atsız bozkurtlar diriliyor özet / Bozkurtlar / Nihal ATSIZ Detaylı İncelemesi & Analizi – seafoodplus.info

Atsız Bozkurtlar Diriliyor Özet

atsız bozkurtlar diriliyor özet

BOZKURTLAR DİRİLİYOR ÖZETİ, HÜSEYİN NİHAL ATSIZBOZKURTLAR DİRİLİYOR ÖZETBOZKURTLAR DİRİLİYOR

BOZKURTLAR DİRİLİYOR ÖZETİ, HÜSEYİN NİHAL ATSIZ, BOZKURTLAR DİRİLİYOR ÖZET, BOZKURTLAR DİRİLİYOR, Ruh Adam Özeti, Hüseyin Nihal ATSIZ, Ruh Adam Özet, Ruh Adam, Deli Kurt Roman Özeti, Deli Kurt Özeti, Deli Kurt, Deli Kurt Özet, deli kurt özet kisa, bozkurtlar özet pdf, Nihal Atsız kitapları

Türü: Roman

Yazarı: Hüseyin Nihal Atsız

Kişileri: Kür Şad, Kutluk Şad, Urungu, Ay Hanım, Tonyukuk, Boyla Bağa Tarkan

ÖZET

Bozkurtların Ölümü kitap özeti
Bozkurtların Ölümü” Atsız Hoca’nın efsanevi romanının adıdır. Çuluk Kağan ölmüş yerine Kara Kağan geçmiştir.

Kara Kağan’ın kötü yönetimi Göktürk devletini büyük bir yıkıma sürükler. Yıkım ani değildir, aksine yavaş yavaş gelir.

Göktürkler Kağanlarına güvenlerini yitirirler.

Göktürk Beyleri Çinli karısının elinde oyuncak olan Kağanlarına olan saygılarını yitirirler.

Herkes felaketin gelmekte olduğunu görür ancak felaket sanki kaçınılmaz ve durdurulmazdır. Türk tarihinin en büyük kahramanlarından olan efsane Göktürk prensi Kürşad’ın çabaları da durduramaz Göktürk İmparatorluğunun çöküşünü.

Sonra, Çin hakimiyetinde esaret altında geçen yıllar başlar.

Nihayet on sene sonra Kürşad’ın önderliğinde Türk tarihinin en büyük kahramanları arasında yer alan 40 Göktürk soylusu Çin sarayını basarak Çin imparatorunu kaçırmak isterler.

İmparator geceleri kılık değiştirerek başkent sokaklarında dolaşmaktadır. Ancak, o gece müthiş bir yağmur yağar ve içlerinden birisi buluşma yerine gecikir. Kürşat ve Göktürk soylularının yüreğine bir şüphe düşer. Acaba gelmeyen yoldaşları kendilerine ihanet mi etmiştir? Bu şüphe ile derhal o gece Çin sarayına baskın yapıp imparatoru sarayından kaçırmaya karar verirler. Sarayı basarlar.

Başaramazlar ve Çin sarayından fırtınalı bir havada kaçarlar. Çin ordusu onları Vey ırmağının kıyısında yakalar ve hepsi öldürülür.

En sona kalan Kürşad’dır. O da atının üzerinde ölür. Bozkurtların Ölümüdür bu.

Bozkurtların Ölümü’nü okuyup da Kürşad’ın yanında Vey ırmağı kıyısında kılıç sallamak için her şeye razı olmayacak Türk genci yok gibidir. Bozkurtların Ölümü birkaç neslin yüreğini ve düşüncelerini derinden etkilemiştir.

Ancak, Bozkurtların Ölümü sadece Çin Sarayı içinde başlayan ve Vey ırmağı kıyısında devam eden müthiş çatışmada gerçekleşmemiştir. Bozkurtların Ölümü bir sürecin sonucudur. Vey Irmağı kıyısında verilen büyük mücadele ancak bu ölümün son ve büyük sonucudur.

Bugünlerde Bozkurtlar Anadolu topraklarında tekrar ölmektedirler. Üstelik bu ölümde Vey Irmağı kıyısında son ve büyük bir direnişi verecek yiğit Türk soyluları da ortada görünmemektedir.

Bozkurtlar Diriliyor, Türk kültürünü yansıtması açısından çok önemli bir romandır. Kür Şad'ın ölümü ile devletin tekrar kuruluşunun, Ötüken'in Türklere yeniden yurt oluşunun anlatıldığı bu tarihî romanda, geride kalan tek Türk'ün bile devleti kurabileceği düşüncesi işlenmiştir. Bozkurtlar Diriliyor romanı,

Bozkurtların Ölümü'nün devamı niteliğindedir. Roman, Bozkurtların Ölümü'nün bittiği yerden başlar. Bu yönüyle bu iki roman "nehir roman" özelliği göstermektedir. (Bir kişinin, bir toplumun hayatındaki gelişmeleri ya da tarihî bir olayı, birbirinin devamı şeklinde anlatan romanlara "nehir roman” adı verilir.) Göktürkler, Kür Şad ihtilalinden sonra Çin esaretinden kurtulurlar ancak bölünüp dağıldıkları için devlet kuramazlar. Kür Şad'ın ölümündün sonra, Kutluk Şad önderliğinde Göktürkler yeniden devlet kurmak için çalışırlar.

Kür Şad'ın oğlu Urungu da Kutluk Şad'ın yanında yer alır. Büyük bir mücadele sonucunda devleti yeniden kurarlar. Kutluk Şad da kağan olur. Çinlilerle, Kitaylarla, Dokuz Oğuzlarla yapılan savaşlarda zaferler kazanılır. Bir süre sonra Dokuz Oğuz Kağanı'nın kızı Ay Hanım ile Kür Şad'ın oğlu Urungu arasında aşk başlar. Ancak bu aşk fazla sürmez. Ay Hanım, bir savaşta yaralanır ve ölür. Urungu, hayatta kavuşamadığı sevgilisini yanına alarak ölüm uçurumuna atlayarak intihar eder.

Konusu


Savaşlar ve Türk boylarının bünyesinde birleşmesi ile güçlenen ve zenginleşen Gök-Türkler, Çin Tang Hanedanlığı’nın gönderdiği Çinli hatun ile içten kırılmalar yaşar.

Çuluk Kağan’ın küçük oğlu Kür Şad ve yandaşları baştan beri bu Çinli hatuna karşı kin beslerler. Ancak Kağana karşı saygısızlık Töre’ye aykırıdır. Çinli Hatunun kardeşi ise Türk elinde gezerek çaşıtlık yapar. Türklerin ahlakını bozar.

Bu yüzden güçsüzleşen Gök-Türkler, Çin’e yapılan son seferde yenilerek esir düşer.

Esaret uzun yıllar sürer. Çin baskılarına rağmen kimliklerini yitirmeyen Kür Şad ve 40 arkadaşı Çin’de ihtilal çıkarır. Çin sarayını basarak bağımsızlık arzularını haykırırlar.

İhtilal (Siganfu baskını) sırasında kaçan Kür Şad’ın konçuyu ve oğlu ileride kurulacak ikinci Gök-Türklerin tohumları olacaklardır.



Kür Şad ve 40 çeri, kanlarının son damlasına kadar savaşırlar ve adlarını tarihe yazdırırlar. Ruhları Tanrı Dağı’na varır ve orada diğer Türk kahramanları beklerler.

Her tümcesinde Türklüğün yüceliğinin vurgulandığı bu roman, Çin’de tutsaklığa dayanamayıp isyan eden Kürşad’ın ve kırk çerisinin gökleri çınlatıp, acunu titreten şu dörtlüğüyle bitmektedir:

Delinse yer, çökse gök, yansa, kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru, yine yürürüz yayan,
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen, tunç yürekli Türkleriz!

Bölümler

Bozkurtlar Diriliyor
“Bozkurtların Ölümü” romanının devamıdır ve yılında Atsız’ın işsizlik döneminde yazmış olduğu bir eserdir.

Bozkurtlar Diriliyor, Hüseyin Nihâl Atsız’ın 15 Nisan yılında bitirdiği ve Kür Şad’ın ölümünden sonra İkinci Doğu Göktürk Kağanlığı’nın kuruluşu ve Dokuz Oğuz, Tang Hanedanı ile yaşanmış mücadelelerini anlattığı romanıdır.

Kürşad ihtilalinden sonraki dönemde, Ötüken’in Türkler’e yeniden yurt oluşu ve bozkurtların dirliğe ulaşmaları Atsız’ın bu ikinci romanının temel konusudur.

İlk romanda aşırı soğuklar, kıtlık ve Çin işgali nedeniyle tükenmek üzere olan Türkler’in, yeniden kağanlık kurup dirilişi, romanda şu dörtlüklerle anlatılmaktadır:

Çekildi mi kılıçlar,
Türk’ün gönlü hoşlanır.
Kağanlığı kurmaya,
Yeni baştan başlanır.

Gözler ayda, güneşte,
İlteriş Kağan başta.
Yazlar geçer savaşta,
Ötüken’de kışlanır…

Kür Şad ihtilalinden sonra Göktürkler Çin esaretinden kurtulmuşlardır. Ancak bölünüp dağılmışlar, henüz devlet kuramamışlardır.

Bozkurt teginlerinden Kutluk Şad, Tonyukuk ve Boyla Bağa Tarkan’la birlikte devlet kurmak için bir avuç Göktürk ile yola çıkar. Kür Şad’ın oğlu Urungu da Kutluk Şad’ın yanında yer alır. Zamanla güçlenerek, Ötüken’de devleti yeniden kurarlar.

Kutluk Şad, “İlteriş Kutluk Kağan” ünvanıyla kağan olur. Güneydeki Çinliler, doğudaki Kıtaylar ve kuzeydeki Dokuz Oğuzlara karşı verilen savaşlarda başarılı olurlar.

Dokuz Oğuz Kağanı’nın kızı Ay Hanım ile Kür Şad’ın oğlu Urungu arasında filizlenen aşk, Tuğla Boyu savaşında Ay Hanım’ın ölmesiyle son bulur.

Kür Şad’ın oğlu, hayatta kavuşamadığı sevgilisini de yanına alarak Ölüm Uçurumu’na atlayarak intihar eder. Bozkurtların Ölümü’nde tek bir karakterle yetinilmemiş; hemen hemen kitaptaki tüm karakterler başı çekmiştir.

Bozkurtlar Diriliyor’da ise kitabın başından sonuna kadar Kür Şad’ın oğlu rolünde Urungu’yu görülür. Diğer karakterlerin büyük bir kısmı, ilk kitapta ölen karakterlerin çocuklarıdır. Bozkurtların Ölümü’nde henüz ilk sayfada karşımıza çıkan Onbaşı Pars, Bozkurtlar Diriliyor’da Binbaşı Pars olarak karşımıza çıkar.

Bozkurtlar - Hüseyin Nihal Atsız Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Bozkurtlar kimin eseri? Bozkurtlar kitabının yazarı kimdir? Bozkurtlar konusu ve anafikri nedir? Bozkurtlar kitabı ne anlatıyor? Bozkurtlar PDF indirme linki var mı? Bozkurtlar kitabının yazarı Hüseyin Nihal Atsız kimdir? İşte Bozkurtlar kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar:Hüseyin Nihal Atsız

Editör: Göktürk Ömer Çakır

Tasarımcı: Zafer Yılmaz

Yayın Evi: Ötüken Neşriyat

İSBN:

Sayfa Sayısı:

Bozkurtlar Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

BOZKURTLAR, Ateş çocuk dergisinin 7 Ocak ’de çıkan 7. sayısından, 29 ve sayılar haricinde, sayısına kadar tefrika edilip kitap olarak yayınlanacağı ’ya dek yarım kalan Bozkurtların Ölümü ve onun devamı olarak ’da yayınlanan Bozkurtlar Diriliyor’un, Ötüken Neşriyat tarafından ’te büyük yazarının lütufkâr müsaadeleriyle birleştirilip neşredilen ilk baskısında aldığı yeni ismidir.

Birinci Gök Türk Kağanlığı’nın çöküşü ve Kür Şad önderliğindeki 40 Türk bahadırının canları pahasına esarete başkaldırarak bağımsızlık ateşini yakmalarının, onların unutulmaz ihtilal girişiminden elli yıl sonra, Kutluk Şad liderliğindeki Türklerin İkinci Gök Türk Kağanlığı’nın kurt başlı sancağını yeniden yükseltmelerinin temiz ve ince işlenmiş destansı bir dille anlatıldığı bu büyük Türk romanı, yazarı hayattayken klasikleşmiş ve pek çok nesli millî gurur ve şuur yoluna sevk ederek ölümsüzleşmiştir.

Bozkurtlar, okuyucularını asırlar öncesine, ata yurtlarını yoğuran eski tasa ve kıvançların, zafer ve yenilgilerin; bozkırda şekillenen eski Türk yaşayış ve töresinin, ahlâk ve erdemlerinin yüceltildiği ülküleştirilmiş bir kahramanlık diyarına taşır. Bu iklimin havasını soluyacak Türk çocukları, karşılarında, atalarının göz alıcı bir aydınlıkta parıldayan faziletli hayat sahnelerini bulacaklardır.

Bozkurtlar Alıntıları - Sözleri

  • Zaten bu Türk kızları gülmek nedir bilmiyorlar ki
  • Türk türesince evli kadına ilişmek ölümle biter.
  • Türk'ün doğulusu batılısı olmaz.
  • "Bizim töremizde kadına saldıranın başı kesilir."
  • “Korunmak için en iyi yol saldırıştır.”
  • Yad elde oturanlar Bil ki yurt kaçağıdır. Senin kılıç dediğin Türkün oyuncağıdır.
  • Bir kişi pusuya düşerse suç yalnız kuranın değil, biraz da pusuya düşenindir.
  • Zaten benim için Türk’ün doğulusu batılısı olmaz.
  • Ozanların sözü kutludur, kesilemez.
  • Yad elde oturanlar Bil ki yurt kaçağıdır Senin kılıç dediğin Türkün oyuncağıdır
  • Türk töresince evli kadına ilişmek ölümle biter. Biter ama artık bu türe suya düştü. Çünkü evli kadınlar artık buna razı oluyorlar.
  • Dövüşmek için öfkelenmeyi beklersem vuruşamadan ölürüm.
  • Şimdi orada tek bir yürek vardı: Senlik, benlik silinmiş, bölünmez bir varlık çıkmıştı.

Bozkurtlar İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Kürşad!: Keşke bitmeseydi dedirten yaklaşık sayfalık eşsiz kitap Evet kitap bitti, bitmesin diye sayfaların gözünün içine baktım desem yeridir. Böyle güzel kitapları niçin daha ön planda tutmuyoruz şaşırıyorum doğrusu. 10 üzerinden veriyorum. Ufak çaplı araştırmalarımdan öğrendiğim kadarıyla eskiden iki kitap olarak basılan bu güzel sayfalar şimdi birleştirilip tek kitap halinde "Bozkurtlar" ismiyle basılıyormuş. Pek güzel düşünmüşler çünkü ne birinci kitabı okuyan ikincisinden eksik kalsın, ne de bir sıralama hatası yapılıp ikinci birinciden önce okunsun. Bu şekilde her kütüphanede baş köşede bulunsun. Yahu insanın içindeki solmuş heyecanı tutkuyu şiddetle harekete geçiren bu kitabı ben kütüphaneye koysam da ata biner şaha kalkar yani nasıl tutacağım bilemiyorum :) öyle güzel öyle etkileyici bir eser ki hayran kaldım. Ben Kürşad'ın hikayesini merak ettiğim için onun geçtiği kitapları araştırırken bunu en iyi Nihal Atsız yazmıştı dediler diye aldım bu kitabı, ama iyi ki almışım iyiki de tanışmışım bu yazarla. Keşke daha çok yazsaymış. Bu kitabı eline alıp da uçsuz bucaksız bozkırda at sürmemiş, kana kana kımız içmemiş, düşman ile karşı karşıya gelip savaşa girmemiş olarak bırakanın vay haline. Okurken dil ve yazım şekli dolayısıyla asla yorulmayacaksınız ama sizi yoran heyecanınız olacak, sizi yoran kabaran milliyetçilik duygularınız olacak. Öldükçe dirilen, bir'den bin'e çoğalan bu millet ile gurur duyacaksınız. İçiniz titreyecek, ecdadınıza minnet duyacaksınız. Koskoca Çin sarayına kırk çerisiyle dalan Kürşad'ın, onların olmayan yüreklerine saldığı korkunun nelere sebep olduğunu görecek övüneceksiniz. Ömür dediğin nedir ki deyip ömrünü uğruna feda ettikleri ülküyü görüp kıvanç duyacaksınız. İslamiyetin henüz varmadığı memleketteki Türk töresinin de ne kadar güzel ve benzer olduğunu göreceksiniz, onurlanacaksınız. Her Türk gencinin milli duygularının daha da geliştirilmesi için bu kitabın okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum. Bazıları sezon sezon dizi izler, bazıları da böyle güzel kitaplara gömülür. Başka da bir şey demeye gerek görmüyorum. O çekilen ismi lazım değil tarih dizileri var ya, bunun yanında pek bir tırt. Okuyun arkadaşlar, kesinlikle okuyun! " Vaktiyle bir Atsız varmış. Var olsun!.. " (Milena)

Okumadım, yaşadım.: Muhteşem bir kitap okudum arkadaşlar, neredeyse elimden hiç düşmedi; yatarken, kalkarken, otobüsteyken ,durakta beklerken, ders aralarındayken hatta online derslerdeyken bile okumak için can attım. O derece güzel ilerledi ki sayfalar kitabın kalınlığına dahi bitince farkına vardım. Peki bu hangi kitap? Beni bu denli heyecanlandıran  kitap Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtlar isimli kitabı. Yorumlarıma geçmeden meseleye edebi açıdan bakarak direk size bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Gerekçelerini aşağıda belirteceğim. Bildiğiniz üzere biz Türkler Müslüman olmadan önce de tarih sahnesinin en eski ve en aktif aktörlerinden olan bir milletiz. Müslüman olduktan sonra nasıl dünyaya hükümdar olduysak Müslüman olmadan önce de dünyaya hakim olduğumuz zamanlar oldu. İşte bu zamanlarda biz Orta Asya’nın Ötüken isimli bölgesinde hüküm sürüyorduk. Bunları neden anlattığımı merak ediyorsunuz. İşte Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtlar'ında siz de Ötüken bozkırlarında gezecek, kımız içecek, bir savaştan diğerine katılacak, yaralanacak, ölecek, öldürecek, kılıç sallayıp ok atacaksınız. Aç kalıp ava çıkacaksınız. Aşık olup Türk kanununu hak etmek için yarışacaksınız. Çin akınlara katılan bir çeri olacaksınız. Esir alıp, esir olacaksınız. Ama bir Türk olduğunuz asla ama asla aklınızdan çıkaramayacaksınız. Kitapta yukarıdakilerin hepsini ve hatta fazlasını bulacaksınız. Özetle Gök Türk devletini konu alan çok çok güzel bir roman okuyacaksınız. Kitap tek bir olaya bağlı kalmadan birbirleri ile ilişkili ayrı ayrı karakterlerin hayatlarından kısa kısa kesitlerin işlenmesinden olay örgülerini tek ama merleze bağlıyor böylece hem okunma rahatlığı sağlıyor hem de ilerleyen sayfalarda göreceğimiz İhtilâl Kahramanları'nı yakından tanımamızı sağlıyor. Şekil ve muhteva olarak incelediğimizde;  Bozkurtlar romanının aslında iki ayrı kitabın  birleşiminden oluşmakta olduğunu öğreniyoruz; ilk kitap Bozkurtların Ölümü, ikinci kitap ise Bozkurtlar Diriliyor. Bozkurtlar ise bu ikisinin tek kitap haline getirilmiş versiyonu. Bozkurtların Ölümü'nde yoğun olarak açlık ve sefaleti bulacaksınız. Gök Türk devletinin Çin entrikaları (bilhassa Çin prenseslerinin entrikaları) ve kıtlık ile nasıl dağıldığını okuyacaksınız. İşte bu dağılmadan sonra Çin’e esir düşen Türklerin hayatlarından ânları çok güzel bir dilden okumuş, hissetmiş olacaksınız. Bozkurtların Ölümü'nde bu dağılışın Kür Şad’ın saray baskını ile nasıl manevi anlamda son bulduğunu görecek ve hüzünleneceksiniz. Bu baskının ayrıntılarına girersem çok uzayacak burayı es gecip okumanızı muhakkak tavsiye ediyorum. Bozkurtlar Diriliyor’da ise Kür Şad ve 40 çerisinin yaptığı ihtilâlin kıvılcımı olarak dağılan Türklerin nasıl birleştiğini ve eski gücüne kavuşmak için neler yaptıklarını Tonyukuk'un üstün zekası, Kül Tigin ve Bilge Kağan' in maharetlerini okumuş olacaksınız. Kitapla ilgili genel değerlendirmelerime gelince ;öncelikle kitap muhteşem bir dille ve üslupla yazılmış. Muhteşem deyince çok edebi, ağdalı bir dil mi? Kesinlikle hayır. Aksine oldukça sade, akıcı, yormayan ama heyecanlandıran bir dil kullanılmış. O kadar sade ki kitabın her sayfasında eski Türkçe kelimeler size göz kırpacak ayrıca kitabı okurken kendinizi Ötüken Bozkırlarında, Çin sarayında, avda, savaşta hissedecek ve o kadar gaza geleceksiniz  ki anlatamam Bunu da usta bir yazarın başarısı olarak değerlendiriyorum aksi takdirde küsür sayfalık bir kitap, bu denli akıcı ilerleyemezdi. Kısacası arkadaşlar bu kitabı ne kadar anlatmak istesem de bir şeyler hep eksik hep yarım kalacak. O yüzden tavsiyemdir ki mutlaka okuyunuz hatta okutunuz. Etkileneceğinizi ve seveceğinizi düşünüyorum. Kitapla ve sevgi (OKUYUCU OLMAK SANATI)

Bozkurtlar Ulusun, Tanrı Türk'ü Korusun: Bozkurtlar romanı, her idealist Türk’ün heyecanında, fikir dünyasında, ülkücülüğünde ve inancında payı olan dev bir eserdir. Bozkurtların Ölümü merhum Atsız’ın bu tarihi romanında, Kök-Türkler dönemindeki Türk yaşantısı ve Töresi, tarihi olaylarda canlandırılmıştır. Çin’e yapılan akınlar ve çerilik, romanın temelini oluşturmaktadır. Bozkurtlar Diriliyor, Kür Şad’ın ölümünden sonra İkinci Doğu Göktürk Kağanlığı’nın kuruluşu ve Dokuz Oğuz, Tang Hanedanı ile yaşanmış mücadelelerini anlattığı romanıdır. Kürşad ihtilalinden sonraki dönemde, Ötüken’in Türkler’e yeniden yurt oluşu ve bozkurtların dirliğe ulaşmaları Atsız’ın bu ikinci romanının temel konusudur. (Murat YALÇIN)

Bozkurtlar PDF indirme linki var mı?

Hüseyin Nihal Atsız - Bozkurtlar kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Bozkurtlar PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Hüseyin Nihal Atsız Kimdir?

Hüseyin Nihal Atsız (12 Ocak ; Kadıköy, İstanbul - 11 Aralık , İstanbul), Türk yazar, şair, tarihçi ve ideologdur. Nejdet Sançar'ın ağabeyidir. Yağmur Atsız ve Buğra Atsız'ın babasıdır. Rıza Nur'un mânevi oğludur.

Kendisini Türkçü ve Turancı olarak tanımlar.

Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi. yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.

Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 'te İstanbul Kadıköy'de doğdu. İlköğrenimini Kadıköy'deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askeri Tıbbiye'ye yazıldı. Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askeri Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır. Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.

Üniversite Yılları ve İlk Fikirler yılında İstanbul Dârülfünunu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünunu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim Temmuz tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuad Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, yılında Edirneli Nazmi'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türki-i Basit, Gramer ve Lügati', , s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur. Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti'nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine yılında Dârülfünunun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs 'den 25 Eylül tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur. Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâili Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velidi'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir. 19 Eylül 'de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmuanın sayısındaki 'Dârülfünun'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Atsız, yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık Perşembe günü vefat etmiştir. 13 Aralık tarihinde Kurban Bayramı'nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. "Deli Kurt" adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. "Ruh Adam" 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. "Ruh Adam" 'ın devamı olarak "Yalnız Adam" 'ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi. Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde "II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi" adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri "Yolların Sonu" adı ile kitap halinde basılmıştır.

Hüseyin Nihal Atsız Kitapları - Eserleri

  • Ruh Adam
  • Bozkurtların Ölümü
  • Bozkurtlar Diriliyor
  • Makaleler 1
  • Deli Kurt
  • Türk Ülküsü
  • Türk Tarihinde Meseleler
  • Yolların Sonu
  • Dalkavuklar Gecesi - Z Vitamini
  • Atsız - Basılmayan Makaleleri
  • Turancılık Milli Değerler ve Gençlik
  • Bozkurtlar
  • İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir
  • Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi
  • Atsız'ın Mektupları
  • Türk Edebiyatı Tarihi
  • Türk Ansiklopedisindeki Yazıları
  • Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar
  • Tarih, Kültür ve Kahramanlar
  • İstanbul Kütüphanelerine Göre Üç Bibliyografya
  • Üç Osmanlı Tarihi
  • Makaleler 2
  • Makaleler 3
  • Makaleler 4
  • Atsız Hikayeler
  • Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz
  • Asır Tarihçisi Şükrullah, Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi
  • Orhun Dergisi
  • Çanakkale'ye Yürüyüş
  • Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar
  • Ebussuud Bibliyografyası
  • İstanbul Kütüphanelerine Göre Dört Bibliyografya
  • Kızıl Elma -Sayı 2
  • üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu
  • Kızıl Elma Dergisi- Sayı 3
  • Türk Tarihinde Meseleler

Hüseyin Nihal Atsız Alıntıları - Sözleri

  • Geçmişin değerlerine saygı İşte milliyetçiliğin ve ahlakın baş şartı.. Ne kadar inkilapçı olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü: Kökü mazide olan atiyiz! (Türk Tarihinde Meseleler)
  • Fakat Mustafa Kemal Paşa kabadayı adamdı. Dünya gazetelerinin ulumasına aldıracak tiplerden değildi. Cavid'i astırdığı gibi mason localarını da kapatmaktan çekinmedi. (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve âşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lâzımdır. (Makaleler 3)
  • Zaten hayat, birkaç hatıradan başka nedir ki? (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • “Bir milletin eski çağlarında yurt ve şeref için ölmüş olanların çokluğu, ilerde de böyle ölüler olacağının bir müjdecisidir. Geçmiş zaferler gelecek zaferlerin anası olduğu gibi” ( üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu)
  • Çanakkale müdafaası olmasaydı; Rus çarlığı devrilmeyecek ve İstiklal Harbi yapılamayacaktı. Bunu hiçbir zaman unutma Türk genci! (Çanakkale'ye Yürüyüş)
  • Sen nereye gidiyorsun? - Ötüken’e Anayurduma toprak ana vefasız oğullarını da bağrına basmaktan çekinmez (Bozkurtların Ölümü)
  • "Türkler Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip, kendini o soya bağlayan ve beyninde yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu'dur." Bir de utanmadan ona ırkçı, kafatasçı diyorlardı. (Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar)
  • Osman Hanedanı'nın neslini bil: Babası Ertuğrul, onun babası Süleymanşah, onun babası Kaya Alp, onun babası Kızıl Buğa, onun babası Baytur, onun babası Aykulug Ağa, onun babası Tugar, onun babası Kayıt- nun, onun babası Baysunkur, onun babası Bakı Ağa, onun babası Sugançaf, onun babası Temür, onun babası Basak, onun babası Gök Alp, onun babası Oğuz, onun babası Kara Han, onun babası Kutluca Ağa, onun ba- bası Tozak. Böylece 38 kişidir ki Nuh Peygamber'in oğlu Yâfes'e çıkar (Üç Osmanlı Tarihi)
  • Yüreğinde daha büyük ve asil ümitler yaşıyor. ( üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu)
  • Sen vatanın ne olduğunu biliyor musun? Vatan suçlulardan alınan rüşvet değildir. Vatan atalarının kılıcıyla alınan ve kanla korunan topraklardır. Senin atalarından bu topraklar için ölmüş kimse var mı? (Dalkavuklar Gecesi - Z Vitamini)
  • Münih’in beğendiğim ikinci özelliği trafikteki düzen oldu. Burada üç kişiye bir araba düşüyormuş. Bizimkilerin de arabası vardı. Şehrin içinde ve dışında arabaların gelip gidişi parmak ısırtacak bir intizamla oluyordu. Korna çalmak yasağı olmadığı halde korna binde bir, meselâ önde giden bisikletli çocuğu uyarmak için çalınıyordu. Caddelerin, yolların gerekli yerlerinde trafiğe ait levhalar göze çarpıyordu. Bunlar en dikkatsiz adamın bile görebileceği yerlerde ve herkesin okuyabileceği büyüklükte idi. Levhalar yalnız kaç kilometreyle gidilmesi gerektiğini değil, yolun nereye gittiğini, ilerde ikiye ayrılacaksa sağ ve soldakinin hangi şehir, kasaba veya köye gideceğini gösteriyordu. Şehir dışındaki anayollar çok güzeldi. Bunları cennetmekân Hitler yaptırmıştı. Bazıları çok genişti. Üç gidiş, üç dönüş olmak üzere altı sıralıydı. Bazıları daha dardı. Fakat yollarda kaç araba gidebilecekse yollar o kadar arabaya göre kireçle bölündüğünden düzen bozulmuyordu. Yolun ortasına bir kireç hattı çekilmişse orada yan yana iki araba gidebilir demekti. Bir ana yolda en yavaş giden sağdan gidiyordu. Daha hızlı giden soldan gitmeye mecburdu. Herhangi sebeple hızını kesmek isteyen araba sağ hatta geçiyordu. Tabiî bütün bunları önü ve arkayı kollıyarak yapıyordu. Almanlar’ın “Autobahn” (avtobân okunuyor) dedikleri bu anayollarda kilometreyle gitmek cidden zevk oluyordu. Asfalt o kadar iyi dökülmüştü ki hiçbir sarsıntı olmuyordu. Şehrin içinde metro yapımına girişilmiş olduğu için birçok caddelerin yarısı trafiğe kapalıydı. Buna rağmen yine düzen sağlanmış, tıkanıklık önlenmişti. Trafik tıkandığı zaman saniyeden fazla beklediğimizi görmedim. Bir de cumartesi ve pazar günleri bütün Almanlar kendi şehirlerinden başka bir yere gitmek âdetinde oldukları için arabasına atlayan autobahn’lara düşüyor, akşamın dönüş saatlerinde bazı ufak tıkanıklıklar oluyordu. O kadar… Şehirlerde bisikletle giden yaşlarında kadınlara rastladım. Trafik düzeni sayesinde bunlar emniyetle çarşıya pazara gidip alışverişlerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Fakat bu araba bolluğu bana bir şey düşündürdü. Daima arabayla gezen, hiç yürümeyen insanların sağlık durumu ilerde ne olacaktı? Yürümenin sağlık için faydası belli. Acaba hiç yürümeye yürümeye günün birinde insanlar ne hale gelecekti. Amerika’da daha şimdiden beş milyon “şişmanlık hastası” olduğunu okumuştum. Millî gücümüzün bir kısmı, açlığa rağmen, cefalı işlerle, bu arada çok yürümekle sağlanıyordu. Parantez arasında bu düşünceyi de ekledikten sonra biz yine Münih’in trafiğine gelelim. Bundan ders almak lâzım. Türkiye’de öğretmenlerin görgü ve bilgilerini arttırmak için onları aylıklarıyla bir yıl için Batı ülkelerine göndermek konusunda bir kanun vardır. İyi uygulandığı takdirde çok yerinde bir kanundur. Fakat bu kanunun şoförlere tatbik edilmesi daha hayırlı olur. Bizim eğri omuzları oralara göndererek arabanın nasıl kullanıldığını, vatandaşlara karşı nasıl davranmak gerektiğini, lüzumsuz korna çalmanın edepsizlikten başka bir şey olmadığını onlara göstermek, biraz insanlık öğretmek pek faydalı olur. Münih temiz bir şehir. Sokakları süpürüp tozları çeken arabalar gördüm. Bazı Almanlar bana kuzey Almanya veya Hollanda’ya gidersem Münih’i pis bulacağımı söylediler. İstanbul’u düşündüm. Kendi kendime bir takım kararlar verdim. Fakat bu kararlar antidemokratik olduğu için açıklamaktan vazgeçtim. Demokrasi olsun da pislik devam etsin. Münih’te bir belediye var. Nizamları uyguluyor, İstanbul’da yok mu diyeceksiniz. Bilmiyorum. Belki vardır. Münih’te 40 metre karelik boş yer bulununca hemen apartmanlar yükselmiyor. Şehrin plânı var. Bir santim şaşılmıyor, İstanbul’da metrelik doğru bir sokak bulamazsınız. Allah doğruluk fikrini kaldırmıştır. Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar trenle bir gidiniz. Yüz milyarlarca lira harcanarak şeddadî yapılar, güzel köşkler falan yapılmıştır. Fakat ne mimarlık üslûbu vardır, ne de belediye tüzükleri uygulanmıştır. Hani banliyödeki binaların arası en az altı metre olacaktı? Neden hepsi dört, üç metre ara ile dizilmiştir? Neden bazıları bitişik nizamdadır? Bunlara kim izin vermiştir? Bütün kanunsuzluklar yapanın yanında kâr mı kalacak? iktidara geçtiğimiz zaman bütün bunların hesabını soracak ve Anayasaya bir madde daha koyacağız. Türkiye’de en dar cadde 50 metre genişliğinde olacak ve nadir durumlar dışında apartmana izin verilmeyerek herkes bahçeli bir evde oturacaktır. Türkiye’nin toprakları buna yetmezse Boğazları kapayarak Marmara’yı kurutur ve parselleyerek devlet hesabına halka satarız!.. Münih, ikinci Cihan Savaşında epey yıkılmış. Bu molozları iki yere iki tepe halinde yığmışlar. Tabiî o molozlarla birlikte yıkıntılar arasında kalan ölülerin kemikleri de o tepelere götürülmüş. Bugün de iki tepe ağaçlıklı, yeşillikler içinde iki gezinti yeri olmuş. Bir tanesine çıktım. En tepedeki yazıtta: “Burada yatanlar için dua et” yazılıydı. Bundan daha manâlı bir yazıyı Birinci Cihan Savaşı ölüleri için yapılan anıtta gördüm. Bu bir meçhul asker anıtıydı. Birkaç basamakla inilen açık mezarda bir buçuk insan boyunda bir Alman askeri cephe kılığında yatıyordu, iyi bir mimarın elinden çıktığı belliydi. Yazıtında sadece “dirileceklerdir” yazılıydı. Bu söz bir milletin kendine inancını göstermesi bakımından ibret vericiydi. Fakat bu tevazu içindeki heybetli anıtı bir parça bakımsız ve ihmal edilmiş gördüm. Zamanımızın maddeci ve hayvanî havası içinde yurt ve şan için ölenleri anmaya elbette zaman bulunmazdı. Yine kendi vatanımı düşündüm. Çanakkale şehitleri için kampanya ile yapılan anıt pek basit kalmıştı. Oraya dikilmesi gereken anıt için de yine antidemokratik düşüncelere daldım. Bu anıta “inandılar, dövüştüler, öldüler” yazılacaktı. Bu sözün de kime ait olduğunu iyi bilmiyorum. Galiba Mustafa Kemal Paşa’nın olacak. Sözden söze geçerken Münih’in düzenini anlatmayı unuttum sanmayın. Unutmam. Bedriye Atsız’ın tek odalı kâşanesi 15 katlı üç apartmanın birinde bulunuyor. Bu üç apartman birbirine ne gölge düşürüyor, ne de manzarasını kapıyordu. Dipleri yeşilliklerle süslü. Çocuklar oynasın diye kum havuzları var. Aradaki beton yollarda biraz daha büyücekleri bisikletlerle gezip oynuyor. Bu apartmanların asansörlerine ise hiçbir diyecek yok. Çocuk arabası alacak kadar geniş ve altıncı kata beş saniyede çıkacak kadar hızlı. Sekiz kişilik asansöre giren sekiz kişinin her biri ayrı katın düğmesine bassa asansör kendi kendine kapandıktan sonra sekiz kişinin bastığı her katta durup otomatik olarak kapısı açılıyor, yine otomatik olarak kapanıyor ve herkesi sırayla istediği kata çıkarıyor. 15 katlı apartman, 1,2,3, odalı dairelerden mürekkep. Bedriye Atsız’ın tek odalı şahane dairesinin aylığı mark. Resmî kuru falan bir yana bırakın. Bu, bizim parayla lira eder. Tam bir komprador işi. Demek ki zevcem yabancıyla iş birliği yaparak yoksul Türk köylüsünü sömürüyor ve “halkımız” gecekondularda yaşarken o, Avrupa emperyalistlerinin ülkesinde liralık villâda oturuyor. Sömürü düzeni.. Devrim.. Sosyalizm.. Mark.. Engels.. Gevara.. Ho Amca.. Yaşasın bilimsel sosyalizm.. Kahrolsun faşistler.. Falan, filân… Bu köşkte en çok hoşuma giden şey ne oldu, biliyor musunuz? Televizyon diyeceksiniz. Bilemediniz. Televizyon bir nevi ev sineması olduğu için sokak sinemasını görenlere pek o kadar mühim gelmez. Bu kâşanede benim için en mühim şey musluklardan 24 saat hem soğuk, hem de sıcak suyun akmasıydı. İstanbul’un Anadolu Maltepesi’ndeki konağımızda üç günde bir su aktığı için musluklarından daima su akan bir ev benim için Amerika’nın keşfinden ve aya gitmekten daha mühimdi. vilâyet olan İstanbul’dan vilâyet olan Münih’e vardığım gün içime düşen sıkıntı “bu kolaylıktan o zorluğa dönüş”ün kaygısı oldu ve öylece de kaldı. Fakat insan oğlu neye alışmaz ki?… Maltepe’ye döndüğüm gün düzeni büsbütün bozulmuş buldum. Evlere daha çok su vermek için açılan kuyulardan gelen suyun basıncı boruları patlatmış. Sonuç: Dört gün susuz kalmak. Eskiden evlere verilen su Kayışdağı suyu idi. İçimine doyum olmazdı. Şimdi bakkallardan şişelerle aldığımız suyu içiyoruz. İkinci Cihan Savaşından önce yıllarca Taşdelen suyu alıp içmiştim. Günün birinde bunların Terkos suyu olup satan tarafından aldatıldığımızı gazetelerde okumuştum. Bu yüksek ticaret zekâsını gösteren zat asîl bir Rum vatandaşımızdı. Herhalde bir hafta hapis, lira para cezasıyla kurtulmuştur. Münih’teki kâşanemizde, her evde olduğu gibi bir de televizyon vardı. Eski bir alet olduğu için renkli yayın seyredemiyorduk. Televizyon akşamdan gece yansına kadar yayın yapıyor, çok defa beni bile meşgul ediyordu. Çok faydalı şeyler de gösteriliyordu. Bir defa Avusturyalıların yaptığı bir Anadolu gezisini, bir defa Moğolistan’ı, bir defa da Yemen’i seyrettik. Avusturyalıların Anadolu gezisi hem çok öğretici, hem de Türkler’e karşı dostluk duygularıyla doluydu. Bilim adamları tarafından çekilmişti. Bizim bilmediğimiz bir takım Anadolu hayvanlarını gösteriyor, yalnız Türkiye’ye mahsus manzara, kültür ve sanatı yayınlıyordu. Moğolistan’a ait olan bizim için çok yeni ve orijinaldi. Başkentleri olan “Ulan Bator” (Eski adı “Urga”) gökdelenlerle çadırların yan yana sıralandığı bir şehirdi. Moğol güreşleri seyrettik. Bizim Türkistan güreşlerinin aynıydı. Moğollar genellikle gürbüz ve boylu adamlar. Kora savaşında da komünist cephe askerleri arasında bulunan iriyarı Moğollardan gazeteler bahsetmişti. Fakültesinde Moğolca da okuyan Buğra bu yayını gördükten sonra ilerde Türkiye’nin Moğolistan elçisi olmaya ve elçiliği bir Kazak çadırında kurmaya karar verdi. Yemen’e ait olan yayında Yemenlilerin iptidailiğini bütün acılığı ile seyrettik. Yemenlilerle evli iki Alman kadınından birini de gördük. İkinci kadının filminin çekilmesine kocası izin vermemiş. Birinci kadının evini ve çocuklarını gösterdi. Bu Alman kadını kendi evine bir miktar medeniyet getirmişti. O kadar. Televizyon yayınları arasında polis, kovboy, spor, aşk filmleri, yıl önceki filimler, bir de modern sanat denilen kepazelikler vardı. Bazı futbol maçlarını bütün tafsilatıyla seyrettik. Almanlar güzel futbol oynuyor. Paslar yerini buluyor. Yalnız yanındakine kısa pas vermek değil, bazen sağ haftan sol açığa uzanan ve yerini bulan paslar da veriliyordu. Almanlar takım halinde oynamakla beraber çok güzel çalım yapmasını da biliyorlar. Bu çalım bizimkilerin çalımlarından başka türlü bir şey. Bir defa da Avusturya’nın “Avusturya” takımı ile Sovyetlerin “Kiyef Dinamo” takımının maçını gördük. Ruslar çok kalleşçe oynuyorlardı. Tekmeler, arkadan çelme takıp düşürmeler gırla gidiyordu. Bir seferinde bir Rus oyuncusu kendisini yere atarak yüzü koyun yattı. Sözde kendisine faul yapılmış olduğu intibaını vermek istiyordu. Aldıran olmayınca birden bire sırtüstü döndü. “Beni gören yok mu” der gibi çevresine bakındı. Yine aldıran olmayınca yerden fırladı ve oyuna devam etti. Avusturya televizyonu bu numarayı iyi yakalamıştı. Ruslar hakkında hüküm vermek için birebir sahneydi. Televizyonda iki nokta dikkatimi çekti. Birincisi: Erkek ve kız spikerlerin yakışıklı ve güzeller arasından seçilmesi ve düzgün bir Almanca konuşması.. Bizim radyodaki kız spikerlerin güzellik derecesini bilemiyoruz ama Türkçe’yi yanlış konuşmaları ve “zarar”, “yarar” kelimelerinden ikinci hecelerini uzatarak “zararın ne kadar olduğu bilinmiyor” yahut “Kızılay yararına temsil verilecektir” gibi çok yanlış söyleyişlerle konuşmaları insanın “moralini” bozuyor. Kız spikerlerimizin sesleri ise hiç de güzel değil. Güzel sesli spiker olarak bir “Sevinç Yemişçi” Hanım var. İstanbul radyosunun parazitsiz olduğu akşam ve gece yayınlarında dinleyiniz. İnsan, kadın sesi olarak hep böyle ses işitmek istiyor. Türkçe’si de pürüzsüz. Şimdiye kadar, dilimize Fransızca’dan girmiş bir kelimeyi biraz yanlış söylediğini hatırlıyorum. Önündeki yazılı metni okurken şaşırmıyor, kekelemiyor. Ses tonunu çok güzel idare ediyor. Öteki kadın spiker ise.. Tanrı korusun.. Belli ki hep Amerikan kolejlerinde okumuşlar. 18 Kasım akşamı, saat 21’deki “24 saatlin olayları” haberinde, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Azerbaycan Cumhuriyetini ziyaretini anlatan bayan spiker “Azerbaycan”ı “Azerbeycan” okuduğu gibi Sunay’ın karşılayıcıları arasında bulunan ve bültende şüphesiz “Iskenderov” imlâsı ile yazılan Azeri büyüğünün adını da yanlış Amerikan ağzı ile “İskendero” şeklinde “v” yi yutup “o” yu uzatarak okudu. Bu yanlış okuyuş bana yıllarca önce İstanbul’a gelen ünlü Alman Türkologlarından Prof. Spuler (okunuş: Şpûler) in radyoda tanıtılmasını hatırlattı. O zamanki bayan da İstanbul’a Prof. “Şapler” in geldiğini ilân etmişti. Yalnız İngilizce isimleri doğru okuyup (onun da doğruluğunu Tanrı bilir) öteki adları berbat etmenin mânâsı ne? Ya hepsini doğru okuyun, yahut hepsini Türk söyleyişi ile söyleyin. Televizyonda dikkatimi çeken ikinci nokta meteoroloji raporu sırasında gösterilen Almanya haritası oldu. Bu haritada yağmurlu, bulutlu, güneşli geçecek bölgeler yağmur, bulut ve güneşle gösteriliyor, her bölgenin gece ve gündüz ısı tahminleri termometreyle belirtiliyordu. Asıl mühimi, Almanya’nın savaştan önceki sınırları ile aksettirilmesiydi. Almanlar bütün yumuşak başlılıklarına, hatta resmî şahsiyetlerinin zillet derecesine varan davranışlarına rağmen yeni sınırları kabul etmiyorlardı. Almanya’da Almanlık ruhu yaşıyordu. Bunun bir örneğini 22 Eylül Pazartesi akşamı televizyondaki “Haça Karşı Gamalı Haç” adlı bir filimde seyrettim. Adına göre bunun Hitler ve Nasyonal Sosyalizm aleyhinde olacağı sanılırdı. Fakat öyle çıkmadı. Tarafsız, objektif bir röportaj niteliğinde kaldı. Filim, İkinci Cihan Savaşında Münster şehrinin başına gelenleri anlatıyordu. Münster, Almanya’nın kuzey batısında muhafazakâr bir Katolik şehri, Amerikan hava saldırıları ile yıkılmış manzarası gösteriliyordu. O zaman galiba 16 yaşında olan bir Alman kızının gizlice aldığı filim de yayına eklenmişti. Bugün o şehirde yaşayan Almanlar’dan birçoğunun hâlâ Hitlerci olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, bazı yanlışlarına rağmen Hitler’in iyi işler yaptığını söylediler. Hele bir tanesi: “Ben Nasyonal-Sosyalistim. Fakat her şeyden önce Alman’ım. Almanya’nın üzerine bu kadar çirkef atan bugünkülerin Allah belâsını versin” dedi. O zaman gizlice filim çeken kızın bugünkü halini de gördük. Elli yaşlarında bir kadındı. Görmüş geçirmiş insanlara has sakin bir duruşu vardı, işgalde kendisine üç Amerikan askerinin tecavüz ettiğini söyledi. Spiker “bunlar Zenci mi idi” diye sorunca da “hatırlamıyorum, o zamana ait hiçbir şey hatırlamıyorum” diye cevap verdi. Yine gizlice çekilmiş bir filimde tutsak edilmiş Alman askerlerinin elleri havada olduğu halde sevk edilirken her iki taraflarında sıralanmış olan Amerikalılar tarafından yumruk ve tekme yağmuruna tutulduğu görülüyordu. Ben Amerikalıların bu kadar zebunküş ve kahpe olduklarını tasavvur etmemiştim. Fakat bu manzara gösterilirken spiker: “Batıda da hırsızlık ve ırza geçme çok oldu ama buna rağmen bu işler doğuda Ruslar’a tutsak düşmekten çok hafifti” diyordu. Filimin sonu ibret vericiydi. İkinci Cihan Savaşındakilerle bugünküleri resimlerle ölçüştürüyordu. O zamankiler siperlerde tarih yaratmak için çarpışıp ölüyorlar, tutsak düşüp tipi altında saatlerce bekletiliyorlar, fakat vakarlarını kaybetmiyorlardı. Spiker: “Şimdikilerse tarihten mahrum olmak için yaşıyorlar” dedi. Tarihsiz olmak.. Yani hayvan olmak.. Ekranda karşımıza karı kılıklı, saçı uzun, pis, yanşak heriflerle vesikasız, hayvan yüzlü genç orospular çıktı. Dondurmayı, bir köpeğin çanak yalaması gibi yalayarak yiyorlar, haysiyetsizce sırıtıyorlar, mukaddesatla alay ediyorlardı. Bu hayvansı heriflerin hakikilerini Münih’in “Şıvâbing” (Almanca yazılışı galiba Schwabing) denilen semtinin bir köşe başında da görmüştüm. Bir kısmı yere oturmuştu. Kimsenin onlara aldırdığı yoktu. Televizyon’un öğretici olması dolayısıyla değerlendirmeli, ailede huzuru kaçırmak gibi yönleri olduğu da unutulmamalı ve bunun mutlaka çaresi bulunmalı. Fenerbahçe-Galatasaray maçının televizyonda gösterileceği akşam liseli bir “amigo” ertesi günü matematik yazılısı olsa bile onu başka bir odaya sokup da dersini çalış demek zavallıyı mahvetmekten farksızdır. Hele aynı saatte bir futbol maçıyla bir aşk filimi gösterilecekse ve evde futbolcu bir oğlanla romantik bir kız varsa kopacak pandomimayı tahmin edebilirsiniz. Yakında Türkiye’ye de adamakıllı girecek olan televizyonu da radyo ve otomobil gibi bir felâket halini almaması için işin başından iyi düşünüp tedbirleri almak lâzım… Münih’e pek ânî gitmiştim. Fakat oradaki ırkdaşlarımız, yani Dış Türkler gidişimi keşfettiler ve doğrusu ardı arkası kesilmeyen ikramları, ziyafetleriyle beni çok mahcup ettiler. Onlardan bir Kazak Türkü vasıtasıyla Rusya’ya Rusya’daki her dil ve lehçeyle yayın yapan Hürriyet Radyosunu, sonra da Amerikalıların çıkardığı “Dergi” idarehanesini gezdim. Buradaki Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik, Uygur, Azeri ve Kırımlı kardeşlerimizle tanıştım. Bazılarını İstanbul’dan tanıdığım ırkdaşlarımız bana üst üste şölenler ve toylar verdiler. Arada yalnız kımızla kazı eksikti. Kımız yerine nefîs Alman bira ve şaraplarını koyduksa da at sucuğu olan kazının yerini lezzetli Alman sucukları tutmadı. Bununla beraber Almanlar’ın et yemeklerinin çok güzel olduğunu kaydedeyim. Bu ziyafetleri çok defa yenge veya cengeler hazırladı. Diğer bazı Türkleri bizde “y” ile başlayan kelimeleri “c” ile söylüyorlar, “yer”, “yenge” onlarda, “cer”, “cenge” oluyor . “Yahşi” yerine de “caksı” diyorlar. Bizdeki “ş”ler “s” oluyor. “Baş” , “beş”, “pişirmek” Kazaklarda “bas”, “bes”, “pişirmek” diye söyleniyor. Kazaklar’dan birinin evdeşi Türkiyeli idi. Kazakça’yı öğrenmişti. Kazakların başkanı yerinde olan bir Batı Kazak Türkünün evdeşiyle Kazakça anlaşıyorlardı. Türkiyeli “cenge”nin beş yaşındaki oğlu babasıyla ve annesiyle hem Türkiye, hem Kazak ağzıyla konuşuyordu. Adı “Canıbey” idi ama aramızda “Batır” diye çağırır olduk. Çünkü bir ara bana Kazakça “batırmen” yani “ben batırım” demişti. Bu “batır” kelimesi Gök Türkler”deki “Bagatur”un bugün değişip kısaltılmış şeklidir. ‘Yiğit”, “Kahraman” demektir. “Bumun Kağan”ın kardeşi “İstemi Kağan “ın tam adı “İstemi Bagatur”dur. Bizim küçük Batır askerliği de şimdiden epey biliyordu. Türk usulü askerî selâmda benim yanlışımı çıkardı. Bu güzel saatler arasında bir de acı haber aldım ki onu da burada söylemeden edemeyeceğim: Bir Azeri ırkdaşımızın toyuna giderken onun samimi arkadaşı ve kader ortağı olan “Lâtif Elsever”i sordum. Lâtif Elsever, İkinci Cihan Savaşında Rus ordusundan Alman tarafına geçerek Mısır’a kadar sevk olunmuş, orada Osmanlı Hanedanı prenseslerinden Hibetullah Necla Sultan’ın diğer Türklerle birlikte yardımını görmüş, sonra İstanbul’a gelerek bir iş bulup çalışmaya başlamıştı. Fakat astım hastalığı çok rahatsız ettiğinden havası daha iyi gelen Ankara’ya nakletmişti. Bayramlarda mektuplaşırdık. İstanbul’a gelince uğrardı. Türkçü, ülkücü bir ırkdaşımızdı. Ötüken’e çok para yardımında bulunmuştu. Lâtif Elsever’i sorunca Azeri ırkdaşımızın yüzü ciddileşti: “Haberiniz olmadığını biliyordum. Üzmemek için söylememiştim. Lâtif geçen temmuzda kalpten öldü” dedi. Yaşı elliyi biraz aşkındı. Ölümünü 14 ay sonra öğrenebilmiştim. Bu satırlarla talihsiz ırkdaşımızın hâtırasına saygı ile anmış ve evdeşi olan Türkiyeli öğretmen hanıma taziyetlerimi bildirmiş oluyorum. Bu anış ve başsağlığı hem kendim, hem Ötüken ailesi adınadır. Bir de Kırımlı bir ırkdaşımızla olan bir konuşmadan bahsedeceğim: Bu konuşmada söz Alman askerlerine gelmişti. Sokakta birkaç defa gördüğüm Alman askerlerini beğenmediğimi söyledim. Bana, manevî olarak askerî yapıları sağlam değil gibi gelmişti. Kırımlı ırkdaşımız görüşüme katılmadı. Onları manevrada görmek lâzım dedi. O zaman bizim Ankara’daki Şaman’ın Diyarbakır’daki NATO manevrasından bahseden mektubunu hatırladım. Kendisi o manevraya yedek subay olarak katılmıştı. Manevra sonunda da geçit resmi yapılmıştı. Şaman “Türklerle Almanlardan başkasına asker denemez” diyordu. Sırıtarak, çiklet çiğneyerek resmi geçit yapan Belçikalılar, İngilizler, Amerikalılar sade Şaman üzerinde değil, seyirciler üzerinde de kötü tesir bırakmışlardı. Zaten bu Belçika devlet midir, yoksa büyük bir komandit veya limitet şirket mi? Hollanda ile Fransa arasında sıkışmış olan bu “devlet’teki insanların yansı Hollandalıların, yarısı da Fransızların dilini konuşur, dil yüzünden birbiriyle boğuşur, sonra “biz milletiz” derler. Millet olduklarına dair noter senetleri var mı? Yine Münih’e dönelim: Münih’teki Almanların öteki Almanlar’dan ne kadar farkı olsa da yine bütün Almanlar için insana fikir verebiliyor. Yukarda da söylediğim gibi Münih yalnız Münihliler’in değil, Almanya’nın her tarafından gelmiş insanların şehridir. Aralarında komünist cennetini bırakarak demirperde gerisinden kaçan cennet tepiciler de var. Benim Münihli bir profesör arkadaşımın bir asistanı Berlinli, biri Stutgartlı (Şıtutgart okunacak), Buğra’nın fakültesinde Sinoloji okuyan bir kız Stettin (Şitettin okunacak)li, yani Prusyalı idi. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu zehir gibi zeki kız tam bir Türk’e benziyordu. Çekikçe gözlü, koyu kumral saçlı, açık buğday tenli idi. Nükte yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Doğduğu yer şimdi Polonya sınırları içinde kalmıştı. Almanlar umumiyetle iyi ve terbiyeli insanlar. Hele eski Almanlar çok ciddî Kaba denilen Baviyeralıları ben kaba değil, babacan buldum. Memleketin düzeni iyi kurulmuş, O sayede işler yürüyor. Yoksa insanı şaşırtacak olaylar eksik değil. Meselâ şimdiki Alman Cumhurbaşkanı Heinemann (Hayneman okunacak) ın “milliyetçilik Alman gençliği için ayıptır” demesi, zannederim cihan tarihinde örneği olmayan bir incidir. Böyle bir söz Türkiye’de söylenemez. Milliyetçi olmayan insan ya beynelmilelci olur, ya da hiçbir şey olmaz. Heinemann belki de bu sözü, ikinci Cihan Savaşı sonunda Almanlar’dan büyük çoğunluğun düştüğü aşağılık duygusu tesiriyle söylemiş, yahut da bu sözlerle büyük bir siyasî gibi davrandığım sanmıştır. Fakat yeni Alman Başbakanı Willy Brandt (nasıl okursanız okuyun) hakkında hiçbir tevile imkân yoktur. Çünkü bu adam İkinci Cihan Savaşında, sırf Hitler’e düşman olduğu için, Norveç ordusunda Almanlar’a karşı savaşmış, kendi milletine silâh çekmiştir. Kendi milletine karşı savaşmanın gerekçesi ne olursa olsun bunun adı vatan ihanetidir. Demek ki bugün Almanya, milliyetçiliği ayıp sayan bir cumhurbaşkanıyla vatan haini bir başbakan tarafından idare edilmektedir. İşte bunun da Türkiye’de imkânı yoktur. Bizim yüzellilikler”in bir kısmı içtihat farkı sebebiyle Atatürk’e karşı cephe almışlardı. Buna rağmen bunlara vatan haini gözüyle bakıldı. Willy Brandt in Almanya’da başbakan olmasıyla Çerkeş Etem’in Türkiye’de başbakan olması arasında ne fark var? Fakat Alman milleti kültürü sağlam, tekniği ve ekonomisi kuvvetli olduğu için Almanya yıkılmıyor. Willy Brandt, Doğu Almanya denilen kukla devleti de tanıyacağını söyledi. Böylelikle Moskofların gözüne girerek iki Almanya’yı birleştireceğine inanıyor. Demek ki komünistlerin ne düzenbaz olduklarını bile anlayamamış. Tarih, ibretli bir masal kitabıdır. Bazen bir milletin kaderine hainler, budalalar, kuş beyinliler ve eşeksel kişiler de hâkim olabilir. Almanya tehlikeli bir ülkedir. Sosyalizm maskaralıklarının orada alıp yürümesi yarın Almanya’yı yeni gelişmelerin eşiğine atacaktır. Adolf Hitler durup dururken değil, büyük ve kültürel bir millete karşı İngiltere ve Fransa’nın ahmakça siyasetleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Bugün de başka bir Adolf un, Adolf von Thadden’in başkanlık ettiği “Neonazi” denilen milliyetçi bir parti ortadadır. Geçen seçimlerde oyların % 2’sini, bu sefer % ’ünü kazanan bu milliyetçi parti gerçi Alman seçim kanununa göre % 5 oranında oy toplayamadığı için devlet meclisine mebus sokamamışsa da eyalet meclisinde mebusları vardır. Görünüşe göre de kuvvetlenmektedir. Ben Münih’te iken 28 Eylülde yapılacak seçimler için kampanya açılmıştı. Televizyonda parti liderleri konuşuyordu. Konuşmalar seviyeliydi. Bülent Ecevit’in yahut Ahmet Er’in şaheser nutuklarına Taslanmıyordu. Hele Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Kiesinger çok itidalli konuşan sempatik bir adamdı. Willy Brandt ise şiş yüzlü ve kısık sesliydi. Meğer alkolikmiş. Alkolik olmak ancak kendisiyle doktorları ilgilendiren bir konu ise de, kendi milletine silâh çekmiş bir adamı başbakanlığa getiren Sosyal Demokrat ve Hür Demokrat Partilerinin mebusları top yekûn Yassıada’ya gönderilmesi gerekli centilmenler olduklarını ispat etmişlerdir. Şüphesiz savcılığı da pek sayın Bay Ömer Egesel yapacaktır (Makaleler 4)
  • Biz avrupalı falan değiliz. Buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türküz.. (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • Hayat savaştır. Ölümden korkanlar yaşamasın (Türk Tarihinde Meseleler)
  • Bu suretle milattan önceki üçüncü asrın ikinci asırla birleştiği yıllarda bütün Orta Asya da Kunlar'ın idaresinde bütün Türkler birleşmiş oluyordu. (Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar)
  • saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. (İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir)
  • — Büyük günler geliyor!… Dokuz yıla kalmaz; olan olur. Dokuz yıl daha geçer. Katı kılıç kullanmak günü gelir. Kıtlık olunca ay parçalanacak !… Kara kağanı öldürmeyeceksin . Onu tasa öldürecek. (Bozkurtların Ölümü)
  • “Gönlümdeki kördüğümü çözmek istiyorum” (Bozkurtlar Diriliyor)
  • Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü (Yolların Sonu)
  • ❞Zaman yalnız hükmünü veriyor değil, zaman öcünü de alıyor.❞ (Makaleler 2)

© Tüm Hakları Saklıdır.
Sitedeki içerikler izinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Yayınlanan yazı ve yorumlardan yazarları sorumludur. seafoodplus.info ile bir bağlantı kurulamaz, site sorumlu değildir.

Bozkurtlar / Nihal ATSIZ Detaylı İncelemesi & Analizi

Bozkurtlar romanı, Türklerin savaşlarını ve Türk boylarının birleşmesi ile güçlenen Göktürklerin, Çin Tang hanedanının gönderdiği Çinli hatunla, Göktürk devletinin içten kırılmasını konu almaktadır. Çuluk Kağan’ın küçük oğlu bu Çinli hatuna hep karşı çıkmışlar ve kadının birliklerini bozacağını söylemişlerdir. Ancak kağan’a saygısızlık töreye karşı gelmektir.

Çinli hatunun kardeşi ise Türk ellerini gezerek huzursuzluk çıkarır. Türklerin ahlaki değerlerini bozar. Bu nedenle de Göktürkler Çin’e yapılan son seferde başarısız olarak esir düşmüşlerdir. Tüm bu tarihi olayları konu alan roman etkileyici bir yapıya sahiptir.

Hüseyin Nihal Atsız’ ın yazdığı iki romanın birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir romandır. Hüseyin Nihal Atsız vefat etmeden ondan izin alınarak Bozkurtlar’ ın dirilişi ve Bozkurtlar’ ın ölümü adlı eserlerinin birleşmesi ile ortaya çıkmıştır.

Ana Karakter

Kürşad ana karakter olan Urungu’ nun babasıdır. Urungu kitabın ana kahramanıdır.

Yardımcı Karakterler

İşbara Alp Göktürk yüzbaşısı, Sançar Göktürk onbaşısı, Kıraç Ata ünlü bir kam (din adamı)’dır. Taçam Urungu’nun oğlu, Pars Göktürk binbaşısı, Börü Urungu’nun andası. Göktürk Yüzbaşısı, Ezgene Pars’ın oğlu, Göktürk yüzbaşısı, Örpen Bögü Alp’in oğludur. Bunlar kitaptaki bazı kahramanlardır. Tarihin en etkili şekilde anlatıldığı bu roman birçok kişiye tarihi sevdirecek niteliktedir. Karakterlerin fiziksel özellikleri ve ruhsal durumları o zamanki gibi anlatılmaya çalışılmış hatta daha da kahraman olarak yüceltilme yoluna gidilmiştir.

Roman Göktürk devletinin kurulduğu yer Ötükendir.

Tarihi bir konu işlendiği için Göktürk devletinin kuruluş ve hüküm sürdüğü zaman diliminde gerçekleşmiştir. Romanda bu zaman dilimini işlemiştir.

Hüseyin Nihal Atsız’ın bu kitabı Ülkücü olan ve milliyetçi bir fikre sahip olan herkesin kitaplığında bulunması gereken bir kitaptır. Hüseyin Nihal Atsız, sıkı sıkıya bağlı olduğu Türkçülüğü ve milliyetçiliği romanının konusunu seçerken de belli etmiştir. Eserlerinin birçoğunda bu özelliğini yansıtmış ve vurgulayarak işlemiştir. Bu özelliğini özelliklede Tarihi süreçlerle bağdaştırarak romanlarını yazmıştır.

Hüseyin Nihal Atsız’ ın kendine has bir üslubu ile Türkçülüğü romanlarında işlemiştir. Bozkurtlar romanında da bu özelliğini yansıtarak turan hareketinin ve ülkücülüğün nerden geldiğine değinmiştir. Etkileyici bir dil üslubuyla bunu en güzel şekilde işlemiştir.

 

Bozkurtlar / Nihal ATSIZ Detaylı İncelemesi & Analizi

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

İlgili

&#; ÖZET Işbara Alp ve askerleri ertesi gün yapılacak Çin seferi için dinleniyorlardı. Işbara Alp birtakım uğursuzluklar sezdi. Birden şimşekler çakmaya ve yağmur yağmaya başladı. Çok şiddetli yağan yağmurda 14 asker ölmüştü. Tanrının kendilerinden yüz çevirdiğini düşünmeye başlamışlardı. Ertesi gün bir haber geldi ve Çuluk Kağan&#;ın uçmağa vardığı öğrenildi. Göktürklerle baş edemeyen Çin Hükümdarı hile yapmaya karar vermişti. &#; Göktürk Kağanı Çuluk Kağan Çinli bir prensesle evlenmişti. Çuluk Kağan&#;ın, Çinli Prenses eşi İçing Katun Çin Hükümdarının emriyle kocası Çuluk Kağanı zehirledi ve Çuluk Kağan öldü. Ölen Çuluk Kağan&#;ın yerine ise Kara Kağan geçti. Daha sonra Çinli Prenses Kara Kağan&#;ın da eşi oldu. İçing Katun, Göktürklerin hakimiyetini iyice eline alınca Göktürkler Çinlilere karşı akınlar düzenleyemedi ve Çin gelenek ve kültürlerinin etkisinde kaldı. &#; Çuluk Kağan&#;ın küçük oğlu Kür Şad, Çinli Hatun&#;un yaptıklarının farkındaydı ama töre gereği kağanın eşine saygıda bulunması gerek

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir