım yılında hayatını kaybeder…

Fernand Braudel’in tarih görüşü

Braudel, bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden biri haline gelir… Braudel, coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci de tarihin öznesi haline getirir. Gerek zaman gerekse mekân algısını kökünden sarsar… 

Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir.  Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir…  (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık - Tarih Toplum Felsefe Dizisi, ) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir.

Braudel’in bu görüşünü bizden Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’

Braudel’e göre tarihçinin görevi sosyal ve tarihi değişim sürecinin bütünlüğünü yakalayabilmektir. Braudel’e göre tarih; hızlı değişenden (olay) çok yavaş değişeni (olgu) araştırılan bir bilim dalıdır. Braudel’e göre bilim de ekonomi ve sosyal gelişmeyle ilerler.

Braudel’in bu görüşleri; Halil İnalcık, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi Türk tarihçilerini de etkiler… Bu sayede ülkemizde geleneksel siyasi tarihten “ekonomik ve sosyal tarih”e geçiş Ömer Lülfi Barkan’la başlar, Halil İnalcık’la devam eder İşte tam da bu nedenle Halil İnalcık, Braudel gibi düşünerek, “Osmanlı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme geçişini anlayamadı” diye yazar. (Merkantilizm yani ticaret devrimi, sermaye birikimi) Çünkü Braudel, daha ’lü yıllarda İngiltere’de “Artık hiç kimse kasalarda para tutmamakta, cimriler bile varlığını (piyasada) dolaştırmakta” diye yazar. (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, ’’, İz yayıncılık, )

Akdeniz

Braudel’in girişte bahsettiğim kitabının (Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ), Akdeniz’i ve çevresini, hatta Akdeniz’de günümüze kadar uzanan sorunları tanımak için önemli bir kaynak olduğunu değerlendiriyorum…

Braudel bu kitabında Akdeniz’i tarih öncesinden ele alır. Önce Akdeniz tabanının ve çevresindeki dağların oluşumunu anlatır. Braudel, insanın Akdeniz’deki evrimine de yer verdiği eserinde bölgenin coğrafyasının ve ikliminin binyıllar içinde yarattığı etkileri anlatılarak imparatorlukların doğuşuna yol açan tarım, yazı, deniz yolculuğu ve ticareti anlatır. Braudel eserinde Fenikelileri, Etrüskleri, Yunanlıları, Romalıları, Mezopotamya ile Mısır'ın kuruluşlarını, bunların birbirleriyle ilişkilerini ve tüm bu uygarlıkların kuruluş ve yıkılışlarını anlatır.

Braudel’e göre Akdeniz, eski dünyanın merkezidir, tam kalbinde yer alır. Bu “kaderinin en büyük özelliğidir”; Avrupa, Asya, Afrika kıtaları ve bu kıtalarda yaşayan insanlar Akdeniz’in etrafında birleşir. Braudel bu düşüncesini kitabında şöyle ifade eder:  “Bu insanlık tarihi sonu gelmez bir biçimde akıp Akdeniz’e kadar geldiği ve düzenli olarak onun kıyılarında durduğu için, Akdeniz’in o kadar erken bir dönemden başlayarak dünyanın canlı merkezlerinden biri haline gelmesinde ve kendisi için bir yankılanma alanı oluşturan bu üç masif kıtayı onun da etkilemiş olmasında şaşılacak bir yan yoktur.” (s)

Braudel kitabında Mezopotamya, Mısır, Ege, Kuzey Afrika, Güney Avrupa kıyılarını ve adaları tek tek ele alır, bölgenin coğrafyasının ve iklimin binyıllar içinde yarattığı etkiyi ve insanların tarih sahnesine çıkışı anlatmaya çalışır Kitap, Akdeniz’e farklı bir bakış açısı sunar… Bu kitap okununca günümüzde adı sıkça geçen ‘’Doğu Akdeniz’’ daha iyi anlaşılır…

Spartacus’un öcü

Braudel bu kitabında bir de ilginç bir konuya da değinir. Bizler genellikle Rönesans ve reform hareketlerinin ve bunun sonucu olarak teknolojik gelişmenin devrimsel bir dönüşüme yol açtığını biliriz. Ancak Braudel teknolojik gelişmeyi doğrudan Rönesans ve reformlara bağlamaz. Braudel teknolojik gelişmenin bu kadar gecikmesinde köleci zihniyeti suçlar. Braudel’e göre kölelik, sadece bir cinayet değil, aynı zamanda insanlığı yerinde saymaya mahkûm etmiş bir hatadır ve her türlü teknolojik devrimi baştan engellemiştir. Çünkü Braudel’e göre köleler varken, buharla çalışan makinelere ihtiyaç duyulmaz… Braudel teknolojik gelişmenin bu kadar gecikmesini ‘’Spartacus’un öcüdür” (*) diye anlatır…

Osmanlı

Braudel, ilgi alanı olan Akdeniz nedeniyle Osmanlı tarihine de büyük ilgi duyar…(**)

Braudel, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi başına bir ekonomi-dünya oluşturduğunu yani siyasi ve coğrafi sahası içinde kendine yeterli bir ekonomik birim meydana getirdiğini söyler.  Ancak Braudel’e göre bu yeterlilik Osmanlı ekonomisinin durgun kalmasına, uzun zaman dilimi içinde pek fazla değişim göstermemesine yol açar… Braudel’e göre "Osmanlı İmparatorluğu büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi"dir…

Braudel’e göre yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, , sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  

Deniz kıyısındakilerin ve içeridekilerin çatışması

Braudel, Akdenizi, dağları anlatırken, deniz kıyısında yaşayanlarla dağlarda yaşayanlar arasında bitmeyen tarihi kavgayı da anlatır. Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz’’ adlı kitabında bitmeyen bu kavgayı şu şekilde tarif eder:

“Dağlıların baskınları, tüm çağlarda, tüm deniz kıyısı bölgelerinde sıradanlaşmış bir dramdır. Hayat, meşe palamudu veya kestane yiyen, yaban hayvanı avlayan, post, deri, sığır veya koyun satan, her an ayağını kaldırıp göç düzmeye hazır bekleyen yukarı ülke insanlarıyla; toprağa bağlanmış, bazıları kullaşmış, diğerleri üstünleşmiş, topraklara, kumanda mevkilerine, ordulara, şehirlere, denizleri dolaşan gemilere hükmeden aşağı ülke insanlarını tekdüze bir biçimde karşı karşıya getirir hep Kanaatkâr yüksekliklerin karı ve soğuğuyla portakal ağaçlarının ve uygarlıkların çiçeğe durduğu alçak diyarlar arasındaki bu diyalog günümüzde bile tamamen sona ermemiştir.” (s)

Günümüzde de bu ayrışmanın izdüşümünü görmüyor muyuz? Bakın Akdeniz’e, Ege kıyılarına sonra da İç Anadolu ve Doğu Anadolu’ya… Bu coğrafyadaki siyasi tabloyu Braudel’in görüşleri doğrultusunda renklendirin isterseniz…

Hep yazarım ya, ‘’Tarih günümüzü anlatır’’ diye…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

(*) Spartaküs Roma döneminde yaşamış Trakyalı bir gladyatördür. Köleliğe karşı duran, efendilere boyun eğmeyen bir özgürlük savaşçısı, bir özgürlük kahramanıdır. . Roma’ya karşı bir isyan başlatır. Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşan isyan ordusu ile yıllarca İtalya yarımadasında Roma’ya karşı savaşır… MÖ yılları arasında yaşanan, üç yıl süren bu isyan Roma Cumhuriyeti'nin antik dönemde karşılaştığı üçüncü ve en büyük köle İsyanıdır. Spartaküs, kendilerine karşı gönderilen sayısız orduyu yener,  Roma Cumhuriyeti'nin yönetim sistemini kökünden sarsar Ancak Spartaküs yaklaşık üç yıllık mücadelenin sonunda Roma ordusuna yenilir… Romalı General Pompeius ayaklananların çoğunluğu öldürülür.., Romalı General Marcus Licinius Crassus da tutsak aldığı isyancıyı Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirir.. Ancak Spartaküs’in canlı veya ölü kendisi asla bulunamaz. …

Spartaküs tarih boyunca ezilenlerin, tüm haklı başkaldırıların sembolü olur… İsyanının eşitlikçi ve özgürlükçü karakteri nedeniyle Spartaküs özellikle sol literatürde sembol bir isim olarak yer alır. Bu sitede ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ni anlatırken bahsettiğim, Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan sonra yılında yaşanan devrimden sonra yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı da ‘’Spartaküs Birliği'’dir.

(**) Konu Akdeniz’e gelmişken bu konuda okunması gereken bir kitaptan daha bahsetmek istiyorum. Bu kitap; uzun yıllar İstanbul’da yaşayan, Türk tarihini çok iyi tanıyan ve anlatımında olabildiğince tarafsız olan İngiliz yazar Roger Crowley’in ‘’ Son Büyük Kuşatma’’ (April Yayıncılık, )  isimli kitabının devamı niteliğinde yazdığı ‘’İmparatorların Denizi Akdeniz’’ (April Yayıncılık, ) eseridir. Roger Crowley, bu eserinde Akdeniz’deki büyük imparatorlukların çatışmalarını kaynaklarla destekleyerek bir romancı gibi anlatır. Roger Crowley, bu eserinde Mağrip'te Barbaros ve Oruç kardeşleri, Turgut ve Uluç Ali reisleri, Venedik'i, Akdeniz kıyılarına korku salan azılı ve acımasız korsanları anlatır…


Babalar Günü

20 Haziran

Önce bir hikâye

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen 45 yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk çocuktan, havadan sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.

Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: '’Bu ne oğlum?'’ Oğlu şaşkın, cevapladı: '’O bir karga baba.'’

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: ‘'Bu ne oğlum?'’ Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: '’Baba, o bir karga.’'

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: ‘'Bu ne?'’ Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: '’O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'’

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: '’Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'’

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

'’Bugün üç yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'’

Hikâye bu kadar Sanırım üzerine bir şey söylemeye gerek yok

Yazılarım şiirsiz olmaz biliyorsunuz. İşte size Can Yücel'in güzel bir şiiri:

Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim

''Hayatta ben en çok babamı sevdim 
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk 
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- 
Nasıl koşarsa ardından bir devin 
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti 
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! 
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi 
Atlastan bakardım nereye gitti 
Öyle öyle ezberledim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu 
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a 
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla! 
Tifoyken başardım bu aşk oyununu 
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu

En son teftişine çıkana değin 
Koştururken ardından o uçmaktaki devin 
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için 
Açıldı nefesim, fikrim, canevim 
Hayatta ben en çok babamı sevdim''

Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''

Bana bir masal anlat baba

- yılları arasında Şevket Altuğ'un başrol oynadığı ‘’Süper Baba’’ dizisinin sözleri Yavuz Turgul ve Cengiz Onural’a, müziği Cengiz Onural’a ait unutulmaz bir şarkısı vardı: ‘’Bana bir masal anlat baba’’. (Müziğin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum…)

Tam da o tarihlerde büyük kızım anaokuluna gidiyor, küçüğüm daha ufak… Ve ben o iki yıl boyunca hiç mi hiç evde değildim… Küçüğüm, benim yokluğumda elbiselerime sarılarak ''baba kokusu'' diye bırakmıyor Aradan yıllar geçiyor, kızlarım liseye giderken ben yine iki yıl boyunca daha yine hiç mi hiç evde değilim… Evdeyken bile zaten eve hep geç gelip erken giderim, hafta sonu dâhil Geldiğimde uykudalar, giderken uykudalar

O ayrılıklarda hep bu şarkı gelirdi aklıma: ‘’Bana bir masal anlat baba… Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni.’’ 

Ve şarkı devam ediyor: ''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.'' Öyle de oluyor, ben oralardan, uzaklardan geliyorum, bu sefer de kızlar bizleri bırakıp İstanbul'a üniversite okumaya gidiyorlar

Ve bir gün eşim, ben evde bir süre kıvrandıktan sonra yut diye elime iki aspirin verip apar topar beni bir taksi ile en yakın hastanenin aciline yetiştiriyor… İlk tetkikler, doktor koşarak yanıma geliyor: ‘’Beyefendi, kalp krizi geçiriyorsunuz, ivedi size anjiyo yapacağız.’’ Zaman zaman bilincimi kaybettiğim operasyonda anjiyo yapıp, bir kalp damarına stend takıyorlar ve beni dört gün boyunca da koroner yoğun bakım ünitesinde tutuyorlar… Hastaneye yetişen kızlarıma doktor operasyon hakkında bilgi verirken küçük kızım düşüp bayılıyor… Doktor eşime hakkımda sorular soruyor son zamanlarım hakkında.. Eşim; ‘’düğün hazırlığı yapıyoruz, büyük kızımızı evlendiriyoruz’’ diyor…

Bakmayın siz Can Yücel’in ''Hayatta ben en çok babamı sevdim’’ dediğine… Hayatta en çok babalar kızlarını sever, kızlar da babalarını…

''Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm oyunlarım
Kurtla kuzu olsun şekerle bal.

Bana bir masal anlat baba
İçinde denizle balıklar
Yağmurla kar olsun güneşle ay.

Anlatırken tut elimi
Uykuya dalıp gitsem bile
Bırakıp gitme sakın beni.

Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm sevdiklerim
İçinde İstanbul olsun.''

Hani bugün de ‘’Babalar Günü’’ ya.. Anımsatmak istedim: Aslında her gün ‘’Anneler – Babalar Günüdür’’. 

''Bilmezdi ki oturduğumuz semti, geldi mi de gidici-hep, hep acele işi!!!''

''Bana bir masal anlat baba Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni''

''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.''

Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN

Oya Küçümen ve Yeni Türkü: ''Bana Bir Masal Anlat Baba'':
seafoodplus.info?v=8VE40gfLfR4




Bir çift güvercin havalansa

19 Haziran

ABD, devlet olarak, takvimler 68 yıl önce bugünü, yani 19 Haziran 'ü gösterdiğinde kasten, bilerek ve isteyerek bir cinayet işler…

Bugün ABD’nin işlediği bu cinayeti anlatacağım. 

Bu cinayeti anlamamız için de II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD’deki manzara-i umumiyeye kısaca bir göz atmamız lazım

II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD

Dünya Savaşı'nın ardından ABD yıllarca süren bir döneme; "soğuk savaş" dönemine girer. 'li yıllarda ABD; komünist avcısı faşizmin, gericiliğin, McCarthy'nin, Sovyetler Birliği'ne karşı kışkırtmaların, Kore Savaşı'nın, aşırı silahlanmanın ABD’sidir. Bu dönemde ABD’de ekonomik krizin yol açtığı yoksulluk ve faşist eğilimlerin yaygınlaşması komünist hareketi güçlendirir. ABD Komünist Partisi'nin 'da üyesi varken, bu sayı 'da yaklaşık 'e çıkar.

Hükümet, McCarthy gibi faşist politikacılarının onayıyla ülkede bir korku iklimi yaratır. Bu korku ikliminin ismi "komünizm"dir. Kısa süre içerisinde "polis devleti" önlemleri uygulamaya konulur. Adalet sistemi de buna uydurulur. Bu durum tüm ABD’lilerin özgürlük ve temel anayasal haklarını tehdit etmeye başlar.

ABD bu dönemde dünyada atom bombası tekeline sahiptir. II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombaları atarak dünyaya da korku salmışlardır. Bu nedenle ABD'nin kendi dışındaki tüm dünyaya karşı büyük bir özgüvenleri vardır. 

Fakat yılında Sovyetler Birliği ilk atom bombası denemesini yapınca ABD’nin fiyakası bozulur, tekeli kırılır, özgüveni sarsılır ve bu alandaki politikaları iflas eder…

Bir ABD paranoyası

Yaşanan teknolojik yenilginin örtbas edilmesi için ABD’nin bir komploya ihtiyacı vardır. Komplonun amacı; Sovyet atom araştırmalarının temelinin sosyalist bilginlerin başarıları değil de ABD’den çalınan bilgiler olduğunun kamuoyuna gösterilmesidir. ABD’inde mutlaka Sovyetler Birliği’nin casusları olmalı ve bu casuslar sırları Sovyetler Birliği’ne kaçırmalıydılar. Çünkü ABD kendi dışında kimsenin atom bombası yapabileceğine inanmak istemez…

Aynı günlerde FBI'nin denetimi altında ve Senatör McCarthy yönetiminde ülkede büyük bir oyun sahnelenir: "ABD’de bir Rus casusluk ağı vardır, yoksa bile yaratılmalıdır."

Bu maksatla özellikle komünistlere, solculara ve ilerici insanlara karşı bir cadı avı başlatılır. Komünistlere ve ilerici insanlara karşı başlatılan bu cadı avında FBI elemanı, Adalet Bakanlığı memuru, ABD Silahlı Kuvvetlerinin güvenlik elemanı, Maliye Bakanlığı memuru ve diğer hükümet kurumlarının güvenlik elemanı kullanılır.

Binlerce ABD’li siyasi düşüncelerinden dolayı mahkûm edilir, hapse girer, işlerini yitirir ve bir daha iş bulamazlar. ABD Komünist Partisi Politbürosu'nun 12 üyesi tutuklanır, bunlardan 10'u 5'er yıl ağır hapis ve yüksek para cezalarına çarptırılır. Yüzbinlerce insan "ABD’ni yıkıcı faaliyetlerden koruma" adına fişlenir, suçlanır ve hapse atılır.  

Ve bir ABD komplosu

Bu dönemde ABD Komünist Partisi (CPUSA) üyesi olan Julius ve Ethel Rosenberg çifti örneğinde olduğu gibi bazıları da katledilir. Julius ve Ethel çifti, bu kampanyaya bağlı bir komplo ile tutuklanır. Rosenbergler Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermekle suçlanırlar ve sonuçta da tarihe hukuksuzluğun en büyük örneklerinden biri olarak geçen bir mahkeme sonucunda da idama mahkûm edilirler.

Mahkemeye çıkartıldıklarında aleyhlerinde hiç bir delil yoktur Rosenberglerin. Tıpkı Kafka’nın ‘’Dava’’sı gibi… Bir tek aynı suçtan yargılanan bir kişi ile aynı gün aynı otelde kaldıkları belirlenmiştir fakat otel o gün doludur ve sadece bu çift yargılanmaktadır.

Rosenbergler bu asılsız suçlamalara gülüp geçerlerken jüri kararını açıklar: idam.

Rosenberglerin idamına karşı dünyadan tepkiler

Karar açıklandıktan sonra dünyanın her tarafından ABD’ye milyonlarca protesto mektupları yağmaya başlar ''onlar suçsuz bırakın onları'' diye.

Pablo Picasso, L’Humanité dergisinde; “Saatler önemli. Dakikalar önemli. İnsanlığa karşı bu cürmün işlenmesine izin vermeyin!” çağrısında bulunurken Jean Paul Sartre, Albert Einstein, Bertold Brecht, Jean Cocteau, Frida Kahlo gibi pek çok aydın tepkilerini ortaya koyarlar. Papa XII. Pius, ABD Başkanı Eisenhower’dan infazın durdurulmasını talep eder. 

ABD’nin ahlaksız teklifleri

ABD yönetimi gelen bu uluslararası tepkiden çekinir ve çifte bir öneri sunar: ‘’Suçunuzu kabul edin cezanız 30 yıla düşsün.’’ Çift kabul etmez. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmez. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindedir ancak bu da reddedilir. Bu teklifler idam gününe kadar devam eder.

Rosenberg çifti her seferinde gelen benzer teklifleri reddederler. Öyle ki, Ethel Rosenberg, yaşamının bağışlanacağı yönünde yapılan bir teklife de şu karşılığı verir: ''Ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfunuza başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.''

Savcının ‘’hükümetle işbirliği yapmaya hazır olursanız, elde af için bir gerekçe olur’' sözüne Ethel şu yanıtı verir: ‘’Elektrikli sandalyede idam edilme tehdidiyle ne sizin saygınlığınızı kurtaracak kadar gözümüzü korkutabilirsiniz, ne de biz yurttaşlar olarak hakkımız olan adaleti talep etmek yerine çirkin, kirli bir pazarlık yaparak gittikçe daha sık uygulanır hale gelen antidemokratik polis devleti yöntemlerine ortak oluruz. Bu Hitler Almanya’sında geçerli olabilir, ama özgürlük ülkesinde değil. Gerçekten büyük ve gerçekten onurlu bir ulusun görevi, haksızlığı gidermektir, haksızlığa uğramış olanlardan, istemeye istemeye hayatlarını bağışlamak için haraç talep etmek değil."

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına cezaevinden yazdıkları mektuplar

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına ölümü beklerken cezaevinden yazdıkları hapishane mektupları oğulları Michel ile Robert Meeropol (Anne ve babalarının ölümünden sonra soyadlarını değiştirmek zorunda kalırlar ve aile dostları Meeropol’un soyadını alırlar) tarafından ''We Are Your Sons'' adıyla da yayımlanır. Bu kitap ülkemizde de “Rosenbergler” (Gözlem Yayınevi, ) (İş Bankası Kültür Yayınları, ) adıyla basılır. Bu kitaptan bazı bölümleri de yazımın sonunda veriyorum…

İdam günü gelir çatar

İdamın olacağı odada bir de telefon durmaktadır. Savcı telefonu gösterirken, Rosenberglere bir de fotoğraf gösterir: Çocuklarının fotoğrafı. Ve der ki ‘’telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın.’’ Bu şekilde ABD uluslararası baskıyı üzerinden atmayı düşünür.

Rosenbergler biraz süre isterler. Giderler bir köşeye, Bayan Rosenberg kocasının dizlerindeki tozu silmektedir çünkü fotoğrafı gördüğünde Bay Rosenberg dizleri üzerine düşmüştür Sonra savcıya giderler. ‘’Evet, onlar bizim çocuklarımız fakat bizim için mektup yollayan milyonlarca insan da bizim çocuklarımız; onları yarı yolda bırakamayız’’ derler ve idam edilecekleri bölmeye doğru giderler.

Ve çift elektrikli sandalyede idam edildiğinde takvimler 68 yıl önceyi yani 19 Haziran 'ü göstermektedir

Aslında mahkemenin verdiği idam tarihi 18 Haziran 'dür. Ancak o gün Rosenbergler çiftinin evlilik yıldönümüdür. Ve mahkeme Rosenberglerin talebi üzerine lütfederek idam tarihini bir gün ertelerler. 

Rosenberglerin avukatlarından bu yöndeki talebi de şu şekildedir: "Ne olur, bir şeyler yap Manny. Evlenme yıldönümümüzde idam edilmek gibi büyük bir acımasızlığı yapabileceklerini aklım almıyor. Çünkü ben ne de olsa, insan gibi görünen, insan gibi konuşan, ama aslında sadist birer şeytandan başka bir şey olmayan kişilerin varlığına inanamayacak kadar yumuşak yürekli bir kişiyim.. Sevgilerimle, Ethel.."

Julius Rosenberg ilk elektroşokta yaşamını yitirir ancak Ethel Rosenberg için aynı işlemin birkaç kez daha yapılması gerekir… Gerçi bu işlem dava boyunca yaşanan onca hunharlığın içinde daha masum, daha az can yakıcı (!) bir şeydir

Rosenberglerin infazında bulunan devlet bakanı William a. Carroll, ''bir çift güvercin''in cansız bedenleri taşınırken kendilerine mazeret yaratma adına yaptığı açıklamayla herkesin kanını dondurur:  ''Rosenberglere, boyun eğip, suçu kabullenmeleri halinde hattın öbür ucunda Washington’ın olduğu telefon ile idamın durdurulacağı ve de kendilerini bekleyen oğulları 6 yaşındaki Robert ile 10 yaşındaki Michael'e kavuşacaklarını söyledik''

Yaşam ve ölüm sınırında yapılan bu teklife Rosenberglerin verdiği yanıtı bakan şöyle açıklar: ''Peki ya suçsuzluğumuza inanan onca insan, onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Satar mıyız hiç onları!..''

Oysa Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmıştır. Onların çocukları ki yalnızca Robert ve Michael değil, kardeşliğe ve barışa inanan tüm insanlardır. İşte, yalan söyleyip çocuklarına koşmak yerine, kendilerine inanan insanları terk etmeyen ve ölüme yürüyen bir annenin yazdığı dizeleri; asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in ‘’Eğer Ölürsek’’ diye çevirmiştir. Ve bir de mektup bırakırlar çocuklarına Rosenbergler… Rosenberglerin bu şiiri ve bu veda mektubunu da yazımın sonunda veriyorum…

Rosenberglerin ardından

İstisnasız tüm dünya gidişlerine ağlar. Gidişlerine gökler ağlar, yıldızlar ağlar, dağlar, taşlar, bulutlar ağlar. Ama öyle güzel giderler ki, öyle vakur giderler ki, öyle bir dik, dimdik giderler ki şiirler yazılır ardından. Bunlardan birisi de Şair Melih Cevdet Anday'ın Rosenbergler için yazdığı ‘’Anı’’ adlı şiiridir…

Şiirin adı ‘’Anı’’ ama ben bu şiiri hep ilk dizesiyle hatırlarım: ‘’Bir çift güvercin havalansa’’… Zülfü Livaneli tarafından da bestelenmişti, belki oradan hatırlarsınız Şiirin ilk dizesini veriyorum… Tamamını ise yazımın sonuna saklıyorum:

''Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma’’

01 Nisan günü kaybettiğimiz ve bu sayfada ''kuşların ve rüzgârın şairi'' diye tanıttığım büyük şair Ülkü Tamer ''Şiir için cevaplar'' adlı şiirinde ''Şiir ölümün gölgesidir, yaşamanın örtüsü. Çocuğun savunmasıdır şiir'' diye ifade ederdi İşte bu şiir tam da böyle bir şiirdir: Ölümün gölgesi bir şiirdir 

Rosenbergler için yazılan bir diğer Türkçe şiir de Oktay Rıfat Horozcu’nun ‘’Telefon’’ isimli şiiridir. Şiirin adındaki ‘’telefon’’; savcının Rosenberglere çocuklarının fotoğrafını göstererek ‘’Telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın’’ dediği telefondur… Bu şiiri de yazımın sonunda veriyorum

İdamdan sonra Sartre, Liberation gazetesinde, “Kudurmuş Hayvanlar” der: “Dikkat, Amerika kudurmuş! Bizi onunla ilişkilendiren tüm bağları koparalım, yoksa biz de ısırılıp kuduz olacağız.”

Komplonun ortaya çıkışı

Yıllar sonra her şeyin FBI tarafından düzenlendiği ortaya çıkar.

Rosenberglerin idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu bizzat şahitler tarafından açıklanır. Ancak Rosenbergler geri gelemezler artık. 

Yıllar sonra, yılında Fransız tarihçisi Alain Decaux, uzun araştırmalarının sonucunda "Rosenbergler Ölmemeli" (Milliyet Yayınları,) adlı oyunu yazar. Bu oyun dünyanın her yerinden ses getirir. Rosenbergleri tekrar dünyanın gündemine oturttur.  

Yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesi Sylvia Plath'ın başyapıtı ‘’Sırça Fanusu'’ (Can Yayınları, )’nda konu kahramanlarıdır Rosenberg’ler. Kitap şöyle başlar: ‘’Rosenbergleri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz; garip, boğucu bir yazdı ve ben New York’ta ne aradığımı bilmiyordum. İdamlar beni hep serseme çevirir.’’ (Kitapta anlatıcı-kahraman Esther Greenwood, bir üniversite öğrencisidir. )

Romanın ilk satırlarından itibaren bir sıkıntı, bir ölüm kokusu yayılır. “İnsanın tüm sinirleri boyunca diri diri yanmasının nasıl olduğunu merak etmekten kendimi alamıyordum” der kahraman, Rosenberglerin idamı hakkında.

İdamlar hangi duyarlı insanı serseme çevirmez ki!

Derdi zaten Albert Camus: ‘’İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez. Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.’’

Bir iktidarın paranoyaya ve isteriye kapılması halinde

Rosenbergler davası bize, bir iktidarın isteriye kapılması halinde, telafisi bir mümkünsüz, onarılması bir imkânsız adaletsizliğin, haksızlığın ve hukuksuzluğun her zaman başa gelebileceğini hatırlatır, tıpkı Dreyfus davası gibi, tıpkı ülkemizdeki Balyoz, Ergenekon davaları gibi, tıpkı 28 Şubat davası gibi

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Melih Cevdet Anday'ın Rosenbergler için yazdığı şiir:

Anı

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma 

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.''

Oktay Rıfat Horozcu’nun yine Rosenberg'ler için yazdığı ‘’Telefon’’ isimli şiiri: 

Şiirin adındaki ‘’telefon’’; savcının Rosenberglere çocuklarının fotoğrafını göstererek ‘’Telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın’’ dediği telefondur…

Telefon

Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kâse çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karıkocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söyleniyor uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın

Aman dayanamazsam ne etmeli
Bütün pencereler üstlerine açık
Kimler soyar çocukları kimler örter
Biri on bir yaşında öteki küçük
Ya anne diye bağırırsa uykusunda
Belki korkmuş belki de susamıştır
Geceleri su içmeye alışık
Çorap öyle mi giydirilir don öyle mi bağlanır
Gömleği bir tuhaf sarkıyor arkasında

Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benim ki de analık

Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi işe yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik

Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için yazdığı şiir. A. Kadir ‘’Eğer Ölürsek’’ diye çevirmişti.

Eğer Ölürsek:

Bir gün öğreneceksiniz, evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik türkümüzü yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan,
Neden gittik toprak altında uyumaya.

Ağlamayın artık, evlâtlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.

Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde    
Kıyımlar sona erecek, dünya olacak mutlu    
Kardeşliğin ve barışın koynunda.    

Çalışın, evlâtlarım, çalışın ve bir anıt dikin.
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve de insanca,
Sizin adınıza koruduğumuz, sizin adınıza.''

Rosenbergler’in çocuklarına yazdıklarıveda mektubu

“Sevgili çocuklarım,

Bu sabah, sanki tekrar birlikte olabilecekmişiz sandım. Ama bunun olmayacağını bildiğim halde, size ancak öğrendiklerimi aktarabilmeyi istedim. Ne yazık ki ancak birkaç kelime yazabilirim. Gerisini size yaşamınız öğretmeli. Bana öğrettiği gibi.

Başlangıçta sizin için acılı olacak, ama üzülen yalnızca siz olmayacaksınız. Sonunda siz de yaşamın yaşamaya değer olduğu inancına varmak zorundasınız. Şimdi önüne geçilmez biçimde yaklaşan ölüm karşısında bile bunu bilmenin cellatları yeneceğinden kesinlikle emin oluşumuz size bir avuntu olsun.

Yaşamımızın sizle birlikte sonuna kadar yürütme sevinci ve mutluluğunun bize nasip olmasını dilerdik. Babanız size tüm yüreği ve tüm sevgisinin sevgili oğullarına ait olduğunu söylemek istiyor. Suçsuz olduğumuzu ve vicdanımıza aykırı hareket edemediğimizi hiçbir zaman unutmayın.

Sizi bağrımıza basıyor ve hararetle öpüyoruz.

Sevgiyle,

Baba ve Anne”

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına cezaevinden yazdıkları mektuplar

"Barış, ekmek ve gül için savaşta, celladı sakin bir onurla, güvenle ve geleceğe bakarak bekliyoruz. İnancımızı yitirmeyeceğiz her zaman olduğu gibi."

"(kendimi) davamızla ilgili hayallere kaptırmıyorum, çünkü biliyorum ki ancak halkın örgütlü baskısı bizi kurtarabilir ve iki masum insanın öldürülmesine yol açacak korkunç siyasi suçu açığa çıkarabilir. Biz gerçekte herhangi bir suç işlemediğimiz için, bu rezil komploya alet olmaya ve sırf ülkemizdeki savaş isterisi tırmandırılıp dünya barışı perspektifleri kötüleştirilsin diye başka masum ilerici insanlara karşı yalancı şahitlik yapmaya yanaşmayacağız.’’

"Sevgili kocacığım, () bu alçaklık ve rezalete duyduğum hisleri herhangi bir şekilde dile getirmek zorundayım. Güzel yurdum, başın eğik, özgürlük güneşi battı, halkın yas tutuyor! Faşizm tehlikesi dev gibi ve tehditkâr bir şekilde üstünde yükseliyor, toplama kampları şimdiden hazırlanıyor! Ah, kız ve erkek kardeşlerim, altında yaşamak zorunda kaldığınız bu korkunç tehlikeyi kaçınız kavrayacak; kaçınız korkuyla haykıracak: ‘mahvolduk!'. Kaçınız birleşik öfkeyle ayaklanıp bu haksızlığı telafi edeceksiniz." 

"Şu konuda gayet açık olmalıyız ki, biricik umudumuz halktadır. Bizi tehdit eden idam kararının çıplak terörü bunda hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece halk, bu legal linç cinayetini engelleyebilir"

"Yarışın sonu nereye varacaksa varsın, ister koşucu sayılalım ister kaçıcı, dürüst kişiler dışında hiçbir şey sayılmamıza izin verdiğimiz görülmeyecektir. Dürüstlüğümüzden ödün verdiğimiz asla söylenemeyecektir.."


Waterloo Savaşı

18 Haziran

Waterloo Savaşı; Haziran tarihlerinde, İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında yapılan ve 18 Haziran tarihinde Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuçları olan bir savaştır.  

Bugün bu savaşın yıldönümü

Bu nedenle bu yazımda bu savaşı anlatacağım ama…

Önce müzik…

Benim yaşımda olanların çok iyi hatırladığı, yılında kurulup yılına kadar etkin olan ve 70'lerin Avrupa’daki en büyük pop müzik fenomeni İsveçli bir pop müzik grubu vardı: Abba. Grup yılında "Waterloo" isimli şarkılarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na katılıp birinci olmuşlardı. Bu başarı Abba’nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağlamıştı. "Waterloo" şarkısı İngiltere listesinde bir numaraya yükselerek burada iki hafta kalmayı başararak grubun bu listede bir numaraya yükselen dokuz şarkıdan ilki olmuşlardı.  

Şarkı bu ülkenin yanında İrlanda, Belçika, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Batı Almanya ve Güney Afrika listelerinde de bir numarada yer almıştı. Şarkı yine Avusturya, Hollanda, Fransa ve İspanya'da da ilk üçe girmiş ve bu şarkı, Avrupa kültürüne özgü olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde Zimbabve (o sıralardaki adıyla Rodezya), Yeni Zelanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde de ilk onda yer almıştı. "Waterloo", Eurovision tarihinde on beş ülkede ilk ona girebilen ilk şarkı olmuştu.

Abba grubunun işte bu "Waterloo" şarkısında bir kızın aşka teslim olmasını yılında yaşanan Waterloo Savaşı sırasında I. Napolyon'un teslim olmak zorunda kalması ile paralel olarak anlatılır

Amerikalı bir heavy metal grubu olan Iced Earth’ın çıkardığı ve tarihi olaylardan bahseden ‘’The Glorious Burden’’ isminde bir albümü var. Bu albümde, MS 5. yüzyılda Atilla'nın Avrupa'daki saldırılarından başlayıp Amerika'da yılında yaşanan terörist saldırına kadar tarihi konuları işleyen şarkılar bulunmaktadır. Bunların arasında ‘’Waterloo Savaşı’’ da vardır

Her iki grubun söylediği Waterloo şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim… Dinlemenizi isterim Özellikle Abba’nın şarkısını… Görün bakalım o zamanlar severek bir nasıl şarkıyı dinlediniz?

Sizlere daha önce bu sayfalarda teeee üç bin yıl geriye giderek ‘’La Paloma’’ şarkısını, iki bin beş yüz yıl geriye giderek Galli şarkıcı Tom Jones'un ‘’Delilah’’ (Dilayla) şarkısını anlatmıştım İşte Abba’nın ve Iced Earth’ın bu şarkıları da iki yüzyıl geriye giderek tarihi bir olayı anlatmakta ve müzik yoluyla tarihini canlı tutmaktalar. Tıpkı bizim pop şarkılarımız gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak, lay lay lom söyleyerek değil mi?

Şimdi de sinema…

Sadece Abba’nın, Iced Earth’ın şarkıları değildir bu savaşı anlatan. Bu savaşı anlatan kitapların, filmlerin, belgesellerin sayısı hakkında tahminde bulunmak da çok zordur. Bunların arasında Sovyet film yapımcısı Sergei Bondarchuk’un yapımı ‘’Waterloo’’ isimli çok güzel bir filmi vardır… Bu film yılında İtalya’da David di Donatello '’En iyi film ödülü'’ kazanır. Bu filmin kısa bir bölümünü gösteren bağlantıyı da yazımın sonunda veriyorum.

İşte bu şarkılara ve filme adını veren Waterloo Savaşı;  Haziran tarihlerinde gerçekleşen, Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupalı güçler arasında 23 yıldır süren silahlı mücadelenin (Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları) sonunu getiren bir savaştır. Fransızcada Mont-Saint-Jean Savaşı olarak da bilinir. Savaş İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında gerçekleşmiştir.

Waterloo diye bir kasaba

Waterloo kasabası eğer otomobil ile Brüksel’den Paris’e giderseniz yolunuzun üzerinde solunuzda kalan Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km yakınında bulunan küçük bir kasabadır. Bu savaş nedeniyle de bu küçücük kasaba tüm dünyaca tanınır…

Waterloo kasabasında da bu savaşın tüm izleri yaşatılıyor. Şehirde birçok şeyin adı Wellington ismini taşıyor. Bu kasabanın tek sineması var; adı da Wellington… Şehir içerisinde Wellington Savaş Müzesi de var. Bu müzede bulunan bir harita üzerine adı Waterloo olan (bu savaştan dolayı bu adı alan) beş kıtadaki kırkın üzerindeki kentler işaretlenmiştir.

Waterloo, savaşın olduğu güne kadar adını sanını kimsenin bilmediği arpa eken, bira üreten bir kasabayken bugün Amerika’da 32, İngiltere’de 8, Avustralya’da 4, Kanada’da 3, Hong Kong’da 2, Almanya, Yeni Zelanda ve Sierra Leone’da 1 adet Waterloo kasabası bulunmaktadır. Nedenini anlamak da zor değil. Bu, Avrupa’nın kaderinin bir günde yazıldığı bir savaştır. Bunun yanında dünya savaşları ve Waterloo’dan daha fazla cana mal olmuş olaylar da yok değil. Onlar’da elbette Waterloo Savaşı kadar mühim ancak bir günde olup biten ve dünya tarihini bu kadar etkileyen bir olay bulmak da öyle kolay değildir.

Savaşın geçtiği yer ise bu kasabaya yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Savaş meydanında bir tepe üzerinde güzel bir panorama müzesi vardır. Tepe yaklaşık metre yüksekliğinde ve tepeye basamakla çıkılıyor. Savaş meydanına yakın bir yerde de Napolyon’un karargâhı bulunuyor.

Waterloo Savaşı

Waterloo Savaşı konusunda çok kitap yazılmıştır. Ancak içlerinden Türkçe’ye çevrilenlerden en iyisi kendisi de bir asker olan (Tümgeneral) dünyanın tanınmış en iyi Napolyon devri uzmanlarından Avustralyalı Geoffrey Wootten tarafından yazılan ‘’Waterloo Modern Avrupa'nın Doğuşu’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, ) isimli kitabıdır. Bu konuda ayrıca İngiliz tarih Profesörü Jeremy Black’ın ‘’Efsane Komutanlar ve Zaferleri’’ (Timaş Yayınları, ) isimli kitabı ve bizzat Napolyon’un talimat ve düsturlarını içeren ‘’Savaş ve Strateji İle İlgili Görüşlerim,  N. Bonaparte’’ (Q Matris Yayınları, ) isimli kitaplar da bulunmaktadır. Zaten burada yazılanlar da bu kitaplardan alınmıştır.

Victor Hügo da ‘’Sefiller’’ isimli eserinde uzun uzun bu savaşı tasvir eder. Hugo’nun kitabında Waterloo üzerine şiiri de vardır. Victor Hügo, Sefillerde "Waterloo bir savaş değildir, evrenin değişen yüzüydü" derdi.

Gerçekten de Waterloo tarihçelerce Birinci Dünya Savaşı öncesi son kesin sonuçlu ve büyük savaş olarak kabul edilir. Bu savaş Avrupa kıtasının hatta dünyanın kaderini değiştirmiştir.

Hani Necmettin Halil Onan’ın ‘’Bir yolcuya’’ isimli şiiri şöyle başlardı ya:

‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.’’

Gerçekten de şairin söylediği gibi Waterloo bir devrin battığı yerdir. Tarihçeler yıllardır Napolyon gibi yenilmez bir asker ve zamanın efsanevi Fransız ordusunun bu savaşı nasıl kaybettiğini sorgular. 18 Haziran tarihinde yapılan ve sadece on altı saat süren bu savaş Napoleon Bonaparte’ın son savaşıdır.  Ve bu savaş İngiltere’nin 2. Dünya Savaşına kadar dünyanın tek hâkimi olmasını sağlayan bir savaştır.

Üzerinden yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzü hala etkileyen, kendisinden sonraki tarihi olayların da bir şekilde belkemiği sayılan, Avrupa tarihinin tam anlamıyla mihenk taşı olmuş bir savaştır Waterloo Savaşı… yılı Waterloo savaşının yılı idi. yıl olması münasebetiyle o yıl daha fazla gündeme gelen bu savaşta Napolyon’un son kez Waterloo’da taktığı şapkası bir müzayedede milyon Euro’ya yakın bir bedele Güney Koreli bir iş adamına satılmıştı. Sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup da yüzyıllar sonra dört milyon sterline satılmıştı… 

Evet, uzun bir giriş oldu ama şimdi gelelim Waterloo savaşına…

Ama önce kısaca savaş öncesine gidelim

Savaş Öncesi

'de Fransız kralı XVI. Louis'nin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Avrupa monarşilerinin başındaki hanedanları endişelendirir. Avusturya ve Prusya hanedanları Avrupa krallıklarını devrik Fransız kralını desteklemeye davet ederler. Bunun üzerine Fransız Cumhuriyeti Avusturya ve Prusya'ya savaş ilan eder. Böylece tarihte Fransız Devrim Savaşları denen ve ilk baştaki amacı Fransız Devrimi'ni korumak olan savaşlar silsilesi başlar. Bu savaşlar esnasında yıldızı parlayan askerî okul kökenli General Napolyon Bonapart Kasım 'daki bir darbe ile iktidara gelir.

İşte bu Fransız Devrim Savaşları Fransız Devrimi'nin güvence altına almış olmasının yanı sıra Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü ülkesi hâline getirir. Napolyon, bir diktatörlük hâline gelen Fransa'nın sınırlarını genişletmek amacıyla savaşlara devam eder. Böylece de Napolyon Savaşları denen dönem başlar. 

Bu yazımda bu Napolyon savaşlarını anlatmayacağım. Sadece bu savaşların sonunda '’Yüz Gün’’ denen dönem sonunda gerçekleşen ve Napolyon Savaşları'nı ve Avrupa'daki 23 yıllık güç mücadelesini sona erdiren bahsettiğim bu ''Waterloo Savaşı''nı anlatacağım. 

Yine Waterloo Savaşı

Savaş, girişte anlattığım gibi Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km uzağındaki Waterloo kasabasının (o dönemde köy) 5 km uzağında cereyan eder.

Savaşta İngilizlere Dük Wellington, Prusyalılara ise Gebhard von Blücher komuta ederler. Müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken Napolyon onlara Belçika'da bir engelleyici saldırıda bulunur, sonrasında bu saldırı Waterloo Savaşı'na dönüşür.

Öncelikle İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrası hemen hemen savaşı İngilizlerin lehine çevirir. Daha sonra Prusyalıların yetişmesi Fransızların yenilgisini bozguna dönüştürür. Sonuçta savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhası ya da esaretiyle sonuçlanır.

Fransa monarşisinin yeniden kurulduğu bu savaş sonrasında, Napolyon Saint Helena Adası’na sürgüne gönderilir ve orada da yılında ölür…

Waterloo savaşı bu kadardır. Ancak tabii ki savaş bu kadar basit değildir… Ve tarihi tarih yapan ayrıntılardır… Şimdi de gelelim ayrıntılarda… Ve gerçek her zaman için ayrıntılarda gizlidir…

Ayrıntılar…

Napolyon Bonaparte

Ama önce bu savaşın kahramanı Napolyon Bonaparte’yi kısaca anlatmam lazım…

Napolyon tarihin en ünlü üç generalinden birisi diye bilinir. Napolyon gencecik bir topçu subayı iken karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilen Toulon şehrinin tekrar ele geçirilmesinde görev alr. İtalya’yı işgal eden ordunun başında sivrilir. Oradan Mısır’a kadar gidip savaş kazanıp Suriye sınırına kadar gelir ancak burada Akka'da Cezzar Ahmet Paşa'ya çarpar. 

Napolyon komutasındaki Fransız ordusu ’de Mısır’ı işgale başlayınca, Cezzar Ahmed Paşa Akka önlerinde yığınak yapmaya başlar.  Napolyon Bonaparte Mart 'da Akkâ’ya gelerek Akka’yı kuşatır. Ancak, iki aydan fazla süren kuşatma, Cezzar Ahmet Paşa'nın güçlü savunması karşısında başarısızlıkla sonuçlanır. Napolyon, 21 Mayıs 'da Akka'dan çekilmek zorunda kalır. Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında ilk yenilgisini yaşayan Napolyon şöyle hayıflanır: "Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!". 

Napolyon 'de tarihin en parlak zaferi sayılabilecek Austerlitz’te Rus ve Avusturya imparatorluk ordularını yener. Tacı Papa’nın elinden alıp kendi kafasına geçirir. Rusya üzerine yürüyüp Moskova’yı alan tek batılı general olur.  Ancak dönüşte ordusunu Rus kışına kurban verir.  Ruslar üstüne ancak ondan sonra saldırabilir.

Napoleon Moskova’ya bin kişilik ordusuyla girer ancak kesin bir sonuç alamadan kışın ayazında geri dönmeye kalkması yüzünden Fransa’ya o anlı şanlı ordudan geri kalan 10 bin kadarı ile döner. Bunun üzerine Avrupa devletleri de fırsattan faydalanmak için 6. koalisyonu oluştururlar. Napolyon’da kısa sayılacak bir sürede orduyu tekrar binlere çıkartıp Lützen ve Bautzen savaşlarında müttefiklere çok ağır darbe indirir. Kısa bir ateşkes ve dinlenmeden sonra Dresden Savaşı’nda kendisinden çok daha kalabalık müttefikleri yine yener.

Ancak yılında bin kişilik Fransız ordusunun üzerine Rus-Alman-İsveç-Avusturya ordularından oluşan Müttefikler bin kişiyle gidince Leipzig Savaşı’nda Napolyon yenilir. Müttefikler Paris’e kadar gelirler. Fontainebleu adında bir anlaşmayla Napolyon’u tahttan çekilmeye zorlarlar. Napolyon’u Akdeniz’deki Elbe Adası’nda sürgüne yollarlar, Fransa’nın başına da ihtilalden sağ çıkmış Bourbon Monarşisi’nden arta kalanları geri getirirler.

Napolyon, Elbe Adası’nda planlarını yapar; vaktinin geldiğini düşündüğünde gizlice adadan kaçarak Fransa’ya gelir. Bu aşamada generalleri, mareşalleri, ordusu hepten Bourbon Monarşisi’ne sadakat yemini etmek zorunda kalmıştır. Napoleon yolda gördüğü karşısına çıkan her üniformalı askeri arkasına katarak Paris’e doğru yola çıkar. Fransa Kralı da “kendisini esir alsın, alamıyorsa da bari vursun” diye Napolyon’un eski mareşali Michel Ney’i o yöne gönderir. Michel Ney, Napolyon’un karizmasına karşı duracak adam değildir. Askerler de efsane imparatoru karşılarında görüp diz çökmeye başlayınca Fransa’nın kaderi Grenoble’da çizilir. Michel Ney ve tüm ordusu Napoleon saflarına katılır, kısa zamanda tüm Fransız ordusu da kendisini izler. Bourbon monarşistleri Fransa’dan kaçar. İmparatorluk yeniden tesis edilir.

Bu arada Napolyon Elbe adasından kaçtığında Paris gazeteleri ‘’Cani Elbe adasından kaçtı’’ diye haber yaparlar. Napolyon askerlerini toplayıp Paris’e doğru ilerleyince ‘’Napolyon Paris yolunda’’ diye haber yaparlar. Ve Napolyon Paris önlerine gelince de aynı gazeteler ‘’Kurtarıcımız kapıda’’ diye manşet atarlar. (!) (Yani basının yavşaklığı ve liboşluğu yeni ve sadece bize özgü değildir. Basının yavşaklığı ve liboşluğu evrensel olup fahişeliğin tarihi kadar eskidir.)

Napolyon, Paris’e varmadan altı gün önce toplanan Viyana Kongresi, Napolyon’u kanunsuz ilan eder. Ardından da 7. Koalisyon ordusunu toplamaya başlarlar. Aslında Avrupa devletlerinin derdi Fransa değil, Napolyon’dur.  Tarihte beş altı devletin bir araya gelip, bir insana savaş açmasının bir eşi benzeri daha yoktur. İşte öyle bir askerdir Napolyon.

Bu hükümdarlık dönemi Waterloo Savaşı’na kadar gün sürecektir. O sırada Fransa seferber olur, ordu tekrar göreve çağrılır.

Fransız Ordusunu (Grande Armeé) askerleri Waterloo Savaşı başlayacağı zamana kadar son on yılı aşkın süredir Napolyon ile zaferden zafere koşmuşlardır. Bunun da yanında Napolyon topçu sınıfından geldiği için “Grandes Batteries” dediği aşırı sayılarda topla savaş meydanına çıkıyor, rakibine saldırmadan önce onu ezici bir bombardımanla yıpratıyordu. Zaten kendisi de “Tanrı savaşta iyi topçunun olduğu tarafta savaşır” derdi.

Savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu… 

Napolyon’un, çoğu kimsenin bilmediği, dünyaya hediye ettiği bazı icatları vardır. Bunlardan ikisi askerleri ilgilendirir. Bunlardan birincisi de halen askerlerin tören geçitlerinde dizlerini kırmadan yürüdükleri ‘’kaz adımı’’dır Bu ‘’kaz adımı’’ bir Napolyon icadıdır Tren yok, otobüs yok, yayan yapıldak Fransız ordusunun Paris’ten taaaa Moskova’ya kadar nasıl gittiğini zannediyorsunuz? Bir adımda daha fazla mesafe kat ederek. İşte kaz adımı budur.

Napolyon’un askerlere ikinci hediyesi ise bir askerî savaş düzeni olarak ‘’dağılma’’dır. Napolyon zamanına kadar ordular askerleri birbirleriyle kenetlenmiş sıkı saf düzeninde muharebe ederlerdi. Bu ise topçu ateşi karşısında ağır zayiatlar verilmesine sebep oluyordu. Napolyon ise askerlerini dağınık düzende muharebeye sokarak düşman topçu ateşinin etkisini azaltmıştır…

Napolyon Bonapart, Fransa'nın idari teşkilatını merkeziyetçi bir sisteme göre yeniden düzenler. Bugünkü bizimde kullandığımız vilayet ve ilçe sistemi Napolyon tarafından kurulmuştur. Bugünkü Fransız Merkez Bankası olan "Banque de France"ı Napolyon kurdurmuştur. Devlet adına para basma görevi de bu bankaya verilir. Bugünkü anlamda liseler ilk kez Napolyon tarafından kurulmuştur. "Code Napoléon" denilen ilk Fransız Medeni Kanunu da yine Napolyon tarafından çıkarılır. Bütün vatandaşlar için zorunlu askerlik uygulamasını icat eden de Napolyondur. 

Napolyon sadece bir asker ve aynı zamanda bir devlet adamı değildir. Napolyon bir düşünürdür de aynı zamanda. Napolyon'un hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyan sözleri vardır ve Napolyon'un bu sözlerini konunun dağılmaması açısından yazımın sonuna alıyorum. Her bir söz üzerinde düşünmenizi arzu ederim. Keşke tacı ve tahtı olanlar bu sözleri okuyup, anlayıp, öğrenip de içselleştirseler!

Şimdi gelelim müttefik orduları komutanlarına…

Wellington

Wellington Dük’ü olan Arthur Wellesley, “Napoleon’u Waterloo meydanında kim yendi?” sorusuna en sık verilen cevaptır. Arthur Wellesley birçok kitapta General Wellington olarak bilinir ama asıl adı Arthur Wellesley’dir. Arthur Wellesley, Wellington Dükü olduğu için asıl ismi pek kullanılmamıştır. General Wellington Waterloo Meydanı’nda savunmada kalmıştır. Emrindeki üç ülkenin kuvvetinden oluşan bir koalisyonu yaklaşan Napolyon ordusuna karşı konumlandıran, savaşın nerede olacağına karar veren, isminin de Waterloo olarak anılmasının baş müsebbibi kendisidir. Napolyon saldırıda ne derece bir ekolse, onun savunmadaki muadili Wellington’dur. Kişilik farklılıkları da vardır. Wellington, Napolyon’un aksine askerlerini pek sevmez saymaz. Eğer kendilerinden bahsedecekse, “Scum” (Serseriler) olarak bahseder. Diğer taraftan Napolyon ile kendi askeri arasında her zaman manevi bir bağ vardır.

Waterloo Savaşı’nın sabahı İngiliz Wellington’un emrinde 71 bin askerlik bir kuvvet vardır. Bunun da 28 binlik bir kısmı Hollanda Orange Prensi Willem’in emrindeki I. Kolordudaydı. Bu, İngiliz ağırlıklı karma bir orduydu.

Wellington savaşta Napolyon’un en güçlü yanını yumuşak karnı olarak belirlemiş ve süvarileri kilitleyerek zafer kazanmıştır. Ayrıca topçu subayı olan Napolyon’un asıl topları meşhurdu, her savaşa normalden çok fazla top getirir ve savaşın başında rakibini darmadağın ederdi ama Wellington onlardan hiç korkmuyordu çünkü Waterloo düzlüğü tam bir çamur deryası idi ve Napolyon’un meşhur Fransız Howitzer top mermileri çamura saplanıp hiçbir işe yaramayacaktı. Toplardan istediği verimi alamayan Napolyon, kanatlardan da dolanamayan süvarileri ile savaşta etkisiz kalır. Fransız ordusunun en güçlü yanı süvariler olmayınca piyadeler kahramanca savaşsa da başarılı olmaları çok zordu.

Von Blücher

Prusya orduları Komutanı Wahlstadt Prensi, Feldmareşal Gebhard Leberecht Von Blücher, savaş meydanındaki büyük ihtimalle en yaşlı askerdi. Aynı zamanda da ilginç bir şekilde en kilit roldeydi. Wellington da Von Blücher’e çok güvenir. Wellington savaş anılarında, Braunschweig ordusunun önemini daha fazla vurgular ve ”Braunschweig askerleri bir önceki savaşta kaybettiklerinin acısıyla savaşacaklar, bu Napolyon’un gazabı olacak” diye yazar.

Ancak Von Blücher Waterloo Savaşı’ndan iki gün önce Napolyon karşısında Ligny Muharebesini kaybetmiş ve geri çekilmişti. Napolyon İngilizleri ve Hollandalıları yenebileceğini ama Prusya’nın desteği ile iki ateş arasında kalacağından işinin zora gireceğini düşünür. Bu sebeple en güvendiği subaylarından Mareşal Grouchy’e 24 bin askeri tahsis eder ve ”Von Blücher’i Waterloo’da görmek istemiyorum” diyerek emri çok açık şekilde iletir: ”Prusya ordusunu durdur.” Napolyon daha sonra Mareşali Grouchy’yi, Von Blücher Waterloo’ya gelmesin ve Wellington ile birleşemesin diye Von Blücher’in peşine gönderir. Ama tam da onun isteğinin tersine savaşın orta yerinde Von Blücher doğudan ordusuyla beliriverir. Daha da fenası Grouchy onu o sıralarda hala güneyde bir yerlerde ordunun üçte biriyle aramaktadır. Çok daha fenası ise Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur

Von Blücher’in favori emri ‘’Vorwärts!’’ (ileri) dir. Bu yüzden kendisin “Mareşal Vorwärts” olarak tanınır. Öyle uzun ince planlamaya falan girecek zamanı yoktur.  Von Bücher’in düşmanı gördüğünde “Merhamet göstermek yasak! Merhamet göstereni vurun! Vorwärts!” şeklinde savaş sanatına yaklaşımı Fransızlara Waterloo’da kötü bir sürpriz olacaktır.

Biraz önce bahsettiğim Ligny Savaşı, Waterloo’dan iki gün önce 16 Haziran ’te cereyan eder. Napoleon bu savaşı kazanır. Prusya ordusu 20 bin ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılır. Ancak büyük bir kısmı işler halde düzenli çekilmiştir. İki gün sonra bu birlikler Waterloo’da sürpriz bir şekilde ortaya çıkarlar. Ligny’de Prusya ordusunun çekilmesine izin verilmese, Waterloo’da iki gün sonra bir İngiliz yenilgisi çok muhtemeldir.

Waterloo Meydanı Fransız ordusuna dönük minik tepeler içermekteydi. Bu şekilde İngiliz ordusu Fransız bataryaları tarafından yıpratılamayacaktı. Wellington bunu hesaplar.

Hava ve arazi

Yağmur

Napolyon, Waterloo meydanına vardığında bir gece önce patlayan fırtına ve sağanak, savaş alanını çamur deryası haline getirmiştir. Bu çamur da askerlerin ve özellikle topların ilerlemesini çok yavaşlatır. Napolyon fırsatı kaçırmamak için alışık olduğu üzere saldırı emrini vermek ister ancak mareşalleri Napolyon’u ikna ederek durdururlar. Bu sayede öğlen sıcağında çamur biraz kuruyuncaya kadar iki ordu birbirine öylece seyrederler.

Yağmur İngilizlere de çok yaramıştır zira Fransız Howitzer mermileri çamura gömülüp patlayınca şarapnellerini saçıp beklenen etkiyi verememiştir.

Hougoumont çiftliği

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir